10. "Yansıma veya Yanılsama"

Bölüm şarkıları:

MFÖ, Sarı Laleler
Emre Aydın, Buralar Yalan

💰

Boyun eğdi laleler, toprak ıslandı.
Sonra yağmur yağdı.
Hayır, o gün yağmur ağladı.

•⚓•

O sabahı benim için diğer sabahlardan ayıran özel bir şey vardı.

Aslında bir değil, dört.

Gece boyu başımda bekleyen henüz yeni tanıştığım dört adam.

Yalnız uyumaya, yalnız uyanmaya, yalnız yemek yemeye, evde benden başka ses olmamasına alışkın biriydim ve benim için kalabalık sayılabilecek bu grup sadece birkaç gün içinde hayatımı kökten değiştirmeye başlamıştı.

Gözümü açtım. Hiçbiri rüya değildi. Öyle ki, normalde çok daha erken kalktıklarına şahit olmama rağmen o sabah kahvaltıyı hazırlamak için biri bile yanımdan ayrılmamıştı.

Görkem uyanıktı, yanılmıyorsam elinde telefonu vardı. Battaniyeden ötürü göremiyordum. Arda ve Can gerçekten çok kısık sesle bir şey konuşuyorlardı. Can'ın saçları çok komik görünüyordu ve Arda da kendini gülmemeye zorluyordu. Dayanamayıp ufak bir sesle gülünce Görkem'in uyarı dolu bakışları Arda'ya döndü. Arda elini ağzına bastırıp önce hâlâ uyuklamakta olan Kaya'ya, ardından bana baktı ve gözlerimiz buluştuğunda suçlu bir çocuk gibi mahcup bir şekilde gülümsedi.

"Seni ben mi uyandırdım?" diye sordu fısıldayarak.

Parmaklarımı saçlarımın arasında şöyle bir gezdirdim. Topuzum dağılmış, tokam yastığıma düşmüştü. Onu bulup bileğime geçirdim ve saçlarımı yeniden toplamak için başımı hafifçe öne eğerken, "Hayır," dedim ona. İçimden sürekli olarak burada oldukları için teşekkür etmek geçiyordu çünkü başka ne yapılır bilmiyordum. Birilerinin yanımda olması çok sık rastladığım bir durum değildi. "Siz uyuyabildiniz mi burada böyle?"

"Sıkıntı yok bizlik," dedi Arda. Gözlerinde bana karşı bir acıma duygusu sezdim ve bu anlık olarak beni rahatsız etti. "İyi misin sen uyuyan güzel?"

"İyiyim?" dedim soru sorar gibi. Görkem bir kaşını kaldırıp yüzümü inceledi. Yastık izi mi çıkmıştı acaba suratımda? "Bana neden hepiniz öyle bakıyorsunuz?"

Kaya huzursuzca homurdanarak gözlerini açtı bu sırada. "Siz uyandınız diye herkes uyansın tabi..." diye mırıldandı yumruk yaptığı elleriyle gözlerini ovuşturarak. "Kaya zaten kimin umurunda?"

"Suratsız koca bebeğim..." Arda uzanıp Kaya'nın saçlarını karıştırdı. "Sana da günaydın."

"Belim ağrımış." Aynı yetmiş yaşındaki yaşlılar gibiydi. "Şu kıza bir yatak alsın Eylül, hayrına."

"Sen de durup durup Eylül'ü kazıklamaya çalışıyorsun," dedi Arda sözde sinirli bir yüz ifadesiyle. Ben de ismim yerine şu kız denilmesine takılmıştım. Bu evde bir Allah'ın kulu doğru düzgün bir şekilde hitap etmeyecekti herhalde bana.

"Sorum araya kaynadı," dedim yastığımı dik pozisyona getirip sırtımı duvara yasladıktan sonra.

Kaya, Görkem'e çevirdi başını. Belli ki o da duymuştu ve vereceği cevabı beklediğini göstermek istercesine ona dönmüştü. Kaşlarımı çatıp neler olduğunu anlamaya çalıştım.

Görkem hafifçe bir kez öksürdü ve telefonunu zemine bıraktı. "13," dedi hepsinin gözleri hemen hemen aynı ifadeyle üzerimde dolaşırken. "Sen çok fazla sayıklıyorsun uykunda."

Kalbimin ağzımda atmaya başlaması oldukça kısa sürdü. Rüya görüp görmediğimi hatırlamıyordum ama kâbussuz günüm geçmediğimden görmüş olmam çok yüksek bir ihtimaldi. Onlara bir şeyler anlatmış olabilir miydim? "Ne..." Kekelediğim için nefret ettim kendimden. "Ne söyledim?"

Can oturduğu yerde bağdaş kurar bir pozisyona gelirken Arda elleriyle oynuyordu. Kaya'nın bakışları hâlâ Görkem'in üzerindeydi ve ortamda çıt bile çıkmamıştı ben gerilimli dakikalar yaşarken. Görkem tedirgin olduğumun farkındaydı, benimle göz temasını hiç kesmedi bu yüzden. "Anlamsız şeyler," dedi sonunda.

"Ayna, dedin," dedi Can. Çatık kaşlarıyla Görkem'e bir bakış atmış ve ses tonunu yumuşatarak bana dönmüştü. "Söylediklerinin çoğu anlamsızdı ama bir ara sürekli ayna diye sayıkladın, korkuyor gibi."

Yok olmak istedim bir kez daha.

Can ve Görkem arasında sessiz bir düello yaşanıyordu. Can belki de görevi gereği benimle konuşmak istiyordu, Görkem ise beni görmezden gelmek isteyen taraftı çünkü rahatsızlığımın farkındaydı.

"Asya," dedi Can ona bakmamı beklerken. Gözlerim parmaklarımın üzerine inmişti. Hafif sıyrılan pijamamın kolları bileklerimi açığa çıkarmıştı ve mavili yeşilli yollara dönüşen damarlarıma verdim odağımı bu defa. "Bunu bilmemiz gerek."

"Neyi?" diye sordum telaşla.

"Aynalar seni rahatsız ediyorsa..." Can'ın köşeye sıkışmış gibi hissettiği belli oluyordu. Sebebi bakışlarım olabilirdi. Ayrıca Görkem'in de bu konuşma devam ettiği için öfkelendiğini hissettim. "Birbirimizin zayıf noktalarını biliriz," diyerek kendini açıklamaya çalıştı bana. "Saati öğrendik mesela..." Nasıl yaklaşacağını henüz çözemediği için cümleleri toparlamakta zorlanıyordu. Tüm bunlar bana daha da bok gibi hissettirdi. Dışarıdan her nasıl görünüyorsam Can'ın bile dili tutulmuştu. "Aynalarla bir sorunun varsa bunu bilmeliyiz."

Amacının bana yardım etmek olduğunu biliyordum ama hiçbir tepki veremiyordum. "Can," dedi Görkem sert sesiyle. "Sırası değil gibi."

Gözlerimi kırpmadığım için sulanmışlardı. Biliyordum ki kırparsam aynı görüntüler başa saracaktı. Durdum, nefes almam gerektiğini hatırlattım kendime.

"Bir yerden başlamam gerekiyor," dedi Can. "Daha önce senin için neler yaptığımı hatırla." Görkem ona sinirlendiği için o da Görkem'e sinirlenmişti sanki. "Bazı şeylere zamanında müdahale gerekir. Asya'yı geciktirmek istemiyorum."

"Sabah gözünü açtığı ilk anın doğru zaman olduğunu sanmıyorum."

Ben yokmuşum gibi konuşmayı ne zaman bırakırlardı?

"Aynalardan hoşlanmıyorum." Sesimin silahları vardı. "Ses çıkaran saatlerden de..." Çığlık atmak istiyordum, o zaman da istemiştim. "Aynı şekilde ritmik tıkırtılardan da nefret ediyorum." Boğazımdaki düğümlerin haddi hesabı yoktu. Bir karabasanın etkisi altında gibiydim, tek fark gözlerimin açık olmasıydı.

Onlar karşımda dikilirlerken kendimi savunmasız hissediyordum. Gri duvar saatinin önünde de öyle hissetmiştim. Ellerimi boğazıma sarmama ramak kalmıştı ama öyle düz duruyordum ki bunun farkında olduklarını sanmıyordum. Üzerimdeki battaniyeyi sıyırdığımda karşımdakiler soluksuz bir şekilde beni dinliyorlardı. Pijamamın üstten iki düğmesini açtım ve düşünmeden yaka kısmını çekiştirdim yana doğru.

"Sol omzumda..." Nefesim tıkanıyordu. "Sol omzumda bir dikiş izi var."

"13," dedi Görkem. Kendimde olsaydım bunu dile getirmeyeceğimi biliyordu çünkü o yanlışlıkla gördüğünde bile bir krizin eşiğine gelmiştim. Şimdiyse bizzat ben gösteriyordum onlara yaramı. "Devam etmene gerek yok."

"Sormayacaksınız," dedim onu duymazdan gelerek. "O izin nasıl olduğunu." Ellerim titriyordu. "Benim iyiliğim için uğraştığınızı biliyorum." Kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. "Anlıyorum bunu." Kelimeler duvarlara çarptıktan sonra birer bıçak olarak bana geri dönüyorlardı sanki. "Ama üzerime geleceğiniz konu eğer bu olursa," dedim dikiş izini göstererek. "Ben sizin iyiliğiniz için uğraşmam." Çok nettim, keskin bir sınır çizmem için bu gerekliydi. Sınırlara ihtiyacım vardı.

"Asya." Konuşan Arda'ydı. "Problem yok." Bana doğru yavaş bir şekilde yaklaşmaya kalktı ama gözlerimde gördüğü şey, belki de göremediği şey, onu durdurdu.

"Yanımda olduğunuz için teşekkür ederim," dedim yüzüme büyük bir efor harcayarak ufak bir gülümseme asabildiğimde. "Bir daha olmazsınız, sayıklamalarımı duymazsınız ve odanızda rahat rahat uyursunuz. Tamam mıdır? Unutun şimdi her şeyi."

"Bak ölü," diyerek sessizliğini bozdu Kaya. "Anlatmak istersin istemezsin, orası senin özelin. Beni ilgilendirmez." Cümlenin altına bu olayı araştırmayacağına dair ettiği bir yemini gizlemişti. Bunun beni rahatlattığını inkâr edemezdim. "Ama sen bu haldeyken odasında kafasını yastığa rahat koyacak adamın aramızda işi yok, çaktın mı?"

"Belim tutuldu diye ağlanıyorsun sonra." Kafamı dağıtmak için ona sataşmayı seçmiştim. Acilen aklımdaki düşüncelerden uzaklaşmalıydım çünkü hatırlamaktan nefret ettiğim ama aklımdan hiç çıkmayan bir yalvarışım vardı ki o an gözlerimin önüne gelseydi eğer bir daha asla gelemezdim kendime.

"İyilik de yaramıyor buna," dedi Kaya ukala bir gülüşle Can'ın kolunu dürterken. Gerildiğini anlamıştı ve onu da moda sokmaya çalışıyordu. Kaya'ya karşı önyargılarım her geçen gün kırılıyordu. "Bu gece yerimize iki bininci el kahve makineni koyarsın, o beklesin madem başında."

"Vanessa senden daha faydalı emin ol." Alınmayacağını biliyordum çünkü bu bizim onunla anlaşma şeklimize dönüşmüştü.

"İyi kahve yaptığını duyduk," dedi Arda havayı iyice dağıtmak adına. "Bırakmayacağız yakanı bu saatten sonra."

"Yapamam, tansiyonum düşüyor ayağa kalktığımda." Gülerek söyledim tüm bunları ve o an bir farkındalık kapımı çaldı. Ben acımı gülüşümün altına gizlemezdim. Benim canım acırdı, evet, bunu belli de etmezdim ama hiçbir zaman maskem gülümsemek olmazdı eskiden. Yüzüm mahkeme duvarı gibi olurdu, bakan ne hissettiğimi anlayamazdı. Gülerek geçiştirme huyunu Arda'dan kopyalamıştım.

Ben büyük bir labirentin içindeydim. Oradan çıkmak istemiyor, sadece kendime doğru düzgün bir yer arıyordum ve bana yol tarifi veren herkesi dikkatlice dinliyordum. Yerimin neresi olduğu hâlâ meçhuldü ama artık netleşen bir şey vardı: Aldığım yol tariflerinin hepsi varacağım nokta için attığım adımlardı.

"Hadi kahvaltı yapalım," dedi Can. "Reçel bitmek üzere, Arda kaşıklamaya kalktığında onun kafasına vurdum ve elinden aldım kavanozu. Sana ayırdım. Peynir de var hem."

Sadece ilk iki rafını kullandığım buzdolabında, ikinci rafın sağ köşesine mutlaka reçel kavanozu sıkıştırırdım. Gece canım bir şey yemek istediğinde tatlı kaşığını kaptığım gibi o kavanoza saldırırdım. Hatırlıyorum, o gecelerin birinde ağlıyordum. Sık ağlamazdım ve o gece döktüğüm gözyaşlarının sebebinden utandığım için kimseye söylememiştim. Şimdi dönüp baktığımda saçma geliyordu ama o cumartesi gecesi evimin duvarları hiç alışık olmadığı hıçkırıklarla sarsılmıştı. Hepsi bir erkek içindi.

Bana hazırladığı kahvaltıyı hatırladım. Normalde yapmadığım bir şey yapıp ona bir köşe ayırmıştım hayatımda. Bendeki yeri ayrıydı, keşke hiç olmasaydı. İşlerimi olabildiğince hızlı bitirip koşturarak karakoldan çıktığım bir dönem vardı, onun içindi. Kahvaltıda reçel yoktu, bunun beni ne kadar kırdığını anlatsam çocuklar bile gülerdi halime. Halbuki bu basit bir şey değildi.

Cumartesi gecelerini bana iple çektiren, o zamanlar beni herkesten çok sevdiğine ikna eden o adam reçel sevdiğimi bile bilmiyordu. Başka bir cumartesi gecesi, canımı acıtan başka bir şeyken kendime ağlama sebebi olarak reçel kavanozunu seçmiştim.

Ağlamana veya gözünün dolmasına hep saçma sapan şeyleri bahane ederdin Yağmur.

Pek değiştiğim söylenemezdi.

"Reçel sevdiğimi biliyorsunuz." Hepsinin bakışları anlamsızdı çünkü böyle basit bir cümleyi, böyle saçma bir anda, yoğun duygularla söylemem mantıksız gelmişti onlara.

"Yedi alem bilmiyor mu?" diye sordu Görkem. "Stoklarımızı kuruttun, o kavanoza sen gelmeden önce dokunan olmazdı genelde. Bir köşede unuturduk hep. Sonra yenisini alır, sonra yine unuturduk. Sonsuz bir döngüdür bu bizde."

"Bilmiyor," dedim. Duymadılar. Duydularsa da ben umursamadım ve ayağa kalktım. "Kahvaltıyı dışarıda yapacağım ben, afiyet olsun size."

'Dün gece sarıldığım Vanessa'yı bu sabah görmeye dayanacak gücüm yok desene sen şuna.'

"Üzerimi değiştirmem gerek." Onları elimden gelen en kibar şekilde odadan kovmaya çalışıyordum. Birazdan küfür etme aşamasına geçebilirdim, bende o dengesizlik vardı bu yüzden bir an önce ayaklanmalarını umarak suratlarına baktım teker teker.

"Üçüzlerin babasıyla buluşmaya mı?" dedi Arda sırıtarak. İlk harekete geçen o oldu. "Bizi ne zaman tanıştıracaksın? Evlatların doğduğunda mı?"

"Sessiz ol," dedim elimi karnımın üzerine koyarak. "Cancan yüksek sesten hoşlanmıyor."

"Gururlu bir dayıyım şu an," dedi Can. Elini kendi karnına koymuştu. "Cancan mı koydun gerçekten birinin adını?"

"Bu ismi sevdiğimi söylemiştim." Dakikalar önce aramızda yaşanan gerilim kuş olup uçmuştu. Kendi aralarındaki iletişimleri de bu şekildeydi, kimse uzun uzun bir şeylere takılmıyor ve biri mutlaka olaya müdahale edip olabilecek kaosların önüne geçiyordu.

"Hadi eşek sıpaları," dedi Kaya, Arda ve Can'ı sırtlarından itekleyerek. "Sıra hâlâ sizde. Koşun da bana kahvaltı hazırlayın. Marş marş." Onları ittirdi, ardından kendisi de çıktı odadan. Bilerek yapılmış bir hamleydi çünkü Kaya, Görkem'in benimle bir şey konuşmak istediğini fark etmişti.

Kaya Görkem'i ara sıra anlayabilen biriydi ve bana kalırsa sırf bu yüzden rekorlar kitabına adı yazılmalıydı altın harflerle.

"Söylememişsin," dedim ilk sözlerin ondan gelmeyeceğini anladığımda. Neyi söylemediğini sorgulamaya başladı gözleri. "Omzumdaki izi." Bahsettiğimde bile nefesim kesiliyordu ama sakin durabilmeyi başardım. "En azından Can'ın kulağına gideceğini düşünmüştüm. Bilirsin, bana yardım etsin veya benimle konuşsun diye falan."

"Bana verdiğin bir sırdı," dedi. Durdu. "Senden aldığım bir sırdı," diye düzeltti cümlesini. "Hâlâ öyle." Bunu neyi düşünerek söylediğini anlayamamıştım. "13, bugün her şey boka saracakmış gibi bir his içimde." Devam etmesini bekledim sessizce. "Gitmesen mi?"

Nereye gideceğimi bilen tek kişiydi, bildiğini bana söylememişti ama anladığını dün gece hissetmemi sağlamıştı. "Çok sıktın kendini. Benden yanlız kalmanı sağlamamı istedin ama bunun sonunu iyi görmüyorum."

"Gideceğim, söz verdim."

"Gitmeni istemiyorum," dedi böyle bir hakkı olmadığını bile bile. "Yalnızlığı istediğinde bunu sana veririm ama beraberinde aklımı da yanında götüreceksin bugün."

Sanırım bu onun dilinde, aklım sende kalacak demekti.

Akıldan ibaret bir adamın aklının bende kalması isteyeceğim son şey bile değildi.

"Endişe etme." Ettiği şey endişe miydi bilmiyordum. Genelde insanlar bana akıllarının bende kalacağını söylemezdi. "Çok uzun sürmez."

"Emin misin gitmekte?" Beni burada tutmak için her şeyi yapabilir gibi duruyordu. "Zaten defne hazır bir tabut gibisin, mezarlığa uğraman ne kadar mantıklı?"

"Ne kadar kaçacağım?" Sonsuza kadar, derdi Mete. Sonsuza kadar kaçtığın yer ben olacağım, sen istediğin müddetçe, bir sığınak gibi... "Ait olduğum yer orası değil mi?"

"Telefonunu kapatma, olur mu?" Bunca işin arasında bana ayıracak zamanı olmamalıydı. Ne bileyim, çatı katında neyi ne zaman yapacağını falan planlamalıydı ya da odasında test çözmeliydi. "Seninle gelmemi ister misin? Ya da bunu Can'a söylememi?"

"Bir akraba ziyareti gibi düşün." Sadece akraba diye bahsettiğim kişi kollarımda can vermişti, ortağımdı, abimdi, her şeyimdi. "Kimseye söyleme, kafana takma ve artık git ki üzerimi değiştireyim Görkem."

"Peki." Zoraki bir kabullenişti. Aynı babasının dükkanının önünde durduğu ve içeri girmek istemediği andaki gibiydi yüzü. Hislerine güvenmemem gerektiğini o gün bana söyleyen oydu ama şimdi karşıma geçmiş içinde kötü bir his olduğunu anlatıyordu. Ben de ona uydum ve onun hissine güvenmedim.

🥀


Ölüme çare olmadığı doğru ama neden kimse kalana da çare olmadığından bahsetmiyor?


Ben, bir filmin başrolü değildim. İlk sahnelerde yoktum bile. Sonra bir adam beni sahnenin orta yerine çekip onunla oynamamı istemişti. Elimde senaryo yoktu, bunu sorun etmedi. Hatta bütün kuralları yıkıp bana ayak uydurdu. Kağıt parçalarına, senaristlere, hiçbir şeye bağlı kalmadan ikimiz bir olduk. Doğaçlama yaptık.

Hayatımız bir film şeridi gibi akarken geçen zamanın farkında değildim. Öyle ki, filmlerin sonunun olduğunu bile unutmuştum.

Sonra ışıklar söndü, sesler kesildi. Başrolüm öldü. Ben kaldım.

Bir bebek ilk adımlarını atmadan önce babası onu kollarından tutardı. Düştüğünde kaldırır, ayakta durması için destek olurdu. Bebek yeterli cesareti topladığında kendi başına adımlamaya başlardı.

Ya da bisiklet sürmeyi öğrenmeye çalışan bir çocuğun bir adım gerisinde babası olurdu. Çocuk pedalları çevirirken babası onu hiç bırakmaz, yalpalasa bile dengesini sağlamasına destek olurdu. Zamanı gelince çocuk alışırdı ve babası onu bıraksa bile o bisikleti sürmeye devam ederdi.

Mete, hayatıma girdiği andan itibaren benim için bir baba figürü olmuştu ve benim onsuz ne adım atmaya cesaretim vardı ne de pedal çevirmeye gücüm. Dengem şaşıyordu, ayakta duramıyordum.

Mete'nin beni bırakışıyla başa çıkamıyordum.

Filmin bitmiş olması gerekirdi, hepimiz karanlıktaydık zaten. O halde niye bitmiyordu bu film? Başrolü ölmüş bir hikâye neden devam ederdi ki?

Neden kalbim atıyordu her şeyimi kaybetmiş olmama rağmen?

Elimdeki sarı laleleri toprağın üzerine bıraktığımda ayaklarım titriyordu. Çiçek pazarından almıştım.

En sevdiği şarkı benim kulaklarımda çınladı, o bir daha dinleyemeyecekti ama kalbi bu şarkının ritminde atmaya devam edecekti. Hani derlerdi ya bir şarkı seç, sana ait olsun diye. Bu onun kendisi için seçtiği şarkıydı işte.

Keşke tüm bunlar uykulu gözlerle dönebileceğim bir rüya olsaydı.

Parmaklarımın altındaki toprak Mete'nin üzerini örtüyordu. Diğer elim kalbimin üzerindeydi. Onunki atmazken benimki attığı için kalbimden nefret ediyordum. Mete'siz nefes almaya devam ettiğim için kendimden nefret ediyordum. Yanımda olmadığı için ondan da nefret ediyordum.

Nasıl benden önce ölürdü? Ona söz verdirmiştim. Tutmamıştı. Beni bu dünyada yapayalnız bırakmıştı.

"İyiyim," dedim. Ona söylediğim ilk şey bu oldu. Mete yalan söylediğimi anlardı, hep anlamıştı. "Hiçbir zaman bir mezar taşıyla konuşmam demiştim sana. İzlediğimiz filmlerde bunun saçma sapan dram sahnesi olduğunu söylerdim hatta. O iş öyle değilmiş Mete. İnsan, muhtaç olunca bir ölünün sesini bile duyabiliyormuş kafasının içinde."

Toprağının üzerinde Barış'ın getirdiğini düşündüğüm laleler vardı, benimkiler onunkilerin yanında çok canlı duruyordu. Onunkilerin boynu bükülmüştü, sanki bir ses duyabileceklermiş gibi başlarını eğmişti hepsi toprağa doğru.

Duyabilirler miydi? Toprağına doğru eğildim saçlarımın kirlenmesini umursamadan. Artık başımı bir omza yaslayamıyordum. Ben bir daha hiç onun dizinde yatamayacaktım. Ofiste uyuyakaldığım gecenin sabahında bir daha asla ceketini üzerimde bulmayacaktım da.

Beni en çok seven, benim en çok sevdiğim adamın mezarının başında daha fazla ayakta duramazdım. Dizlerimin üzerine çöktüm ve sokulabildiğim kadar sokuldum onun toprağına.

"İyiyim," dedim yine. "Bana söylemediğin bir şeyi öğrendim ama sana hiç kızmadım. Zamanında sana kızmamdan çok korkmuşsun, Necip Amir söyledi."

Gözlerim kararıyordu, gözyüzü mavi değildi de siyahtı sanki. Bakamayacağımı anladığımda kapattım onları. Biz artık onunla aynı gökyüzünün altında nefes almıyorduk.

"Analizcilerin bana iş teklifi yaptığını söyleseydin bu teklifi kabul etmezdim. Seninle çalışmayı hiçbir şeye değişmezdim Mete. Seni bırakmamdan korkman komik." Mezar taşındaki harflere değdi gözlerim. "Ve ironik."

Kesinlikle ağlamayacaktım, üzülürdü. "Barış dedi ki, o burada çok ağlıyormuş. Merak etme, ben ona sahip çıkıyorum. Gülüşleri hâlâ eksik olmuyor yüzünden. Sen öğretmişsin ya ona... Biz üçümüz, senin evindeki sarı koltuktayız hâlâ. Ben ortadayım, sen solumda, Barış sağımda. İkinizin kafasını da almışım kolumun altına. Benim küçük oğullarımsınız, hiçbir şey değiştiremeyecek bunu. Zaman bizim için o koltukta durdu. Akmıyor. Saatleri sevmem zaten. Durduruyorum hepsini. Benim özel güçlerim olduğunu düşünürdün. Öyle düşün yine. Zamanı bizim için durdurdum."

Bir kahin olsaydım ve günün birinde bir mezar taşıyla konuştuğumu görseydim eğer, o zamana kadar bin farklı olayı önceden tahmin etmiş de olsam kehanetlerimin hiçbirine güvenmezdim artık. Bu benim için o kadar saçmaydı işte. Yaşayanlarla konuşmaktan kaçınırken bir ölüyle konuşmak... Asla inanmazdım bunu yapacağıma.

"Senin teneke kutun da emin ellerde, dert etme hiç." Yukarıdan bir fotoğrafım çekilseydi, bir hafta boyunca haber bültenlerine konu olur ve izleyenlerin içlerine kor alevler bırakırdım. Bayraklı bir mezarın yanında, başını toprağa gömmek istercesine yaslamış ve cenin pozisyonunda küçücük kalmış bir kadındım. Barış'ın onun yanında eğilip büküldüğünü söyleyişi düştü aklıma. Farksızdık ikimiz. "Pardon," dedim. "Teneke değil, Vanessa."

Birkaç adım ötedeki ağacın yaprakları rüzgarın etkisiyle titredi, gözlerimi açınca gökyüzünün giderek karardığına şahit oldum. Yağmur gelmeden eve dönsem iyi olacaktı.

Bu da onun yanında ağlamaya başlamadan buradan uzaklaşabilmem için uydurduğum bir bahaneydi.

"Yine gelirim," dedim sesim tir tir titrerken. "Sen bana hiç gelemeyeceksin artık, mecbur ben geleceğim." Gözlerimi yeniden kapattığımda yanağıma bir yağmur damlası düştü, sonra bir tane daha. Şimdilik sadece çiseliyordu. Kalkmak istemiyordum buradan ama koşarak kaçmak isteyen bir tarafım da vardı.

"Tam şu an bir yıldırım düşse üzerime," dedim dirseklerimi toprağa bastırarak hafifçe doğrulurken. "Tam şu an burada verecek olsam son nefesimi hiç itiraz etmem biliyor musun?" Dudaklarım kuruduğu için konuşurken birbirlerine yapışıyorlardı. "Günün birinde beni sana kavuşturacak ölümü gülerek karşılarsam insanlar şaşırmasınlar."

Böyle konuşmamalıydım. Bilinçaltımda hiç iyi anılar yatmıyordu ölümle alâkalı. Kulaklarıma dolan cümlelerim içime işledi. Ben söyledim, ben yaralandım. Yine en büyük zararı kendime ben verdim.

"Kaybedecek hiçbir şeyim yok ama bana kaybedecek bir şey vermeye çalışanlar var etrafımda." Yağmur daha iri damlalar halinde kopmaya başladı bulutlardan. "İçin rahat olsun, ev diye başımı soktuğum o çatının altındakiler ben istesem bile beni bırakmayacak gibiler."

Elimi iki kez toprağa vurup ayağa kalktım. Laleleri mezar taşının hemen önüne konumlandırdım ve Barış'ın getirdiklerini de yanına koydum. Mezarlıktaki diğer mezarlar daha ölü gelmişti gözüme. Mete burada bile öbürlerinden daha canlıydı sanki. "Haydi, Allah'a emanet."

Telefonumu taşın üzerinden alıp arkama bakmadan yürüdüm. Üzerimdeki gri tişört benek benek olmuştu yağmur damlaları yüzünden. Hava esiyordu, yanıma hırka almayı akıl edemeden ayrılmıştım evden. Mezarlıktan çıkar çıkmaz hızlı adımlarla yakınlardaki taksi durağına ilerledim ve adresi söyledim. Kendimi arka koltuğa attığımda bile üşüdüğümü hissediyordum, sanırım sebebi hava değildi. İçimin buz kesmiş olmasıydı.

Taksi şoförünün gözleri aynanın üzerinden bana değdi, oradaki duygunun acıma olduğuna yemin edebilirdim. Açık olan radyoyu kapattı, yüzüme yansıyan acıya saygı duydu ve tek kelime etmeden söylediğim yere sürmeye başladı sarı arabayı.

Siyah güvercinin en sevdiği renk sarıydı.

Araba durduğunda ne geçen zamanın farkındaydım ne de sol elimin üzerine bıraktığım tırnak izlerinin. Kıpkırmızı olmuştu hilal şeklindeki çukurların kenarları. Ücreti ödeyip indim aşağı. Gök gürledi, bulutlar üzerimdeki tişörtün rengine büründü iyiden iyiye. Sokaklar yağmur yağmaya başladığında cansızlaşıyordu, yani bana hep öyle gelirdi.

Adımladım, Analizcilerin evi görüş alanıma girdiğinde bacaklarımın daha fazla titremeye başlaması saçmaydı. Barış Mete'yi ziyaret etmenin bana iyi geleceğini söylemişti, neden öyle hissetmiyordum peki?

Yağmurlu bir havada, stadyumdan dönüyorduk. Üzerimizde çubuklu formalar vardı, Mete'nin dilinde malum beste. Boynuma taktığı siyah beyaz atkıyı gecenin sonunda benden alacak, salonunda o çok sevdiği sarı koltuğun üzerine asacaktı ve ben onun evine girdiğim ilk ana kadar bundan haberdar olmayacaktım. O gün maçta çektiği fotoğrafımızı çerçeveletip duvarına astığını da bilmeyecektim.

"3-1," dedi coşkuyla. Kolunu omzuma atıp beni kendine yaklaştırmıştı. İlk zamanlarımıza ait bir andı, Mete'yle o kadar da samimi değildik. Aslında, Mete hep samimiydi de ben öyle değildim. "Birlikte gittiğimiz ilk maç, ilk galibiyetimiz." O kadar çok bağırmıştı ki tribündeyken sesi kısılmıştı. "Son olmaz değil mi?"

"Komiser Mete Ölmez," dedim abartılı bir saygıyla. "Size eşlik etmek benim için bir gururdur, hele Beşiktaş maçlarında eşlik ediyor olmak şereftir. Mutlaka tekrarlanması gereken bir akşamdı."

"Söz, sana yeni sezon formalarından alacağım," dedi birden yükselerek. "Hatta söz, sadece bu sezon değil her yeni sezonda alacağım. Yağmur, şampiyon olursak kutlamaya da gideriz değil mi?"

Sezonun henüz başında sayılırdık ama Mete şampiyonluk hayalleri kurmaya başlamıştı bile.

"Gideriz," dedim onun heyecanını bozmadan. "Seninle bu saatten sonra mezara kadar yolumuz var gibi hissediyorum."

"Doğru hissediyor olduğunu hissediyorum."

Lig bu yıl sona erdiğinde yeni bir formam olmayacaktı.

Başıma keskin bir acı saplandı. Gözlerimin yangını harlanıp duruyordu. Bacaklarım beni odaya kadar taşır sandım ama onlar tarafından da ihanete uğradım. Evin arka bahçesinde odama sadece birkaç adım mesafe kalmışken parkı balkona bağlayan kaldırıma çöktüm. Yağmur şiddetini arttırdı, gök bu defa göğsümde gürledi ve kalp atışlarım kontrolden çıktı. Birini dışarıdan bu halde görseydim panik atak krizinde olduğunu düşünürdüm, oysa benimki sadece özlemdi.

İnsan, bir daha sarılma ihtimali bulunmadığı birine karşı kalbini parça parça edecek kadar özlem duymamalıydı. Bu haksızlıktan başka bir şey değildi.

Nasıl yaşıyordum ben böyle? Nasıl yaşamamı bekliyorlardı benden?

"13." Kapı sesi duyuldu, odasından çıkmıştı ve bana doğru geliyor olmalıydı. Gelmemeliydi.

Dizlerimin üzerinde toprak lekeleri vardı, avuç içlerime kadar acıyordu canım. Katlanamıyordum. Ben bu haldeyken yanımda kimse olmamalıydı, olmamıştı şimdiye kadar. Aynı şekilde devam etmeliydi. Kimsenin varlığına alışmamalıydım, sonra bırakıp gidiyorlardı. En gitmez dediğin insan bile yanından kuş olup uçuyordu ama sen uçama diye kanatlarını kırıyordu giderken.

"Ağlıyor musun sen?" Hareketleri çok hızlıydı, beş saniyeden kısa sürmüştü yanıma oturması.

"Ağlamıyorum, yağmur yağıyor." Gözlerimin altı ve göz pınarlarım o kadar ıslaktı ki en saf insanı bile inandıramazdım bu yalana.

"Asya'nın yağmurları?" dedi soru sorar gibi. İçinde kötü bir his olduğunu söylemişti, o hissin sonunda beni parkta ağlarken yakalamıştı.

"Asya'nın yağmurları." diyerek onayladım onu gözyaşlarımı silerken.

Sindirdiğimi sanıyordum, en azından göğsümdeki sancılar dinmeye yüz tutmuştu. Yanılmıştım ve bu başıma gelen en ağır yanılgıydı. Canımı artık hiçbir şey yakamaz sanıyordum. Bazen bir avuç toprağın kör bir bıçağa denk olabileceğini bana kimse söylememişti.

"Gitmeni istiyorum," dedim başımı yüzüne çevirmeden. Kaldırım taşlarına bastırmaktan iz çıkmıştı avuçlarıma.

"Siksen gitmem." Ne kadar net olduğunu belli etmek istemişti ama bilerek küfür etmediğine emindim. Hani gitmesini istediğimde git demem yeterliydi? Niye defolmuyordu şimdi yanımdan?

"Diğerleri karakolda, ben bilerek gitmedim onlarla. Açıkçası, o aptal his seni beklemem gerektiğini söyledi."

"Hislerine güvenir misin?"

Üzerindeki beyaz tişört yer yer ıslanmıştı ve saçlarına düşen damlalar küçük led ışıklar gibi parlıyordu. Başımı tekrar öne eğdim ve bir türlü ağlamayı bırakmayan gözlerimi kaçırdım ondan.

"Güvenmem." Hafifçe yanıma kaydığında kolu koluma değmişti. "Bugün güvenesim geldi, normalde hiç huyum değildir." Güldüğünü hissettim. "Birinin yanında olmasına ihtiyaç duyduğu son kişiyimdir böyle zamanlarda. Sana söylemiştim, ne yapmam gerektiğini kestiremiyorum ama gitmemem gerektiğinin farkındayım en azından."

Yüzüne bakmaktan itinayla kaçınıyordum ve ben ağlarken orada oturduğu için ona eskisi gibi bakamayacağımı da biliyordum. Savunmasızlığımı görmüştü, bu ona karşı bundan sonra duvarlarımı daha sağlam öreceğim anlamına geliyordu.

"Bu şekilde devam edemeyiz ama." dedi gözleri titreyen parmaklarımın üzerindeyken. Dayanamamış, ona bakmıştım ve bu bir sonraki hamlesi için onu tetikleyen şey olmuştu.

Beni kendine çekip kollarını etrafıma sarmış, kendimi geri çekmediğimi gördüğünde ise başını sol omzuma yaslamıştı. Ağlıyordum, ellerim titriyordu ve Görkem bana sarılmıştı.



"Hep," dedi alçak bir sesle. İnsanlardan nefret eden benim kulağımın dibinde bir nefes vardı. Sarılmayı bile sevmiyorken, ağlamaktan nefret ediyorken bir adama sarılıyor ve bir adamın omzunda ağlıyordum. "Hep ağlarsan rahatlayacağını düşünmüştüm. Kendini sıktığın için sana kızıyordum hatta."


Kendimi sıkamadığım için tişörtünün kumaşını sıkıyordum. Sessiz hıçkırıklarım yüzünden göğüs kafesim kasılıp duruyor, içindeki boşluksa her an büyüyordu.

"Ama 13, ağladığını görmenin beni bu hale getireceğini hesaba katmamıştım. Gözünü seveyim dur, ne yapacağımı şaşırıyorum. Ruhum sökülüyor sen içini çektikçe."

"Canım o kadar yanıyor ki." dediğimde, sesimdeki çaresizlik yüzünden belki de, daha sıkılaştırdı sırtımda duran ellerini. Bu itiraf bile ne kadar kötü halde olduğumun göstergesiydi. Kaçar, saklanır, kendimi kapatır ve ne yaşıyorsam kendi içimde yaşardım. Getirmezdim dile hiç. Bugün farklıydı. Dayanamıyordum. "Zamanla diner diyorlardı hani? Ölmeden dinmeyecek işte. Ben ölmeden geçmeyecek."

"Şşh.." Konuşmamı istemedi sanki, başını omzumdan kaldırıp başımı göğsüne bastırdı. "Deme öyle. Bak delik deşik oldum zaten. Bir şeyler yapalım, bir yerlere gidelim istersen. Döner yiyelim mi? Çizgi film de izleyebiliriz, Arda öyle yapıyor."

Çabası beceriksizceydi, muhtemelen biri ağladığında ona sarılmayı da Eylül falan öğretmişti. Yine de benim için elinden geleni yapıyordu.

"Görkem," dedim geri çekilmeden. "Özür dilerim." Niye diye sorsa verecek cevabım yoktu. Kendimi suçlu hissediyordum ve içimde neye olduğunu bile bilmediğim bir öfke vardı.

"Dileme," dedi. Çenesini başımın üzerine yaslamıyordu ama eli saçlarımın üzerindeydi, beni göğsüne saklamak ister gibi baskısını hiç azaltmıyordu. Aramızda belli bir mesafe bırakmış, şu durumda bile rahatsız olma ihtimalimi düşünüp çok fazla yaklaşmamıştı bana. "Kötü hissetme," dedi dün geceki gibi. "Çay iç?"

Hafifçe güldüm ama gözlerim bir türlü durduramadı yaş akıtmayı.

Yağmur üzerimize yağdı, o parkın kenarındaki kaldırıma izimiz kazındı. Odamızdaki pencerelerden dışarı baktığımızda bu anı tekrar tekrar yaşayacaktık ikimiz de. Ne kadar çabalarsam çabalayayım silemezdim hafızasından.

İki dakikadan az bir süre öyle kaldık. Ona sarılmak, yanan elimi suyun altına tutmak gibi hissettirmişti. Canım daha fazla yanar sanmıştım ama ters bir etki yaratmıştı üzerimde.

Geri çekildiğimde gözüm, tişörtündeki kan lekesine takıldı sonra parmağım burnuma değdi. Islaklığı hissedince elimin dış kısmıyla burnumu sildim ve nefes bile almadan parmaklarıma bulaşan kana odaklandım.

"Gel," dedi telaşsız sesiyle. Beni ayağa kaldırmak için uzattığı eli girdi görüş açıma. "Sakin ol, tamam mı? Problem yok. Yaşadıkların normal, ağlaman normal, burnunun kanaması normal." Baskılayarak söylüyordu çünkü zihnimde dönüp dolananları biliyordu. Az önce hiç istemediğim bir durumun içinde kaldığımı da fark etmişti, çaresizliğimi de hissetmişti iliklerine kadar.

"Tişörtün lekelendi," dedim tek sorun buymuş gibi. Elini tutmak yerine gözlerimi sildim, durup bekledim ve artık gözyaşlarımın dökülmediğine emin olunca kendim ayağa kalktım. "Kusura bakma, sana yeni bir tişört alırım."

Bu kadardı. Ruh halim yine yüz seksen derece dönmüş ve bu onun yüzüne bir şok asmıştı. "Görkem," dedim tok sesimle. Burnum hâlâ kanıyordu. Yeniden sildim ve ellerime daha fazla kan bulaştırdım. "Bu da sana verdiğim bir sır olsun, olur mu?"

"Senden aldığım bir sır," diye düzeltti. "Sorun yok." Onun yüzüne bakarsanız sorun olduğunu görürdünüz. Profesyonel roller yapabilen o adam karşımda şaşkınlığını gizleyemedi. İlk karşılaşmamızda da aynısı olmuştu. Krizlerden çıkış hızım onda her zaman aynı etkiyi yaratıyordu. "Ve bana tişört falan da almayacaksın."

"Alırım alırım," dedim kestirip atarcasına. "Gözüm bir tık kararıyor. Çok mu kan kaybettim doktor bey?"

"Tansiyonun düşmüştür ayağa kalkınca," dedi alayla. Bana uyum sağlaması kısa sürmüştü.

"Sana sağlam bir kafa travması yaşatırsam şu son yaşananları unutur musun sence?" diye sorduğumda içtenlikle kahkaha attı ve bir adım uzaklaştı benden. Yağmurun sırılsıklam ettiği saçlarımı kenara çektim. Dizlerimdeki toprak çamura dönmeden içeri geçsek güzel olurdu.

"Reflekslerim kuvvetlidir," dedi kasıla kasıla. "Bana travma yaşatmaya çalışırken dikkat et de parka gömmeyeyim seni."

"Sana daha önce kroşe ve kafa atmış biri var karşında. Hatırlatayım dedim." Gülerek balkon kısmına doğru ilerledim ve yağmurdan kaçtım. Ellerini iki yana açıp bunu ona kaç defa daha hatırlatacağımı sorguladı gözleriyle. Omuz silkerek karşılık verdim ve bir kez daha sildim burnumu. Olan adamın beyaz tişörtüne olmuştu.

"13," dedi yine. Bu lakaba alışmıştım, kafamı çevirdim ona doğru. "Can sana gerçekten yardımcı olabilir." Kanayan burnuma takılı kaldı gözleri. "Ve canını çok acıtsa bile bazı şeyleri birilerine anlatmak iyi gelebilir. Kendimden biliyorum. Konuşulmayan acı, kalbi parçalar der Shakespeare."

"Shakespeare mi Can mı?"

"Can'dan duydum ben," dedi gülümseyerek. "Bana kalsa acına bilmediğimiz için x derim, denklem falan kurup çözüm yolu olan y'yi bulmaya çalışırım. Benim beyin böyle çalışıyor."

"Bazı x'ler bilinmeyen olarak kalmalı." Onun anlayacağı dil buysa bu şekilde konuşurdum ben de. "Çözümü olmayan bir denklem gibi düşün beni. Uğraşma fazla."

"Huyum kurusun," dedi arkamdan içeri gelirken. Benim odamdan geçip koridora çıkmıştık birlikte. "Çözümü bulunamayan denklemlere çok meraklıyımdır. Uğraşmadan duramam."

Doğrudan banyoya ilerlediğim sırada adım adım takibimdeydi. İçindeki hissi dinlediği için mutluydum sanırım. Normalde hissetmem gereken o rahatsızlığı henüz hissetmiyordum. Görkem'in hiçbir şey olmamış gibi yapışı çok inandırıcıydı. Üzerime gelmediği için ben de kolayca yok sayabiliyordum.

Onun yanında ağlamış olmamı ikimiz de unutmayacaktık ama unutmuş gibi yapmayı başarabiliyorduk üzerinden birkaç dakika geçmiş olsa bile.

Ben musluğu açıp ellerimi suyun altına tutarken o omzunu kapıya yaslayıp gözlerini üzerimden ayırmadı. Aynaya bakmamaya özen göstererek burnumdaki kanı temizlemeye başladım.

"Bir keresinde," diye başladı lavabodaki su kırmızıya dönerken. "Kaya'nın yüzüne sert bir yumruk atmıştım."

"Refleks testi miydi?" diye sordum gülerek.

"Ciddiydi," dediğinde gülüşüm hızla soldu. "Ağrı kesicilerime el koyduğu içindi. Sinir krizi geçiriyordum." Kendisinin de zaman zaman benim gibi durumlar yaşadığını, bunun normal olduğunu göstermek için anlattığı bir hikâyeydi. Uyduruyor bile olabilirdi çünkü onu Kaya'yı ciddi şekilde yumruklarken hayal edememiştim. "Sonra ağlamaya başladım pişman olduğum için. Hiçbir şekilde Kaya'ya vurmamam gerekirdi." Dudakları yukarı kıvrıldı. "Çok saçmaydı. Kaya şişik gözüyle beni sakinleştirmek için yanımda beklemişti."

Burnumdan akan kan kesildiğinde ellerimi bir kez sabunladım ve durulayıp odağımı tamamen ona verdim. "Bol keseden sallıyorsun gibi geldi."

"Yemin ederim gerçek." Ufak bir kahkaha attı. "Geldiği zaman Kaya'ya sorabilirsin. Benimle dalga geçer hâlâ bu olay yüzünden."

"Ona zarar verdin ama hâlâ sana karşı düşünceleri değişmedi. Ben de size yük olduğumu düşünsem de sizin bana karşı düşünceleriniz değişmeyecek diye mi yorumlamalıyım bunu? Niye anlattın durduk yere?"

Taramalı tüfek halim karşısında bir kaşını yukarı kaldırdı. "Ağladığımı bilmen içindi." Gözlerini yanımda duran aynaya, sonra hızla bana çevirdi. "Kendini rahatsız hissetme diye şartları eşitledim."

"Çok naziksin," dedim gülerek. Boşluğuma gelmişti, realist tavrı ve bunu bana anlatıp şartları eşitlediğini düşünüyor olması gerçekten komikti.

Kapı sesi bu derin sohbetimizi bölen şey oldu. Banyodan çıkmam için eliyle bir işaret yaptı ve yine önden benim gitmemi bekledi. Yağmur hızını iyiden iyiye arttırmıştı, kapıya doğru ilerlerken dışarıdan sesini duyabiliyordum. Görkem arkamda dikilirken kapıyı açan ben oldum.

Muhtemelen arabayla yolculuk yaptıklarından çok da ıslanmamış dört kişi attı adımlarını sıra sıra içeriye. Eylül'ün üzerindeki lacivert gömlek çarptı gözüme, çok beğendiğimi inkâr edemeyecektim. Kaya'nın eli Arda'nın ensesindeydi. Can da yanlarında dikiliyordu ve Eylül hariç diğerlerinin bakışları Görkem'e kilitlenmişti.

"Ne oldu lan?" diye sordu Görkem gözlerini iri iri açarak. Arda'nın bakışlarının odağına ben girdim, daha doğrusu pantolonum girdi ve anlam veremedim birkaç saniyeliğine.

"Yaralandın mı?" diye sordu Kaya. Eylül'ün gözleri endişeyle Görkem'in üzerine döndü bu sırada. "Tişörtünde kan lekesi var."

Niye tişörtünü değiştirmemişti ki bu adam?

"Ha..." dedi Görkem rahatlamış bir şekilde. "Bir şey değil ya."

"Burnum kanadı," dedim bir cevap almadan onu rahat bırakmayacaklarını bildiğimden.

"Sen de Görkem'in tişörtüne mi sileyim dedin?" Arda'nın imasını anlamamak için aptal olmak gerekirdi. "Dizindeki toprak ne peki? Bahçeye ağaç mı diktiniz yoksa? Üzeriniz de ıslak zaten."

"Mete'ye gittim." Onlardan saklamama gerek yoktu. Aksine açıklamasam bin tane şey kuracaklardı kafalarında. "Bunu konuşmasak olur mu? Siz ne yaptınız?"

"Eylül Hanım'ın alfalığıyla günü kapattık," dedi Arda. Bir centilmen gibi diz çökmüş, elini Eylül'e uzatmıştı ve Eylül de eski dönemlerden fırlama bir hanımefendi gibi hayali eteklerini tutup bizi selamladıktan sonra Arda'nın elini yakalayıp onu yerden kaldırmıştı.

"Cengiz bize sıradaki uyuşturucu tezgahının nerede kurulacağını söyledi."

Görkem, "Ne karşılığında?" diye sordu Can'a.

"Bir sonraki sorguya seni göndereceğimi söyledim konuşmazsa."

Bu beni güldürdü. Demek ki Görkem'in Cengiz'i boynundan tuttuğu gibi araba koltuğuna mıhladığı sahneyi Cengiz de unutmamıştı. Belki de benim şahit olmadığım sorgulardan birinde Görkem'in kontrolsüz hali daha da korkutmuştu Cengiz'i.

"Bir oteldeymiş," dedi Kaya. Gözleriyle Görkem'e çatı katını işaret etti. "Ayaküstü konuşmayalım."

"Ay ben öleceğim açlıktan," dedi Eylül koluma girerek. "Hadi siz çıkın, biz birer tost most yapıp geliriz yukarıya." Bizden kastı ben ve kendisiydi anladığım kadarıyla.

"Ben yapardım," demeye çalıştı Arda ama Eylül onun ağzını kapattı. Arda, dudaklarının üzerine kapanan Eylül'ün parmaklarından gözlerini alamadı. Yutkunuşunu gördüm. Hızlıca elini Eylül'ün elinin üzerine koyup çekti ve sonra bir iki adım geri gitti.

"Ben yaparım hayatım, çıkın hadi siz yukarı."

Eylül'ün bu konuda ısrarcı olduğunu anladıklarında hepsi başlarını öne eğip paşa paşa merdivenlerin yolunu tuttular. Görkem de odasına yöneldi üstünü değiştirmek üzere. Böylece Analizciler beni elimden tutup mutfağa çekeleyen Eylül'le baş başa bıraktılar.

"Dökül." Ona anlamsız bakışlar attım. "Ne oldu? Burnundan akan kan yağmur olup damla damla gökten Görkem'in göğsüne mi düştü?"

"Of sorma ya," dedim usta bir oyunculukla. "Çeşme gibi aktı zaten kanım. Her tarafa bulaştırdım. Ayıp oldu."

"Bebeğim." Sabır dilenir gibiydi. "Hadi eline bulaşsın yüzüne bulaşsın. Gidip de adamın göğsüne nasıl bulaştı?"

"Ne kuruyorsun kafanda Eylül?" diye sordum hayretle. "Parkın ortasına çöktüm Mete'nin yanından geri gelince. Yağmur da sağanaktı zaten, ıslak kedi yavrusuna döndüm. Görkem de beni öyle görünce dayanamadı yanıma geldi. Ona sarılıp göğsünde ağladım mı diyeyim sana? Böyle gerçekleştiğini mi düşünüyorsun?"

Eylül koca bir kahkaha attığında böyle gerçekleştiğini düşünmediğini gayet net bir şekilde ifade etti. Daha fazla üzerime gelmek yerine dozunda bıraktı ve beni pantolonumu değiştirmem için odama yolladı. Mutfaktan çıktığım sırada o da tost makinesini çıkarmıştı dolabın içinden.

"Mezarlığa gitti," diye bir ses geldi yan odadan. Adımlarım bıçak gibi kesilirken odama girip kapıyı kapatmam gerektiğini hissettim ama orada durmaya devam ettim hislerime meydan okuyarak. "Geldi sonra geri." Görkem'in sesini o kadar net duyuyordum ki kendi odasının kapısının önünde ayakta dikilerek konuştuğunu düşündürdü bu bana.

"Bir şey yok abi, beklediğimden iyi görünüyor." Necip Amir olmalıydı konuştuğu kişi. Görkem, beni amirine bildiriyordu. Ben deneme sürecinde miydim? Telefon numaramı alıp biz sizi ararız mı diyeceklerdi böyle devam edersem? "Sorumluluk bende," dedi Görkem bu defa. Yumruğumu sıktığımın o an farkına vardım. "Problem yok. Elinden gelenin fazlası için çabaladığına ben şahidim. Günden güne iyiye gidiyor zaten."

Günden güne iyiye gidiyordum. Kusuyordum, burnum kanıyordu, gözlerim kararıyordu ve ağlıyordum. Problem yoktu, bu kadardı.

Telefonun kapandığına emin olduğunda Görkem'in odasının kapı koluna uzandım ve doğrudan daldım içeri.

Bir çarpma sesi duyuldu çünkü kapının ardında dikiliyordu tam da tahmin ettiğim gibi. O, yüzüme şaşkınlıkla bakarken adımımı içeri atıp kapıyı arkamdan sertçe kapattım. "Bilerek yaptın," dedim üzerine doğru bir adım atarak. İçeri hışımla girdiğim için o da bir adım gerilemiş, sırtı duvara yapışmıştı.

Dudaklarının kenarı yukarı kıvrılırken memnuniyet doluydu gülümsemesi. Benim yüzümdeyse tek bir değişiklik bile yoktu.

"Necip Amir'e rapor veriyorsun benim hakkımda," dedim kafamda örümcekler cirit atarken. Bunu yapmasının birden çok sebebi olabilirdi ve örümceklerim de en sağlam ağı örmeye çalışıyorlardı.

"Sana ben söylemedim," dedi çıldırtıcı bir sakinlikle. "Beni sen duydun."

Bir ışık aydınlattı zihnimin içini. Gölgeler belirdi sıra sıra duvarlarda. "Necip Amir, hareketlerimi ona bildirmeni istedi. Ajancılık yapacaktın ona ama sen bile isteye bana yakalandın."

"Birine bir söz verdiysem o sözü tutarım," derken yüzündeki ifade benimki gibi ciddileşmişti. "Ama Analizcilerin arkasından, onlar hakkında gizli kapaklı işler çevirmek de pek adetim değildir."

Necip Amir'e hareketlerini bildiriyorum, haberin olsun demekti tüm bunlar. Gelip doğrudan yüzüme söylememesi de ona verdiği sözden kaynaklanıyordu.

Onu bana ispiyonlamamıştı, beni ona ispiyonladığını ise bana belli etmişti.

"Odama geleceğim zamanı nereden bildin de başladın oyununa?"

"Hesapladım," dedi bu dünyanın en normal şeyiymiş de benim bunu sorgulamam saçmaymış gibi bir tavırla.

Örümceklerim Görkem'in zekâsı karşısında saygı duruşuna geçtiler.

"Bana güvenmiyor mu?" Cevabı bilmek istediğimden pek emin değildim. Normalde insanların hakkımda ne düşündüğü beni ilgilendirmezdi ama mevzu bahis kişi içinde bulunduğum ekibin amiriyse bu benim için önemliydi. Aniden beni aralarından şutlasalar ağzımı açıp tek kelime edemezdim ve ötesi, dönecek bir evim de olmazdı.

"Sen onun dünya üzerinde en güvendiği altı kişiden birisin," dedi. O altı kişi aynı çatının altındaydık imasına göre ama ben bana yalan söylüyor olabileceğini düşündüm. "13, bir problem olduğu takdirde abimin haberi bir şekilde olur. Sorun bensem, bu da gider kulağına mesela. Üzerine alınma, merak ettiği için ilgileniyor sadece."

"Madem sadece meraktan ilgileniyor, ona doğruları anlatsaydın?" Gözlerimi kıstım. "Dün gece kurallarınız gereği benim odamda kaldığınızı, uykumda sayıkladığımı, burnumun sürekli kanadığını söyledin mi mesela?" Kollarımı bağladım göğsümde. "Madem sadece merak, bunların hiçbirini kafasına takmaz herhalde?"

"Diğerlerinden biri olsaydı anlattıklarını yaşayan, kafasına takardı evet," dedi mavi gözleri bileğimdeki ipe odaklanırken. Çok geçmeden yine gözlerime akıttı okyanusunu. "Biz onun meselesiyiz, doğru. Ama sen, benim meselemsin 13."

Benim defterimin sayfaları sararmıştı. Hayatım bu şekilde dökülüyordu kelimelere. Analizciler yeni bir sayfa açmamıştı, beyaz sayfalar zımbalamışlardı defterin ilerisine.

Görkem yeni eklenen o sayfaların ilkine, lacivert bir tükenmez kalemle bu cümleyi kazıdı bastıra bastıra. Silgi bulsam silemezdim, karalamak istesem kalemim yoktu, sayfayı yırtmak istesem onu ekleyen kişilere kıyamazdım.

'Kimsenin meselesi olmadığın için mı hazırlıksız yakalandın bu üç kelimeye, Asya?'

Bunun onayını Mete'den beklesem de çekildiği köşede sessiz sessiz oturmaya devam etti o.

Görkem'i köşeye sıkıştırmak için adım attığım bu yolda köşeye sıkışan taraf olmam hiç hoş değildi.

"Teşekkürler," dedim üzerine geçirdiği lacivert tişörte bakarken. Çıkardığı kanlı tişörtü öylece yere bırakmıştı, odaya girerken görmüştüm. Masasının üzeri de dağınıktı. Ben gelmeden önce test çözüyor olmalıydı böylece beni pencereden hemen görmüştü. "Arkamdan iş çevirdiğini bana haber verdiğin için."

"Kroşelerinden korktuğumdan yaptım." Bu alaycı tonu Kaya'dan kopyalamıştı. "Ayrıca, bu teşekkürler lafı da anladım demen gibi bir şey. Ne diyeceğini bilemediğin zaman söylüyorsun, kaçmak için."

"Eylül'e söyleyeyim de sana tost yapmasın." Bir an için gözünün altını kaşıdı ve tamamıyla yüzüne odaklandığımda sırıtmaya başlamam üç saniye sürdü. Buna dikkat etmemiştim şimdiye kadar. "Görkem," dedim alaycı tonlamayı üzerime geçirerek. "Sen sakal mı bırakıyorsun?"

İlk karşılaşmamızda gördüğüm jilet kesiğini görememiştim. Bana hafif uzamış sakalını fark ettiren şey bu olmuştu.

"Rol için," dedi kesin bir şekilde. Afallamamış, durup düşünmemişti. Dürüst olduğuna şüphem yoktu zaten, ben sadece onu kızdırabileceğimi düşünmüştüm yaptığım imayla. "Yukarıda öğrenirsin zaten."

"İyi." Kapıyı açıp dışarı çıktım, o arkamdan çıkıp koridorda yürümeye devam etti. Ben de kendi odama girip üzerime rahat bir eşofman takımı geçirdim ve Eylül'ün yanına geri döndüm koşar adımlarla. Çünkü o uyanık biriydi, biraz daha oyalanmış olsaydım ağzımı aramaya başlardı.

"İşten kaçmaya bu kadar meraklı olduğunu bilmiyordum." Bunu söylerken tost makinesinin sapına iki eliyle tüm kuvvetini uygulamış, parmak uçlarında yükselmişti. "Zaten ben yapacaktım, bari yanımda arkadaşlık etseydin."

"Beni üzerimi değiştirmeye sen gönderdin," dedim bir sandalyeyi çekip otururken. Eylül'ün ince bir beli vardı, üzerindeki kot pantolon ona hafif bol geldiği için siyah kemerini sonuna kadar sıkmıştı. Necip Amir'in bana gösterdiği fotoğrafta da Eylül aşırı derece zayıftı. Bir sağlık problemi olabilir miydi acaba? "Eylül," dediğimde bana çevirdi yüzünü. Sarı saçlarını bugün maşalamış ve sonra topuz yapmıştı. "Gömleğin çok yakışmış."

Ona kanım çoktan ısınmıştı ve onun da bana yaklaşmak için benden hamle beklediğini biliyordum. "Saçların da çok güzel olmuş. Bugün ayrı bir hazırlanmış gibisin. Var mı özel bir sebebi?"

"Öncelikle iltifata bayılırım. Teşekkürler." Bana öpücük gönderdikten sonra tost makinesinin kapağını açıp tostları tabaklara koymaya başladı. "Bir görüşme yaptım, yukarıda detaylı konuşuruz. Ayrıca gömleğimi beğendiysen sana verebilirim?"

Makinenin fişini çekip ellerini yıkadı, sonra koşturarak yanıma geldi. "Asya alışveriş sever misin? Sana mağaza dolusu gömlek alabilirim, sen de bana valizlerini toplarken gördüğüm düz siyah mini elbiseyi verirsin. Askıları aşırı hoş duruyordu, aşık oldum resmen. Bir kleptoman olsaydım çoktan çalıp evime götürmüştüm onu."

Sesli bir şekilde güldüm. "İstediğini alabilirsin, bir mağaza dolusu gömleğe gerek yok." Sadece bir erkek tişörtüne ihtiyacım vardı ama bunu ona söylemedim.

"Biz seninle var ya, çok iyi anlaşacağız kızım." Omzuma vurmuş, sonra geri çekilip tabakları işaret etmişti. "Bari buna yardım et, hepsini taşıyamam."

Gülerek ayağa kalktım, tabakların taşıyabildiğim kadarını aldıktan sonra merdivenlere doğru ilerledim ve hızlı adımlarla tırmandım basamakları. Çatı katının camının altındaki masaya yayılmışlardı Analizciler. Elimdekileri masaya bıraktıktan sonra bir sandalye çekip oturdum, Eylül de yanımdaki yerini aldı. Görkem sağ tarafımda kalıyordu, masanın baş köşesindeydi. Diğer başta ise Can vardı. Karşımda Kaya, onun yanındaysa Arda oturuyordu.

"Ellerinize sağlık, sabahtan beri doğru düzgün bir şey girmedi mideme," dedi Can.

"Ben yaptım her şeyi," dedim sırıtarak. Eylül kaşlarını sahte bir kızgınlıkla çatarken diğerleri de gerçeğin farkındalardı zaten.

"Sen bayılırsın ayakta dikilirsen. Çok hastasın ya hem," diye bana takılmaya kaldığı yerden devam etti Kaya.

"Bıdı bıdı," dedim suratına bön bön bakarak. "Sen yokken bu ev daha çekilir bir yer oluyor."

Karşı atak olarak 'sen yokken de öyleydi' tarzı bir cümle bekledim ama bekleyişlerim sonuçsuz kaldı. Kaya, onların arasında kendime yer bulmaya çalışıyor oluşumu göz önünde bulundurarak hiçbir şey söylemedi bunun hakkında.

"Görkem yokken de savcı daha çekilmez bir insan oluyor," dedi konuyu benden koparıp ona yönlendirirken. "Savcıya suikast planı yapmak kaç yıldan başlıyordur acaba?"

Görkem'in parmakları şakaklarını ovuşturuyordu. "Ne söyledi yine it herif?"

"Bizim intihar olayları bir yere bağlanmayacakmış. Boşa zaman kaybediyormuşuz, bari işe yarasaymışız."

"On yedi uyuşturucu baskını yapan işe yaramaz bir ekibiz biz," dedi Arda ağzındaki büyük lokmayı yuttuktan sonra. "Bomboş bir insan gerçekten. Günün birinde devletin savcısına söveceğimi düşünmezdim."

"Ha bir de, Asya niye bizimle değilmiş... Yoksa hastalanmış mı? Kan görünce mi fenalaşmış?"

"Onu görünce fenalaşıyorum," dedim sertçe. "O ve Semih, ikisinin kafasını birbirine sürte sürte kıvılcım çıkarsam bayağı rahatlarım gibi geliyor."

Beklenmedik caniliğim karşısında güldüler diğerleri, Görkem savcının adı geçtiğinde hiç gülmüyordu. Aralarındaki bu mevzu ne zaman ve nasıl başlamıştı bilmesem de birbirlerine olan nefretlerini hissetmemek elde değildi.

"Can'ım da dedi ki, bizden başka işiniz yok mu sizin?" dedi Arda gururlu baba moduyla.

Görkem'in kaşları havaya kalktı. "Can dedi?"

"Can dedi," diye onayladı. "Hesabı size değil Necip Amir'e veririz. Haddini bil de geçelim ahmak adam, de git bak yoluna. Bizimle daha fazla uğraşırsan alırım façanı da dedi hatta." Kendi söylemiş, kendi eğlenmiş, bizim gülüş seslerimizi bastıracak bir kahkaha atmıştı. "Tam olarak böyle değildi tabii, ben biraz kendi yorumumu katıp özgünleştirdim bu diyalogu."

"Bunları söyledikten sonra da bıçak çektim savcıya," dedi Can. Omuzlarını dikleştirip arkasına yaslanmıştı.

"Olay doğru, ben oradaki bıçağım." Kaya sırıttığında önündeki tostun bitmiş olduğunu gördüm. Çiğnemeden bir bütün olarak tostun yemek borusundan geçtiğini, geçerken yemek borusunun o kısmının tost şeklinde gözüktüğünü hayal etti benim manyak zihnim. Gözümün önüne çocukken izlediğim bir çizgi film sahnesi geldi. Duvardan geçen karakter o duvara kendi şeklini bırakmıştı.

"Muhabbetinizi bölmek istemem ama," dedim onlar bir süre daha bu olay üzerinden şakalar yaptıkları sırada. Tostumu bitirene kadar gülüşlerini izlemiştim ve artık ciddi olma sırası gelmişti benim için. Ellerimi masanın üzerinde duran ıslak mendille güzelce sildikten sonra gözlerimi yeniden onlara çevirdim. "Aşağıda kiminle sohbet etsem yukarıda konuşuruz deyip durdu, yukarıdayız. Biri girse mi konuya?"

"Hasan," dedi Görkem. Bu adama kafayı takmıştı tam anlamıyla. "Cengiz'i içeri almamızla birlikte uyuşturucu işinin başına geçti ama bu zamana dek her şeyi Cengiz yönetiyordu. Sıradaki uyuşturucu satışını da o planlamıştı, Hasan sadece devraldı. Bu yüzden nerede ve nasıl toplanılacağı bilgisini Cengiz'den sorguda alabileceğimizi biliyordum. Ben zemini hazırladım, kalanını da Can'a bıraktım.

"Uyuşturucuya paravan olarak resim sergisini kullanmıştı," dedim ellerimi masada birleştirerek. "Sıradaki neymiş?"

"Kumar." Bu cevabı saçma bulduğumdan yüz ifadem şüpheci bir hal aldı. Sanat legaldi, bunu paravan yapabilirdiniz ama kumar da illegalken neden uyuşturucuyu kumarla kapatmaya çalışırdınız ki? Aynı bokun laciverti meselesine dönüyordu olay.

"Öyle bakma," dedi Görkem düşüncelerimi okurcasına. "Hasan'ın kumarhane işlettiğini söylemiştim. Ben ona bir vurgun yaptım ama ne yazık ki kökünü kurutamadım. Cengiz'in sıradaki işi Hasan'la ortak olarak gerçekleşecekti. Bir nevi reklamını yapacaktı malının. Yeni yüzlerle tanışacaktı Hasan vesilesiyle. Hasan da ele geçen paranın belli bir yüzdesini alacak ve kenara çekilecekti. En azından Cengiz'in planı buydu."

Sindirmek için derin bir nefes aldım. Olayı bilmeyen tek kişi bendim, diğerleri aralarında konuşmuştu. Bu belliydi.

"Cengiz'i içeri almamız Hasan için büyük bir nimet," diye devam etti Görkem. Normalde bu tarz şeyleri kelimeleri yuvarlaya yuvarlaya ve çok hızlı konuşarak anlatırdı ama sanki bugün benim için bir jest yapıyordu. Konuşurken arada gözlerinin burnuma kaydığı da kaçmamıştı gözümden. "Çünkü Hasan, aleme benim ortağa ihtiyacım yok demiş oldu ve aynı zamanda bütün tezgahın başına geçti. Bir anda güçlendi, bunu o da beklemiyordu."

"Bu hata yapmasına mı yol açacak?" diye sordum her ne kadar onu bölmeyi istemesem de.

"Belki," dedi ucunu açık bırakarak.

"Sıradaki buluşma, toplantı, oyun, adına her ne dersen de," diye araya girdi Arda. "Bir otelde yapılacakmış ve Mila Tokel o gece, o sergiye katıldığı için ve üzerine Hasan'a Cengiz'i sorduğu için çok şanslıyız."

Birkan Balamir de o gece o sergiye katılmıştı ama ondan bahseden yoktu. Demek ki bu karaktere ayrılan sürenin sonuna gelmiştik.

"Mila Tokel, o otele gidecek belli ki..." Devam etmelerini bekledim. Tamam, giderdim. Bundan korkmaz veya çekinmezdim ama bana detay vermeleri gerekiyordu.

"Kumarhane, otelin alt katında. Gizli kapaklı bir yer. Asansöre bindiğinde üzerinde uyarı işareti olan kırmızı bir tuş var, ona uzun basarak yeraltına iniyorsun. Gecenin işleyişi farklı olacak. Satış yok, kazanmak var. Galiplere verilecek ödül para değil, uyuşturucular. Tamamen reklam amaçlı olduğunu düşünüyorum," dedi Eylül istediğim detayları yavaşça aktarırken.

Kart oyunlarını öğrenmem konusunda Görkem'in ısrar edişlerinin sebebi buydu. Ben, o masaya oturacaktım.

"Bunları nereden biliyorsun?" diye sordum. "Köstebeğimiz mi var? Nasıl sızdık içeri?"

Odadaki dört adamın gurur dolu gülümsemesi yüzlerindeyken Eylül'ünki ukala bir tebessümdü. O adamlar, yanımda oturan kadına 'işte bizim kızımız' der gibi bakıyorlardı.

"Ben Analizcilerin haber ajansıyım ve o otelin sahibi de benim uzaktan bir tanıdığım."

"Nereden tanıdığın?" Artık ben de bir şeyleri öğrenmek istiyordum.

Bana elini tokalaşmak üzere uzattı. "Selam canım, hadi bir kez daha tanışalım. Ben Eylül Ayyıldız, Ayyıldız oteller zincirinin hissedarı."

Bahsettiği zincir, asla hafife alınacak bir şey değildi. Adı en bilindik otellerin başında geliyordu ülkede ve zamanında ben bile o otellerin birinde kalmıştım. Gözlerim karşımdaki kadına daha farklı bakıyordu artık. O, ciddi anlamda zengin bir kadındı. Özel uçağı var mıydı? Türkiye'nin milyonerleri listesinde adı yazıyor muydu? Bunları sormam garip kaçar mıydı?

Eylül, hakkında kolayca ulaşılabilecek bir sürü bilgi var diye mi bir Analizci değildi?

Elini sıkarken gözlerim şaşkınlıkla aralanmış, yüz ifadem diğerlerine komik geldiğinden kıkırtılar dökülmüştü ortalığa.

"Biz de öğrendiğimizde sudan çıkmış balığa dönmüştük," dedi Arda keyifle.

Kaya'nın her şeyi Eylül'e aldırmak isteyişini anlayabiliyordum artık. Beşimizin mal varlığını toplasak Eylül'ün iki kredi kartındaki miktara denk olabilir miydik acaba?

Fazlaca soru işareti barındırıyordum.

"Kumarın oynanacağı otel senin otellerinden biri mi?" diye sordum şok içinde.

"Tabii ki değil." Eylül gülümsedi. "Böyle bir şey benim çatılarım altında gerçekleşemez Asya, izin vermem. Bahsi geçen otel, Ayyıldızları karşısına almak istemez. Polis kimliğimle değil, Ayyıldız ailesinin tek kızı kimliğimle gittim oraya. Bu yüzden tehditlerimin resmiyette bir değeri yok." Gülüşü artık tehlike barındırıyordu. "Hem bilgi topladım hem annemin başına bela açtım sorun çıkararak. Çifte kârdayım."

Kahve gözlerinde nefret gördüm. Eylül, soyadını gururla taşımasına rağmen annesinden nefret ediyordu.

"Tokalaştığın elimi kesip açık arttırmaya koysam ne kadar kazanırım sence?" diye sordum hayranlıkla. İlk kez bu derece bir zenginle yakın bir ilişki içindeydim. "Sana artık siz diyeceğim."

İçten kahkahasıyla o kadar güzeldi ki Arda çoktan izlemeye dalmıştı onu. "Bana karşı tavırların değişmesin lütfen," dedi bu bir istekten ziyade ihtiyacıymış gibi. "Sırf soyadım yüzünden arkadaşım olmak isteyen bir sürü insanla tanıştım. Bir polis olduğumu gördüklerinde hayatımdan sıyrılıp gittiler çünkü onların hayali partiden partiye koşan, rakip şirketin ceosuyla aşk yaşayan, o yat senin bu kat benim diye gezen bir prensesle arkadaşlık kurup parasını sömürmekti. Yaz dizisi karakteri olmamı istediler benden."

Tüm o saydığı şeyler olabilecekken o gitmiş, kendisi için zor olan yolu seçmişti. Eylül her ay yatan maaşına bakıp kahkaha atıyor olabilir miydi? Memurlara maaşlarını yatıran kişi olması da muhtemeldi gerçi.

Nasıl hissetmem gerektiğini bilemiyordum. Ultra zengin bir insanla beraber tost yemişliğim yoktu hiç.

"Bir şey sorabilir miyim?" Başıyla onay verdiğinde o da gülüyordu halime. "Analizcilerin bu kadar lüks bir sitede yaşıyor olması beni şaşırtmıştı. İçinizden hiçbirinizin mal varlığının Eylül'le yarışacağını düşünmüyorum, yanlış mıyım?" Diğerlerine döndüğümde baş sallayarak devam etmemi işaret ettiler. "Yani, oturduğumuz ev de mi senin? Garajdaki arabalar? Eylül, biz senin sokak kedilerin miyiz?"

Tavırlarımda bu kadar komik olan neydi bilmiyordum. Sürekli olarak bana gülüp duruyorlardı. Sanki onlar her gün otel zinciri hissedarı biriyle tanışıyorlardı. Gayet normaldim bence ben.

"Evet hayatım," dedi. Hangisine evetti acaba? "Ben zaten bu sitede oturuyordum. Analizcilere bir ev lazım olduğunda Necip Amir'e sitedeki boş yeri önerdim. O da bana da yakın olduğundan bunu kabul etti. Öyle işte, üzerinde durulmalık bir mevzu değil."

Kim daha tanışmadığı dört adama ev satın alırdı ki? Bu zenginler parayı nereye harcayacaklarını bilmiyorlardı hakikaten.

"Şaşırmaların bittiyse devam edelim mi kaldığımız yerden?" diye sordu sıcak gülümsemesiyle. Sormak istediğim çok soru vardı ama bunlar kişisele kaçıyordu, bu yüzden sustum. Diğerleri hakkında az buçuk bilgileri Necip Amir'den alırken Eylül'den pek bahsetmemiştik. Belki de bu yüzden durduramadığım bir merak filizlenmişti içimde.

"İki kişilik rezervasyon yaptırdım Otel Karnaval'dan, Mila Tokel adına."

Ben ve kim? Bunu zaten söyleyeceğini düşündüğümden başka bir soru yönelttim. "Ne zamana?"

"Üç gün sonrasına."

"Tek gece mi?" Kaşlarım çatıldı. "Bana niye parça parça anlatıyorsunuz? Oraya gidecek olan kişi ben değil miyim? Şu detayları önüme döker misiniz hızlıca lütfen?"

"Bilmiyoruz ki." Arda'nın sesinde dalga yoktu. "Senin sağındaki homo sapiens olduğundan şüphe ettiğim, Y kromozomuna yandığım, gözlerindeki denizin dalgalarına ekmek bandığım anormal şahıs konuşursa hep birlikte öğreneceğiz."

"Evet," dedi Eylül. "Rezervasyonu iki kişilik yaptırmamı söyledi ama sana kimin eşlik edeceğini bana da söylemedi."

"Çünkü vereceğimiz tepkilerle uğraşmayı olabildiğince ertelemeyi istedi." Kaya dikkatle Görkem'in yüzüne bakıyordu. "Onun yanında sen gideceksin, değil mi?"

Ama Hasan daha önce onu görmüştü. Ayrıca Analizciler daha önce Görkem'in Hasan'ın yanına gitme fikrine aşırı derecede tepki gösterip bunun saçma olduğunu dile getirmişlerdi.

"Bakın," dedi Görkem, foyası sonunda meydana çıktığı için biraz gerilmişti. "Planı geliştireceğiz birlikte ama rotayı belirledim. Lütfen boğmadan önce sakin kafayla dinleyin beni."

"Senin ciddi psikolojik sorunların olduğuna emindim zaten ama artık çok daha eminim," dedi Can dehşet içinde. "O adam seni gördü daha önce!"

"Böyle gidecek halim yok herhalde." Görkem'in sabrı taşıyor gibiydi oysa daha başlamamıştık bile. Başının ağrıdığını düşündüm, bu yüzden mi katlanamıyordu konuşmalara? "Kılık değiştiririm olur biter."

Eylül kollarını göğsünde bağlamış, nedenini anlayamadığım bir şüpheyle Görkem'in yüzünde dolaştırıyordu gözlerini. Arda diğerlerinden daha sakin görünüyordu, Görkem'in kafasına koyduğunu yapacağını bildiği içindi herhalde. Gerçi hepsi bunu biliyor olmalıydı.

"Birkan Balamir'le birlikte sergiye katılan Mila Tokel'i, başka bir adamla otele mi yollayacağız yani?" diye sordu Kaya mantık çerçevesinde. "Bunun saçma olduğunu sen de biliyorsun."

"Mila, Birkan'la gittiği o sergide Cengiz'le Cengiz'in odasına girmiş bir kadın," diyerek araya girdim. "Çok sadık bir karakter olduğu söylenemez. Yani işin o kısmını ayarlarız. Eylül," dedim bu defa konuyu Görkem'den uzaklaştırmak için. Gözlerini sıkıca kapattığına şahit olmuştum Görkem'in, parmakları da şakakların üzerindeydi. O bugün bana yardımcı olmuştu elinden geldiği kadarıyla. Borç ödeme sırası bana geçmişti. "Kaç gün kalacağız orada?"

"Bir hafta," dedi Eylül. "Oyun tek gecede oynanıp bitmiyormuş. Misafirlere odalar ayrılmış, hepsinin rezervasyonları birer haftalıktı." Bu bilgilerin tümüne eriştiğine göre sert tehditler kullanmış olmalıydı otel sahibine karşı. "Eğer istediklerimi vermezse oteli mühürletebileceğimi söyledim." Bana cevap verir gibiydi. "Kumar oynatmak suç neticede. Her şey bir baskına bakar. Bu yüzden paşa paşa yardımcı oldu bize. Listeye adınızı eklemek de dahil."

Olaylar iyice karışıyordu.

"Kumar masasına ben oturacağım," dedi Görkem. "Aranızda benim kadar hakim olan biri var mı oyunlara? Yok. En uygun aday ben miyim? Evet."

"O adam seni tanısa kafana sıkar mı?" diye sordu Can. Ben hariç herkes "Evet." dedi hep bir ağızdan. "O adam senin fotoğraflarını Cengiz'den satın almak için ona para teklif etti mi?" Bu defa başkalarının cevabını beklemedi Can. "Evet. Senin peşinde olduğundan emin miyiz? Ona da evet."

"Başka biri olacağım," dedi Görkem sakince. "Açık vermeyeceğim. Zaten yalnız da olmayacağım. Sorun çıkmayacak, bir rahat olun ya gerildiniz de gerildiniz..."

"Görkem," dedi Can hafifçe çekinerek. "Sen vazgeçmeyeceksin belli. Ben başka bir şey diyeceğim şimdi sana." Oturduğu yerde daha dik bir pozisyona geldi. "Bu operasyona benlik bir işiniz olursa emrinize amadeyim ama ben intihar vakalarıyla uğraşmaya devam etmek istiyorum." Görkem'in yüzündeki gülümseme yine memnuniyet doluydu. "Peşini bırakmayacağım. Bir hafta uzun bir süre. Evde oturup dönmenizi beklemek istemiyorum."

"İstediğin bütün özgürlük senin," dedi Görkem. Utanmasa kahkaha atacaktı keyiften. "Arda, Kaya, Eylül... Hangisi lazım olursa al tepe tepe kullan. Yeter ki bana aklından geçeni çat çat söyle, içinden gelenin peşinden koş."

Can bugün kaba tabirle masaya yumruğunu vurup yapacağı şeyi diğerlerine kabullendiriyorsa bunun mimarı Görkem'in ta kendisiydi. Ona özgüven kazandırıyordu yavaş yavaş.

"Kaya," dedi yüzünü ona çevirerek. "Bize yeni telefonlar gerek. Kulaklık kullanabileceğimizi sanmıyorum, kumar oynanılan yerin girişinde mutlaka güvenlik önlemleri daha sıkı olacaktır. Belki bir ses kayıt cihazına ihtiyacımız olabilir, bir şekilde Hasan'ın kaldığı odaya yerleştirebiliriz. Gerekeceğinden emin değilim sadece aklıma geldiği için söyledim."

Kaya söylediklerinin sorun olmayacağını belirten bir mimik sergiledi. Yeşil gözleri Görkem'in gitme fikrini onaylamıyordu ama ağzını açıp bir kelime etmemişti.

"Arda, sen içeri silah sokacaksın. Bunu önceden yerleştirmemiz gerek. Üzerimizde taşıyamayız, girişte X-Ray cihazı var. Bizim kalacağımız oda boşaldığında temizlemeye sen git."

"Tamamdır patron," dedi Arda koca sırıtışıyla. "Bu adam emirler yağdırırken ayrı bir alev alev. Bana çatıdan atla dese yaparım, çok mantıklı duruyor onun ağzından dökülen her kelime." Kaos oluşmaması için ortamı yumuşatan kişi olma görevini bu defa Arda üstlenmişti.

"Zevzek," dedi Can onun gibi gülerken.

Görkem konuşulanlardan etkilenmemişti. "Eylül, Mila için bir valiz hazırla. Kendisinin buna zamanı olmayacak."

"Kendisi paranın kokusuna aşık bir kadın diye anladım. Pahalı markalardan oluşturuyorum bu valizi diye mi yorumlayayım bunu?"

"Öyle yorumla." Derin bir nefes aldı. "Siz bugün yoruldunuz." Bu, size ayrılan sürenin sonuna geldik demekti. "Biraz dinlenin. Zaten geç oldu saat." Geç olduğu yoktu. Onları kovuyordu. "Bir de, amirime bu defa siz anlatın olur mu? Onun bağırtılarını da çekmeyeyim."

"O iş bende," dedi Eylül. "Madem işimiz erken bitti, sevgilimle buluşayım bari."

"Ne yaparsan yap kardeş, bize ne?" dedi Kaya ayağa kalkarken. Sert tavrını Eylül şaka olarak algılayacaktı ama Arda kendisi rahatsız olmasın diye konuyu kapatmaya çalıştığını anlayacaktı. "Ben uyuyacağım, sabah böldünüz zaten benim uykumu."

"İyi geceler prenses," dedim ona. "Söylerim, yarın bölmezler güzellik uykunu."

"Bıdı bıdı." Bunu söylerken yüzünü ekşitmişti. Nasıl ben onlara benziyorsam onlar da aynı şekilde bana benziyorlardı yavaş yavaş. "Ses çıkaranın canını çıkarırım, iyi geceler."

Arda, "Can'ım ne alaka şu an?" diye sorunca Can bu komik olmayan ama beklenmedik olduğu için komik gelen şaka karşısında gülme krizine girdi.

Arda, ondan sürekli Can'ım diye bahsediyordu. Bariz bir ağız alışkanlığıydı bu, yine de bu sahiplik eki içimi ısıtıyordu benim.

"Ben sigara içeceğim, ararsanız parkta olurum," dedi Arda. Sonra Kaya'nın peşinden merdivenlere doğru yürümeye başladı. "Aramazsınız gerçi."

"Ben de kitap okuyacağım," dedi Can. "Sizin işiniz uzun mu? Kahve yapabilirim isterseniz."

"Ben istemiyorum," dedim ufak bir tebessümle. "Uykum yok, sağ ol."

Görkem de istemediğini söylediğinde Can aşağı inenlerin kervanına katıldı. Geriye kalan Eylül omzumu dürtüp "Bir gün Buğra'yla tanışmanı istiyorum," dedi bana. "O benim için çok değerli ve sen de öylesin. Bıkmıştım bu öküzlerle uğraşmaktan, bana ilaç gibi geleceksin Asya. Mutlaka bir gün pijama partisi yapmalıyız. Seni evime bekliyorum."

"Gelirim," dedim enerjisi tarafından büyülenirken. "Partiden partiye koşmayacaksak niye zengin arkadaşım var ki benim?"

Eylül samimice gülerken Görkem'e baş selamıyla veda etti ve bize iyi geceler dileyip ayrıldı yanımızdan.

"Şimdi 13," dedi Görkem ortamda bir sessizliğin büyümesine izin vermeyerek. "Benim için bir erkek karakter oluştur. Mila Tokel nasıl biriyle birlikte olur?"

"Öncelikle," dedim. "Birkaç günde deli gibi aşık olunmaz. Bu yüzden Mila bu şahısa aşık değil." Durdum. "Bana ismini söyle."

"Kuzey Demirkan." Parmaklarını yavaşça masaya vurmaya başladı. "Eylül rezervasyon için bu ismi yazdırdı."

"Kuzey ve Mila'nın ilişkisi aşk değil, olamaz, o kadar zaman geçmedi. Mila zaten aşık olacak bir kadın değil, çapkın biri. Birkan'ı şutladı, Kuzey'i aldı yanına. Zengin biri olmalı. Kriterlerimiz böyle."

"Tamam," dedi. "Aşk yok, devam et."

"Fuck buddy olabilir," dedim ona bakarak. "Duygusal birliktelik yok. Canımlar, cicimler, aşkımlar, böceğimler var. Ama yarın öbür gün başka bir rolde seni de şutlasam kimse bundan şüphelenmez."

"Nasıl davranmam gerek yani?" diye sorarken gözleri kısılmıştı.

"Mila sana karşı öyle olmasa da senin ondan hoşlanıyor gibi görünmen diğerlerinin gözünde daha iyi bir etki bırakacaktır. Sana acıyıp yakınlık kurmak isteyebilirler. Erkek muhabbetleri dönebilir. Bilmiyorum, ihtimal bunlar hep."

"Çaresiz bir aşık mıyım?" Gerçekten hiç anlamadığı belliydi bu işlerden.

"Hoşlantı," dedim. "Mila Tokel oldukça güzel bir kadın sonuçta. Ona kapılmamak kolay değil." Üzeri kapalı kendimi övmem bizi güldürdü. "Var bizim de bir havamız."

"Sana temas etmem seni rahatsız eder mi?" diye sordu dümdüz. "Sonuçta cinsel birliktelik için bir arada olan bir çiftseler bunu bir şekilde dışarı da yansıtmalıyız."

Cümleleri öyle düz, öyle duygulardan arındırılmıştı ki asla altında bir bit yeniği aramazdınız.

"Hayır. Sorun olmaz." Kısa bir süre sessiz kaldığımızda tekrar söze girdim. "Doğum leken, yara izin veya bilmem gereken başka bir iz var mı vücudunda?" Bizden şüphelenirlerse çeşitli sorulara maruz kalabilirdik. Onunla çıkacağım ilk görevde patlamak istemiyordum. Kuzey'in annesi babası, doğduğu şehir beni ilgilendirmezdi ama bedeni ilgilendirirdi.

Ayağa kalktı sorumla birlikte. Lacivert tişörtünü etek kısmından tutup karnını sıyırdı ve oradaki dikiş izinin üzerine değdi parmakları. "Bıçak yarası." Sol karın boşluğundaydı. Çok kan kaybetmesine sebep olmuş muydu? Ağzımdan verdiğim nefes ciğerlerimi döverek çıktı sanki içeriden. Tişörtü yeniden indirip yerine oturdu. "Şartları eşitledim."

Gördüğü ize karşılık bana kendi izini göstermişti. Görkem insan ilişkilerini kısasa kısastan ibaret mi sanıyordu?

"Özür dilerim," dedim bunu beklemediğimden. "Gerçekten karakterler için sormuştum."

"Biliyorum," dedi. "Sorun yok. Travmatik değil benim için. İstersen anlatırım hikâyesini."

"İstemiyorum." Düşünmemiştim. Düşünülecek bir yanı da yoktu. "Yüzüm dışında göğüslerimde de çiller var. Sırtımda da var ama pek belirgin değiller. Bir de omzumda dikiş izi var, onu gördün zaten."

"Sana geçici bir dövme yapmalıyız 13." Anlayamadığım için sessizce dinlemeye devam ettim. "Geçen seferkinde üzerinde gömlek vardı. Bu sefer elbise giymen gibi bir duruma karşılık o izi kapatmamız gerek çünkü zaman zaman kılık değiştireceğin durumlarda kalabilirsin ve bir yara izi seni tanımalarını kolaylaştırır. Ben hallecedeceğim, sen takılma. Aklımızda bulunsun diye söyledim."

"Tamam," diyerek kestirip attım. "Bir gece kulubünde tanışalım. Kuzey ve Mila için uygun bir hikâye. Gecesi bir otel odasında bitmiş olsun. Buradan normalde de otellere gittiğimizin alt metnini oluşturmuş oluruz."

"Zekice," dedi. "Bu kadar sorguya çekileceğimizi sanmıyorum ama temeli sağlam atmak önemli. Önümüzdeki üç günü hazırlanarak geçireceğiz. Başka şeylere ayıracak zamanımız yok. Hasan'ı henüz tutuklama gibi bir planımız da yok. Tek gayemiz Mila'yı ine sızdırmak ve bir üst basamaktaki isim için herhangi bir ipucu yakalamak. Anlaşıldı mı?"

"Anlaşıldı patron."

•⚓•

Bayılırım gizli görevlere.

Bir kafa karışıklığını gidermek için küçük bir not bırakıyorum: Tek tırnak içinde eğik yazılan iç ses, Asya'nın kendi iç sesiyken doğrudan eğik yazılan ve Yağmur diye hitap eden iç ses Mete'nin sesi. Ayırt ederken bunu kullanabilirsiniz gözden kaçıranlar.

Mete için bir cümle bırakır mısınız? Gerçek ölüm, dünyada sizi hatırlayacak son insan da toprağa gömüldüğünde başlar. Yıllar geçse bile bir gün bu satırdaki mezara baktığımızda onu hatırlayalım. Solmasın sarı lalelerimiz...

Eylül Ayyıldız (Destur! Zincir otel hissedarı hanım diyeceksiniz!) hakkındaki görüşlerinizi de almak istiyorum. Kadın ultra zengin çıktı ama siz zaten bunu sezmiştiniz :)

Söylemek istediğiniz, aklınızı kurcalayan herhangi bir şeyi veya bölüm görüşlerinizi yazmanız için de burayı ayırdım gitti.

Sarı sayfaların devamına zımbalanan beyaz sayfalar gibi, siz bitti sanırken en güzel şeyler sizi bulsun. Bolca sevgilerimle.

🔵🤝🔵

Yorumlar

Popüler Yayınlar

40. "Eşik"

39. "Senden Daha Güzel"

57. "Şarampol"