15. "Tilkinin Döndüğü Kürkçü Dükkanı"
Bölüm şarkıları:
Dedublüman, Belki
Lana Del Rey, Dark Paradise
NF, Hate Myself
(İlk ikisini aranızdan iki kişi önerdi. Üçüncüsünü de ben ekledim. Hazırsanız önce derin bir nefes alın.)
🎥🎬
Bile bile...
Tilkinin döndüğü kürkçü dükkanı gibiydi bu ikileme.
•⚓•
"Şimdi adam, kadına aşık mı oldu yani?"
Sarhoş Görkem'in dizimde uyuyakalmasıyla başlayan gece, onu uyandırmamaya çalışarak başını yastığa yerleştirmemle ve üzerini örtmemle devam etmiş, ardından boş bir şekilde duvarı izlerken sızıp kalmamla sonuçlanmıştı.
Sabah beni elinde reçel kavanozuyla, mahcubiyetten yerin dibine girmek üzereyken uyandırmıştı ve özür dilemişti gözümü açtığım an. Sorun olmadığını ona anlatmaya çalışırken paragraf paragraf konuşmam gerekmişti.
Günün ilerleyen saatlerinde ben bir yandan kavanozu kaşıklayıp bir yandan Can'ın gönderdiği vakanın fotoğraflarını incelerken o da bir köşede türev çözüyordu. Bir internet sitesinden online teste girmişti. İşlem yaparken parmakları arasında öylesine çevirdiği kaleme ihtiyaç duymuyor olması beni büyülüyordu.
Sonra beni Arda aramış ve en sevdiğim prensesin kim olduğunu sormuştu durduk yere. Onu sorgulamadan Rapunzel cevabını verdiğimdeyse teşekkür edip yüzüme kapatmıştı telefonu. Birkaç dakikanın ardından yine aramış, bu defa hangi Winx perisi olduğumu sormuştu. Üzerine fazla düşünmeden bu sorusunu da cevapladım çünkü düşünürsem işin içinden çıkamayacağımı biliyordum.
Ve şimdi akşam olmasını beklerken Görkem'le canımız sıkıldığı için film izlemeye oturmuştuk. Evet, onun rolüne hazırlanırken listesine eklediği fakat izlemeye zamanının kalmadığı bir aşk filmi izliyorduk ve tepkilerini canlı olarak görmek beni gülmekten öldürüyordu.
"Anna, bir sokak kedisini sevdiği için mi aşık oldu David ona? 13, gülmesene. Anlayamıyorum. Adam alık alık bakıyor kıza iki saattir duvar dibinden. Kızın ruhu duymuyor."
"David zaten aşıktı ona," dedim. "Hiç arkadaş gibi görmedi ki Anna'yı. Sadece hislerinin farkında değildi."
"Hislerini fark etmesine kızın kedi sevgisi mi sebep oldu? Bunu izlerken neden bu kadar sırıtıyor ki?"
Böyleydi filmin başından beri. Her şeyi bana soruyordu. Ben de bir aşk doktoru gibi her sorusunu cevaplıyordum usanmadan.
"Hiç aşık olmadığın ne kadar belli..." dedim kendi kendime konuşur tonda.
"Aa..." dedi beni duymazdan gelip akan sahneye şaşırarak. "Bu adam nereden çıktı şimdi? Anna'ya sarılıyor bir de. David üzülür mü?"
"Bunun canlı bir örneğiyle aynı evde yaşıyorsun Görkem. David'in nasıl hissedeceğini çok iyi bildiğini düşünüyorum."
"David de platonik mi Arda gibi?"
"Tam olarak aynı değil çünkü Anna da ona aşık olacak ilerleyen dakikalarda."
"Niye söylüyorsun ya?" derken ciddi ciddi kaşlarını çatıp sitem etmişti bana.
Koca afişte bu ikilinin sarmaş dolaş fotoğrafı vardı. Sanki bilinmeyen bir gerçeği ortaya koymuşum gibi davranması çok saçmaydı.
"Haysiyetsiz puşt," diye yükseldi birden. "İpsiz sapsız Will, baloya davet ediyor Anna'yı. Lan bu herif David'in arkadaşı değil mi? Niye yürüyor kıza?"
David'in arkadaşı değildi. Ona zorbalık yapıyordu ama David sürekli alttan alıp bu sahte arkadaşlık ilişkisini devam ettiriyordu yalnız kalmamak için.
Görkem'in Will'e sövmeye kısa bir es verip "Yoksa bu Anna ve Will'in aşkını konu alan bir film mi?" diye sormasıyla birlikte güçlü bir kahkaha koptu dudaklarımdan.
"Will üçüncü kişi Görkem."
"Üç kişi olduklarını görebiliyorum 13."
Gülüşüm seviye seviye arttığında hiçbir şey anlamadığı için bön bön suratıma bakıyordu. "İlişkideki üçüncü kişi. Bunlar her zaman kızları baloya davet ederler ve kızlar da kabul eder. Esas oğlan uzaktan bunları izler tüm gece, hatta o da bir kızla takılır genelde. Gecenin sonuna doğru esas oğlan ve esas kız, eşlerini ekip birlikte uzaklaşırlar balodan. Şaşmaz."
Onaylar bir mırıltı çıkarıp büyük bir ilgiyle devam etti kaldığı yerden izlemeye. Kaşlarımı kaldırarak ona bakmaya devam ettiğimde başını bana çevirmeden "Sarıyor," açıklamasını yaptı sadece.
Mezuniyet balosu iki gece sürecek bir eğlenceydi ve okulun öğrencileri bu süre içinde bir otelde kalacaklardı. Otele gitmek üzere yola çıkan serviste, mola yerinde araçtan inen ve şu işe bakın ki servisi kaçıran esas çiftimiz birbirini görünce şaşkın şaşkın bakışmaya başladılar.
Issız bir yerdelerdi, gece yarısıydı saat. Bu saatte oraya gidecek başka bir araç bulamazlardı. İleride bir motel vardı ve sadece bir oda boştu.
Muazzam bir senaryo izliyorduk.
"İkisi aynı yatakta mı yatacak?" diye sordu yüzünü bana çevirerek. Başını geriye atmıştı, cevabımı bekliyordu merakla.
"Önce inatlaşmaları gerekiyor," dedim onun hiçbir şey bilmeyen haline gülerek. "En son David kıyamayıp yerde yatacak ve Anna da kıyamayıp yatakta ona yer açacak."
"Sen izledin değil mi bu filmi önceden?"
"İzlemedim." İnanmadı bana. "Hepsi birbirinin aynısı. Az çok tahmin edebiliyorum olacakları."
"Bir şey diyeceğim," derken yüzüne az öncekinden farklı bir ifade yerleşmişti. "Farkında mısın, biz de aynı yatakta yatmak zorunda kaldık ama hiç bunun konusu konuşulmadı aramızda."
"Hiç düzgün bir gece geçirmedik ki," dedim filmin replikleri arka fonda akmaya devam ederken. "Bir gece ben kötüydüm, sen başımda bekledin. Bir gece sen kötüydün, ben başında bekledim. Doğru düzgün uyumak için kullanmadık hiç yatağı."
"Başımda mı bekledin?" Hafifçe doğruldu dirseklerini yatağa bastırarak. "Neden ki? Uyusaydın keşke."
"Ben o haldeyken sen kafanı rahatça koyabilmiş miydin yastığa?"
Başını anladığını belli eder şekilde hafifçe salladığında hâlâ soru işaretleri vardı kafasında. "Yine de garip," dedi. "Bunu garipsememiş olmamız garip. Olur da düzgün bir gece geçirirsek bu odada, sen yatarsın yatakta madem."
"Yatağını bana vermeye seninle tanıştığım ilk günden beri çok meraklısın."
Analizcilerde kaldığım ilk gece aramızda yaşanan diyalogu hatırlamıştı muhtemelen. Gülümsediğinde gözlerinin kenarları kırıştı. "Sen de almamak konusunda çok ısrarcısın."
Bir süre ikimiz de anlamsız bir sessizliğe gömüldük ve yeniden telefon ekranına çevirdik gözlerimizi. Bu sahnenin bu kadar erken gerçekleşeceğini tahmin edemezdim işte.
David, Anna'ya Will'e ettiği muhabbetin hesabını sormuştu. Bunu yatakta yan yanalarken yapmıştı. Anna büyük bir sinirle onun bunu sorgulamaya hakkı olmadığını belirtirken bir kavgaya sebebiyet vermişti. Karşılıklı atışmaları bir noktada göz göze gelişleriyle ve birbirine çarpan burunlarıyla kesilmiş, çiftimiz deli gibi öpüşmeye başlamıştı.
Görkem gözlerini tavana doğru çevirdi. Utanmış görünüyordu.
"Romantik bir film izliyoruz ama ben daha çok komedi izliyor gibiyim," dedim onun haline bir kez daha gülmeye başlarken. "Babasının yanında pembe dizi izleyen kız çocuğu pozları kesiyorsun yanımda."
"Benim izlediğim filmlerde de böyle sahneler vardı ama bu biraz... Oha 13, nereye gidiyor bu konu? Anna da istemem yan cebime koycuymuş. Arkadaş ayağına götürüyor David'i."
Bu yaşadığım ücretsiz bir terapi seansıydı. Kahkaha sesim artık eskisi kadar yabancı gelmiyordu kulaklarıma.
Uzayıp giden sahneyi bölen, onun telefon ekranına düşen aramaydı. 'Mat Arkadaşım Ceren' diye kayıtlıydı numara.
Görkem'in gözleri bana değdi. Ceren'den hoşlanmadığımı çok iyi biliyordu ve açıp açmama konusundaki tereddütünü gözlerinden okuyabiliyordum. Benim takıldığım asıl konuysa bambaşkaydı.
"Kızı niye Tolga Çevik programı gibi kaydettin telefonuna?"
Beklemediği sorum karşısında afalladı. Melodiyi umursamadan cevap vermeye koyuldu bana. "Çünkü o benim arkadaşım ama o benden bunun ilerisini istiyormuş gibi davranıyordu bir dönem. Ben de bir gün telefonumu bulamadığım bahanesiyle ondan beni çaldırmasını istemiştim. Telefonumu da ona yakın bir yere düşürmüştüm bilerek. Buldu, onu nasıl kaydettiğime baktı sonra bana verdi işte."
Bu zekayla nasıl hayatta kalıyordu ki bu adam? "Bu kadar uğraşmak yerine ona onu arkadaşın olarak gördüğünü söyleyebilirdin," dedim gözlerimi devirerek.
"İlk seferde kırıcı olmaz mıydı?" diye sordu ensesini kaşıyarak.
"Sana karşı hisleri olan biri için karşılık alamamak başlı başlına kırıcıdır zaten." Gözlerime her şeyi öğrenmek ister gibi dikkatle baktığını hissettim. O zamanki gibi düşünmüyor muydu artık? Konu Ceren olduğunda neden yoğunlaşmıştı bakışları? "Başına eklediğin mat sıfatına gerçekten gerek var mıydı peki?"
"Rehberime girince ilk sırada çıkmasın diye arkadaşımın önüne eklemiştim mat kısaltmasını."
Bir kadını doğru düzgün reddetmeyi bile bilmiyordu. "Öğrenmen gereken çok şey var Görkem." Telefonun artık çalmadığını fark ettiğimde onu cevaplamayı unuttuğunu aynı zamanda fark etti o da. Umursamadan bana çevirdi gözlerini yine. "Başta Ceren'in hâlâ sana aşık olduğunu kabullenmen gerekiyor."
"O benim arkadaşım," diye yineledi.
"Sen onun için bir arkadaştan fazlasısın ama."
"Hayır," dedi ısrarla. "Bir görüşte bu kanıya nereden vardın ki sen? Yok öyle bir şey."
"Sana daha önce açıldı değil mi?" diye sordum. "Arda bahsetmişti bundan."
"Ceren benim için çok değerli biri ve seninle onun dedikodusunu yapmayacağım." Sesi keskinleşmişti. "Biz arkadaşız. Bana karşı hisleri olduğunu söylediğinde arkadaşlığımız zedelenmişti ve ben de o hislerin karşılığının bende olmadığını söyledim yüzüne. Arkadaş kalacaksak kalalım dedim."
Daha fazlasını anlatmaya başlamak üzereydi ki lafını kestim. "Benimle yardımcı doçentin dedikodusunu yapmayacaksın," dedim sertçe. "Madem öyle, açıklamaya devam etmene de gerek yok. Kendinle çelişiyorsun."
Telefon yeniden çalmaya başladığında gözleri bana değdi ve açmamaya karar verdi. "Aç," dedim. "Önemli bir şey olabilir."
Yaptığı kısa değerlendirmenin ardından parmakları telefonu kavradı ve uzandığı yerden doğrulup cevapladı aramayı. "Söyle Ceren."
Bir süre karşıdan gelen cevabı bekledi, bana baktı, sonra kaçırdı gözlerini. "Müsait değilim."
Parmakları aralıklarla çarşafa vuruyordu. "Evet, anladım. Sesin kötü geliyor zaten ama uygun bir zaman değil."
Kaşları hafifçe çatıldığında bir eli çenesinin üzerine doğru hareketlendi. Dokunduğu yeri parmak uçlarıyla kaşıdı hafifçe. "Görevdeyim. İstersen çocuklarla konuş. Tamamdır, görüşürüz sonra. Dikkat et."
"Problem mi var?" diye sordum doğrudan.
"Sıkıntı yok." Elini saçlarının arasından geçirdi. "Biz filme devam edelim."
Film şimdilik yarım kalmalıydı çünkü saatler ilerliyor, hazırlanmam gerekiyordu artık. "Sonra devam ederiz." Yüzü düştü. "Üzerimi değiştirmem gerek. Yemekte birlikte görünelim, sonra çatıya davetliyim biliyorsun ki."
"Çok heyecanlıydı ama..." diye sızlandığında hayretle ona baktım.
"Hani sıkıcı bulmuştun sen izlediğin diğer aşk filmlerini?"
"Bilmiyorum, bu başkaydı. Güzel gidiyordu."
"Bunu diğerlerinden ayıran vurucu noktayı söyler misin bana lütfen?" Meraklı bakışlarımı üzerinden ayırmıyordum. İş yapmak yerine film izlemek isteyeceğini düşünmemiştim çünkü hiç. "Hepsi birbirinin kopyala yapıştır versiyonu zaten."
"Aralarındaki çekim belki?" Kendi verdiği cevaba kendi de inanmadı. "Ten uyumu?" dedi ve bu bana kahkaha attırdı. "Çocukluk arkadaşı olmaları?" Hiçbir cevabına ne beni ne de kendini ikna edemediğinde sitem dolu ifadesi yerleşti yüzüne. "Ne bileyim 13? Gerçekten bu filmi izlerken diğerlerine göre daha fazla keyif aldım. Nedenini bilmiyorum."
Sırıttım. "Diğerlerini benimle izlemedin, ondandır."
Cevabımı uzun süre kafasında tartması ve ardından başını onaylarcasına sallaması, alaylı ifademi bozguna uğrattı. "Olabilir bak," dedi ciddiyetle. "Bu filmi yarım bıraktık ama söz ver, sonunu birlikte getireceğiz."
"İstersen sana sonunu söyleyebilirim."
"İzledin işte!"
"Hayır!" Attığım kahkaha bana gözlerini pörtleterek bakan Görkem'in yüzüne bir tebessüm yerleştirdi. "Toplasan üç tane final senaryosu var kullanılan. Afişteki renklere ve verilen poza göre sonunun mutlu veya mutsuz bittiğini de anlayabileceğimi düşünecek olursam, nokta atışı bir tahmin yapacağımdan oldukça eminim."
"Söyleme sonunu sakın." Koluma vurdu hafifçe. Onunla eğlendiğimi biliyordu, zoruna gitmiyordu. Benim eğlenmemden keyif alır gibiydi daha çok. "Sonra izleyeceğiz."
"Tamam," dedim başka bir cevap versem susmayacağını bildiğimden. "Tamam, izleriz sonra. Ne abarttın. Daha Titanik'in sonunu izlememiş adamsın. Anna'yla David'in sonunu izlemesen ne yazar sanki?"
"Vakit bol, onu da izleriz." Başını tavana çevirdi birkaç saniye, sonra çenesini omzuna doğru hafifçe yatırıp bana baktı. "Ama uyumayacağımın garantisini veremem bak."
"Ay lütfen ver." Gülerek ayaklarımı sarkıttım yataktan. Askılıkların olduğu kısma ilerlerken Görkem de yatağın ucuna oturmuştu. Bakışlarını sırtımda hissediyordum.
"Endişeliyim," dedi konuyu işimize çevirerek.
Bu sırada araya giren telefonumun sesi konuşmamızı sonraki dakikalara ertelemiş oldu. Görkem yatakta sırt üstü kendini geriye attı ardından kolunu ileri doğru uzatarak telefonumu avucuna çekti. Tek ve hızlı bir hamleyle doğrulup bana uzattı telefonumu.
"Barış," dedim gözlerim ekrana değdiği an. "Bu hafta aramamasını söylemiştim. Bir şey oldu herhalde."
"Aç."
Açtım. "Özür dilerim." Telefonun başında nefes nefese kalmıştı. Açmam için saniye saymıştı sanki. "İyi olduğunu öğrenmem lazım. Alo desen yeter. Müsait değilsen sesli bir nefes ver sonra kapat. Sana ait herhangi bir sesi duymam lazım."
"Barış," dedim hayretle. "Sakinleş. İyiyim ben."
İçgüdülerine her zaman çok güvenirdi. "İçimde çok kötü bir his var, iki gündür doğru düzgün uyuyamıyorum," dediğinden bir sonraki gün Mete'yi kaybetmiştik.
Ben de onun hislerine çok güvenirdim. Her zaman böyle olmuştu.
"Kendine dikkat et." Rahatlamış sesini duymayı beklesem de aynı telaş oradaydı. "Asya, çok dikkatli ol bugün. Tamam mı? Söz ver bana. Bak benim içimde..."
"Çok kötü bir his var," diyerek tamamladım cümlesini. Tüylerim diken diken oldu. Bana sorgularcasına göz kırpan Görkem'e sırtımı dönüp askılığa tutundum boştaki elimle. "Tamam, aklın kalmasın. Her şey yolunda."
"Üzerime çöken ağırlığı tahmin edemezsin," dedi çaresizlikle. "Asya, sana da bir şey olursa yemin ederim kaldıramam. Bu, o zamanki hissimin resmen bir kopyası gibi."
"Rehavete kapılmışsın." Onu sakinleştirmeye çalışıyordum ama gerilen bendim. Maksimum üç gün içinde başıma bir şey geleceğine kesin gözüyle bakıyordum artık. "Görevde olduğumu bildiğin için vesvese yapıyorsun. Sakin ol, tamam mı? Problem yok."
Başarılı olup olamadığımdan emin değilim. Beni yeniden görene dek aklı bende kalacaktı. İçinde bir acabayla yaşayacaktı görev sürecim boyunca. O acabaya ben de sahip olacaktım tıpkı onun gibi.
"Allah'a emanet, çok tutmayayım seni. Sen kendin için kendine dikkat etmezsin, benim için et. Lütfen."
"Beni düşünme, edeceğim." Parmaklarım titrediğinde askılığa daha sıkı tutundum. "Sen de dikkat et. Görüşürüz."
"Görüşelim," diyerek kapattı telefonu uzatmadan.
"Sıkıntı yok," dedim anında Görkem'e. Telefonumu yatağın üzerine fırlattım. "Sen şunları giy." İki askıyı hızlıca eline tutuşturdum. Ekose desenli siyah bir gömlekle beyaz bir boğazlı kazak seçmiştim ona. "Ben de bunu mu giysem acaba?" diye sordum gül kurusu renkli bir elbiseyi üzerime tutarak. "Ama saçlarıma bu renk çok yakışmıyor."
"Yakışır ama giyme onu." Ne ara ayağa kalkıp arkamda dikilmeye başladığını anlamamıştım. "Yanında ben varken bile sana kumarhanede nasıl baktıklarını hatırla."
"Erkeklerin bakışlarına göre kıyafetlerimi seçmiyorum," dedim ona dönerek. "İnsanların içindeki çirkinlik ortaya çıkmasın diye giyim kuşamımı değiştirecek değilim."
"Bana cephe alma." Bileğimi tuttu ve avucumun içine kayan eli, askıyı tutup askılığa geri astı. "İnsanların bakışlarıyla alakası yok söylediğimin. Sadece sana anlatıp anlatmamak konusunda emin olamadım aklımdakileri ve bu bahaneyi öne sürdüm."
"Aklındakini anlatacağın noktadayız."
"Seni ve beni boş yere ayırmış olamazlar." Başımı hafifçe salladım devam etmesini ister gibi. "İkimizden birine bir çeşit saldırı düzenleneceğini düşünüyorum. Psikolojik veya fiziksel, emin değilim ama her ne olursa olsun bir sınava tabi tutulacağız bugün."
"Bir tık rahat gördüm seni?" Kaşlarımı kaldırdım. "Aman 13, ne olur yanımdan ayrılma falan demiyorsun? Şaşkınım."
"Sen biri kroşe biri kafa yoluyla olmak üzere, iki kez beni alaşağı etmiş birisin. Yanımda kal da seni koruyayım diyemiyorum, yanımda kal da beni koru diyebilirim ancak sana."
Gülümsemesindeki gurur gözlerine de ulaşınca ortaya favori öğrencisinin birinciliğini izleyen bir öğretmen çıktı. Elimde olmadan onunla birlikte iki yana kıvrıldı dudaklarım. "Yine de endişeli olduğum gerçeğini değiştirmiyor tabii tüm bunlar."
"Ben de bir şey olacağına eminim ama içim rahat. Bir şekilde atlatırız ne olacaksa."
Cümlemin doğrusu rahattı olmalıydı. Çünkü Barış'la konuştuktan sonra rahat olmam mümkün değildi.
"İnanır mısın ben de böyle düşünüyorum." Göz temasımızı sağladı. "Normalde X, Y ve Z planlarımı sıralamış olmam gerekirdi. Bu gece tek bir tane bile yok. Baktım plan kursam bile sen bozuyorsun, akışa bırakmaya karar verdim. Bir şekilde atlatırız."
"Şimdi konuyu neden elbise giymediğime getirelim," dedim esas meseleye direksiyonu kırarak.
"Rahat hareket edebileceğin bir şey giymen gerek. Elbise oldukça dar, üstelik belinden sarkan kuşak tehlike oluşturabilir."
Başımı salladım tekrar. İkna yeteneğine yine sinir olmuştum. Mantık çerçevesine sizi bir şekilde dahil ediyordu ve itiraz hakkınız kalmıyordu. Bunu hep yapıyordu.
Yeni karakter: Manipülasyoncu Görkem.
Siyah, deri bir şort buldum valizin içinden. Eylül gerçekten bir haftalık görev için fazlaca seçenekle doldurmuştu benim için hazırladığı valizi. Üzerine beyaz, oldukça bol bir örme kazak aldım.
Görkem banyoya gitti üzerini değiştirmek için. Ben de yatağın üzerine bıraktığım iki parçayı sırayla üzerime geçirdim. Kazağın ön kısmını şortun içine sokarken arka kısmınıysa dışarıda bıraktım. Oldukça uzun olduğundan neredeyse şortu tamamen kapatıyordu. Basit bir kol çantası taktım, siyah ve küçüktü. İçinde sadece Mila'nın kullandığı telefon ve terasa giriş için verilen siyah kart duruyordu.
"Hazır mısın?" diye sordu banyo kapısını aralamadan önce. Onaylar sesimi duyduğundaysa yanımda bitti on saniyede. Bu sırada ben gümüş kolyeleri yatağın üzerine sermiş, birbiriyle uyumlu olan üç tanesini seçmeye çalışıyordum kazağımın üzerine takmak için.
Ne yaptığıma baktı bir süre muhtemelen. Adım sesleri kesilmişti, duvara sırtını verirken görmüştüm en son onu. İki farklı uzunluktaki kolyeyi geçirdim sıra sıra boynuma. Üçüncü konusunda henüz emin olamıyordum.
"Pişt," dedi Görkem. Adım dışında her nida ve lakapla seslenilmesine giderek alışıyordum sanırım. Omzumun üzerinden anında ona dönmemin başka açıklaması olamazdı. "Sana bunu vereyim."
Parmakları boğazlı kazağından içeri sızdı ve tuttuğu zinciri dışarı çekti. Ardından hafifçe başını eğerek zinciri boynundan çıkarttı. Birkaç adımda yanıma varıp bana uzattığında şaşkınlıkla mavi gözlerine odaklanmıştım.
"Senin için manevi değeri olduğunu söylemiştin."
"Beni koruduğuna inanıyorum." Parmakları iki omzumdan önüme sarkan saçlarıma doğru uzandı. İzin alır gibi bana değdi gözleri, tepkisiz kaldığımdaysa saçlarımı sırtıma doğru ittirdi hafifçe. "Bu gece, seni korusun istiyorum. İçim daha rahat eder o zaman. Hem bir şekilde yanında olmuş olurum."
Ben anlık şoku üzerimden atamadığım sırada o künyesini başımdan geçirmiş, ardından zinciri ve ucunu yavaşça düzeltip saçlarıma uzanmıştı tekrar. Onları da zincirin dışına aldığında bir adım geri çekilerek bana baktı. "Yakıştı bence."
"Seni anlamakta çok zorlanıyorum," dedim kesik bir nefesi dudaklarımın arasından bırakırken. Hikâyesini bilmesem de onun için çok değerli olduğunu anlamıştım bu künyenin. Zincirini kopartmamdan korktuğu künyeyi bugün kendi elleriyle boynuma teslim etmişti. "Düz mantık düşünüyorsun ama öyle şeyler yapıyorsun ki..."
Ne ifade ettiğimi anlayamadığı için kaşlarını çatmıştı küçük bir mimikle. Sorgular bakışları üzerimdeydi. "Cümlenin devamı olmalı, değil mi?"
Öyle şeyler yapıyorsun ki bir başkası bir başkasına bunları yapsa çoktan nikah masasına oturmuşlardı ama sen Görkem'sin ve o Yağmur. Yaptıklarının hiçbirini bilinçli yapmadığını algılayabiliyor Allah'tan.
"Cümlenin devamı yok," dedim hızlıca. "Sanırım bana emanet ettiğin künyenin anlamını merak ediyorum." Saate baktım. "Biraz vaktimiz var gibi görünüyor. Dinleyebilir miyim hikâyesini?"
"Bana geçmişim hakkında ilk kez bir şey sordun." Minik bir gülümseme esir aldı dudaklarını. "Künyemin büyülü özellikleri olduğunu biliyordum."
"Bilmiyorum, bana sorulmasından nefret ettiğim için kimsenin geçmişini öğrenmek istemiyorum."
"Biliyorum," diye başladı cümlesine benim aksime. "Ama hakkımda ufacık bir merakın varsa bile ben cevapsız bırakmam sorunu. Sen sordukça ben anlatmaya hazırım."
En başından beri bunu bana söylüyordu zaten.
"Çocukluğumun geçtiği mahallede," diyerek başladı. "Bizim sokağın köşesindeki camı kırık, boş evin orada bir kadın gördüm. Kaldırımda oturuyordu."
"M"
Parmakları arasında tuttuğu sigarayı dudaklarına götüren kadının gözlerinden dökülen yaşlar, kolunun altına sıkıştırdığı test kitabıyla onun önünden geçip gitmekte olan çocuğu durduran şey olmuştu.
Döndü, baktı. Adımlarını durdurdu. Parkın oradaki piknik masasında matematik problemi çözmüştü yine. Hava karardığı için yazıları göremediğinden eve dönüyordu. Biraz daha geç kalırsa tam 20.00'da oturulması gereken sofrayı kaçıracaktı.
Yine de durdu kadının önünde. Burnunu çekti, o gün çok hastaydı. Üç gündür polen alerjisiyle cebelleşiyordu. Akan burnunu silmek için cebinde taşıdığı mendil paketinden bir mendil çıkardı ve tanımadığı kadına uzattı doğrudan.
Kadın küllerin düştüğü kaldırım taşlarından kafasını kaldırıp önünde dikilen çocuğun gözlerine odaklandı. Hayatında gördüğü en mavi göz hiç şüphesiz bu çocuğa aitti. "Velet," dedi gözlerini kısarak. Çocuk onun gözlerinin etrafından başlayıp yanağına kadar uzanan siyahlıklardan başta korktu fakat sonra bunun akan makyaj olduğunu anladı. "Gitsene başımdan. Yanımda görmesinler seni."
"Velet sayılamayacak kadar yetişkin, komşuların beni kimin yanında gördüğünü kafama takmayacak kadar umursamazım hanımefendi," dedi inatla mendili kadına uzatırken. Kadının kaşları çatıldığında yüzüne ani bir parıltı yerleşti ve kahkahasını bastı gecenin ortasına.
"Büyümüş de küçülmüş velet," dedi bu defa. Mendili çekip aldı uzun parmakların arasından.
"Bu şekilde anlaşamayız," dedi çocuk. "Bana velet demeye devam edecekseniz gideceğim."
"Bir kere gül de öyle git madem," dedi kadın elindeki mendille gözlerinin altındaki yaşları kuruladıktan sonra.
"Siz ağlıyorken beni güldürme çabanızı oldukça anlamsız buldum."
"Çocuklara gülmek çok yakışıyor," dedi kadın mendili elinde top haline getirip. Onu Görkem'in arkasındaki duvarda duran çöp kutusuna basket attı sonra.
"Siz gülün, öyle gideyim," dedi çocuk.
Kadın sigarasını sol eline alınca çocuk da sağ kolunun altına sıkıştırdığı matematik kitabını sol eline aldı hızla. Kadın bu ani hareketi fark edince bu defa sağ elini dizinin üzerine vurdu çocuğun gözlerinin içine bakarak. Çocuk hızlıca onun yaptığını tekrarladı ve yüz ifadesi acıyla kırıştı bunu yaparken.
Kendine hakim olmaya çalışıyor, başarılı olamıyordu. Kadının bunu anlaması üç saniyeden az sürdü.
"Adım Müjgan," dedi elini çocuğa uzatarak. "Ben bundan sonra uzak durman gereken yeni komşunuzum."
"Burada oturduğumu size söylemedim," dedi çocuk anında. "Komşu olduğumuzu nereden bildiniz?"
"Yanılmıyormuşum, burnuma dolan zekâ kokusu senden geliyormuş." Çocuk boş boş Müjgan'ın yüzüne baktı. "Benim gelirken ayağımın takıldığı çıkık kaldırım taşının üzerinden atladın. Alışkanlıktandı. İyi tanıyorsun bu sokağı. Adımların sokağa girdiğin an hızlandı çünkü eve yetişmen gerekiyor. Başını kaldırıp soldan sekizinci ya da dokuzuncu eve baktın. İkisinden birinde oturuyorsunuz."
"Yüzde birlik kısımdansınız," dedi çocuk gülümsemesi kulaklarına kadar ulaşırken. Kadın anlamadı ne dediğini. "Benim gibilerden... Adım Görkem, tanıştığımıza memnun oldum."
"Olma, Görkem." Çocuk aldırış etmeden kadının yanına oturduğunda bir kez hapşırdı, sonra burnunu çekip kadının yüzüne baktı.
Gece karası saçları vardı, iki omzundan aşağı dalga dalga dökülüyorlardı. Ayağındaki ayakkabının topuğunun kırık olduğunu fark etti. Üzerinde onu üşütecek kısalıkta, siyah ve pullu bir elbise vardı. Kadının yüzündeki yorgunluk, onun yaşını olduğundan büyük gösteriyordu. Harap görüntüsü dışında oldukça genç yaşlarda olduğunu tahmin etti Görkem.
"Neden sizden uzak durmam gerektiği konusunda beni ikna edemezseniz, sizi tamamen çözene kadar dibinizden ayrılmamak zorunda kalırım. Bir şeyleri çözmeden rahat edemiyorum maalesef. Yanlış velete çattınız."
Kadın bir kahkaha daha attığında çocuk onu güldürebilmiş olmanın gururuyla gülümsedi.
"Hasta görünüyorsun, nane limon kaynatayım mı sana?"
"M"
"Böyle başladı muhabbetimiz," dedi gözü anılarına dalmışken. "Müjgan abla, bir hayat kadınıymış 13. Ben bu ve diğer tabirlerin hepsinden nefret ediyorum ama insanlar onun gibilere böyle diyorlar. O, kendine yeni bir başlangıç yapmaya çalışıyordu aylardır. Ama mahalleli onu istemiyordu, bakkaldan ekmek bile alamıyordu. Alışverişini ben yaptım. Hiç gocunmadım, hep yaptım. Evine sürekli girip çıkıyordum. Çözemediğim bazı soruları ona soruyordum çünkü o çözebiliyordu. Severmiş matematiği, öyle söylemişti. Beni de sevmişti, bunu söylemese de anlayabiliyordum."
Elini yumruk yaptığını fark ettiğim an duymak istemeyeceğim bir şeyin geldiğini anladım. Ellerimi yatağa bastırarak Görkem'i dinlemeye devam ettim sessizce.
"Sonra mahalleli benim hakkımda çok kötü şeyler söyledi. Çocuktum, yemin ederim hepsi iftiraydı. Ben ablam saydım o kadını hep. Müjgan ablamdı, hayatımda en büyük ize sahip kadın odur. Bebeğini kaybetmişti o da, sanki beni kaybettiği o çocuğunun yerine saydı. Ondan gördüğüm tek şey merhamet ve hayatın gerçek, acımasız olan yüzüydü. Söylenen her şey iftiraydı."
Ağır bir yara duruyordu orada bir yerde. Gözlerini kapattı. Diğerlerinin ötekileştirdiği kişiye kendi boyuna bakmadan sahip çıkmaya çalışıyor diye arkasından kim bilir neler demişlerdi.
"Neden böyle bir hayatın içine düştüğünün sebeplerini sıralamayacağım sana," dedi Görkem. "Ben onun dert ortağıydım, her şeyi biliyorum ama onunla empati kurmanı falan istemeyeceğim senden. Görüşün farklı olabilir, ona karşı önyargılı olabilirsin. Sadece, o ikinci bir şansı yemin ederim hak ediyordu. Çok istemiştim yeni hayatını inşa ederken yanında olmayı. Kimseyi dinlemedim bu yüzden."
"İyi insan iyi, kötü insan kötüdür Görkem," dedim araya girerek. "Rütbe, iş, geçmiş bir yere kadar. Öyle tip insanlarla karşılaştım ki hayatım boyunca, kimseyi olduğu yerle yargılamamam gerektiğini biliyorum. İçinde bulunduğu kötü ortamdan çıkmak için yürekten çaba gösteren bir kadına önyargılı bakmam ben, rahat olabilirsin."
"İnsanlar senin gibi değil ama onları anlayabiliyorum. Kimse oğlunun bu hayatın içinden gelen bir kadınla arkadaşlık kurmasını istemez. Ama her hikâyenin buluşması gereken bir okuru vardır. Onun okuru da bendim işte."
"Sana o gece nane limon kaynattı ve yemeğe geç kaldın değil mi?" diye sordum tebessüm ederek.
"Eve ilk defa o geceki kadar geç kaldım. Ben nane limonumu içerken o da benim çözemediğim bir soruyu çözmüş, bana anlatmıştı. O gece Müjgan ablayla tanışmasaydım asla uyuyamayacaktım. Boş bıraktığım bir soruyu çözmeden uyumam çünkü ben."
"Sana kendini anlattı," dedim.
Başını salladı. "Hayatını, yakın zamanda kaybettiği bebeğini. Hamile olduğunu öğrendiğinde patronu... Neyse, Müjgan abladan aldığım bir sırdı bu bebek olayı. Daha fazla detay vermeyeyim bu konuda."
"Bebeğini yaşatmak istediği için mi yeni bir hayat kurmaya karar vermiş?"
"Bunu denerken onu kaybetmiş." Başını önüne eğdiğinde bana bakmıyor, gözleri zeminde oyalanıyordu. "Mehmet diye bir adam vardı. Müjgan ablamın tek aşkı, uğruna çaba verdiği tek kişi. Ona umut olan tek insan... Aslında bir müşteri, sonrasında yari, en son katili."
Ardı arkasına sıraladığı sözcüklerin sonuncusu beni beynimden vurulmuşa döndürdü. Nefesimi bile düzenli alıp vermeye çalışıyordum anıların arasına sıkışan Görkem'in konsantrasyonunu dağıtmamak ve bu hikâyenin bir okuru değilse bile bir dinleyeni olabilmek için.
"Bir buçuk yıl kadar sürdü yeni hayat kurma çabası. Başarılıydı. Mehmet abi de gidip geliyordu gri sıvalı eve. Yaz geldiğinde evleneceklerdi. O yaz hiç gelmedi. Müjgan ablanın son kışı oldu o kış."
"İstersen anlatma kalanını." Elimi koluna yasladım. "İstersen kalsın sende. Ben kafamda Müjgan ablamızı yaşatmaya devam edeyim."
"Boynunda yaşatıyorsun ya zaten..." İç çekti. "Bil istiyorum, biraz da benim hakkımda fikrin oluşsun diye belki. Belki içimde bir yerde suçluluk duygum varsa azalsın diye.... Bilmiyorum, bence o duygu hiç uğramadı bana ama uğramışsa bile sen anlarsın."
Elimi künyenin üzerindeki M harfine koydum. Kabartmanın üzerinde gezindi işaret parmağım. Tek bir kişinin değil, bir aşkın baş harfiydi aslında M. Görkem'in manevi değer diye bunca yıl yanından ayırmadığı künyesi, bir aşkın simgesiydi. Hisleri olmayan adama en kuvvetli hislerden biri emanet edilmişti.
"Müjgan ablayı arıyordu her yerde eski patronu. Adamları ulaşmış adresine, peşine birileri takılmış. İnan onu öldürmezlerdi, onu ölüm için yalvartırlardı."
Nefesim kesildi ama bunu ona belli etmedim.
"Mehmet abi duyunca haberi kalkmış gelmiş Müjgan ablayı almaya. Ben bu hikâyeyi, yıllar sonra hapishane ziyaretinde birinci ağızdan dinledim tabii... Neler hissettirdiğini anlatamam sana. Müjgan abla biliyordu kaçamayacaklarını. İstemiyordu da zaten kaçmak. Beni geride bırakmak istemediği için o kadar direnmişti. Mehmet abi bunu açık bir şekilde söylemedi ama ben anladım."
"Sonra..."
"Sonra," dedi sormama izin vermeden. "Bir test kitabı bitirdiğimde bir yere götürüyordu Müjgan abla beni ödül olarak. Bir keresinde çikolatalı pasta yemiştik, bir kere kocaman bir kütüphaneye gittik, bir kere beni halı sahaya götürmüştü. Ben çok iyi futbol oynarım biliyor musun 13? Çocuklar sevmezdi beni ama, milimetrik paslar atardım çünkü. Olduğum takım mutlaka kazanırdı. İstemezlerdi benim oynamamı, hepsi yanımda sönük kalırdı çünkü. İşte Müjgan abla mahallemdeki, okulumdaki arkadaşlarım dışında bir grup ayarlamıştı nereden ayarladıysa artık... On yedi on sekiz yaşındaki abilerin arasına girmiştim o gün. Üç gol attım, bir asist yaptım. Hayatımda normal bir çocuk kadar mutlu olduğum nadir günlerdendi. Çok sevinmiştim."
Geçmişin sayfaları arasında kaybolup gittiğini fark ettiğinde "Neyse," dedi. "O gün de test kitabımdaki son soru kalmıştı. Müjgan ablaya soracaktım, bitecekti ve akşamında sürpriz bir yere gidecektik. Baktım, kapısı aralık. Sonra kuvvetli bir gürültü... Koştum girdim içeri elimde kitabımla."
En sevdiği kişinin ölümüne şahit olan tek insan ben değildim bu dünyada.
Bunu bir başkasının ağzından dinlediğimde her acının kişiye özgü olduğunu hatırladım yine. Küçük hissettim kendimi.
Ben yetişkin bir kadındım bir cesede sarıldığımda. O ise bir çocuktu.
"Sol göğse tek kurşun. Tam kalbe..." Alnı kırıştığında elleri titredi. Bana hâlâ bakmıyordu. "Silahı tutan Mehmet abi, ağlıyor bir yandan. Bir yandan bana bakıyor çaresizce. Ben şoktayım. Müjgan ablam kanlar içinde yerde, ya gülümsüyor ya ben halüsinasyon görüyorum. Bugün bile biliyorum aslında halüsinasyon olmadığını. Bir kere güldü, öyle gitti benim ablam."
Elleri titreyen tek kişi Görkem değildi artık.
"Silahı bıraktı, titreyen bacaklarıyla çıktı evden Mehmet abi. Ben arkasından bile bakmadım, gözlerim sadece kızıl kanlarda. Üç dakika ya geçti ya geçmedi, bir araba sesi duyuldu. Kapının önünde durdu, üç adam girdi içeri. Bana baktılar, küfür ettiler, sorgulamak için bile durmadan kaçtılar olay yerinden. Cesedin başında bir ben varım. Onun yanında hep ben vardım zaten sadece."
Dizinin üzerine parmaklarımı yaslamam bilincim dışı gerçekleştirdiğim bir eylemdi. Dağılmışlıktan ziyade, defalarca izlediği kötü sonlu bir filmi yeniden izliyormuş gibiydi yüzü. Yıllar geçilince üstünden ölüm bile atlatılıyordu demek ki.
"Alnını öptüm, hep alnımı öperdi çünkü o benim. Künyesini aldım boynundan. Bir cesedi ilk görüşüm, bir cesede ilk dokunuşumdu. Polise haber veren de bendim. İfademi aldılar. Birilerini görüp görmediğimi sordular. Yalan söyledim 13. Kimseyi görmedim dedim. Neden bunu yaptığını o zaman bilmesem de Mehmet abiyi ispiyonlayamazdım. Sonradan gelen üç adamı tarif etsem, onlardan önce evin içinde olduğum için cinayet üzerime kalırdı. Ben geldiğimde sadece ceset gördüm dedim."
Suçluluk duygusu yoktu. Pişman değildi bu yalanından dolayı.
"Bu yüzden, Kaya ve benim teşkilata girmekten başka çaremiz olmadığında bu mesleği hak etmediğimi çok iyi biliyordum. Ben vakti zamanında tanık olduğum bir cinayetin sonuca kavuşturulma sürecini geciktirdim. Bir suç ortağı bile sayılırım belki de. Susan da en az yapan kadar suçlu değil midir?"
"Değildir," dedim kesin bir dille. Duyduklarım beni oradan oraya savuruyordu. Görkem gözümde ideal bir liderdi. Bunun için doğduğunu sanıyordum. Küçük yaşında yalan ifade verdiği aklımın ucundan dahi geçmezdi.
"Öyledir." Gözlerini kaçırdı yine. "Gerçekler ortaya çıktı tabii. Ben Mehmet abiyi görmeye gittim aklımdaki soru işaretleri silinsin diye. Aşk her şeyden güçlüymüş, öyle dedi. Canı daha fazla yakılmasın diye sevdiği kadının canını kendi elleriyle aldı ve bunun vicdanıyla geçirdi her bir gününü. Kendini öldürecek sandım, bir gün bunu yapacağına emindim ama yaşıyor hâlâ. O acıyla, elindeki o resimle her gün yeniden açıyor gözlerini. Diyor ki, kendimi öldürürsem onun yanına gidemem. Bakamam yüzüne diğer tarafta."
"Sana bir şeyler söylemek istiyorum ama ne söylenir bilmiyorum," dedim. "Bütün kelimeler anlamsız geliyor."
"O kitabı hâlâ saklıyorum," dedi. İlk defa gözlerini bana çevirdi ve dolu oldukları gerçeği bir tokat gibi çarptı yüzüme. "Son sorusunu hâlâ çözmedim. Eskisinden daha bilgiliyim, tekrar bakarsam çözeceğime şüphem yok ama bakmıyorum. Müjgan ablaya soracaktım, soramadım. O günden sonra sanki benim cevapsız kaldı bütün sorularım."
"Yanında bir kez daha ağlamak istemiyorum." Sesim titredi.
Benim Mete'm, onun Müjgan ablası.
Bizim M'lerimiz...
Hayatımızda en büyük ize sahip insanların baş harfleri aynıydı. Kahraman gördüğümüz, yanında nefes aldığımız insanların ölümlerine şahit olmuştuk.
Bir noktada, bizim yaralarımız ikizdi onunla.
"Test kitabımı bitirip o gün ona getireceğimi biliyordu. Maç bileti almış bana, masasının üzerinde iki tane duruyordu. Beşiktaş-Galatasaray derbisiydi. Bir sonraki cumartesiye, ölü bir insanın adına, iki giriş bileti... O test kitabında, çözülmemiş son sorunun olduğu sayfanın arasında saklıyorum hâlâ. Sarardılar ama..."
Boğazımdaki yumruyu gidermek için yutkunmak yeterli gelmiyordu. Bileğimdeki ipin beni onlara bağladığını biliyordum ama hikâyelerimizin çoktan düğümlendiğini yeni yeni fark ediyordum. Analizcilerle yolumun kesişmesi tesadüf değildi.
"Başın sağ olsun." Söylediğim cümlenin altında ezildiğim anlar doluştu aklıma. "Bir gün olur da sararmış biletlerin olduğu sayfayı açmak istersen yanında durabilirim."
"Çok zaman geçti üzerinden." Alnına yaslayarak başladığı elini yüzü boyunca aşağı indirdi ve ardından çekti geri. "Ölümden beter hiçbir şey yok 13. Gerçekten yok. Ama acısı geçiyor, anısı kalıyor sadece. Bana inan. İnan ki bazı şeyler daha kolay olsun senin adına."
"Bir kayıp senin çocukluğunu bitirmiş, bir kayıp benim ömrümü bitirdi." Elimi dizinden çektim. "Yitip gidenler bizi bitirenlerle aynı kişiler. Anı, acı ne dersen de. Ölüm hayatına girdi mi sen hayatından gidiyorsun işte. Bir şeyler geri dönüşü olmayan biçimde değişiyor."
Sessiz kaldı cümlelerim karşısında. Tersini savunacak gücü bulamamıştı belki de kendinde. Bir anda gözü kol saatine kaydı ve şaşkınlıkla bana çevirdi bakışlarını. "Bu kadarını tahmin etmemiştim," dedi yüzüme sarsılan ifadesiyle bakarken.
Ona tek bir soru sormuştum ve yapmamız gereken işleri bile kenara bırakıp bana kendini açmıştı. Geçmiş perdesini sonuna kadar aralamış, beni içeri almıştı. Akıp giden saat değildi tahmin edemediği, bana anlattığı detaylardı.
Kendini bana bu kadar açacağını hesaba katamamıştı.
"Senden aldığım bir sırdı," dedim onun cümlesini kullanarak. "Yemek yemeye vaktimiz kalmadı. Sanırım doğrudan ayrılmamız gerekecek."
"Özür dilerim."
"Anlatmanı isteyen bendim," dedim hızlıca. "İhtiyacın varmış işte senin de. Rahatladın."
"Ödeşmemiz gerek," dedi sırıtarak. Modunun değişme hızı gerçekten beni şaşkına uğratmıştı. Diğerleri de benim mod değişiklerim karşısında böyle hissediyor olmalıydılar. Hiçbir şey olmamış gibi yaptım çünkü Görkem bana öyle yapıyordu. "Bir gün sen de bana bir şeyler anlatmalısın."
"Karşılıksız iş yapmıyor musun sen ya Allah Allah?" diyerek kalktım yanından. Onu da berberimde sürüklemiştim kolundan çektiğim için. "Hadi, yaylanma. Daha kazanman gereken bir kumar oyunu var. Bu sefer yanında ben olmayacağım."
"Sen yanımdasın diye kaybediyordum zaten," dedi dilini damağına vurarak beni ayıplarken. "Aklım dağılıyor."
"İnsanda akıl makıl bırakmam." Saçlarımı savurup egolu bir sırıtış yolladım ve ardından dayanamayıp sesli bir şekilde gülmeye başladım. "Var öyle huylarım."
Lenslerini ve peruğunu hallettikten sonra adım adım beni takip etti, odadan çıkıp asansörlerin olduğu kısma kadar el ele gittik. Ben en tepeye çıkacaktım, o yer altına inecekti. Bizi ciddi şekilde birbirimizden ayırıyorlardı ve bu plan her kime aitse o kişinin zekâsını ciddiye almam gerekiyordu.
Birbirimize verdiğimiz güven, nasıl olsa atlatırız laflarımız bir yere kadardı. Yüzüme söylemese de bile bile tehlikeye yürüdüğümün farkındaydım. Yüzüne söylemesem de yolunda gitmeyen bir şeylerin olacağını hissediyordum.
Asansör kabinlerinden birinin sesi duyuldu. Kapılar açılırken Görkem hızlı bir hamleyle elini başımın arkasına attı.
Dudakları sol şakağımı buldu. Küçücük bir dokunuşun arkasından geri çekilip yüzüme baktı.
"Dikkatli ol," dedi az önce alnımı öpen dudaklarını kıpırdatarak. Sesli söylememişti.
"İyi şanslar," dedim kendimi hızlıca toparladığımda. Kameralara oynuyordu. Etrafta rol yapacağımız kimse olmadığına göre kameralara oynaması gerekirdi yani. O yüzden yapmış olmalıydı.
Ya da gerçek bir endişeydi ve bu şekilde dışa vurdu.
Asansör kabinine adımladı. Ben diğer asansörü bekleyecektim. Kapılar kapanmadan önce son kez içimi rahatlatmak ister gibi gülümsedi. Ben de gülümseyerek karşılık verdim ve diğer asansörün içine adımladım.
Boş kabinde, sadece bir anlığına aynaya değdi gözlerim ve gördüğüm şey kafası karışmış bir kadındı. Sonra önüme döndüm hızlıca.
Yukarı çıkana kadar geçen saniyeler içinde kafamı toparladım. Parmaklarım bir kez şakağıma dokundu, algılarımı kaybedip kaybetmediğimi düşündüm ve kabinin kapıları ufak bir sarsılmayla birlikte açıldığında odağımı tamamen görevime çevirmiş biri olarak çıktım dışarıya.
Terasın büyük camdan kapıları ve önünde dikilen iki iri yarı adam, benimle açık hava arasındaki engellerdi. Acele etmeden yanlarına vardım.
"Giriş izniniz var mı?" diye sordu koruma, kolumu tutarak.
Kolumu tutarak...
Onu yere sermemek için ellerime hakim olmam gerekti. Aniden bileğini yakalayıp parmaklarını kolumdan sökerek ayırsam bu pek de Mila'ya uygun bir davranış olmayacaktı. Reflekslerimi bastırmayı bir şekilde başardım.
"Şu eline koluna bir sahip çık önce," dedim bir adım geriye atarak. Çantamın içinden çıkarttığım kartı diğer adama gösterdiğimde elindeki makineyle kartın üzerindeki barkodu okuttu.
Konsere girer gibi terasa giriyordum.
"Üzerinizi aramam gerek," dedi sabrımı sınayan adam.
"Hasan Bey'in özel davetlilerine uyguladığı muamele gözlerimi yaşarttı gerçekten," diye mırıldandım. "Çekil önümden. Ellerin bir kez daha bana değecek olursa başına geleceklerden ben sorumlu değilim."
Onu geçip içeri girmek üzereydim ki bu defa dirseğimde hissettim baskısını. "Oldukça kork-"
Hızlı bir hamleyle ayakkabımın sivri topuğunu ayakkabısının burun kısmına bastırdım. Kendini saniyesinde geri çekerken doğal olarak kolumdaki baskısı da azaldı. Dirseğimi hafifçe salladım ve parmaklarını adeta silkeledim üzerimden. Yüzü acıyla buruşmuştu.
Ayak parmağı masaya vurulduğunda bile acısı yerinden zıplatıyordu. Üzerine sivri burunla basılmış bir ayak parmağı da böyle içine içine küfrettiriyordu insanı demek ki.
"İzninle geçiyorum artık. Her önüne gelene dokunmaya kalkma bir dahakine."
Kartımı okuyan görevli, arkadaşının haline bıyık altından gülüyordu. İkisini de ardımda bırakıp loş bir ışıklandırmaya sahip terasa giriş yaptım.
Hava kararmış, şehrin ışıklarına terasın ışıkları da eklenince ortaya parti ortamı denebilecek bir ortam çıkmıştı. Fazla yüksek olmayan bir sesle hareketli bir müzik çalıyordu kurulan hoparlörden. Bir tarafta bar tezgahı ve arkasında bulunan üç barmen, diğer tarafta koltuklar, minderler ve sandalyeler vardı. Neredeyse hepsinin önünde küçük birer sehpa duruyordu.
Buradaki isimleri dikkatle taramaya başladım çünkü etrafımdaki herkese tehlike gözüyle bakıyordum. Aşağıda kumar oynamaya devam edecek her şeyden habersiz insanlar bizim ilgi alanımızın dışındaki isimler olacaktı. Bir üst basamağa ulaşacaksak buradakiler sayesinde ulaşacaktık.
Hasan'ı buldu gözlerim. Sırtı bana dönük olduğundan beni fark etmedi. Ben de hiç yanına gitmeye niyetlenmedim. Bar tezgahının önünde duran, kollarını tezgaha yaslamış ve bir elinde boş bir kadeh tutan Hermes'le göz göze geldiğimizde adımlarımın yönü belli olmuştu.
Kendimi zorlayarak en sahtesinden bir gülümseme yerleştirdim suratıma. Bütün akşam bunu taşımam gerekiyordu yüzümde. Kaslarım şimdiden ağrımaya başlamıştı. "Ağır yenilgim," dedi yanına vardığımda. Yayılmış bir şekilde oturuyordu ve hemen düzeltti kendini. "Bana kaybımı hatırlatmaya mı geldiniz?"
Kaybettiği uyuşturucuları önemsediğini düşünmüyordum. Takıldığı nokta kaybedişiydi sadece. Hırs, onun karakteristik bir özelliğiydi sanki. Gözlerindeki ışık bile ele veriyordu bunu.
"Hasan Bey tarafından davet edildim," dedim yanındaki yüksek tabureye kalçamı yasladığımda. "Bana da sürpriz oldu sizi tekrar görmek."
"Partiyi kaçıramazdım." Benim için barmenden bir kadeh istedi. Önümüze koyulduğunda ise sol tarafında duran şişeyi kavrayıp hızlıca doldurdu kadehi yarısına kadar. Sonra hafifçe önüme itti.
İlacın etkisi geçmiş olsun diye dua ediyordum içten içe. Yine midemin ağzıma gelmesini istemiyordum. Ayrıca görev başında alkol tüketimi hâlâ alışamadığım bir noktaydı.
Analizcilerin ve karakol ortamındaki polislerin birbirinden çok uç noktalarda olduğu aşikardı.
Gözümün önünde doldurulduğu ve ilaçlı olmadığına emin olduğum kadehi parmaklarımın arasına alıp Hermes'e gülümsedim. Üzerindeki siyah gömleğin kol düğmeleri yine H harfi şeklindeydi. Bir kez daha kulağının arkasındaki üçgen dövmesine takılı kaldım ardından hızlıca yüzüne çevirdim gözlerimi. Onu incelediğimi hissettirmemem gerekiyordu.
"Bir şey sormak istiyorum izniniz olursa." Başımla onay verdim devam etmesi için. "Yanılmıyorsam buraya kartla giriş yaptınız." Hikayesini doğrulamak için başımı salladım bu defa. "Hasan'ın sizi buraya davet etmesi için ya size çok güvenmesi ya da çok geniş bir çevrenizin olması gerekiyor. Sizi yeni yeni tanıyor olduğumdan hangi sebeple burada olduğunuzu merak ettim."
Benimle hâlâ sizli konuşan adam Hasan'a bey bile dememişti. Konum olarak ondan üstün olduğuna çoktan emin olmuştum zaten. Şimdi de Hasan'ı aşağılar gibi konuştuğunu hissetmiştim.
Uyuşturucu işlerinin başına geçtiği için sona bıraktığımız, onu kullanarak en tepeye varacağımızı düşündüğümüz karakter; Hermes için herhangi biri gibiydi.
İçime düşen güçlü şüphe boşa kürek çektiğimiz fikrini de beraberinde getirdi.
"Hasan Bey bana bu kadar çabuk güvendiyse onun bir aptal olduğunu düşünmeye başlarım," dedim tavrımı belirtip ona yaklaşma çabasıyla. "Öbür yandan, kendi reklamını yapmaya çalışan birini görüyorum ona baktığımda. Sanıyorum ki Hasan Bey için devamlı müşteri adayı kategorisindeyim. Beni avucuna çekmeye çalışıyor."
"Bir kullanıcı mısınız?" diye sordu şaşkınlıkla.
Hayır, dün kazanmak için kırk takla attığı uyuşturucularla çiçek yetiştiriciliği yapacak Mila Tokel. Ne biçim soru bu Yağmur?
"Satıcı olduğumu mu düşünmüştünüz?"
Sorusuna soruyla karşılık vermem üzerine kaşları çatıldı. Kısa bir es verdi, sonrasında yeniden araladı dudaklarını. "Düzgün bir hayata sahip, oldukça formda bir kadın izlenimi veriyorsunuz bana. Bu tarz bir batağın içinde olduğunuzu tahmin edemedim."
"Sürekli benden konuşuyoruz," diyerek kestim lafını. "Bir mühendisin bu bataktaki yeri nedir?"
"Tavrınızı sert buldum. Bir şeyler saklamak isteyen insanlar böyle davranır."
"Tavrınızı sorgulayıcı buldum," dedim hızlıca. "İnsanlar kendilerine rakip veya düşman gördüğü kişilere böyle davranır. Sert davranmamı beklemiyorsanız bana arkadaş canlısı yaklaşmanız gerekiyor beyefendi."
"Mila Hanım, insanlara o ela gözlerinizle keskin bakışlar atıp hadlerini bildirirseniz size aşık olurlar." Kahkaha attı. "İyi anlaşacağımızı biliyordum. Arkadaş canlısı olduğumu bilmenizi isterim sizin de."
"Arkadaş canlısı," dedim üzerine bastırarak, "olarak kalmaya devam edin lütfen."
Yeniden gülümsediğinde içtendi. "Mesajı çok net bir şekilde aldım. Rahat olabilirsiniz."
"Rahatsız olacağım herhangi bir durum yok zaten," dedim ve elimdeki kadehe uzunca bir süre baktığı için bir yudum almak zorunda kaldım.
Kusma hissi hâlâ oradaydı. Yutkunduğum an yakarak boğazımdan geçen alkol, yarı yolda yukarı tırmanışa geçmesin diye hızlıca bir kez daha yutkunup kendimi kontrol etmeyi denedim.
Bunu dışarıdan fark ettirmemeyi başarmıştım. Etrafta dolaştırdım gözlerimi. Tanıdık bir yüzde duraksadım, o gözler aynı düşmanlıkla bana odaklanmıştı. Serdar muhtemelen geldiğim ilk andan beri beni izliyordu.
Ne zaman olduğunu kestiremesem de başıma bela açacağına oldukça emindim.
"Hasan'ın gözleri sizi arıyor sanki," dedi işaret parmağıyla koltukların ortasında dolaşan adamı göstererek. "Onun için gerçekten kapılması gereken bir müşteri konumundasınız."
"Ben bir yanına uğrayayım," dedim kadehi hızlıca tezgaha bırakarak. Bunu bir kaçış olarak görmüştüm o an.
Hava iyiden iyiye kararmıştı. Küçük sarı led ışıkların oluşturduğu atmosferin loşluğuna tezat yabancı hareketli şarkılar çalıyordu hâlâ arka planda. İnsanların dans etmeye başladıklarını gördüm köşede. İstemsizce kaşlarım çatıldı çünkü dans figürleri oldukça abartılıydı. Bir grup kadın ve erkek kendilerinden geçmişçesine sallanıyorlardı yerlerinde.
"Mila Hanım," dedi Hasan. Saçları yine fönlüydü. Fönsüz dolaşmıyordu herhalde bu adam. "Hoş geldiniz."
"Merhaba," dedim küçük bir el sallayışın ardından ona doğru ilerlerken. Kendisini arkasındaki koltuğa bıraktığında eliyle oturmamı işaret etti. Yanına oturduğumda aramızda olması gerekenden daha az bir mesafe kaldı. Kişisel alanına girmiştim. "Selma Hanım buralarda değil sanırım?"
"Evet," dedi başını sallayarak. Gözleri hızlı bir tur attı üzerimde. Ona yaklaştığım için bunu bir sinyal sanmıştı sanki. "O beni temsilen oyuna katıldı bu akşam."
"Beni temsilen de Kuzey masada."
"Biliyorum," dedi. "Onu kazanması için yanınızda getirdiğinizi sanıyordum. Rezalet performansından sonra tekmeyi basarsınız diye düşünmüştüm."
"Bir iki oyunu kaybedişi onun performansını rezalet mi yapıyor?" Kaşlarımı çattım. "Dün üç oyundan birini bile kazanamadınız ev sahibi olarak. Rezalet algınızın tam olarak ne olduğunu merak ettim doğrusu."
Benim yanımda Görkem'i gömemezdi. Öylece aşağılanmasına izin vermeyecektim.
"Onun sizden hoşlandığını anlamıştım fakat sizin ona karşı hislerinizin olduğundan haberim yoktu." Yaptığı tespiti yüzüme vurmak ister gibi konuşmuştu. Zayıf noktamı bulduğunu sanıyordu.
"Hislerle hiçbir alakası yok," dedim. "Hermes Bey, Kuzey'in oyununu rezalet bulsa bunu anlarım fakat siz... Bu karara varmak size düşmez gibi sanki."
Dumura uğramış ifadesini gülümseyerek üstünden atmaya çalıştı. "Kazancınız için dün sizi tebrik edemedim."
'Konuyu nasıl da değiştirdi ama başı sıkışınca.'
"Böyle şeylere takılmam. Yalnız, neden burada olduğumu merak ediyorum."
"Size güzel bir hafta geçirtme sözü vermiştim." Kastettiği şeyi anladığım an ellerimi dizlerime bastırdım istemsizce. "Bir yerden başlamam gerekiyordu."
Solumdaki boşluk saniyeler içinde Hermes tarafından doldurulduğunda iki adam tarafından kıskaca alınmış gibiydim. Hasan, ceketinin iç cebinden bir paket çıkarıp gözümün önünde salladı.
İçindeki beyaz tozun ne olduğunu anlamam on saniye sürmedi.
"Müessesinizin bir ikramı mı bu?" diye sordum andan kopmamaya çalışarak.
"Bir kullanıcıyı etkilemek için kaliteli maldan daha iyi ne bulabilirdim ki?" dedi Hasan. Şeffaf paketi avucumun içine bıraktı.
Kendimi kanıtlamamı bekliyorlardı çünkü benden şüphelenmişlerdi.
"Aslında ben genelde damar yolunu tercih ediyordum." Boşa konuşuyordum. Saniyelerin sesi duyuldu kafamın içinde. Bu defa aradım başka bir ihtimali. Gerçekten aradım.
"Kız kardeşim, erkek arkadaşınızın yanında." Her ne kadar öyle görünmese de bu bir tehdit cümlesiydi. Ters bir hareketimde Selma'nın Görkem'e anında zarar vereceğini bildiriyordu aslında. "Ben de sizinle ilgileniyorum. Müşteri memnuniyeti önemlidir. Hediyemi kabul edin lütfen."
Tam o an, bir grup insan tarafından çevrelendi oturduğum koltuğun etrafı. Çoktan kafayı bulmuş olanlar, aralarına beni de istiyorlardı. Neredeyse tezahürat yapacaklardı. Herkes bize bakıyordu resmen.
Tozu önüme bırakıp ellerimi birbirine kenetledim. Tırnaklarımla kazıyarak buraya kadar gelmişken geri dönemezdim. Bu görev için ciddi bir sürecin içine girmiştik ve hedefimizin büyüklüğünün farkındaydım. Bana söylenilenleri çok iyi dinlemiştim.
Kimseyi riske atmamak için kokain çekmem mi gerekiyordu?
Yağmur, sakın.
Görkem diye bağırmak istedim herkes gözümün içine bakarken. Ne yapmam gerektiğini ona sormak istedim.
Önümde başka seçenek yoktu. Bu sefer gerçekten tek bir ihtimal vardı.
"Bilmiyorsundur da sen şimdi... Burnundan çekeceksin onu," dedi Serdar tam karşımda durmuş, alayla gülerken. "Ya da senin bir hain olduğun konusunda herkes benim gibi düşünmeye başlayacak."
"Benimle kafayı bozdun." Gözlerimi önümdeki tozdan çekip ona çevirdim. "İşin gücün yok mu senin? Bu kadar boş bir insan mısın hakikaten?"
"Çok konuşma." Yüzünü yumruklayacaktım. Elime bir fırsat geçerse, onu bayıltana kadar yumruklayacaktım. Yazdım kenara. "Bir anda ortaya çıkıp herkesin göz bebeği olan Mila Tokel, aynı hızla gözden düşecek mi? İzliyoruz."
"Senin ciddi sorunların var." Paketi ellerimin arasına alırken parmaklarım titremesin diye odaklanmış durumdaydım. Sakin kaldım, tozu ince bir şerit halinde elimin sırt kısmına döktüm. "Kendimi sana kanıtlamak falan değil amacım. Bizde ikram geri çevrilmez."
"Kafası bir milyon olan erkeklerin hepsini kendinize aşık etmek istemezsiniz Mila Hanım," dedi Hermes solumdan. "Bir an önce şunu çekin de dağılsın kalabalık."
"Neden etrafımdalar?" diye sordum doğal bir merakla. Bir yandan elimin üzerindeki tozla bakışıyordum.
Bu ilk olmayacaktı. Belki de tek seferlik aptalca tecrübem yüzünden içimde büyük bir korku yoktu.
"İlkler önemlidir," dedi Hermes. Bıraktığım paketi parmaklarının arasına alıp kalan tüm tozu avucunun içine döktü. "Bu bir çeşit kabul töreni."
"O zaman şerefe," dedim kendimden iğrenerek. Buradan sağ salim çıkabilirsem Analizciler tarafından nelere maruz kalacağımı düşünmek istemedim. Beni öldüreceklerdi. Beni diri diri gömüp ölmemi bekleyeceklerdi hatta.
Halbuki ben sadece onlar için paralıyordum kendimi. Tam bir adanmışlık içindeydim ve kendimi her seferinde uçurumun kenarında bulacağımı bile bile yine girmiştim o yola.
Bile bile...
Tilkinin döndüğü kürkçü dükkanı gibiydi bu ikileme.
Sol burun deliğimi tıkadım bir parmağımla burnuma bastırarak. Sonra içime çektim tozu başımı hafifçe kaydırarak.
Bunu da yaptım.
Son birkaç gün içinde yaptıklarım inanılır gibi değildi.
Alkış kıyamet oldu ortalık. Gözlerimi açıp Serdar'ın göt oluşunu izledim ve küçücük bir keyiflenme süresi ayırdım kendime. Bir, bilemedin bir buçuk dakika içinde uçtuğumu hissedecektim.
Artık tek yapmam gereken bir an önce odaya dönmekti. Görkem'i bulmalıydım. Ona ihtiyacım vardı.
Rahatladığımı hissettim bir anlığına. Dünya küçüldü. Etrafımdaki yüzleri umursamadım. Gülümsedim kendi kendime. Hissettiklerim beni ergenliğimdeki bir anının içine fırlattı. Mike'ın yüzü geldi aklıma.
Yurt dışı seyahatlerimden birinde, bir ara sokakta yaptığımız aptallığı hatırladım.
Bağımlı değildim. Bir seferlikti. İlgi çekmek içindi. Yokluğumu fark etsinler, benim için endişelensinler istemiştim. Sokak sokak beni aramalarını, bulduklarında gerçek bir çocuk gibi anne babamdan azar yemeyi çok istemiştim.
Ağır bir ergenlik dönemi atlatmıştım.
Hayatımın her dönemi ağır geçmişti aslında. Mental sağlık denilen şeyin ne olduğunu bilmeyen biriydim ben.
Kalp atışlarım hızlandı. Çevremdeki siluetler kendilerini yeniden dansın kollarına atarlarken Hermes bana yaklaşmış, yüzüme dikkatle bakmaya başlamıştı.
Bir an beni öpecek sandım ve kendimi geri çekmeye niyetlendim.
"Demek ressamsın," dedi rahat bir tavırla koltuğa yayılarak. Kaslarım gevşediğinden ben de biraz salmıştım duruşumu. Sırtımı arkamdaki mindere yasladım.
"Evet."
"Ne tür resimler çiziyorsun?"
"Soyut çalışırım genelde," dedim ezberden. "Renklerle iç içe olmayı seviyorum."
"Natürmort peki?"
Sorgudaydım. "Nesneler bana göre değil," dedim. "Olmayanı oldurmaktan hoşlandığım için belki de."
"Anladım." Başını sallarken gözleri gözlerimi bir an olsun bırakmıyordu. İrileşen göz bebeklerime odaklanmıştı sanki. Kendimi hipnoz oluyormuş gibi hissettim. "Amerika'da mıydın bunca zamandır?"
Ona verdiğim bilgileri test ediyordu aklınca. "İngiltere'de," diye düzelttim. Hasan sohbetimize kulak kesilmiş halde öylece duruyordu. Anlaşılan sahne Hermes'indi.
"Konuştuklarımızı hatırlamayacaksın Mila." Gözlerime mümkünmüş gibi daha dikkatli baktı. Kol saatine değdi gözleri. Tozu çektikten sonra kaç saniye geçtiğini hesaplıyordu. Benden çok daha kontrollü olacaktı çünkü yüksek ihtimalle o devamlı bir kullanıcıydı. "Senin ve benim aramda geçen tek bir kelimeyi bile hatırlamayacaksın."
"Siz hitabından vazgeçtiniz görüyorum ki."
"Bir dakika sonra kendinden geçeceksin ve tamamen avucumun içinde olacaksın." Elini şortumun çıplak bıraktığı dizime koyduğu an direnmenin faydası olmayacağını anladım.
Ona teslim olduğumu düşünmesini ne kadar erken sağlarsam o kadar kolay kaçabilirdim buradan.
"Sen farklı gelmiştin gözüme," dedim. "Diğerlerinden seni ayıran o zekâ gözlerinden okunuyordu."
"Aynılarını senin için söyleyebilirim," dedi. "Amacını hâlâ çözememiş olmam canımı sıkıyor ve bu gece buna son vereceğim. Bana her şeyi anlatacaksın."
"Ne bilmek istiyorsun?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak. "Kim olduğumu düşünüyorsun ki benim?"
"Senden değil Kuzey'den şüpheliyim," dedi doğrudan. "Sen masumsun ve seni bir kukla gibi yönetiyor olabilir mi? Eğer durum buysa, başına hiçbir şey gelmeyeceğinin garantisini veririm sana."
Kalp atışlarım kontrolden çıktı. Nefes alış sıklığım arttı ve burun deliklerim cayır cayır yanmaya başladı. "Sence ben yönetilecek biri miyim Hermes?"
"Nasıl tanıştınız?" diye sordu beni umursamadan rutin sorularına devam ederek.
"Gece kulübünden otele yatay geçiş yaptık." Hikayeyi kafamda yeniden canlandırmaya çalıştım. "Güzel bir kadınım, o da çapkın bir erkek. Afili bir öykümüz yok sana anlatabileceğim."
"Doğruları mı söylüyorsun?"
"Şüphen mi var?" Işıklar gözümü almaya başladığında bunu ne kadar sürdürebileceğim konusunda fikrim yoktu.
"Mila senin gerçek adın mı?"
"Hermes senin gerçek adın mı?"
Kaşlarını çattı. "Direnişin neden uzun sürdü bu kadar?" Gözleri yeniden kol saatini buldu. "Bir şeyi kafaya taktıysam er geç alırım, unutma bunu. Bana ne kadar hızlı anlatırsan o kadar iyi senin adına."
"Avucunu yala," dedim başımı geriye doğru atarak. Gökyüzüne verdim odağımı. Sönük ve az sıklıkta görünen yıldızlardan birine sabitlendim. "Boşa harcama zamanını. Gördüğünden fazlası yok."
"Şu herif," dedi İspanyol kibar beyefendinin ağzına yakışmayacak kadar kaba bir şekilde. "Ne iş yapıyor tam olarak?"
"Baba parası yiyor," dedim. "Tek bildiğim bu. O benim sevgilim değil, bir şeyim değil. Çıkarım olmasa bir saniye durmam yanında."
"Ne kadar üzerine gideceksin daha?" diye sordu Hasan. Ağzını açması beni şaşırtmıştı. "Ben ikna oldum."
"Sen safsın çünkü," cevabını aldı. "İşime burnunu sokmaya kalkma Hasan. Aynı seviyede bile değiliz."
"Doğru," dedi Hasan gözlerini devirerek. "Sizin şu piramit meselesi..."
"Kes sesini." Hermes yumruğunu sıkmış, ardından beni kolumdan kavramıştı. "Rahat olacağımız bir yere gidelim mi Mila?"
"Hop!" diye bir nida sıyrıldı dudaklarımın arasından. Engel olamamıştım bileğini sıkıca kavrayan elime
"Sakin," dedi sırıtarak. "Ben karaktersiz biri değilim. Çatının diğer köşesine gideceğiz sadece."
Ona ayak uydurmaktan nefret etsem de ona ayak uydurdum. Baş dönmem arttığı için kolumu tutan elini de serbest bıraktım ve beni terasın ucuna götürmesine izin verdim.
Oldukça yüksekteydik.
"Söyle bakalım, neden rolüne hazırlanmış bir ajan gibi her soruma cevap veriyorsun?" Anlık afallayışımı ona belli etmemek için aşağı bakmaya devam ettim. "Benim tanıdığım Mila böyle yapmazdı."
"Kokain değiştiriyor insanı," dedim hızlıca. "Ayrıca sen beni ne ara tanıdın? Ve ayrıca, çok fazla film izliyorsun Hermes. Biraz ara ver."
"Kuzey'in takıntıları mı var?" Beni duymazdan gelerek öğrenmek istediği her şeyi öne sürüyordu. Bu şekilde savunma sistemimi çökerteceğini, onun kuklası haline geleceğimi biliyordu. Bu birini ilk sorguya çekişi değildi.
Beynimin kıvrımlarını parmaklarımın arasında tutuyormuş gibi sıktım yumruğumu. Tırnaklarım canımı acıttı ve acı beni ayakta tuttu.
Ellerimin arasından kayıp giden şuurumu yakalamaya çalıştım. "Manyaksın sen," dedim. "Beni odama götüreceksin, hemen."
Hava estiğinden mi yoksa beynime ulaşan tozdan mı bilmesem de titrediğimi hissettim. Ceketini çıkarıp omuzlarıma bırakması ise asla hesaba katmadığım bir şeydi. "Seni odana bırakacağım." Saatine baktı. "On beş dakika sonra, söz."
"Beni odama bırakmana ihtiyacım yok." Az önce neden ona bunu emrettiğimi bilmiyordum. Algılarım kapanmak üzereydi ve hissettiğim tuhaf enerji beni bir dalga gibi oradan oraya sürüklüyordu. "Ben giderim."
"Benim iznim olmadan o kapıdan seni kimse çıkaramaz," dedi başını dikleştirerek. Omuzlarımdaki ceketi kabullendiğimin yeni farkına vardım. Neden hiçbir tepki vermemiştim?
"Sen kimsin ki?" diye sordum ona doğru bir adım yaklaşarak. "Bir mühendis, bir kumarbaz, bir bağımlı... Başka?"
"Buradakilerden üstünüm."
Yüzüne baktığımda gördüğüm o ifade ilk defa içimi ürperten cinstendi. Bütün maskelerden arınmış yalın hali, izlediğim seri katil belgesellerindeki insanlardan bile daha soğukkanlıydı.
"Ben zirveyim," dedi ve bu defa kendinden o kadar da emin olmadığını belli etti yüz ifadesi. Sıktığı çenesi öfkesini anlattı bana.
Birinin emrindeydi. Evet, buradakilerden üstün olduğu doğruydu ama zirvede değildi.
Telefonunun çalışını işitti kulaklarım. Arayan kişiyi görmek istesem de bu mümkün olmadı. Göz ucuyla bana bakıp telefonu diğer tarafına alarak cevaplandırdı aramayı.
"Söyle," dedi İspanyolca. Uğuldayan kulaklarımı yok sayarak onun sözlerine odaklandım. Dikkatim dağılmaya çok müsaitti. Öyle ki aşağıdaki yoldan hızla kayıp giden araba bile ilgimi üzerine çekiyordu. "Ne var?"
Müzik sesini arka fondan silmeye çalıştım. Bu aramayı dinlemem çok önemliydi. Ellerimi terasın çok da yüksek olmayan duvarına yasladım. Bel hizamda ya var ya yoktu.
Karşıdan gelen yanıtı dinledi. Geçen sefer biz yemekteyken konuştuğu kişi miydi yine? "Karışık," dedi kulağa hoş gelen aksanıyla. "Çözeceğim."
İfadesiz bir şekilde akıp giden arabaları izliyordum. Kulağımı ona vermiştim ama bilincime sahip çıkmaya çalışmak beni çok yoruyordu.
"Lir'i kafana takma," dedi. "Düzelecek. Sorunu gidereceğim."
Lir, bir şekilde kilitti. Sanki bunu çözersem diğer kilitler de yavaş yavaş açılacaktı arkasından.
"Şu adamdan uzak dur," dedi Hermes bu defa. Öfkeli çıkmıştı sesi. Kelimeleri seçmek giderek zorlaşıyordu. "Ateşle oynuyorsun."
Karşı tarafın yükselen sesi kulaklarıma dolduğunda ne dediğini anlayamasam da bir kadına ait olduğunu ayırt edebilmiştim.
Trafik ışıkları kırmızıya döndü. En öndeki araba, Barış'ın kullandığının aynısıydı. O arabanın ön koltuğunda Mete oturmuyordu. İçinde Mete'nin olmadığı bir araba Ferrari de olsa değersizdi gözümde.
İçinde Mete'nin olmadığı bir hayat da öyleydi.
Baş dönmem ve kalp atışlarım bir ritim yakaladı. Genizlerimdeki ateş harlanırken parmaklarımda küçük titremelerin başladığını hissettim.
Yeniden aşağı baktım. Değersiz hayatımla Mete'nin yanı arasında tek bir duvar vardı. Bir duvarı aşsam, salsam kendimi en tepeden aşağı ve çakılsam yere; gerçekten kavuşur muyduk onunla?
Atla Yağmur, dedi içimdeki ses. Bir tuhaflık vardı. Mete'ye ait olan ses içimi üşütmezdi ki benim. Aşağı atla Yağmur. Dene aklındakini.
Elimi kulaklarıma bastırdığım an arkadaki seslerin kime ait olduğu çıktı aklımdan. Başımı avuçlarımın arasına aldım. Yanımda telefonda konuşan biri vardı. Bana neydi? Niye önemliydi bunlar benim için?
Kaç kez daha neden nefes aldığımı sorgulayacaktım ben? Böyle hayat mı geçerdi?
Son ver.
Çektiğim derin nefesler ciğerlerime ulaşıyor muydu emin değildim. Koltukta oturduğum sırada gözümün takıldığı yıldıza baktım tekrar. Aşağı bakmamam gerekiyordu. Başka bir şeyler düşünmeliydim. Şu sesi susturmalıydım öncelikle.
Ellerimi yüzümden çekip Hermes'i yeniden duymaya çalıştım ama o an onu bir gram bile umursayamıyordum. Öyle bir andı ki, ben hiçbir şeyi umursamıyordum. Tek bir isteğim vardı daha önce de dile getirdiğim. O zamanki kadın, beynimin içinde tekrarladı cümlesini.
Yalvarırım, dedi. Yaş aktı gözünden. Silmek istedi ama silemedi. Yalvarırım, öldür beni.
Bir anı, bir cümle, tek bir an... Birkaç basit kelime sadece. Fiziksel bir ölümün ötesine taşıdı beni. Belki o gün ruhumu kaybettim, belki bazı hislerimi, belki içimdeki hevesin son kırıntısını.
Yalvarışım, kayıplarımı doğurmuştu ve o günden sonra can çekişen bir ruh taşımaya başlamıştım bana ait olan bu bedenin içinde.
Barış'ın sözleri doluştu aklıma. Konuşalı birkaç saat olmuştu ve birkaç basit kelimeden oluşan başka bir cümle beni ana tutunduran şey oldu. "Sen kendin için kendine dikkat etmezsin, benim için et."
Onun için, geriye doğru bir adım attım ve uzaklaştım alçak duvardan. Bir adım daha attım sonra yine onun için.
Parmaklarım boynumdaki künyenin ucunu kavradı.
"Mila," dediğini duydum Hermes'in. "Bu telefon konuşmasını on beş dakikadan düşeceğim, kusuruma bakma. Önemli biriydi benim için."
"Benim için önemli biri yok," dedim Görkem'i rahat bıraksın diye. Takıntıları olduğunu fark etmesi için gözünü ayırmadan onu izlemiş olması gerekiyordu. Belli ki yapmıştı bunu. Otele ilk girdiğimiz andan beri gözleri üzerimizdeydi. Gazetesinin arkasına saklanan, parmakları yüzüklü adamın o olduğu konusunda hiç şüphem yoktu artık.
"Hiç mi olmadı?"
"Oldu." Gözlerimi sıkıca kapattım. Kontrolüm ellerimden kayıp gidiyordu. "Veya olmadı. Ne yapacaksın? Psikolog musun sen? Çocukluğuma da inelim ister misin?"
"Biri için mi yaşıyorsun sen de Mila?" Sorgudan ilk defa uzaktı ya da ben artık ayırt edemeyecek haldeydim ses tonunu. Sadece, bu seferki meraktan sorulmuş bir soru gibi gelmişti. Belki kendi gibi birini arıyordu.
"Yaşamak çok abartılıyor," dedim. "Dünya değil esas mesele. Herkes kendi kafasının içinde yaşamaya mahkum aslında." Etrafımı gösterdim. "Önemli olan burası değil." Şakağıma vurdum işaret parmağımı. "Burası."
"Sonu isteyenlerden misin?"
Cevap vermedim. "Sen?" dedim sadece.
"Sonlar isteyenlerdenim," dedi.
Anlamadım. O an hiçbir şey anlamadım.
"Seni odana bırakayım." Koluma girdi. "Dakikalarımızın sonuna geldik. Sözüme sadık biriyimdir ve insanların da ağızlarından çıkan her söze sadık olmalarını isterim."
Yine anlamadım.
Kendimi düşünüyordum çünkü o sırada. Kokainin belirtilerini, kişide oluşturduğu hisleri ve dışa nasıl yansıdığını biliyordum. İlk kullanımdan birkaç dakika sonra abartılı mutluluk ve heyecan durumu yaşanır, belli derece hiperaktiflik görülürdü kullanan kişide. Keyif aldığını hissederdi iliklerine kadar. Geçen zamanla birlikte bu aniden kesilir ve yerini durgunluğa bırakırdı.
Kokain bile keyif vermemişti bana. Abartılı mutluluk evresini doğrudan atlayıp depresyon sürecine geçmiştim.
Beni çıkışa götüren Hermes'i umursamadan kendi kendime gülmeye başladım. Acınası durumdaydım.
Hiç insan alkole, uyuşturuculara, ilaçlara kendini verip kafalarını dağıtanları kıskanır mıydı?
Benim bu kafayı ancak bir kurşun dağıtırdı.
"Bu ilk kullanışın mıydı?"
Asansör kabinindeydik. "Sorgum bitti sanıyordum," dedim bitkin şekilde. "Bir kullanıcı olduğumu söylemiştim. Unutkanlık mı var sende?"
"Ben bir bağımlıyım." Bu bilgiyi neden bana veriyordu? Unutacağımdan emindi. Adı gibi biliyordu sanki. "Ama buna mecbur bırakıldım."
"Zirvedeki isimleri kimse bir şeye mecbur bırakamaz," dedim alayla.
"Herkesin hayatında hiç olmaması gereken biri vardır," dedi. "Seçemezsin. İstesen de kurtulamazsın. Gitmemesi gereken gider, gitse de kurtulsam dediğin yapışır kalır. Acımasız bir hayatın içindeyiz ve bence sen de bunu çok iyi biliyorsun."
"Bir gün herkes gidecek," dedim odamızın olduğu koridora attığım adımdan sonra.
"Öyle," diyerek onayladı beni. "Fakat bazıları, bazılarından önce gidecek."
"Sen gönderecekmişsin gibi konuştun."
"Gibisi fazla." Odamın önündeydik. "Keyifli sohbetin için teşekkürler Mila. Elime verdiğin kozlar için de. Yeniden, mucho gusto."
Kozlardan mı bahsediyorduk?
"Igualmente," dedim.
Yüzünde oluşan o ifadeyi keyifle izledim.
"Buenas noches señor," eklemesini yaptım gülümseyerek.
Bütün gece düşünüp dursundu şimdi. Gözüne uyku girmesindi.
Beni kimse avucunun içine alamazdı.
Şaşkınlıkla havalanan kaşlarını zorlukla indirebildiğinde yüz ifadesini toparlamaya çalıştı. Sorun yokmuş gibi davranacaktı ama sürekli beynini kemirip duracaktı düşünceler.
"Tüh," dedim. "İspanyolca bildiğimi bilmiyor muydunuz?"
Ne kadarını duyduğumu, ne bildiğimi öğrenmek isteyecekti. Sıradan biri mi yoksa bir ajan mı olduğumu hâlâ bilmiyordu. Yakın takibindeydim, orası doğruydu ama elime ne gibi bir koz verdiğini hiçbir zaman anlayamayacaktı. Adımlarını çok daha dikkatli atmaya çalışacaktı bundan sonra.
Bu bir hataya sebep verecekti er ya da geç.
Belki bugünden itibaren gizli konuşmalarını İspanyolca değil de Fransızca yapardı. Sorun yoktu, ben onu da biliyordum.
"Bilmiyordum." Gülümsemeye çalıştı. "İyi geceler hanımefendi," diyerek karşılık verdi ve beni kapının önünde öylece bırakıp hızlı adımlarla asansöre ilerlemeye başladı.
Oda kartım yoktu. Görkem'in oyununun bitmiş olmasını dileyerek onun stilinde tıklattım kapıyı. İki, tek, iki... Bu saatte kim kapıya gelir ki diye düşünüp elinde silahla karşıma çıkmasın diyeydi.
Nefes darlığımın başladığını hissettim. Ufacık bir ışık bile gözümü alıyordu. O aşamaya geçmiştim.
Kapı hızla açıldı ve aynı hızla gözleri tüm vücudumu taradı herhangi bir sorun var mı diye. Sorunu yanlış yerde arıyordu. Gözlerime baksa görürdü her şeyi.
"Ceket kimin?"
Çatık kaşlarıyla sorduğu soruya "Hermes'in," cevabını verdim duraksamadan.
"Sana ilgi mi verdi?"
Bir an jetonum düşmedi, düştüğündeyse gülmeye başladım kahkahalarla. Dengesizlik aşaması da kendini göstermişti böylelikle.
"Oyunu kazandım biliyor musun?" Hiçbir şeyden haberi yoktu. Heyecanla bana gecesinin nasıl geçtiğini anlatmaya koyulmuştu. "Ama 13, sana bir şey diyeceğim. Selma neredeyse tüm gece bana baktı ve ara ara göz kırpıp gülümsedi. İçten bir gülüş de değildi. Şeytaniydi resmen. Bir an önce masadan kalkayım diye hızlı hızlı attım kartları yemin ederim."
"Beni dinle," dedim hızlıca. "Piramit diye bir şeyden bahsetti Hasan. Bir çeşit hiyerarşi sanırım... Sonra Lir... Hermes, yine telefonda konuştu. Sorunu giderecekmiş. Bağımlıymış. Korktuğu, kurtulamadığı biri var. Ondan daha üstün olan. Büyük bir öfke besliyor. Telefondaki kişiyse bir kadındı. Bir adamdan uzak durması gerek-"
"13," diyerek kesti sözümü. Elimi gözlerimin önüne siper ettim. "Ne oluyor? Sakin ol."
Kapının önünde dikiliyordum. Duvara verdim omzumu sertçe. Zemin kayıyordu. Yanıma fırlaması saniyeler sürdü. "Gözlerin kıpkırmızı olmuş. İyi misin?"
"İyi miyim?" Güldüm. "Yaşıyorum."
"Göz bebeklerinin çapı niye büyümüş bu kadar?" Anladı aslında. Kabullenme süreci uzun sürdü sadece. "Hayır. Ne? Hayır."
"Kızma," dedim çocuk gibi. "Gerçekten düşündüm. Görkem, yemin ederim bu sefer aradım başka bir ihtimali."
"Rüya mı bu?" diye sordu bana bakarak. Gözleri kısıldı, sıkıca yumup tekrar açtı onları. "Sana uyuşturucu vermiş olamazlar değil mi?"
"Kokain," dedim bilsin diye. "Burnumdan çek-"
"Ciddi değilsin." Ayakta duramıyordum. Koluma girdiğinde itirazsız bir şekilde ilerledim onunla birlikte. Omzumdaki ceketi tutup odanın diğer köşesine fırlattı ve yorganı kaldırıp yatağa girmemi sağladı. "Bu kadarını sen bile yapmazsın."
"Beni sınırlandırma," dedim ne dediğimi bilmeden. "Görev batacaktı."
"Batsın!" dedi bağırarak. Hafifçe geriye çekildim refleksle. Sırtımı yastığa yasladığımda şortumun açık bıraktığı bacaklarımın üzerine yorganı çekti. Sakinleşmeye çalıştığını görebiliyordum. "Batsın görev. Önemli mi senden? Niye zehirliyorsun sen kendini devamlı? Hiç mi kıymeti yok şu canının?"
Başımı iki yana salladığımda çaresiz bakışlarına maruz kaldım.
"Bu ilk değildi," dediğim an şaşkınlığı ele geçirdi yüzünün her köşesini. "Bir arkadaşım vardı, Mike. Konakladığımız otelden kaçmıştım. Bir ara sokakta çekmiştik. Çok kötü bir anı, kafamı kuma gömesim geldi anlatırken."
"Dalga geçiyorsun kesin benimle," dedi doğru olduğunu bile bile. "Daha önce uyuşturucu kullandığın için tekrar kullanmakta sorun görmedin yani? O ne içindi peki?" Eli ayağı birbirine karışmış haldeydi.
"İlgi çekmek içindi. Ergenlik dönemim ağırdı benim. Reşit bile değildim, sadece beni merak etsinler istemiştim."
"Kimler?"
"Annemle babam," dedim. "Ertesi gün kaldığımız otele döndüm işte. Sızıp kalmıştık Mike'la eski bir binada. O gece giriş yapmamıştım. Odamdan hiç çıkmadım sanmışlar. Didik didik beni aradıklarını düşünmüştüm, yokluğumu fark etmemişler işleri yüzünden."
"13..." Elini alnına bastırdı. Ağrı saplanan başını ovalıyordu. "Ne düşüneceğimi bilemiyorum şu an. Korkuyorum sadece. Kendini düşürdüğün durumlar yüzünden... Uyuşturucu kullanıp geldin, eski bir anıyı anlatıyorsun şimdi de sıradan bir gün geçiriyormuşuz gibi. Ne yapıyorsun sen?"
"Bilmiyorum ki."
"Delireceğim." Ayağa kalktı. "Yok, delirteceksin sen beni."
"Lütfen," diye fısıldadım. Dudaklarım kurumuştu. Uyuşukluk hücrelerime sızıyordu. "Diğerlerine şimdi söyleme. Görkem, lütfen."
Gözlerimin önünde benekler uçuşurken sağa sola gidişini seçebiliyordum gölgelerin arasından. Beni duymuyor gibiydi.
"Ne yapmam gerekiyor ki?" diye dolaşıyordu. "Ne yapılır ki bu durumda olan bir insana?"
"Beni telaşlandırıyorsun böyle." Çıkan ses bana ait değil gibiydi. Kendime üçüncü bir gözden bakmaya başlamıştım sanki. "Otur, beni dinle."
Yanımdaki boşluğa yerleşti hızlıca. Gözleri üzerimden bir saniye olsun ayrılmıyordu. "Nasıl hissediyorsun?"
"Çok kötüyüm." Ellerimi yüzüme kapatmayı ben istememiştim. Gözlerimi ovalıyordum yumruklarımı bastıra bastıra. Canımı yakıyordum.
"Haklıymışsın," diyerek başladım dökülmeye.
Bir bandajı açmak gibiydi. Arkasından gelen kanamaya engel olamadım.
"Ölmeyi ister gibi bakıyormuşum ben etrafa. Ben ölmeyi istiyormuşum gerçekten. Yukarıda, terasın bir ucunda dikiliyordum. Aşağı baktım. Atlamak geldi benim içimden. Yemin ederim atlamak geldi." Daha hızlı ovuşturdum gözlerimi. Avucum gözlerimin üzerinde, parmaklarım alnımdaydı. Utancımdan gizlenmek istiyordum.
"Bilincin yerinde değildi," dedi sakin tutmaya çalıştığı sesiyle. Şimdiye kadar yaptığı rollerin çoğunu ustalıkla bana geçirebilmişti ama bu seferkine inanmamıştım. Sakin falan değildi. "Kafan bir milyon oldu, ondan öyle düşündün. İnsan böyle durumlarda saçmalar. Saçmalamak için o maddeleri kullanıyorlar ya zaten."
"Herkes mutluydu," dedim acı çekerek. "Herkes eğleniyordu. Kimsenin saçmaladığı yoktu. Ölmek isteyen tek kişi bendim."
"Dillendirip durma şunu." Sinirli çıkmıştı sesi. "Kendinde olsan düşüneceğin bir şey değildi."
Geçen gün intihar ettiğimi düşünen adam söylüyordu bunu.
"Nereden biliyorsun?" diye sordum aynı sinirle. Elimi gözlerimden çekip kolunu yakaladım. Parmaklarım dirseğinin alt kısmını kavramıştı. "Tanımıyorsun sen beni. Yalvararak bunu istediğimi bilmiyorsun. Nereden bileceksin ki?"
Kızarmış gözlerim, gözlerindeki korkuyu arttırıyordu. Verdiği mücadelenin farkındaydım. Öylece oturup benimle konuşmaya çalışması, kendini sakin kalmaya koşullaması çenesini sıkmasına ve alnındaki çizgilerin artmasına sebep oluyordu.
"13, daha fazla konuşma istersen." Katlanamadığı için değildi, bana yaptığı bir uyarıydı.
"Sustuğum için kimse anlamıyor zaten. Kaçıncı aklımdan geçirişim bu benim? Bezdim. Yıldım ben, dayanamıyorum ya. Dayanamıyorum işte. Ötesi mi var? Kesilsin nefesim. Kurtulayım nolur."
Krizim dilinin tutulmasına sebep olmuştu. Böylesiyle ilk kez karşılaşıyordu. Böylesi bana da ilkti çünkü ben az önce toz çekmiştim. Uyuşuktu her hücrem. Her hücresi uyuşuk insanlar bile acıyı hissedebiliyordu demek ki.
"Gidersen arkanda altı tane sen bırakacaksın. Senin bu hissettiklerini hissedecek altı insan. Mete'sini kaybetmiş altı Asya... En çok bu yüzden gidemeyeceğine inanıyorum."
Sözcükleri sanki birer zehirdi ve hepsi tek tek dilini yakmıştı. Zar zor nefes alıyordu karşımda.
Histerik bir kahkaha attım. "Asla aynı olmayacak." Gülüşüm durmadı. "Benim ona verdiğim değerin bir gramını görmedim ki ben sizden." Sesim çatladı. Gülüyordum ama ağlıyor gibi çıkıyordu sesim. "Senin ailen onlar. Benim ailem değil. Ben toz olup uçsam bu görevde, onlar Allah'tan Görkem'e bir şey olmadı derler."
"Kanındaki madde söyletiyor sana bunları." Kendine hatırlattığı bir cümleydi sanki. "Ya Barış?" diye sordu gözlerimin içine bakarak. Parmaklarım hâlâ kolunu sıkıyordu. "Seni de kaybetse ne olur o adama? Seni buraya biz bağlayamıyorsak Barış bağlamalı. Bağlasın. Elimde başka sebep yok. Ne olur ikna ol."
Ağlayacak gibiydi her an.
"Doğru," dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. "Barış... Ama biliyor musun, atlatır o. Saçlarını sıfıra vurdurur herhalde bu sefer. Benim mezarıma sarı laleler getirir, taşıma yaslanıp ağlar Barış. Sonra dışarıda gülerek gezer. İşine devam da eder. O benim gibi değil. O ayağa kalkar."
"Mezarın yok," dedi kesin bir dille. "Ölmek yok. Etme devam. Bakma öyle 13. Ölüm kapımıza gelse bak, boynum kıldan ince. Ama senin göz göre göre ölüme yürümene, intiharına izin vermem."
"Versene." Bu bir yalvarış değildi. İkna etmeliydim kendimi olmadığına. "Daha kolay olur Görkem. Böyle düşünmüyor musun sen de? Bu kız nasıl yaşıyor böyle diye sormadın mı hiç kendine?"
"Her acı çeken kendini bir yerlerden atsa insan mı kalırdı ortalıkta?" Gözlerinden alev çıkıyordu. Kontrolünü eline almıştı, sıra benim kontrolümdeydi. "Arkanı dönüp kaçmak var mı öyle canım acıdı diye?"
"Sikeyim," dedim çenesini kapatmasını isteyerek. "Var. Biliyor musun sen benim ne yaşadığımı?" Tırnaklarım tenine saplanmıştı, kolunu sıkan parmaklarımı gevşetemiyordum ama buna sesini çıkartmıyordu. Diğer elimi saçlarımın arasından geçirdim hızla. "Sen benim kime yalvardığımı biliyor musun? Benim kadar çaresiz kalmamışsın ki sen hiç."
Sert yutkunuşum odadaki bütün ışıkları söndürdü. Her şey karardı sanki, onun bakışları da dahil. "Sol omzum," dedim tir tir titreyerek. "O yara izi... Onu bırakan..."
"Dur," diyerek böldü beni. Saçlarımı çekiştiren elimin bileğini yakaladı. Avucumda saç tellerim duruyordu. "Bunu bana bu halde anlatmak istemezsin." İki elimin de bileklerini tutuyordu şimdi. Kendime zarar vermeyeyim diye yapıyordu. "Lafını açtırmadığın konuyu aklın yerinde değilken bana anlatma. Bunu bilmemeliyim."
"Dinle beni!" diye bağırdım ellerimi kurtarmaya çalışırken. Fazlaca sıkıyordu. "Dinleyemezsin ki. Sana aklım yerindeyken anlatsam da susmamı isterdin."
Gözlerinde gördüğüm tek duygu korkuydu. Şu anki halimle değil, başıma gelenle ilgili duyuyordu o korkuyu. Geçmişimden korkuyordu.
Ortak bir noktamızdı.
"Başka bir zaman," dedi derin bir nefesin ardından. O nefes onun mezarıydı. "Bana gelip kendini açmak istersen orada olacağım. Şimdi değil. Pişman olursun buna."
Söyledikleri sanki gözümün önünde sayfalara döküldü. Sanki kelimeleri gördüm, harfler gözümün önünde dağıldılar.
"7 Şubat'tı tarih." Tavan yükselip alçalmaya başladı. "O beni..." Bileklerimi bir anda bırakıp avucunu dudaklarımın üzerine bastırdı. Koluna tutunup çekmeye çalıştım ama baskısı çok kuvvetliydi.
Anılarımı tetikledi bu. Gözlerimi kocaman açtım. Sonuna kadar. Ağzımı açamıyordum, anlasın istedim. Boğuluyor gibiydim. Zehir akıyordu dünümden bugünüme.
Geri çekildiğinde dehşetle ellerine baktı. Nefes nefeseydim. Göğsüm şiddetle inip kalkıyordu. Bunu kesinlikle isteyerek yapmadığı için inanılmaz derecede korkmuştu tepkimden. Elini koluma koydu sonra çekti. Saçıma değdi parmakları sonra geri çekildi yine. Ne yapacağını bilemedi bir süre.
"Devam etme diye yaptım." Neredeyse kekeliyordu. "Ben 13'ü tanıyorum. Öğrenmemi istemez 7 Şubat'ı. Düşünemiyorsun. Anlatırsan kendine çok kızacaksın. Yalvarırım yapma."
"O da bastırmıştı ellerini böyle ağzıma." Gözlerimden akan yaşlar engel olabileceğim gibi değildi. Krizin ve o maddenin tetiklediği duygu karmaşası sonucu, sicim sicim yağmur yağmaya başladı yanaklarıma.
Avucu yanağımı bulduğunda tereddütsüzdü. Parmakları elmacık kemiğimin üzerinde yarım daire çizerek yakaladı gözyaşlarımı. "Şşh..." dedi susmamı isteyerek. "Bana hiçbir şey söyleme. Sakın devam etme hikayeye. Biliyorum, daha fazla ölmek istersin ben öğrenirsem."
Ölmek istemenin azı çoğu var mıydı? Tarttım kafamda. Vardı. Haklıydı çünkü o sonuna kadar
"Utanılacak bir şey yok, tamam mı?" diye sordu bütün o bastırmaya çalıştığı duyguları üzerine geçirip. Nefesim kesildi. Tahmin ediyordu. Tahmin ettiği şeyler onu bu hale getirmişti. Durdurulamaz biçimde ağlıyordum eli yanağıma yaslıyken. "Bilmiyorum, sen hazır hissetmedikçe bilmeyeceğim. Gözüm yok senin özelinde. Sadece, ben yanındayım. Utanıp yüzünü gizlemelik bir durum yok.
"Ya varsa?" diye sordum. Gözlerim sımsıkı kapalıydı. "İğreniyorsam ben kendimden?"
"Yapma." Çaresizliğin bir sesi olsaydı Görkem'in sesi olurdu o an. "İğrenilecek birisi varsa o sen değilsin. Başkası. Başka biri."
Yanıma geldi, yorganın içine. Durumumun beterliği bu geceyi de, kullandığım uyuşturucuyu da, görevi de sildi tek kalemde.
Kendimden geçmiştim. Başka nasıl tarif edebileceğimi bilmiyordum bunu.
"Bak," dedi yüzümü avuçlarının arasına alarak. "Bana bak." Yaşların arasından zar zor seçebildim gözlerini. "Çok güçlü birisin. Savaşı bırakmayacaksın tamam mı? Yalnız değilsin. Öyle hissettiğini biliyorum. Mete gitti, bu dünyanın en ağır cümlesi senin için. Başka bir şey yaşadın, bu dünyanın en ağır şeyi senin için. Nasıl geçecek diyeyim ki sana? Diyemem. Tek yapabildiğim yanında durmak ve ben ne olursa olsun yanında duracağım."
Bilincim kapanmak üzereydi. Gözlerim kayıyordu ve sımsıkı tutunmuştu parmakları yanaklarıma. Başımı bir an tutup göğsüne bastırdı sertçe, ardından göz hizasına çekti yine.
"Sırtını yaslamak mı istersin, yüzüme bakmamak mı? Sen seçersin. Buradayım, buradayız ve gerekirse bunun için sana yalvarırım. Mücadeleni sakın bırakma."
"Görkem..." dedim ellerinin üzerine ellerimi yaslayarak. Artık kendimi durdurma çabam da kalmamıştı onun yanında. Frenlerim tutmuyordu.
"Başka bir şey söyleme," dedi. Olduğum yere sinip küçüldüm. Yastıklarımızı düzeltti. Başımı daha fazla tutamadığım için yatış pozisyonuna geçtiğimde beni taklit etti ve yüzlerimizin arasında bir karışlık mesafe varken akı kızarmış gözlerimden ayırmadı gözlerini. "Olur da hatırlarsan bunları, kendini kötü hissetme ne olur. Ben bir sır kabul ettim yine. Yine senden bir sır aldım."
"Değiştirebilecek misin hiçlerimle çoklarımın yerini?" diye sordum son umudum oymuş gibi. "Bu şekilde daha ne kadar katlanabilirim bilmiyorum."
"Yemin ederim," dedi inanarak. Mavileri nemlenince tam bir okyanusa döndü gözleri. Dudaklarını alnıma bastırdı. Sözlerini mühürlemek istedi sanki. "Yemin ederim değiştireceğim."
•⚓•
Psikolojim hiç iyi değil. Sanırım bu sefer söyleyecek hiçbir şeyim yok.
Çok sevdiğim biri Asya'nın ruhunun kara deliğe benzediğini söylemişti. O kadar haklı ki...
Mental olarak gerçekten çok zorlanıyorum. Bölümün yazımını bitirdikten sonra normalde hızlıca düzenlemeye girişirim ama bu bölümü tekrar okumak için cesaretimi toplamam gerekti.
Görkem Duman... Beni çok yaraladın.
Asya Yağmur Tunçbilek... Beni çok yaralıyorsun.
Veda cümleme geldi sıra ama ben teşekkürler ve iyi günler bile diyemiyorum bu defa.
Görüşürüz. Bir kere gülmeye çalışın, öyle gidin lütfen.
:')
🔵🤝🔵
Yorumlar
Yorum Gönder