37. "Eve Dönüş"
Bölüm Şarkıları:
Gripin, Bir Cevabım Var Mı?
Ati 242, Yolu Yok
Atiye & Teoman, Kal
Ceza, Kim Bilir
Emir Can İğrek, Sapa
•🧁•
Çoğu zaman hayatımdaki en büyük şansın babam olduğunu düşünürdüm.
Doğduğum andan beri beni kollarının arasında saklayan, adım atmayı yeni öğrendiğimde düşersem canım yanmasın diye yerlere minderler atan, masaların köşesine çarpıp da canımı yakmayayım diye o köşelere pamuklar bantlayan bir adamdı benim babam. Ben onun ilk kızıydım. İlk göz ağrısı, canının ilk parçasıydım. Üzerime titreyişini yılların geçmesi değiştirmemişti. Babam hâlâ bana birkaç aylıkmışım gibi bir hassasiyetle yaklaşır, bana daima onun minik kızı olduğumu hissettirirdi.
O eller yalnızca beni kucaklamak için havaya kalkardı. Kaşları yalnızca kendi canımı yakma ihtimalim bulunan bir durumda çatılır, sesi bana sadece iyiliğimi düşündüğü için yükselirdi.
Bir babayı böyle bilirdim ben. Bizi korumak için etrafımızda olduklarını sanır, bir babayı merhamet dolu gözlerinden tanırdım.
O adamın bana bakış şekli aklıma geldi. Siparişini verdikten sonra gözlerini benden bir saniye bile ayırmadan önümde dikilmeye devam etmişti. İç karartan bakışları, canımı sıkmaya yetmişti. Bana hiçbir şey yapmamıştı ama varlığı huzursuzluk hissiyle denkti.
Gözlerim Doruk'un savunmasız yüzünde dolaşırken içimdeki nefret öyle büyüktü ki, ona ulaşabilmenin bir yolunu bulabilirsem onu ezip geçebileceğime inanıyordum. Ne kadar iri olduğu, gücü ya da bana da el kaldırabilme ihtimali umurumda değildi. Eğer karşımda olsaydı, onu mahvedebileceğimi hissediyordum.
"Bana ulaşmayı deniyordu," dedi Doruk, onun yatağında yan yana oturduğumuz sırada. Ben gelmeden önce biraz içtiği için ayılmasına yardımcı olabilmek adına kahve yapmayı teklif etmiştim. Ayılmak istemediğini söyleyerek bunu reddetmişti. Yaralarına bakmak, onları temizlemek istemiştim. Pansumanını yeni yaptırdığını söyleyip buna da izin vermemişti.
Film izleyelim demiştim, senin için tatlı yapayım, ayakkabılarının hikâyelerini dinleyeyim, sen ne istersen onu konuşalım.
Tekliflerimin ardı arkası kesilmemişti. Onu zorlamak, işleri onun için daha da zorlaştırmak istemiyordum. Benim tek derdim yalnız kalmamasıydı.
Doruk durmuş, bir süre bana bakmıştı. Onun yüzüne bakarken yüzümü buruşturmamaya çalışmak çok zordu. Gözlerim yaralarına kayıp duruyordu. "Feza," demişti en sonunda. "O kadar ihtiyacım var ki sana."
Ve şimdi buradaydık. Yatak başlığına sırtımı yaslamıştım. Dağınık pikesi yatağın sol tarafında toplanmıştı. Ben içeri girmeden önce burada yok olmayı dileyerek uzanıyor olmalıydı. "Sana ulaşmayı denedi," diye tekrarladım onu cesaretlendirebilmek için. "Sonra?"
"Bunu hep yapar." Bir anda yatar pozisyona geçip başını kucağıma yasladığında donup kaldım. Nefes alamıyordum, gözlerim yanıyordu. Onu böyle görmek içimi paramparça yapıyordu. Parmaklarım saçlarının arasına daldı. "Parası bittiğinde bana ulaşmayı dener. Ben bu zamana kadar dudak uçuklatacak kadar borcun altından kalkmaya çalıştım Feza. Çünkü o herif, ablamın üzerinden de yapmış bunu zamanında. Onur abiyle aniden evlendikleri dönemde bir gün kapılarına tefeciler dayanmıştı. İşler o raddeye kadar gitmişti yani."
Duyduklarım beni şoka sokarken nasıl bir babanın evlatlarını böyle zora sokabileceğini anlamaya çalışıyordum.
"Onur abiyle ben bir şekilde halletmeyi başardık. Ablamın üzerine hiçbir borcun kalmadığından emin olduk. İşler çok korkunç yerlere gidiyor olmasaydı ikimizin de cebinden o adamın sikik borcu için tek kuruş bile çıkmazdı ama dediğim gibi, mevzunun ucu ablama dokunuyordu. Ablam, ikimiz için de kırmızı çizgidir. Buna mecburduk."
Sesindeki suçluluk, şu an ne halde olduğunu ablasından saklıyor olduğundan kaynaklanıyordu sanırım. Onu geçiştirmek için kim bilir iki gündür ne yalanlar söylüyordu, tıpkı bana söylediği gibi.
"Babam A takıma yükseldiğimi duyduğundan beri bana ulaşmayı deniyordu. Aramalarına dönmüyor, mesajlarına bakmıyordum. Çünkü biliyorum, mevzu para değilse o herifin işi olmaz benimle. Hayatımdan o kadar uzak ki, nerede oturduğumu bile bilmiyor. Çıkıp kapıma gelemez. Bu da beni bir şekilde ayağına çağırması gerektiği demekti. Hiçbir güç beni o eve yeniden döndüremez sanırdım ama sonra telefonuma bir mesaj geldi. Visal'de çekilmiş, sana ait bir fotoğraftı. Hesabımdan seni bulmuş, senin hesabından da senin nerede çalıştığını."
Saçlarını okşayan parmaklarımı durdurup "Onu gördüm," dedim. "Eren onun son zamanlarda devamlı müşterimiz olduğunu söyledi. Beni bulmak için birkaç kez Visal'e gelmiş olmalı." Doruk, kesik bir nefes alınca "Hiçbir şey olmadı," dedim. "Doğru düzgün konuşmadık bile. O adamın Visal'i bulmuş olması senin suçun değil. Lütfen bunun için kendinden nefret ediyormuşsun gibi bakma yüzüme."
"Onun mesajını alır almaz sana değen gözlerini oymak için ayağa kalktım," dedi Doruk, şahit olmadığım türden karanlık bir öfkeyle. "Yemin ederim, gözümü kan bürümüştü. Oraya onu öldürmek için gidiyordum. Kafayı yemiş gibiydim. Kimse seni bana karşı bir tehdit unsuru olarak kullanamaz. Hayatım boyunca korkarak yaşadığım babam bile bunu yapamaz. Kendimden öyle emindim ki onun sonunu getirebileceğimi hissediyordum. Sana zarar verebilme ihtimali, beni resmen katil edecekti. Abartıyormuşum gibi mi geliyor kulağına? Ben onun ne kadar acımasız olabileceğini çok iyi bilirim. Kafamda kurduğum senaryoları tahmin bile edemezsin. İstediğini yapmasaydım seni rahat bırakmazdı."
Ağır bir suçluluk duygusu göğüs kafesimde patlak verdiğinde bu olayın ucunun bir şekilde bana dokunuyor olmasının Doruk'a yaşattığı korkunç dejavuyu düşündüm. Zamanında ablası için o adamın borcunu ödemişti. Şimdiyse benim için onun karşısına dikilmişti. "Yaptın mı?" diye sordum işaret parmağımı saç bitiminin çizgisinde usul usul hareket ettirirken. Terlemeye başlamıştı. "Yine para verdin mi ona?"
"Hayır," dedi Doruk. "Ama seneler sonra o eve gittim. Kapıya varana dek, onu öldürebileceğimden adım kadar emindim. Kapıdan içeri girdiğimdeyse... Çok geç olana kadar hiçbir şey yapamadım."
Titrediğinde bacaklarını kendine doğru çekti. Derin nefes sesleri odayı doldururken dudaklarımı aralamaya korkuyordum. Sessizliğe izin verdim. Doruk, bir şey söylememi bekleyerek bana baktı. Güven verme isteğiyle küçük bir tebessüm ettim. Her şey normalmiş, duyduklarım sıradan şeylermiş gibi gülümseyişimle afalladı.
"Korkak olduğumu düşünmüyor musun?" diye sordu hayrete benzer bir ifadeyle. "Yaşı yirmisine dayanmışken hâlâ babasından dayak yiyen eziğin tekine bakıyormuşsun gibi bakmıyorsun bana. Halime acıdığın için mi?"
"Kendini böyle mi tanımlıyorsun?" Kaşlarım havaya kalktı. "Bir ezik olarak mı?"
"En kibar haliyle. Küfürleri ve diğer hakaretleri çıkararak dile getirdim seninle konuştuğum için."
"Hiçbir zaman seni bu şekilde görmedim," dedim. "Ona karşılık verememiş olman, seni daha az erkek yapmıyor Doruk. Burada konu güç değil. Ağlaman, yara alman, gardını yanımda düşürme isteğin, dizime uzanman... Bunlar, seni eksiltmiyor. Kendini böyle hissetme."
"Hiç bu kadar kötü hissetmemiştim," dedi Doruk. "Kendimi onun karşısına geçebilecek kadar iyileştirdiğimi düşünüyordum. Artık küçük bir çocuk değilim Feza. Onu yerle bir edecek güce sahibim. Bunu kullanamıyorsam, bunca zaman boşuna mı yaşadım diye düşünüyor insan. Bir gün çıkıp yine beni böyle kolay mahvedebilecekse, ben bu kadar şeyi neden tek başıma atlatmayı denedim? Neyi başardım ben? Babamdan korkmamayı bile başaramamışım daha."
"O ev," dedim. "Oraya dönmek, seni tetiklemiş olmalı."
"O evden mental olarak çıkabilmek için profesyonel destek almıştım." Ses tonu o kadar yitikti ki kalbimdeki sancılar daha da şiddetlendi. "Pek işe yaramamış belli ki."
Gözlerim dolup duruyordu ama daha fazla ağlayıp ona acıdığımı düşünmesine sebep olmak istemiyordum. "Ne zaman oldu bu?" diye sordum. "Ne zaman gittin oraya sevgilim?"
"İspanya'dan döndükten sonraki gün." Çenesi kasıldı. "Bunu hesaplamış," dedi. "O iğrenç herifin en sevdiği şey işler yolunda gidecekken her şeyi mahvetmektir. Başarılarım, zoruna gider onun. Ona benzemediğim için, kendimi kurtarmayı denediğim için, yetenekli olduğum için sevmez beni. Senin fotoğrafını çekmiş ama çektiği gün kullanmamış, zamanın gelmesini beklemiş. Ben buraya döndüğümde beni özellikle kışkırtmak istemiş. Anlık öfkem yüzünden kalkıp ayağına kadar gideceğimi biliyor çünkü. Türkiye'ye döneceğim gün için resmen pusuya yatmış."
Bu adam, benim hayal edebileceğimden çok daha kötü biriydi. Kanım donuyor, Doruk anlatmaya devam ettikçe kalbim sıkışıyordu.
"Normalde..." Nefesi bir kez daha kesildiğinde yüzüne bakabilmek için biraz doğruldum. Sol gözünden süzülüp yatağa akan yaşı da o zaman fark ettim. Doruk, ağladığını görmemi istemediği için kucağımda yatmaya devam ederken yüzünü diğer tarafa çevirmişti. "Normalde pek yüzüme vurmazdı aslında." Ciğerlerimdeki tüm hava çekildi. "Küçükken de sürekli antrenmanlara gittiğim için formamın açıkta bıraktığı bölgelerden uzak dururdu. Sırtım, favorisiydi mesela. Göğsüm, karnım, bacaklarımın üst kısmı... Soyunma odasına herkesten önce giderdim kimse görmeden üzerimi değiştirebilmek için. Ben acıya dayanıklıyımdır Feza. Belki fark etmişsindir, basit darbeler yıkmaz beni. Maç sırasında dizimi çok sert çarpsam da kenara gelmek istemem, dirsek yesem de on saniyeye toparlanırım. Alışkınım çünkü. Canımın yanmasına engel olamayınca o yangının ortasında nasıl basketbol oynayacağımı kavramak zorunda kaldım. Saha içinde verilen fiziksel mücadele öyle kolay yormaz beni. Ben nefesimi kontrol etmeyi babam beni nefessiz bırakana kadar döverken öğrendim."
Yanaklarım ıslanırken o bunu fark etmesin diye burnumu çekmemeye çalıştım. Sessizce ağlıyordum, saçlarına tutundum. Doruk gözlerini kapattığında paylaştığımız bu anın şimdiye kadarki hiçbir anımıza benzemediği aşikardı. İkimiz de havanın ağırlığı yüzünden doğru düzgün nefes alamıyor, ikimiz de onun yaşadıklarını sindirmeyi başaramıyorduk. Yanındaydım fakat elimden hiçbir şey gelmiyordu. Buradaydı fakat aslında burada değildi, yeniden o evin içindeydi.
"Darp raporu aldım," dediğinde sesi sertleşti. "Bunu ilk kez yaptım. Bacağıma geçirdiği tekmeden sonra gözlerimin önü karardı. O an, üçüncü maça çıkamayacağımı anlamıştım. Her şey gözümün önünden geçti. Bu yaşıma kadarki tüm tokatlar, tekmeler, sandalyenin kırık bacağı, göğsümde söndürdüğü sigaralar, sırtımdaki kemer izleri... Hepsi film şeridi gibiydi Feza. Dizime 3 Mayıs'ta o elektrik dalgası yayıldığında kan bir anda beynime sıçradı. Düştüğüm yerden kalktım." Elini havaya kaldırıp yaralı eklemlerini bana gösterdi. "Bu, benim eserim," dedi. "Bu onun kırılan burnu, yarılan kaşı. Sadece iki yumruk... Yine de, bu da bir şeydir. Çok geç olana dek hiçbir şey yapamamış da olsam, iki yumruk iki yumruktur. İlk yumruğumla başı savrulduğunda doğrulacaktı, bir kez daha vurup onu yere düşürdüm ve çıktım. Arkama bakmadan çıktım. Canım çok acıyordu. Topallıyordum. Her yerim kanıyordu. Evime gelip ağlamadım. Kaçıp saklanmadım. Karakola gittim, şikayetçi oldum ve polisler beni dinleyip ifademi aldılar. Neden biliyor musun? Çünkü ben artık Dorukhan Falay'ım. Anadolu Efes'in ses getiren genç basketbolcusu. Yükselen yeni yıldız. Ne söylediğine koşulsuz inanılacak, bir fotoğraf bir imza için bile tüm işlemlerin hızlandırılacağı o kişi. Aile içinde olur böyle şeyler denilip görmezden gelinmiyorum artık. Ben yardım çığlığı atarken gözlerini kapatan insanlar, şimdi benim adımı bağırıyorlar. Hiçbirinin zerre değeri yok gözümde. Bu ünün, şöhretin... Hiçbir şeyin. Kendim için buradayım ben. Sadece kendim için..."
Uzanıp alnını öptüğümde gözyaşım bu kez yanağına düştü. İki büklüm olma pahasına yüzünü kavrayıp burnunun ucuna bastırdım dudaklarımı. Sonra kapalı göz kapaklarına... "Çok üzgünüm," demeye çalışırken sesim çatallı çıktı. "Çok üzgünüm sevgilim. Böyle bir hayat geçirdiğin için, o evde yaşadıkların için, o adamın oğlu olarak doğduğun için... Ne diyeceğimi bilmiyorum. Seni çok seviyorum. Seni hep çok seveceğim."
Sımsıkı kapattığı gözlerini açmadı. Acıyla alnı kırışmıştı. Kaşının kenarındaki bantın hafifçe açılan kenarını parmak ucumla bastırarak geri yapıştırdım. Oradan kaşına dokundum, elmacık kemiğine ve boynundaki tırnak izlerine.
"Yalvarırım bana acıma," dedi çaresizce. O kadar içli ağlıyordu ki hayatımda hiçbir erkeği böyle ağlarken görmemiştim. Utandığı için gözlerini açmıyordu. Hislerini tahmin ettiğinden daha fazla açık ettiği için şimdi susmak istiyordu. "Ne olur Feza, bana acıyarak bakıyor olma. Sinirlerim çok bozuk olduğu için ağlıyorum." Yumruk yaptığı ellerini gözlerine götürdü. Gözlerini sertçe ovalarken "Bunu durduramıyorum," dedi. "Normalde böyle değilimdir. Çok özür dilerim. Biraz alkol de aldım ya, o yüzden herhalde. Bu kadar dökülmemem gerekiyordu."
"Doruk..." Çenesini okşayan baş parmağımla alt dudağına bastırmasaydım susmayacaktı. "Sorun değil," dedim. "Canımın içi, hiç sorun değil. Yemin ederim unuturum bugünü ben. İstediğin kadar ağla, istediğin kadar dökül. Sana acımıyorum ki. Sadece canın acıdığı için benimki de acıyor, o kadar."
Başını bir kez kaldırıp dizime vurdu. Gözyaşlarını durdurmak ister gibi bunu bir kez daha yaptığında hiçbir sonuç alamayışı onu kızdırdı. "Sikeyim," dedi. "Böyle olmaması gerekiyordu."
"Sorun yok."
"Sorun var!" diye bağırırken gözlerini açtı. Kıpkırmızı damarlar daha da belirginleşmiş, mor gözaltları gözüme daha mor gelmişti. "Çıkamayacağım o maça," dedi az önceki sertlikten fazlasıyla uzak, güçsüz bir sesle. "Sonraki gün hocalarla görüşmeye gidip bir kavgaya karıştığımı söyledim. Antrenmana katılmak yerine takım doktoruyla görüştürüldüm. Oynamak istiyordum. Maske takabilirdim. Ne bileyim, antrenmanda darbe aldığım için burnumda çatlak falan olduğunu söylerdik. Ama bacağım... Ne kadar dil dökersem dökeyim izin vermedi doktor. Röntgen çekildi, kırık yokmuş. Yine de kesinlikle zorlamamam gerekiyormuş. Oynamam için izin çıkmadı. Bana ihtiyacı olan takımımı yarı yolda bıraktım. Diğerlerine ne söylendiğini bilmiyorum. Sen nereden duydun, onu da bilmiyorum. Gerçeği sadece yönetime bildirdim. Elimde darp raporu olduğu için bir umut affedilebilmeyi diledim sanırım. Böyle kritik bir dönemde, böyle bir olayla karşılarına çıkmanın ne kadar küçük düşürücü olduğunu tahmin edebiliyor musun? Edebildiğini sanıyorsan, onu yüzle çarp. Hissettiklerimi ancak böyle anlayabilirsin. Ben bittim, Feza. Yerin dibine girdim. Kimse bana aynı şekilde bakmayacak. Artık birilerinin yüzüme bakacağından bile emin değilim."
"Dizindeki ağrı yüzünden kadrodan çıkarıldığın yazıyordu." Söylediklerinde saatlerce ağlayabileceğim bir sürü şey vardı ama ben önce onun soru işaretini gidermek istemiştim. "Bu şekilde gördüm ben de. Sakatlandığını sandığım için koşarak buraya geldim. Sana daha erken ulaşmadığım için özür dilerim. Aslında her yolu denedim ama... Ama kalkıp buraya gelebilirdim. İki geceyi tek başına geçirmemeni sağlayabilirdim. Bir şekilde yanında olabilirdim."
"Senin bir suçun yok," dedi gözlerini dakikalar sonra ilk kez yüzüme çevirerek. Bakışları zulüm gibiydi. Ben hiç bir çift göze bakıp öleceğimi hissetmemiştim. "Eğer yapabilseydim, seni bu evden çıkarırdım. Beni böyle görmen, isteyeceğim son şeydi Feza."
"Beni uzaklaştırma. Lütfen Doruk, bunu yapma."
"Yanımda olmak için bu kadar uğraşma," dedi sertçe. "Beni bir daha asla böyle görmeyeceksin. Sana yemin ederim, kimse beni tekrar bu halde görmeyecek çünkü bir daha asla bu duruma düşmeyeceğim."
"Yanında olmak için gerekirse kendimi sana zincirlerim." Tehdit eder gibi çıkan sesime esprili bir ton katmayı denemiştim ama yapamamıştım. Yeniden "Lütfen," dedim. "Bana ihtiyacın olsun, Doruk. Beni hiçbir yere gönderme."
"Beni buna alıştırarak bana en beter kötülüğü sen yapıyorsun." Bakışları yeniden karşımızdaki duvarı bulduğunda omuzları gerildi. "Yapma," diye devam etti. "Önünde sonunda bırakıp gideceksin. Annem bile gitti Feza. Ben sevilecek biri değilim, bıkılacak biriyim. Tek başına bırakılacak, kendi kendine yaşaması beklenecek biriyim. Şükür ki bunu öğrenebildim. O yüzden beni böyle şeylere inandırma. Sen konuşurken hayallere inanmamak çok zorlaşıyor."
"Gerçekleştiklerinde inanırsın o zaman, acelemiz yok." Gülümsedim. "Ben annen değilim. Hiçbir yere gittiğim yok. Kovulduğum yerde kalmak isteyecek kadar inatçıyım gördüğün üzere. Tek başına kalmak istiyorsan git dediğinde gidecek bir kız bulman gerekiyor. Ben o kız da değilim. Konu sen olduğunda sonuna kadar inat ederim."
"Sana bir şey olabilirdi," derken sesi buz kesmişti. "Oraya kadar gelmişken sana bir şey söyleyebilir, bir şey yapabilirdi. Her şey olabilirdi. Düşündükçe kafayı yiyorum! Karakola giderken attığım her adımda gözümün önünde senin yüzün vardı. Sonuç ne olacak bilmiyorum ama bu kez ceza almasını sağlamak için her şeyi yapacağım. Çıktığında beni öldürecekse bu bile umurumda değil. Benim yüzümden senin kılına zarar geleceğine ben zaten öleyim."
Aramızdaki his yumağı tuhaf bir hal aldı. Birkaç saniyeliğine ikimiz de hiçbir şey söylemedik çünkü biz kısa zaman öncesine kadar böyle dramalara sahip olan bir çift değildik. Deniz kenarında bir banka oturup süslü muffinlerimi yerdik. Attığı herhangi bir üçlükten sonra bana bakardı, birlikte sevinirdik. Ben onun için yemek yapardım, o benim için magnet alırdı. Kaybedilen bir maça üzülürdük en fazla. Ya da ben bir dizi sahnesine oturup ağlardım.
İşler değişmişti. Bir dönüm noktası gelmiş, ikimizi de yere devirmişti. Birini yok saymanız onu hayatınızdan çıkarmaya yetmiyordu. Doruk babam bana istediği zaman zarar verebilir dediğinde bile ikimiz de bu kadarını hiç düşünmemiştik.
"Lütfen." Dirseğini yatağa bastırarak doğruldu ve yüzünü yüzümün karşısına getirdi. "En azından süreç sonuçlanana kadar uzak dur oradan. Senin benim için ne anlama geldiğini anladı o adam. Canımı yakmak isterse benden önce sana gelmeyi deneyecek. Cezası kesinleşene kadar yalvarırım oraya gitme."
Gözlerindeki telaş içime işledi. Yanaklarında yaşlar parlamaya devam ediyordu ama ağlamayı bırakmıştı. Başımı hafifçe sallayıp "Tamam," dedim. "Sen kendini düşün, beni değil. İyi olmaya bak. Doktor başka bir şey söyledi mi? Hastaneye gitmemize gerek olmadığına emin misin?"
Avucunu yatağa bastırıp gözlerini yüzümde, ardından az önce yattığı dizimde gezdirdi. "Gel böyle," dedim elimi dizime vurarak. "Sana söyledim, hiçbir yere gitmiyorum."
Saat umurumda değildi. Kaç kez tekrarlamam gerekeceğini de umursamıyordum. Bana inanana kadar yüz kez söylemem gerekiyorsa söylerdim. Bu gece, yalnız uyumayacaktı. Birkaç gecedir yeterince uykusuz kalmıştı. Onu uyutana kadar pozisyonumu korumaya devam edecektim.
Tereddüt içinde bir bakış attıktan sonra kendi kendine kabullenip yeniden başını kucağıma yatırdı. Bu kez yanağı karnıma yaslıydı. Hiçbir şey söylemeden yüzüme baktı. "Buradan nasıl toparlayacağımı bilmiyorum," diye itiraf etti sonra. "Sorun dizim değil. Üç güne geçer ağrısı. Sorun... Geriye kalan her şey. Öyle bir düştüm ki önümü biraz bile göremiyorum. Kendi evimde play-off maçına çıkamayacağım. Kaybedersek her şey bitecekti, benim için her şey maçtan önce bitti. Yenilgilere alışkınım ama Feza, en azından keşke savaşabiliyor olsaydım."
"Hayat, maçlardan ibaret değil," dedim gözlerinin içine bakarak. "Takımını da yüzüstü bıraktığın yok. O maça çıkamayacak olman, hayatını bitirmeyecek. Kafada kaybetmişsin gibi davranıyorsun ama babandan şikayetçi olmuşsun Doruk. Bu senin çocukluğunun zaferi."
Dudakları aralandı, sonra geri kapandı. Gözlerinin önünde yeniden oynamaya başlayan film şeridini gördüm. Bu kez karelerden birine dahil olmak isteyerek başımı uzattım ve saçlarının üzerini öptüm. "Bir takım oyuncusu olmak, onlarla birlikte savaşma isteğini getiriyor. Bunu anlıyorum. Ama bir çocuk için, hatta iki çocuk için savaşıyor olduğunu görmüyor musun? Seninki yenilgi değil. Elinde olmayan sebepler yüzünden bir kereliğine onları yalnız bıraktığın için kendine kızma."
"Elimde olmayan sebepleri sikeyim." Dalgalanan ruh hali, yeniden öfkeyle sarmalanmıştı. Söylediklerim ona dokunmayı başarıyordu, bunu görebiliyordum fakat içindeki kin ve nefret hâlâ diriydi. "Ben buraya gelebilmek için kaç dikene bastım, kimse bilmiyor. İnsanlar elimdeki gülün rengiyle ilgileniyor, yoldaki kanla değil."
"Bugünü de bir diken say," dedim. "Yürümeye devam et. Madem alışkınsın, bırak yara biraz daha kanasın Doruk. Bir gün yolun sonu öyle güzel olacak ki sen bile arkandaki kanı görmeyi bırakacaksın. Sadece bizim biraz daha dişimizi sıkmamız gerekiyor. Benim senin elini tutmam, senin bana biraz sarılman gerekiyor. Geçip gidecek. Bacağın iyileşecek, yüzündeki izler silinecek. Sonra istersen gidip o evi yakarız. Şaka yapmıyorum. Ben azıcık toza hapşırabilen biriyimdir ama sen iste, o evin tuğlalarını tek tek ellerimle sökerim. Seni yıkan bir şeyi ben de tuzla buz ederim."
Belli belirsiz gülümsedi önce. Sonra yeniden gözü dalar gibi oldu. "O ev, yıkımın ta kendisi zaten." İç çekmesiyle birlikte fotoğrafını dahi görmediğim annesinin o evin kapısındaki görüntüsünün hayalini kurdum istemsizce. Doruk o evden ablası tarafından sürüklenerek çıkarılmıştı ama annesi, kapıyı kendisi çarpmıştı. "Geride bırakılmak, her zaman canımı yakacak çünkü yıkım en çok da bu demekti. Açıkçası annemi de çok sevmezdim ama bu annesiz kalmayı hak ettiğim anlamına gelmezdi."
"Nasıl gitti?" diye sordum konuyu kendisi açtığı için. "Bunu anlatmanı istemem seni rahatsız eder mi?"
"Etmez ama anlatacaklarım seni rahatsız edecektir," dedi. "Annemin Almanya'da olduğunu söylemiştim, hatırlıyor musun?" Başımı yavaşça salladığımda gözleri benimkilere çevrildi. "Amcamla yaşıyor." Kaşlarım çatıldı. "Doğru anladın," diyerek düşüncelerimi okudu ve korkutucu bir şekilde gülmeye başladı. "Erkek tercihleri konusunda berbat birisidir."
"Nasıl yani?"
"Babam o kadar kötü bir adamdı ki annem amcamı kahraman sandı." Acısı somut bir şekilde dudaklarının kıvrımındaydı. Görebiliyordum. Yanağındaki o çizgiden kalbindeki sancıyı seçebiliyordum. "Sık sık bize gelirdi. Derdi, çoğunlukla annemin güzelliğiydi. Bazen de bizim gözümüzü boyamaya çalışırdı. Küçükken çok fazla anlamıyordum ama o herifte beni rahatsız eden bir şeyler hep vardı. Hiç unutmuyorum, bir kere üzerimi değiştirirken odamın kırık camından göz göze gelmiştik. Sekiz yaşındaydım, Feza. Bunu bana babam bile yapmazdı."
Gözlerim sonuna dek açılırken "Sen ne..." dedim ama cümlenin devamını getiremedim. Nasıl bir cehennemin içinden çıkıp bugüne gelmişti? Doruk, bunu nasıl yapabilmişti? Mideme indirdiği yumruk yüzünden kusacağımı sanarak sertçe yutkundum. Dehşete düşmüştüm. "Sana bir şey yaptı mı?"
"Hayır," dedi. "Geriye dönüp baktığımda annemin o adamla kaçması, o adamın hayatımdan çıkması demek olduğu için buna seviniyorum ama o zaman tek düşünebildiğim ablamla beraber babamın eline bırakıldığımızdı. İnsan kendi doğurduğunu nasıl olur da bir canavara teslim edip arkasına bakmadan kaçar, bunu hiçbir zaman anlayamadım ama aynı zamanda onu o evden kaçtığı için de suçlayamadım."
"Yeniden ağlamaya başlarsam bana kızar mısın?" diye sordum burnumu çekerek. "O kadar canım yanıyor ki başım dönmeye başladı."
"Bebeğim, özür dilerim," dedi elini yüzüme uzatarak. Yanağıma dokunduğunda bu temasa olan ihtiyacıma hayret ettim. Dakikalardır devamlı ona dokunarak rahatlamasını sağlamaya çalışıyordum. Kendimi buzlukta unutulup buzla kaplandıktan sonra ne olduğu anlaşılsın diye erimesi için güneşe bırakılmış bir paket gibi hissediyordum. Dokunuşu, buzlarımı çözebilecek o güneşe eşti. "Senden daha fazla kaçmamı hak etmiyordun ama anlattığımda da parçalanıp duruyorsun."
"Kaç yaşındaydın?"
Sesimin titreyişiyle yüzü buruşsa da "Dokuz," dedi. "Annem gittiğinde dokuz yaşındaydım. İki sene babamla o evde kalmaya devam ettik. On birken çıktım oradan. Senelerdir de dönmemiştim."
"Ablan..."
"Ablam," dedi. "Benim canım, biricik ablam. Her şeyim. Sabahları uyanmaya devam etme sebebim. Bir keresinde babam canımı o kadar yakmıştı ki ellerimi açıp ölmek için dua etmiştim. Sonra ablam geldi aklıma, sabaha kadar gözümü kırpmadan tövbe ettim kendi duama. Ben böyle bir hayatın içinden çıkıp geldim Feza."
Oraya asla geri dönmemeliydi.
O eve gitmesi kendi kararıydı, bunu biliyordum ama yine de olayın ucu bana dokunduğu için kendimi suçlu hissediyordum.
"Mahvettim seni. Susmam gerekiyor artık."
"Dinlemek zor," diye itiraf ettim. "Canının nasıl yakıldığını buna müdahale edemeyeceğimi bilerek oturup dinlemek çok zor, Doruk. Elimden hiçbir şey gelmeyişine çok öfkeleniyorum. Keşke bir şeyler yapabilsem senin için."
Yapabileceğim bir şey varmış gibi bir kez daha bana baktı fakat her ne söyleyecekse onu kafasında tarttı ve söylememeye karar verdi. Bunu yüzünde beliren anlık tereddütten anlamıştım. "Söyle," dediğimde anlamış olmama şaşırarak kaşlarını kaldırdı. Ardından utandığını hissettim. "Sevgilim," dedim. "Söyle aklından geçeni."
"Kalamaz mısın?"
Böyle bir şeyi istemeye hakkı yokmuş gibiydi. Burada kalmaya çoktan karar vermiştim ama onun biraz bile umudu yoktu. Onu zorlamamış olsaydım bunu benden isteyemeyecekti.
"Aptalca bir istekti," diyerek hızlıca kendini toparlamayı denedi. "Tabii ki eve gitmelisin. Problem yok. Gerçekten. Sadece öylesine bir fikirdi."
Bana ihtiyacının olması benim için bir yük değildi. Her şeyi yanlış ele alıyor, yanlış yorumluyordu. "Doruk..." dediğimde "Sorun değil," diyerek sözümü kesti. "İyiyim. Bugün bu kadar düştüğüme bakma sen benim, biraz zamana ihtiyacım var. Halledemeyeceğim bir şey değil. Daha önce daha beterlerini atlatmışlığım çok."
"Hiç uyumadın mı?" diye sordum usulca.
Dilini damağına vurdu. Sanki bunlar ona son dokunuşlarımmış da birazdan gidecekmişim gibi bu anın tadını çıkartmak isteyerek başını elime doğru itip kafasını kucağıma iyice yerleştirdi. "İki gündür toplasan üç dört saat ya vardır ya yoktur. Karakoldan döndüğüm gece çok fazla içtim. Sabaha karşı sızmışım biraz. Onun dışında dün gözüme hiç uyku girmedi. Bunu nasıl çözebileceğimizi düşünüp duruyordum. Bugün de sakatlık demişler işte, sağ olsunlar. Babam tarafından dövüldüğüm kısmı yönetimle benim aramda kalmış en azından."
"Bir avukat tanıyorum." Visal'in bana verdiği hediyeler arasında en sevdiğim isimlerden olan Batı abi'yi uzun zamandır görmediğim için özlediğimi fark ettim. "Eğer ihtiyacın olursa bizi yönlendirebilir ya da doğrudan senin avukatlığını yapabilir diye düşünüyorum."
Bu sefer yüzüme dönen bakışlarının altında yatan anlam öyle netti ki derimin altında başlayan yangını hissettim. Konu o olduğunda avukatları, mahkemeleri düşünüyordum. Bana bu ihtimalin de var olduğunu anlatır gibi bakmıştı. Sanki gör diyordu. Onu şikayet ettim ve sen beni destekliyorsun.
Sert bir yutkunuşla boğazımdaki düğümü çözmeyi denedim. Sonra profesyonel destek aldığını söylediği an geldi gözlerimin önüne. Kaç yarası olduğu önemli değildi. Doruk'un savaşları, benimkilerden çok daha cesurdu. Günün sonunda benim patlayan bir kaşım, aksayan bir bacağım yoktu ama onun travma sebebi hakkında soruşturma başlatılmışken benimki sokaklarda dolaşmaya devam ediyordu.
Sözcükler aramıza asılı kaldı. "Ne yapabilirim?" diyerek sessizliği bozan ben oldum. "Bana söyle, senin için yapabileceğim bir şey var mı?"
"Beni uyutabilir misin?" diye sorduğunda dudaklarım istemsizce aşağı doğru büküldü. Masum sorusu yeniden ağlamaya başlamama sebep olacaktı. "En azından uyuyana kadar yanımda kalamaz mısın?"
"Birlikte uyuyabiliriz."
Bakışlarında anlık olarak patlayan ışık, aynı hızla geri söndü. "Ama..."
"Kalabilirim," dedim. "Bizimkileri bir arayayıp konuşayım, olur mu? Sonra kaldığımız yerden devam ederiz. Beş dakika ver bana sadece."
Başını isteksizce de olsa bacağımdan kaldırıp yastığın üzerine koydu. Kafasını kaldırmaya bile mecali yoktu. Benden birkaç santim uzaklaşmış olmasına rağmen tamamen kendini soyutlamış gibi görünüyordu. Hayal kırıklığına uğramamak için burada kalacak olmam konusunda heveslenmemeye çalıştığını düşündüm. Telefonla konuşmak için odadan çıkmayı planlamıştım. Bu yüzden ayaklarımı yataktan sarkıttım ve sonra yavaşça kalktım. Arkamda bıraktığım boşluk, benim az önce orada kapladığım alandan çok daha büyükmüş gibi hissediyordum.
"Feza," dedi Doruk, ben kapıya yönelmişken. "Burada konuşabilirsin."
Neyi nasıl açıklayacağımı henüz kafamda toparlayamamışken onun bu teklifi yüzünden donup kaldım. Doğrudan babamı aramaktı hedefim. Onu ikna etmek için çok fazla dil dökmeme gerek olmayacağını umuyordum çünkü bana ne derse desin, eve dönmemeye kararlıydım. Bunu ona hissettirirsem böyle olması gerektiğini anlayıp bana izin verebilirdi. Çünkü ben, konu benim için gerçekten çok önemli değilse hiçbir zaman aileme karşı böyle dediğim dedik davranmazdım.
"Babam çok telaşlı olabilir," dedim. "Sakatlık haberini görmüşse yüksek ihtimalle sana ulaşmak için her yolu denemiştir."
"Telefonum komodinin üzerinde." Yatmaya devam ederken parmağının ucuyla yatağın diğer tarafındaki komodini işaret etti. "Bildirimlerimi kontrol edebilirsin. Ablam da çıldırmıştır. Bir şeyler yazabilirsen güzel olurdu."
"Ben mi?" Başını salladı. "Mesajları sana okumamı mı istiyorsun?" Tam olarak ne istediğini anlayamamıştım ve netleştirmeye çalışıyordum.
"Kimseyle iletişime geçmek istemiyorum." Ne yazık ki bunu acı bir şekilde öğrenmiştim. "Yalandan da olsa bir iyiyim mesajı insanları bir süre daha oyalar."
"Ablana yalan söylemek istemiyorum." Kapıya sırtımı dönüp yatağa doğru ilerlemeye başladım. Kendi telefonumu bir kenara bıraktım ve Doruk'unkini elime alıp yatak başlığına yaslandım. "Çok fazla bildirimin var," dedim ekranı açar açmaz sıralananlar karşısında.
"Gerçekten mi?" diye sordu Doruk. "Sadece ablamla Onur abi değil mi?"
Onlara ait olanlar da yok değildi fakat başkalarından gelen mesajlar ve aramalar da vardı. "Babam seni dört kez aramış," dedim. "Ve üç mesaj bırakmış. Fırat beş kez aramış." Dudaklarıma bir gülümseme kazındı. "Yandın. Seni sevmeye yeni başlamıştı. Bir daha asla sevmeyecek."
Bizimkilerin isimlerini gördükçe buruk gülümsemem genişlemeye devam etti. Ben bazen Furkan'ı bile Fırat'tan kıskanırdım ama aile üyelerimin hepsini seve seve Doruk'la paylaşırdım. "Annem," dedim. "Mesaj atıp seni azarlamış. O aramamış çünkü zaten babamın yanındaymış, açmadığın için delirmiş durumdalarmış. Ferda da yüksek ihtimalle onlarla birlikte salondadır ama o bile bir kez denemiş şansını."
Doruk, sessizce beni dinlemeye devam ederken kim bilir kafasının içinden kaç düşünce geçiyordu.
"Bekir," dedim. "Bekir de delirmiş. Lukas aynı şekilde. Bir sürü takımdan isim görüyorum. Shaw gözüme çarptı, What's going on yazmış." Shaw Axel bile Doruk antrenmanı kaçırdığı için endişe duyup ona mesaj atıyordu. Bu adamdan Avrupa'nın en büyüğü diye bahseden insanlar vardı. Böyle büyük oyunculardan devasa egolar beklerdiniz fakat Doruk, kendini herkese nasıl sevdirmeyi başardıysa neredeyse takımdaki herkes ona bir yerlerden ulaşmaya çalışmıştı.
"Başka arama var mı?" diye sordu, düz bir sesle. Hiç kimse umurunda değildi. Yüksek ihtimalle ben burada olmasaydım döneceği tek kişi ablası olurdu. Onu da bir şekilde geçiştirmek için birkaç yalan uydururdu.
"Aras aramış," dedim.
"Ne?"
Duymadığını sanıp "Aras," diye tekrarladım fakat duymuştu. Yalnızca duyduğuna şaşırmıştı. Kaşları çatıldı.
"Ciddi bir şey olabilir. Takımdan mı kovuldum acaba?"
"Saçma sapan şeyler söyleme," dedim. "Merak etmiştir. Kim kime ne kadarını anlattı bilmiyorum ama haberleri yoksa ve sakatlandığını Instagram postuyla öğrendilerse, antrenmana gitmediğini ve bu yüzden sakatlanamayacağını bildikleri için arkasında başka bir hikâye olduğunu anlamış olmalılar."
"Keşke bir süreliğine varlığımı unutsalar," dedi içtenlikle. "Kimseye açıklama yapmak istemiyorum. Mesajlara dönme, sonra bakarım ben."
"Doruk..."
"Tekrarlatma," dedi. "İstemiyorum. Üzerine tıkladıysan da problem yok, görüldü kalsın. Şu an hiçbir şeyle uğraşacak durumda değilim."
Kendisini yalnızlaştırması, bana çok yanlış geliyordu. Buraya gelmemiş olsaydım benim de onun ne halde olduğundan haberim olmayacaktı. Doruk'un kendisine kestiği ceza çok ağırdı. Gerçi bu, onun güvenli alanı da olabilirdi. Herkesi kapı dışarı edip dört duvarın arasında kalarak bir şeyleri atlatmaya alışkınsa, yine aynı yönteme sığınmış olması normaldi.
Onun alışkanlıklarının her biri canımı yakıyordu.
Hiçbir şey söylemeden kendi telefonuma uzanıp babamı aradım. O "Alo, kızım?" dediğinde gözlerimi sıkıca kapattım. Sesi sıcacıktı. Doruk'un bunu duymuş olma ihtimali bile beni rahatsız ediyordu. Nispet yaparmış gibi yanında oturup babamla sohbet etmek istemiyordum ama gitmememi o söylemişti. Bu yüzden başka bir odaya gitmiyordum. "Doruk'tan haberin var mı?" diye sordu babam. "Bir türlü ulaşamadım. Diz ağrısı yazmışlar sadece. Kırık çıkık olsa onu da açık açık yazarlardı. Hep yazıyorlar. Önemli bir şey var mı acaba? Kaç kere aradım tenekeyi, hiç açmadı."
"Yanındayım," dedim. Ne kadarını babama söylemem gerektiğini bilemediğim için gözlerim Doruk'a döndü. Onun gözleri tavandaydı. Doğrudan elmacık kemiğine vuran ışık, morlukları olduğundan daha parlak gösteriyordu ve yanağındaki renk paleti içimi eziyordu. "Baba, bugün eve dönmeyeceğim."
"Hım?"
"Baba," dedim derin bir nefes alarak. Bu bir soru değildi. Bir cevap da beklemeyecektim. Bu yüzden kendimden emin şekilde konuşmaya devam ettim. "Doruk'un yanında kalacağım."
Ayağa kalktığını koltuğun gıcırdayan yaylarından anladım. "Niye?" dediğinde sesi korku doluydu. "Hastanede mi? Refakatçı mı lazımmış? Konum at Feza. Çıkıyorum iki dakikaya."
Doruk, konuşulanların hepsini duyuyordu. Dudakları gerildiğinde yüzünde ona hiç yakışmayan o acı dolu ifade vardı. "Hayır," dedim. "Hastanede değil. Evde. Ama baba, burada kalmam gerekiyor."
"Yarın maça çıkamayacağı için mi üzgün?" diye sordu babam. "Boş versin, ondan önemli değil. İyileşmeye baksın. Uyuyor mu? Versene telefona bir."
Takıldığı, burada kalacak olmam değildi. Büyük bir panikle onun iyi olup olmadığını öğrenmeye çalıştığı için başka şeylere ayıracak vakti yoktu. "Söyle," dedi Doruk, gözlerini tavandan ayırmadan. "Sorun babası de."
Kimseyle konuşmak, kimseye açıklama yapmak istemiyordu ama konu babam olduğunda kendi çizgilerini kendi elleriyle siliyordu.
"Ailevi bir mevzu yüzünden yarın takımla olmayacakmış," dediğimde Doruk, kaşlarını kaldırdı. "Sonra anlatırım. Şimdi kapatıyorum. Lütfen beni merak etme baba."
"Kapatma," dedi babam sertçe. "Ne olduğunu anlat. Doruk yanındaysa ver şu telefona. Bütün ev ahalisi delirmiş durumda Feza. Beni arayıp hiçbir cevap vermeden onun evinde kalmanı onaylamamı bekleyemezsin. Ailevi bir mevzu varsa, aile olarak çözeriz. Söyle şimdi bana. Problem neymiş?"
"Her şeyden vazgeçerdim," dedi Doruk, kısık bir sesle. "Onun gibi bir babam olsaydı, elimde basketbol olmasa bile olurdu. Ne kadar şanslı olduğunu gör, Feza. Ondan bir şey saklamak ya da bu gece benimle kalmak zorunda değilsin. Dön evine, benim için de babana sarıl."
Hiçbir güç, beni bu evden çıkaramazdı.
"Babasıymış," dedim babama. "Doruk'un pisliğin teki bir babası varmış. Kötü bir gün geçirmiş ve yalnız kalmasını istemiyorum. Bu yüzden burada kalacağım. Bana güven baba, oğlun bana emanet."
Babamın soracak bir ton sorusu vardı ama bir süre sessiz kaldı. Söylediklerim, kafasına sert bir darbe almış gibi olduğu yerde kalmasına yol açmıştı. "Tamam," dedi en sonunda. "Yaz bana."
"Yazarım, iyi geceler."
"Feza," dedi tam kapatacakken. "Babası, vurmuş mu ona?"
Bu soruyu Doruk'un duymamış olması için her şeyimi verirdim. Babamın donakalışı, sesinin sertliğinin önüne geçememişti. "Evet," dedim ciğerlerime dikenler batıyormuş gibi hissederek.
"Nerede yaşadığını biliyor musun?" diye sordu babam, korkutucu bir sakinlikle. "Elinde bir adres var mı?"
"Şikayetçi olmuş." Bu, babama verdiğim son bilgiydi. Daha fazla bir şey söyleyemeden telefonu kapatmak zorunda kaldım çünkü zil çalmaya başlamıştı. Birisi kapıya vurduğunda apartmanın ziline değil, daire kapısının önündeki zile basıldığını anladım.
Doruk, sesi ilk duyduğunda yerinden sıçrayarak doğrulmuştu.
"Ben bakarım," dedim elimle onu yatağa geri yatması için yönlendirirken. Alacaklı gibi çalınan kapı, sanırım yumruklanıyordu. Kapıdakinin kim olduğu hakkında bir fikrim yoktu ama hiçbir korku belirtisi göstermeden sert adımlarda Doruk'un odasından çıkmak için harekete geçmiştim.
Doruk, benden daha hızlı davranıp önüme geçti. Omuzları kasılmış, çenesi gerilmişti. Yürürken canının acıdığı belli oluyordu ama kapıyı açtığında karşısına babası çıksa bile yumruğunu onun yüzüne geçirebilecek gibiydi. Eli, kapı koluna uzandığında "Dorukhan," diye bir ses geldi dışarıdan. Bir kadın ağlıyordu. "Aç oğlum," sesini duyduğumda Doruk'un kapı kolunu kavrayan parmak eklemleri bembeyaz kesildi.
Kapıdakiler Özge abla ve Onur abiydi.
"Açacak mısın?" diye fısıldadım.
Bunu hiç istemiyor olsa da başka bir yolunun olmadığını kabullenerek kapıyı açtı.
Özge ablanın titreyen sesi onu gördüğü an kesildi. Onur abinin gözleri, Doruk'un yüzüne tırmandı ve endişesi saniyesinde yerini öfkeye bıraktı. "Korktuğum başıma gelmiş," dedi sinirle. Kapıyı itip içeri girdiğinde ben Doruk'un kolunu kavramış, ona ailesinin karşısında destek olmaya çalışıyordum. "Orospu çocuğu!" diye bağırdı Onur abi, avuç içini sertçe duvara geçirerek. Doruk, donuk bakışlarla onun öfkesini izliyorken Özge abla, yığılıp kalmamak için elini pervaza yasladı.
Onu içeri davet edip kapıyı kapattım çünkü Onur abinin ayarsız sesinin tüm apartmanı inletmesini istememiştim. Doruk görünmez olmayı diledikçe kendini daha da göz önünde buluyordu. Bu onun sinirini yeterince bozuyor olmalıydı. Başka bir kaosla daha uğraşamazdı.
"Nerede o?" dedi Onur abi.
"İyi misin bebeğim?" dedi Özge abla.
"Siktiğimin şerefsizi!"
"Ne yaptı sana?"
Yine aynı anda konuşmuşlardı.
Doruk hâlâ tek kelime etmemişti ama öyle bir bakıyordu ki onlarca kitap yazmış olsa hiçbir şeyi böyle net anlatamazdı.
Onur abi, Doruk'un ensesini kavrayıp alnını onunkine bastırdı. Gözlerini sinirle yummuş, Doruk'a resmen tutunmuştu. "Onu öldüreceğim," dedi yemin eder gibi. "Bu sefer onu gerçekten öldüreceğim. Abim, ellerini kıracağım ben o herifin. Kırıp sana getireceğim."
"Sakin ol," dedi Doruk, uyuşmuş hisleriyle. "Feza'yı korkutacaksın."
"Ablacığım," dedi Özge abla. "Bizim ne kadar korktuğumuzdan haberin var mı? Ben dedim ama. Dedim. Sakatlık olsa bilirdim dedim. Doruk bana söylerdi dedim. Dedim Onur, kesin o adam bir şey yaptı dedim."
"Görür görmez sana ulaşmaya çalıştık," dedi Onur abi.
Doruk, "Teşekkürler," dedi sadece.
Bu soğukluk, içimi üşütüyordu. İçinde bulunduğu durumdan ettiği nefret kalbini buza çevirmiş gibiydi. Kelimelerine hisleri yaklaştırmıyordu. Yüzünde mimikler belirmiyordu. Ruhu resmen kaybolmuştu.
"Ağlama," dedim Özge ablaya. "Az önce aynı durumdaydım. Her şeyi ona baştan yaşatmayalım."
"Nasıl ağlamayayım?" diye sordu. Bu, kendimi onun yerine koymama sebep oldu. Fırat'ı bu halde bulduğumu hayal ettim. Sonra birinin Furkan'a elini kaldırdığını düşündüm. "Ben ağlamayayım da kim ağlasın?" Ona hak veriyordum ama yine de durmasını istiyordum.
Benim tek derdim Doruk'tu.
"Oğlum, yapma şunu," dedi Onur abi. Huyunu çok iyi bildiği için ensesini sıkıp onu kendine bakmaya zorladı. "Ne zaman oldu bu? Ne kadar zamandır bu haldesin sen?"
"Oldu biraz."
Her bir kelimesi içime batıyordu. Onu alıp kendi ailesinden bile saklamak istiyordum ama elimden hiçbir şey gelmiyordu.
"Neden?" dedi Özge abla, sesini yükselterek. "Bu sefer derdi neymiş?"
Doruk, bana baktı.
Hakkımda ondan her ne duyduysa gözlerinde şimşekler çaktı. Yeniden onun sesi kafasının içinde yankılanmış olmalıydı. Gözlerini kapatıp açtı ve "Ayağına gittim," dedi. "O da ayağına kadar gelen fırsatı değerlendirdi diyelim. Bilirsin, sever böyle şeyleri."
"Ne?" Onur abinin kaşları çatıldı. "Ne demek ayağına gittin?"
"Eve mi?"
Ablasını ağır ağır onayladı. "Eve."
"O eve mi?" diye sordu Onur abi, daha büyük bir şokla. "Seni oraya gitmene sebep olacak kadar delirtecek ne yaptı?"
"Visal'e gitti." Bu iki kelime, ortama sessizliğin çökmesini sağladı. Özge abla dönüp baştan ayağa beni incelemeye başladı. Ufacık bir yara görseydi sanırım o an dünyayı yakardı. Hayatlarını zindan eden adamın gölgesine üzerimde rastlamaya dahi tahammülleri yoktu ikisinin de. Doruk, "Birden çok kez," diye ekledi. "Feza'yı görene dek, defalarca kez."
"Sana bir şey yaptı mı?" diye sordu Özge abla, bana yaklaşarak. "O herif, sana elini kaldırdı mı? Tehdit etti mi seni?"
"Hayır."
"Takıntılı piç," dedi Doruk. "Gitmiş hayatımdaki kızın çalıştığı yeri bulmuş. Olay çıkarmak için de bilerek Türkiye'ye dönmemi beklemiş. Olan bu."
"Hâlâ evde midir?"
"Ondan şikayetçi oldum."
"Ne?"
"Dorukhan Falay," dedi Doruk, kendinden üçüncü bir şahıstan bahseder gibi. "Anadolu Efes'in genç basketbolcusu. Memnun oldum. Adın her yerde duyuluyorsa fısıldasan bile herkes yetişir sana. Ama eğer köhne bir sokakta adın bile yoksa, çığlık atsan boş abla. Hayat buymuş. Anladım."
"Sana yardım ettiler mi?" diye sordu Onur abi. Bu, dünyadaki en imkansız şeymiş gibi söylemişti. Onun yardım istemiş olması mıydı imkansız olan yoksa birilerinin onunla ilgilenmesini mi ilginç bulmuştu bilmiyordum.
"Darp raporu." Bacağı yalnızca zedelenmişti, asıl kırıklar sesindeydi. "İki kelimemle herifin boğazına çöktüler gecenin bir yarısı. Nezarethaneye yollandı. İt gibi de sarhoştu yine."
"Hâlâ orada mıdır? Karakola geçmeliyim," dedi Onur abi. Aniden telaşlanmıştı. "Süreci takip etmemiz gerek. Eğer çoktan serbest bırakılmışsa o... O doğrudan senin peşine düşer. Ben birileriyle iletişime geçerim şimdi, kapıya birini dikelim. Visal'i bulan burayı da bulur."
Doruk'un eli onun koluna sarıldığında Onur abinin cümleleri bıçak gibi kesildi. "Hiçbir şeye gerek yok." Ela gözleri, kuru bir ağacın gövdesini andırıyordu. "Al ablamı, eve geçin abi. Esin'le Alican'ı kime bıraktınız bu saatte?"
"Hiç söylemeyecek miydin lan?" diye sordu Onur abi, onun sorularına aldırış etmeden. "Sakatlık haberini duyup yüreğimiz ağzımızda buraya koşturmamış olsak ne zaman öğrenecektik başına böyle bir şeyin geldiğini?"
"Hiçbir zaman," dedi Doruk. "Ama muhtemelen bugün olmasa bile yarınki maça çıkmadığımda beni yoklamak için bir uğrardınız yanıma maçtan sonra."
Tavrı sinir bozucuydu. Bunu isteyerek yapmıyordu ama önüne çıkan herkesin yüzüne bir kapı çarparak ilerliyordu. Yalnız kalmak istediği için kabuğuna yaklaşan herkesi sanki kırmaya çalışıyordu.
Bana da ilk yaklaşımı bu olmuştu ama çözülmesi, birkaç saniyesini almıştı. Omzuma başını yasladığında hıçkırığını bile gizlememişti benden. Kendini tutmayı bırakmıştı. Şimdi o halinden de uzaktaydı.
"Bana utandığını söyleme."
Onur abinin sözleriyle Doruk'un çenesi kasıldı. Çünkü parmak, doğru noktaya basılmıştı. Çünkü Onur abi, onu yetiştiren adamdı.
Doruk kendini karanlığa da gömse Onur abi onun silüetini seçebilecek bir kişiydi.
"Oğlum, bak şu yüzüme lan."
"Sen benim halime bak, abi." Kafasını kaldırmak yerine onun dokunuşundan omzunu silkeleyerek kurtuldu. "Yarın hayatımın maçını oynayacaktım ben. Şimdi kenarda otursam kameralar bana döner diye takımımı kendi evimde desteklemeye bile gidemeyeceğim."
"Geçelim mi içeri?" diye sordu Özge abla, yumuşacık bir sesle. "Biraz konuşalım mı Doruk? Böyle yapma."
Ne tepki vereceğini görmek için ona baktım. Bir kez başını salladı. Salona doğru yürümedi, diğerlerinin önden geçmesini bekledi. Sonra gözleriyle benim de geçmemi işaret etti. Kendisi en arkadan geldi çünkü hafif aksamasını diğerleri görsün istememişti.
"Nasıl olduğunu anlatacak mısın?" Onur abi köşe koltuğun en ucuna her an ayağa kalkabilecekmiş gibi oturmuştu. "Detayları atlamazsan çok iyi olur çünkü seni dinleyeceğim ve sonra ona bin beterini yapacağım."
"Bu sefer hiçbir ceza almadan bu işin biteceğini sanmıyorum." Bu cümleyi kurmayı kim bilir ne kadar beklemişti. "Ve detayları da anlatmayacağım çünkü anlatmak istemiyorum."
Doruk da kendini koltuğa, onlardan uzak tarafa bıraktığında nereye oturacağımı bilemediğim için ben ayakta kaldım. Bileğime uzandı ve beni yanına çekti. Bacaklarımız birbirine değecek kadar yakınındaydım. "Böyle iyi," dedi kısık bir sesle. Başımı salladım ve yüzümü perişan haldeki Özge ablaya çevirdim. Gözlerinin kenarında kalan yaşları kuruluyordu.
Sonra çenesini kaldırdı ve erkek kardeşiyle göz göze geldi. Sorabileceği bir sürü soru vardı ama öyle bir tanesini seçti ki gözlerim buğulandı. "Nasıl girebildin o eve?" Burnunu çekti. "Zor oldu mu?"
"Yürüyerek girdim ve yürüyerek çıktım," dedi Doruk. Gülümsediğinde acı, dudağının kenarına yuva yapmıştı. "Bir şey değişmiş mi diye soracak olursan orası hâlâ aynı çöplük. Sen değişmiş misin dersen, ben de değişmemişim baksana. Yedim dayağımı, oturuyorum."
"Doruk," dedi Onur abi, lafı Özge ablaya bırakmadan ciddi bir şekilde. "Sürekli aynı şeyi söylüyorum biliyorum ama sana yalvarırım, bunu yapma. Bu şekilde yapma. Düşmenin yeri değil. Düşebileceğin bir zamanda değiliz. Ne olursa olsun, şu ruh halini üzerinden bir an önce sıyırmamız gerekiyor. Gözlerime komadan uyanmışsın gibi bakıyorsun. Bir kâbustaydın, bu doğru ama bitti oğlum o günler. Şimdi ne sen o çocuksun ne de onun eline muhtaçsınız. Basketbolu, onu bunu bir kenara bırak. İlla bir yere odaklanmak istiyorsan ondan temelli kurtulmak üzere olduğuna odaklan."
"Ondan kurtulmak diye bir şey yok," dedi Özge abla. "Bunu anlıyorum. Böyle hissetmeni anlayabiliyorum. Ablacığım, seni benden daha iyi kim anlayabilir? Madem yürüyerek çıktın, ayakların niye seni bana getirmedi? Bu yeni değil Doruk. Bu yaralar, en az iki günlük. Tanırım ben."
"Dün değil, bir önceki gece," dedi Doruk. "Döndüğümün ertesi günü oluyor işte."
"Sorumun cevabı bu değil."
"Bana sorular sorma."
"Ama-"
"Sorma dedim abla."
Ben burada olmasaydım acaba bu konuları konuşmak onun için aynı derecede problem olur muydu? "Ben bir su alayım," dedim onları biraz yalnız bırakmak isteyerek.
Elini dizimin üzerine bastırıp kalkmama izin vermedi. "Seninle bir ilgisi yok," dedi aklımı okumuş gibi. Başını yeniden kaldırdı ve ablasına baktı. "Hatta, ona anlatabilirsin."
"Neyi?" Özge abla neyden bahsettiğini anlamıştı. Sadece emin olmak istiyordu.
"Oradan geri dönmemek üzere çıktığımız günü. Gerçi ben geri döndüm ama zaten bunu bir tek onun için yapardım."
"Doruk..." dediğim an "Kendini kötü hissetmen için söylemiyorum," diyerek karşılık verdi. "Bu, önünde sonunda yüzleşmem gereken bir mevzuydu. Kenarda bekliyordu. Ansızın patlak verdi ama pişman değilim Feza. Bu sefer peşine düşmek için sebebim var çünkü ucunda sen varsın. Bir de... Elim dolu."
Ben anlayamadım ama Onur abi, "Kasten yaralama," dedi. "Maça çıkmaman için bilerek yaptı. Sen de rapor alıp kanıt oluşturdun. Bu tamam. Peki tehdit? Kanıtlanabilir mi?"
Doruk ona zarar verilmesiyle tehdit edilmemişti. Bahsettikleri tehdidin başrolü bendim.
"Mesajlar var," dedi Doruk.
"Umutlanmak istiyorum ama konu o olduğunda içimdeki her hissin ölüsüyle yüzleşiyorum," dedi Özge abla. "Peşine ne kadar düşersen düş, para cezasıyla sıyırabilir."
Onur abi, eşine ortama hiç uymayan sıcacık bir gülümseme yolladı. "Olay ceza değil," dedi. "Asıl olay, onun şikayet etmiş olması. O herif hapis yatsın ya da yatmasın, önemli olan Doruk'un kendi ev hapsinden çıkması hayatım. Artık o çocuk, o köşede yatmıyor."
"Sana hiç bahsetti mi?" diye sordu Özge abla. Kanı suratından çekildiği için bembeyazdı teni.
"Bir şeyler biliyorum," dedim. "Ama detayları bilmiyorum."
"Yarın play-off üçüncü maçı kaçıracağım," dedi Doruk. "Belki de kaybedeceğiz ve bu sezondaki son maçımız olacak ama bir maçı babam yüzünden ilk kez kaçırmıyorum. O gün, ben ilk milli davetimi almıştım Feza. Ve aynı günün gecesi, bir daha hiç maça çıkamamaktan korkarak bir hastane koridorunda bekliyordum."
Doruk, Özge ablaya bakarak son noktayı koydu ve söz artık ondaydı.
⏳
̸Ö̸z̸g̸e̸ ̸D̸e̸ğ̸i̸r̸m̸e̸n̸c̸i
Özge Falay
2016, Mayıs
Anahtarımı kilide sokup derin bir nefes aldım. İşten dönüyordum, yorgunluktan ölüyordum ama bütün olumsuzlukları bir kenara bırakmak zorundaydım çünkü Dorukhan'ın en sevdiği an eve döndüğüm andı. Koşarak kapıya gelecek, bugün hiçbir şey canını sıkmamış gibi gülümseyip boynuma atlayacaktı. Bu bizim rutinimizdi.
Her gün bunu yapardık çünkü yapmasaydık, ertesi gün eve dönecek gücü bulamazdım. Yalnızca benim ona iyi geldiğimi sanıyor, küçücük bir çocuk olmasına rağmen kendini bana karşı borçlu hissediyordu. Yaşama sebebim olduğunu henüz algılayamıyordu.
Kilidi çevirdim ve adım sesleri duymayı bekledim. Koşar adımlarla kapıya yaklaşan Doruk, bunu yaparken de "Abla!" diye bağıracaktı. Bağırması gerekiyordu. Bağırmamıştı.
İçimi koca bir huzursuzluk kapladı. Kalbim hızını arttırırken kapıyı iterek açtım. Telaşım yüzünden öyle hızlı itmiştim ki demir kapı duvara çarpmış, titreyerek durmuştu. "Dorukhan!" diye seslendim. Sakin olmayı deniyordum. "Evde misin ablacığım?"
O adam, onu da beni de çalıştırmayı severdi. Aniden onu bir yerlere gönderdiyse buna şaşırmazdım ama bu saate kadar dönmüş olması gerekirdi. Saat on bir buçuğa geliyordu, on bir yaşındaki bir çocuk kesinlikle bu saatte eve dönmüş olmalıydı.
Ayrıca bugün, onun için çok önemli bir gündü. Sabah çok heyecanlıydı. Hocası kamp seçmeleriyle ilgili bir şey açıklayacağını söylemiş olduğundan birkaç gündür uyku bile uyumuyordu.
"Dorukhan!" diye bir kez daha seslendiğimde kapıyı ardımdan kapattım.
"Abla..." dedi titrek bir ses. Neredeyse fısıltı şeklindeydi. Koşarak salona girdim ve beynimden vurulmuş gibi olduğum yere çakıldım.
Her yer kan içindeydi.
"Abla..." Dorukhan duvarın dibinde, yerde uzanıyordu. Parçalanmış dizlerini kendine çekmişti. Üç bacaklı kırık bir sandalyenin arkasına saklanmıştı. Sandalyenin başka bir kenara fırlamış dördüncü bacağı da kan içindeydi. Şişip moraran gözü yüzünden beni göremiyordu. Dudağı patlamıştı. Dişleri kanla kaplıydı. Küçük ellerini bacaklarına sarmış, sessiz sessiz hıçkırıyordu. Ağlamaya bile hali kalmamış halde, sanki orada öylece acıdan ölmeyi bekliyordu. "Geri gelecek," demeyi denedi. Öksürdüğünde kan dolu tükürüğü zemine fırladı. Gözlerini bana çevirdi ve son bir gayretle "Sigara," dedi cılız sesiyle. "Sigara almaya gitti. Gelecek."
Onun kaybettiği her damla kan, sanki benim beynime sıçramıştı.
Öfkeden gözümün önü karardı. Ters dönmüş masaya baktım. Cam parçaları yere saçılmıştı. Üzerlerine basıldığı belliydi. Doruk'un üzerindeki yırtık kıyafetlerden, o cam parçalarının üzerine düştüğü de belliydi. Yara bere içinde olmayan tek bir noktası bile yoktu. Kıvranıyordu. On bir yaşındaki erkek kardeşim düştüğü zeminde acıyla kıvranıyordu.
"Abla," demeye çalıştı ama konuşmak canını yakıyordu. "Git. N'olursun. Beni öldürecek. Sana dokunmasın. Abla, lütfen git."
Gözyaşları yeniden yanaklarından akmaya başladığında onun yanına koşup dizlerimin üzerine çöktüm. Titreyen ellerimi yüzünü kavramak için uzattım fakat Doruk kendini geri çekmeye çalıştı. "Git," dedi. "Kurtar kendini. Dönme benim için. Abla, n'olursun git."
"Doruk..." Ağlıyordum. Ağlamak gibi de değildi. Gözlerimden öylece yaşlar boşanmaya başlamıştı. Gözyaşları bu kadar sıcak olmasaydı farkına varmazdım bile. Ona dokunduğumda sanki ben gelene dek kendini sıkmış da şimdi güvende hissetmeye başlamış gibi kendini koyuverdi. Bedeni şiddetli bir titremeyle sarsıldı, gözleri geriye doğru kaydı. "Git," dedi sadece.
"Doruk!"
Moraran dudaklarına bir gülümseme kazındı. "Biliyor musun?" dedi gözlerini kapatmadan önce. "Ben seçilmişim o kampa."
Başını ellerimle destekleyip gözlerini açması için onu sarstım. "Yalvarırım bak bana." Hayatımda hiçbir zaman bu kadar korkmamıştım. O adam beni öldüresiye döverken bile bu kadar korkmamıştım. "Doruk! Yalvarırım. Bana bak, gideceğiz buradan. Aç şu gözünü. Hadi ablacığım. Hadi bak bana."
Televizyon ünitesinin kenarında kalan yarısı içilmiş bir bardak suya uzanıp avucumu içine daldırdım. Kardeşimin suratını ıslatırken parmaklarım da su da kırmızıya boyandı. "Bak bana," diye yalvarmaya devam ettim. "Ablacığım." Bedenini kucağıma çektim. "Benimle kal. Doruk, ne olursun. Senden başka hiçbir şeyim yok benim. Bi'tanem, duyuyor musun beni?"
Gözlerini aralayamadı ama başını sallamayı denedi. Bu sırada kapı bir kez daha büyük bir gürültü çıkararak açıldı. "Hoş geldin," dedi babam, salonda belirdiğinde. "Sıra sende, merak etme."
"Öldürürüm seni! Ne yaptın ona?"
Doruk, elimi sımsıkı tuttu. Ölmek üzereyken bile ondan korkuyordu.
"Top oynamayı bırakmasını söylemiştim size." İçeriye yürüyüp kırık sandalye bacağını eline aldığında onu diğer avuç içine bir ritim tutturarak vurmaya başladı. "O yalanının bedelini ödedi, şimdi sen ödeyeceksin."
Doruk'u dikkatlice zemine bırakıp öyle bir hışımla ayağa kalktım ki bir adım geriledi. İlk defa karşısında böyle dikiliyor olmama alayla güldü. Sopa niyetine kullandığı tahta parçasını bana doğru salladı. Alacağım darbeden korkmadan ona doğru yürürken "Seni öldürürüm!" demeye devam ediyordum çıldırmış gibi. Bana bir tokat attı ama canım yanmadı. Bu kez, o acıyı hissetmedim bile.
"Çekil önümden," dedi. "Bu gece biri ölecekse o küçük piç olacak. Ben de bir boğazdan kurtulmuş olacağım."
"Onu götüreceğim!" diye bağırdım. "Bu gece bir değil, iki boğazdan kurtulacaksın. Asla bu eve dönmeyeceğiz. Asla! Duydun mu beni!"
"Nereye gideceksin lan sen?" Başka bir tokat, bu kez diğer yanağıma inmişti. O sopayı hâlâ kullanmadığı için şanslıydım. "Nereye gidebileceksin?"
"Abla.."
Nereye olduğunu bilmiyordum ama gidecektik, bu kesindi. Sokakta da kalsak, bu evdekinden daha güvende olurduk. Bizim için dünya üzerindeki herhangi bir yer, evimizden daha güvenliydi.
"Gideceğiz," dedim. Bana da vurmaya başlarsa karşı koyamazdım. Gücüm ona yetmiyordu. Bu gerçekle defalarca kez yüzleşmiştim. Bu yüzden görülecek bir hesabım yoktu. Sadece bizi çıkarmam gerekiyordu. "Çekil önümüzden. Yemin ederim gideceğiz."
Çaresizliğim, her zaman onu güldüren bir durum olmuştu. Üzerimizdeki hakimiyeti karşısında boyun eğmemiz beklentisini karşılıyordu. Kendisini babamız olarak değil, sahibimiz olarak görüyordu. Karısının başına bıraktığı bu iki çocuğun ruhunu çürütmek, onun en keyif aldığı şeydi.
Annem, amcamla birlikte Almanya'ya gitmişti ve zaten cehennem olan evimiz son iki senedir cehennemin yedi kat dibinden de beterdi.
Burada nefes alamıyordum.
Doruk, nefes alabiliyor muydu?
Başımı ona çevirdim ve göğsünü şişirmeye çalışırken bana bakmak için kaldırmaya çalıştığı başının düştüğünü gördüm. Gözleri yeniden kapanınca "Doruk!" dedim. Hiçbir şeyi önemsemeden dizlerimin üzerine çöküp ona ilerledim. Başını kucağıma koydum ve gözlerimi babam olacak iğrenç herife çevirdim. "Gideceğiz," dedim. Durum bildirmiyordum, yalvarıyordum. "Bir gün seni öldürmek için geri geleceğim ama bu gece, o ve ben bu evden gideceğiz. Ne yapıyorsan yap. Çürü burada. Yok ol. Bul belanı. İç, sıç, istediğin gibi yaşa. Yeter ki çekil kapıdan. Onu götüreceğim. Seni bizden kurtaracağım."
Siyah poşeti yere bıraktığında içindeki içki şişeleri birbirine çarparak şıngırdadı. Eğildi, bir şişeyi aldı. Yavaşça kapağını açtı ve bu sırada bana bakmaya devam etti. Doruk'un hali umurunda değildi. Onun son bir çabayla bana tutunmaya çalışmasıyla ilgilenmiyordu.
"Siktirin gidin," dedi uzun uzun bana baktıktan sonra, nefretle. "Sen annen değilsin. Ben olmadan üç gün bile geçiremezsin. Dayanıksızın tekisin. Nereye gidiyorsanız gidin de geberin."
Arkasını döndü.
Odasına doğru yürüdü. Kapıdan uzaklaştığı için onu göremiyordum ama hangi yöne gittiğini parkelerin gıcırtısından ayırt edebiliyordum. Kulağımı zemine dayayıp adım seslerini dinleyerek nerede olduğunu anlamaya çalışmakla geçmişti ömrüm. Her zaman tek dileğim, bizim kapımızdan uzak olmasıydı. Geçen gece, bunu son kez yaptığımı bilmiyordum. Bu evde bir gece daha geçirmeyecektik.
Onu kaldırmaya çalıştım. Adıyla seslendim, uyansın diye yüzüne küçük küçük tokatlar indirdim. Ne bir parça kıyafet almaya vakit ayırdım ne de odamızda bana ulaşabilmesi için ona bıraktığım telefonumu almaya gittim. Can havliyle hareket ettiğim için çıkarıp nereye fırlattığımı bilmediğim çantamı almakla bile uğraşmadım. Sadece Doruk'u tuttum ve dış kapıya doğru ilerletmeye çalıştım.
Ayaklarının üzerine tam basamıyordu. Her saniye başı düşüyor, sanki bir ayılıp bir bayılıyordu. Yanaklarını sıkıca kavrayıp gözlerini açması için biraz canını yaktım. Daha ne kadar canı yanabilirdi bilmiyordum. Onun bir damla gözyaşına bin kere ölürdüm. Doruk, o salonun köşesinde küçük bir sel oluşturacak kadar çok ağlamıştı ama ben o an yanında yoktum.
Acıyla inlediğinde bir elimle koltuk altından kavramış, diğer elimle kapıyı açmıştım. Bacaklarına uzanıp onu kucaklamayı deneyecektim ama bunu yapamayacağımı anlamam uzun sürmedi.
"Çok ağırsın," dedim gözyaşlarımın arasından gülümsemeye çalışarak. "Kocaman bir adam oldun. Seni kucağıma alamıyorum Doruk." Sürükleyerek de olsa onu dışarı çıkarmıştım. Başımı gökyüzüne doğru çevirdim. Bulutlar, yıldızları saklıyordu. "Allah'ım," dedim. "Bana biraz güç ver, yalvarırım."
"Bir daha asla yürüyemeyeceğim," dedi başını göğsüme bastırarak. Kurduğu cümle, hayatımda duyduğum en ağır cümleydi ama hâlâ konuşacak kadar bilincinin yerinde olması o an beni mutlu etti. "Her şey bitti."
"Ayaklarının üzerine basmak canını çok yakacak biliyorum," dedim sakince. "Ama kolunu omzuma atarsan seni taşıyabilirim belki. Deneyelim mi ablacığım?"
"Nereye gideceğiz ki?" diye sordu yorgunlukla. Havada sıcak bir lodos vardı ve az önce ellerimle ıslattığım yüzüne çarpan esinti onu ayakta tutuyordu.
"Bulacağız bir yol."
"Sen git," dedi yine. "Öldürsün beni, bir şey olmaz ki. Basketbol oynayamam zaten artık."
"Sen ölürsen ben nasıl yaşayayım?"
"Abla..."
"Hadi bebeğim. Azıcık dayan. Köşedeki bakkala kadar yürüyeceğiz sadece, tamam mı?"
Bir telefon etmem gerekiyordu.
Arayabileceğim tek bir numara vardı ezberimde. Açmazsa ne yapacağımı ben de bilmiyordum.
Neyse ki yirmi yaşında, terk derdi kardeşini yaşatmak olan perişan haldeki kızlar için de yazılmış bir kader vardı.
Gece yarısı açık olan Tekel Bayii'ye zorlukla vardık ve oranın sahibi Temel abi, halimizi görünce bize acıdı.
Babamın nasıl biri olduğunu herkes bilirdi ama kimse bir şey yapmazdı. Çünkü babam en çok belalı olmasıyla bilinirdi. Ona karşı gelmeye yalnızca bizim değil, kimsenin gücü yetmezdi.
Doruk, Temel abinin ona ağlamasın diye ambalajını açıp verdiği çikolatalı gofrete iğrenerek bakıyordu. Elinin üzerinde babamın ayakkabısından kaynaklandığını düşündüğüm siyah izler vardı. Elindeki renkli ambalaj, karşımdaki manzarayı daha da korkunçlaştırıyordu. Onun bir taburede zar zor oturur haldeyken elindeki gofrete ve sonra Temel abiye attığı bakış aklımdan asla çıkmayacaktı.
Başımı yere eğdim. Telefon çaldı, çaldı ve çaldı...
"Efendim," dedi aşina olduğum, senelerdir aşık olduğum o ses. Kendimi bildim bileli onu izlerdim, onu ezberlerdim. Diğer her şeyi gibi telefon numarası da hafızama kazınmıştı. "Kiminle görüşüyorum?"
"Onur..." dediğimde sesim çatladı.
"Özge?"
Beni tanımıştı. Tek bir saniyede. "Çok özür dilerim," dedim ağlamaya başlayarak. Doruk'a uzandım, elini avucuma aldım ve sıktım. "Ben çok özür dilerim bu saatte rahatsız ettiğim için. Ne yapacağımı bilemedim."
"Ne oldu?" dedi panikle. Bir şeyler devrildi, belki bir kapı çarptı. Emin olamadım. Yalnızca ağlıyordum ve onun sesi korku doluydu. "Söyle bana ne olduğunu."
"Dorukhan..." dedim. Kardeşime basketbol oynamayı o öğretmişti. Onur Doruk'u öyle çok severdi ki saçma sapan bahaneler bulup ikimizi hep parka çağırırdı. Onu kucağından indirmez, bana kağıt helva alırdı. Hayatımdaki iyi anıların tamamını o parkta onları top sektirirken gördüğüm anlar oluşturuyor sayılırdı. "Onu hasta... Hastaneye götürmem gerekiyor. Onur, o eve geri dönemeyiz. Lütfen... Lütfen ona yardım edebilir misin?"
"Neredesin?" diye bağırdı. "Sakin ol. Sakin ol, geliyorum. Hemen geliyorum. Ambulansı aradın mı? Ne oldu ona?"
"Babam..." Devamını getiremedim bile. "Yalvarırım..."
Ağlamaktan konuşamıyordum.
"Şşh," dediğinde bir hıçkırık kaçtı dudaklarımın arasından. "Her şey düzelecek." Saçma çabası, halim olsaydı beni güldürürdü ama bu adam bir gün bana söylediği hiçbir şeyin boşuna olmadığını kanıtlayacaktı. "Her şeyi yoluna koyacağız," diye devam etti. "Özge, beni duyuyor musun? Derin bir nefes al güzelim. Bana adresi söyle. Onu hastaneye götüreceğiz tamam mı?"
O üniversiteye gittiğinden beri çok az iletişime geçmiştik ama senelerce görüşmesek bile ihtiyacım olduğunda bana yardım için uzanacak tek elin onunki olacağını biliyordum.
"Yürüyemiyor." Artık ne dediğimi de bilmiyordum. Doruk nasıl ki bana sığınıyorsa ben de ona sığınıyordum. Adresi tarif ettim ve burnumu çektim. "Onur, o yürüyemiyor. Arabayla gelebilir misin?"
"Tabii." Afallamıştı. Hızlıca, beni sakinleştirmek için bir cevap verdi. Ben hıçkırdığımdaysa artık sesi neye uğradığını şaşırmış gibi değil, oldukça kararlıydı. "Tabii ki," dedi. "Sen merak etme. Ben onu gerekirse sırtıma bağlar, yine taşırım. Korkmayın, tamam mı? Ben yoldayım."
"Geliyor musun?"
Kalbimin attığını o an fark ettim. Eve girdiğimde ve kardeşimi o sandalyenin ardında gördüğümde durduğunu sanmıştım. Şimdi zifiri karanlığın çöktüğü bir gecede tek umut ışığım, direksiyonun başındaydı.
"Geliyorum," dedi soğukkanlılıkla. Telaşı yerini sakinliğine bırakmıştı. "Benimle konuşabilecek durumda mı? Sesini duyayım."
"O..."
"Ver," dedi Dorukhan.
Onun yerinde herhangi biri olsaydı, şimdiye kadar tamamen bayılmış olurdu. Ben olsaydım ben de başımı dik tutamazdım ama o, kendini toparlamak için büyük çaba sarf ediyordu. Çektiği acıya engel olamasa da en azından benim acım azalsın diye, kendine dik durma komutunu vermeye çalışıyordu.
Kardeşime sımsıkı sarıldım. O da ağırlığını üzerime verdi. Başı yeniden göğsüme yaslandı ve telefonu kulağına tuttum.
"En sevdiğim basketbolcum benim." Telaştan kafayı yemek üzere olduğunu onu çok iyi tanımıyor olmasaydım anlamazdım. "Ses ver bakalım abine. Özlemişsindir beni."
"Abi..." dedi Doruk, bitkin bitkin.
"Doruk," dedi Onur, ciddiyetle. "Sana yemin ederim, her şey düzelecek oğlum. Birlikte düzelteceğiz."
"Kampa seçildim." Hıçkırıklarım, boğazımı düğümlüyordu. "Abi, Federasyonun Gelişim Kampı için Ankara'ya davet aldım ben bugün."
Bu haberi ona hoplaya zıplaya vermesi gerekiyordu. Ama soyadımız Falay olduğu için bir taburenin üzerinde kan revan haldeyken verebiliyordu.
"Tebrik ederim," dedi Onur. Telefon Doruk'un kulağına yaslı da olsa ahizeden yükselen sesi duyabiliyordum. "Tebrik edeceğim nice başarıların olacak Dorukhan. Hepsinde ablan da ben de yanıbaşında olacağız. Canının acıdığını biliyorum ama çok güçlü bir çocuksun sen. Bu gece azıcık daha dayan, anlaştık mı abim?"
⌛
Feza Falez
günümüz
Bu gece azıcık daha dayan.
Bu geceye daha fazla dayanamayacaktım.
Bana anlatması için ona zaman tanıdığım hikâyesinin en derin kesiği olan gecenin bile sonu gelmişti ama bu gecenin sonu hiç gelmeyecek gibiydi.
Özge ablayı dakikalar boyunca tek kelime etmeden dinlemiştim. Doruk bana bunlardan üstü kapalı bir şekilde bahsettiğinde neler olduğunu öğrendiğimde mahvolacağımı biliyordum ama kafamda kurduğum senaryoların hiçbirinde bu hikâyeyi onun en değerlisinden dinleyeceğimi düşünmemiştim.
O ve Onur abi gideli yarım saat olmuştu. Doruk, kendisine yöneltilen sorulara yine donuk cevaplar verdikten sonra onları gitmesi için benim zaten burada kalacağımı söyleyerek ikna edebilmeyi başarmıştı.
Nasıl yaptığını bilmiyordum çünkü dinlememiştim.
O evde yankılanan çığlıklar dışında hiçbir şey duyamıyordum.
Sandalyenin kırık bacağı, on bir yaşındaki çocuk için bir cinayet silahı sayılırdı.
Babası cinayetle de yargılanmalıydı çünkü onun hayallerini öldürmüştü.
Doruk'un babama milli takımların bir sebepten onun için özel olduğunu söylediğini hatırladım.
Özeldi, çünkü o gün ilk kez böyle büyük bir organizasyona davet edilmenin heyecanını yaşıyordu. Eğer Ankara'daki kampa gidebilseydi, bu onun ilerideki milli takım kariyeri için ilk adımı olacaktı. O adımı atamamıştı.
İçim çekilmiş, ruhum gitmişti. Dünyadaki tüm renkler soluktu. Öğrendiklerimi sindirmek diye bir şey yoktu. Bunu yapmam hiçbir zaman mümkün olmayacaktı. Doruk, ablası bana o günü anlatırken de yüzüme bakmıştı ama bir şeyler anlayabildiğinden şüpheliydim. Donan kanım, mimiklerimi işlevsiz kılmıştı.
Onu bulduğumda o neyse, şimdi ben de oydum.
Canımın çok fazla yanmış olmasının getirdiği bir durgunluk vardı üzerimde.
"Onları kovar gibi yolladığım için rahatsız olduysan olma. Böyle zamanlarda nasıl olduğumu iyi bilirler. Gönüllerini alırım sonra."
Silkelenip kendime getiren sesiyle birlikte bakışlarım yüzüne döndü. Kaşındaki bant hafif açılmıştı. Doruk, banta baktığımı fark edince elini kaşına götürdü. Yeniden yapıştırmak yerine onu çekti ve ondan kurtuldu. Yarayı gördüm.
Artık bütün yaralar gözümün önündeydi.
"Uyumayı deneyelim mi?"
Kaşları çatıldı. Bir tepki bekleyerek gözlerimin içine bakıyordu. Ortaya konuşayım diye bir konu atmıştı, yine benden bir karşılık alamamıştı. Ben hiç susmazdım. Sessizliğim, onu endişelendiriyordu.
"Sıkma kendini," dedi. "Ağlayabilirsin. Sorun yok."
Ayağa kalktım. Gülümsemedim, ona bakmadım. Özge ablanın eve daha geç geldiği bir senaryoda Doruk'un sonunun ne olacağını düşündüm. Onur abi onu hastaneye götürüp ikisiyle ilgilenmeseydi hangi kardeşin daha erken öleceğini düşündüm. O adamdan ettiğim nefretin boyutunu düşündüm.
"Dolabından üzerime bir şeyler alacağım," dedim. "Odanda giyinirim. Sonra yatağa gireriz."
"Feza..."
Arkamı döndüm.
O da sustu.
Hızlı hızlı yürüdüm. Odasına girdim. Kapıyı arkasından kapattım ve ağlamaya başladım.
Kriz ani ve şiddetliydi. Birden gelip birden geçti. Gözlerimi sildim. Dolabın kapağını açtım ve üzerimi değiştirdim.
Giderek delirdiğimi hissediyordum. O, aklının içinde bunca anıyla bu evde tek başına nasıl yaşıyordu? Gözüm biraz bile boşluğa dalsa kendi yaşadığım kötü olayları hatırlamayayım diye hemen bir bölüm dizi açar, gider kardeşlerimi darlar, kalkar tatlı yapardım. O basketbol oynamadığı zamanlarda nasıl hayatta kalabiliyordu?
Çıkarttığım kıyafetlerimi düzgünce katlayıp dolaba kaldırdıktan sonra, "Doruk," diye seslendim içeriye. Gülümsemeyi denedim. "Ortadan sıkılmış diş macunu oldum yine. Gelip benimle dalga geçebilirsin."
Adım sesleri duydum. Sert ve hızlı adımlar değillerdi. Yavaş ve temkinli adımlardı bunlar.
Odasının kapısını açtı. Yatağın hemen ucundaydım. Çenemi kaldırıp ona baktım. Kızaran gözaltlarım gerekli ipuçlarını almasını sağladı. Doruk, ağladığımı anladı. Zaten bu gece ağlamaktan bir hâl olmuştum.
Kendi kıyafetlerinin içindeki beni yavaşça inceledi. Gözleri, yeniden yüzümdeki kızarıklığa tırmandı ve hiçbir şey söylemeden aramızdaki mesafeyi kapatmaya başladı.
Üzerime geldiğinde gidecek başka alanım olmadığı için bacaklarım yatağa çarptı. Doruk bir kez boş odaya baktı ve sonra bana döndü. Gözleri, dudaklarımda takılı kaldı. "Daha fazla üzülme. Bu, yarın maça çıkamayacak olmaktan bile daha çok canımı yakıyor."
Belki duymaya ihtiyacı vardır diye "Seni gerçekten çok seviyorum," dedim.
Çenemi tutup başımı kaldırdı ve beni sertçe öptü. Ben karşılık veremeden geri çekildiğinde "Hiç mi bir şey değişmedi?" diye sordu.
Elimi kaldırıp şakağına dokundum. Sonra çenesine doğru kaydı parmaklarım. "Geçen sefer seni Onur abi kurtarmış," dedim yavaşça. "Bana izin verirsen, bu sefer de birlikte atlatırız."
"Feza..." Devamını getirmedi. Büyük bir muhtaçlıkla tekrar dudaklarıma yapıştı. Avucunu sırtıma yasladı. Ben de onun göğsüne dokundum. Beni hafifçe ittiğinde gidecek yerim olmadığı için yatağa oturmak zorunda kaldım. Bedeni bacaklarımın arasındayken önümde diz çöktü. Onu öpmeye devam edebilmem için hafifçe eğilmem gerekti. Ayrıldığımızda gözleri nemliydi.
"Kimse ne yaşadığımı bilmiyor," dedi. "Ama herkes hakkımda konuşacak."
"Seni bir gün NBA'de gördüklerinde hepsini sustururuz," diye karşılık verdim.
Gözlerinde bir ışık yandı. Bir umut arayışıyla söylediğime inanıp inanmadığımı anlamaya çalıştı. Ona tüm kalbimle, sonuna kadar inanıyordum. "Geçeceğini duymaya ihtiyacım var."
İnce pikeyi açıp gözlerimle yatağı işaret ettim. Çöktüğü yerden kalkarak sessizce yatağa geçti. Ben de yanına uzandım ve pikeyi üzerimize çektim. Bana hayatında duyacağı ilk kelimeleri ona ben söyleyecekmişim gibi bir dikkatle bakıyordu. "Seninle gurur duyuyorum," dedim.
Çenesini sıktı. Elimi saçlarının arasından geçirip tutamları yavaşça geriye doğru taradım. Hayatımda hiç kimseye karşı böyle bir sevgi beslememiştim. Bedenim yanında küçücük kalıyordu fakat bu saatten sonra ben onu her şeyden korurdum. Bunu biliyordum.
"Gel göğsüme," diyerek çenemi onun saçlarına yasladım. "Burada hep yerin olacak. Yemin ederim."
Doruk bana sarılmak için kolunu belime atıp başını boynumun girintisine yasladı. "Biliyor musun?" diye sordu. "Sen ev gibi kokuyorsun. Yıllar sonra senin yanında nihayet evimi bulmuşum gibi hissediyorum."
🏀🧁🏀
Onur ve Özge Değirmenci.
Feza ve Doruk.
Bir de burhan falay.
Neler hissediyorsunuz? Aşk, iyileştirir mi?
Doruk'un zor bir durumdayken yapacağı ilk şey kapıları herkesin yüzüne kapatmak oluyor. Bu huyundan vazgeçmeyi birinin ona öğretmesi gerek. Ama huylu huyundan öyle kolay vazgeçemiyor işte. Ulaşılması zor biri.
Neyse...
#DörtÇeyrek etiketinin altında görüşmek üzere.
Teşekkürler ve yine of, bir daha off.
Doruk'u huyundan vazgeçiren Feyza mı olur Feyyaz Falez mi bilmiyorum
YanıtlaSilİçim parçalandı resmen
YanıtlaSilDorukhan üzümlü kekim 🥺🥺🥺
YanıtlaSilburhan falayın adını küçük harfle yazmak... Özel isimler büyük harfi hak eder.
YanıtlaSilanalizsizlikten damarlarım kurudu duyuru var mı bilmiyorum bilgisi olan söyleyebilir mi
YanıtlaSilBu hafta içinde gelecek
SilSeviliyorsun yazar hanım
SilAğladım, teşekkürler
YanıtlaSilparamparça olduk bu bölüm de
YanıtlaSilFeyyaz Falez... Seni anlatacak kelimem bile yok öyle bir insansın
YanıtlaSilDoruğu anlamak biraz üzüyor insanı..
YanıtlaSilKalbimin ağrıması normal mi
YanıtlaSilDorukhan...ilk defa bir kitap karakteri sanki gerçekmiş gibi kalbimi acıttı
AZRA KALEMİNE AŞİK OLDUĞUMU TEKRAR TEKRAR SÖYLÜYORUM KÜÇÜK DETAYLARI O KADAR GÜZEL İŞLİYORSUN Kİ ÖZGE'NİN AĞZINDAN BÖLÜM OKUMAK BENİ PARAMPARÇA ETTİ AĞLAMAYA GİDİYORUM. TEŞEKKÜRLER VE İYİ GÜNLER
YanıtlaSilBEn doruk ve feyyaz falezin karşılaşmasını istiyorum
YanıtlaSilfeyyaz falez ve doruğun bu konu hakkında yanlız konuşmasını okumak çok iyi olur be doruk nihayet onuda baba olarak görse birazda olsa iyileşir bölüm için teşekkürler kalemine sağlık yazarımmmm
YanıtlaSilKalbim sızlıyor resmen, ozgeyi okuduğumda bir an orda kendimi hayal ettim ve aşırı kötüyüm şuan. Bu bölüme mutlaka dönüp birkac kez daha okuyacağım orası kesin
YanıtlaSil