20. "Dumana Boğulmak"


Bölüm şarkıları:
Emir Can İğrek, Aç Bağrını
Keti, Ver Beni Yalnızlığa
Göksel, Gittiğinde

💔

Nefes aldığını sanırken dibe doğru yol almak
Denize düşüp yılana sarılmak ya da elini tutup dumana boğulmak

•⚓•

Buraya ilk gelişim değildi. Karşımdaki koltuktaydım bir önceki seferde. Arda karnımdaki yaraya bakıyordu ve içeride ölüm sessizliği vardı. Yaralanmıştım ve gelmek istediğim yer burası olmuştu, Eylül'ün evi. Eylül'ün yanı. Bu defa yaralı olduğum için değil, o davet ettiği için buradaydım. Bige abla da gelecekti. Onu bekliyorduk çaylarımızı içerken.


İşimiz başımızdan aşmışken buradaki kızlar gecesine katılmam ne kadar doğruydu bilmiyordum ama buraya gelmem Analizcilerin fikriydi. Zaten vakada ilerleme kaydedebilmemiz için zaman gerekiyordu. Son cesedin kimlik tespitiyle uğraşılıyordu hâlâ. Can'ın kafası allak bullaktı ve Görkem bugünü dinlenme günü ilan etmişti. Sabah odasında soru çözüyordu, ben evden çıkarken hâlâ soru çözüyordu. Onun dinlenme anlayışı da buydu.


Hepimiz bugün kafamızı toparlayacaktık, öyle konuşulmuştu kahvaltı masasında ve yöntemlerimiz birbirinden oldukça farklıydı.


Benim yöntemim bile yoktu. Muhtemelen Eylül'le konuşup Görkem ayarlamıştı bu gece toplanışımızı. Yine de ben hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi davranıyordum.


"Oraya daha fazla bakma," dedi Eylül. Avuçları arasına aldı çay kupasını. "Sanki o geceyi tekrar tekrar yaşıyormuşsun gibi hissediyorum."


"Atlattım bile," dedim omuz silkerek. Çaydan bir yudum da ben aldım.


"Bari bana yapma." Yanımda bağdaş kurmuş oturuyordu, benim de sırtım koltuğun kolçak kısmına yaslıydı ve bir bacağımı kalçamın altına kıvırıp ona dönmüştüm. "Ne kadar kırgın olduğunu saklayacağın son insan bile değilim ben."


"Saklamıyorum," dedim kesin bir tavırla. "Siz çok büyütüyorsunuz. Oldu bitti. Yara bile kapanmaya başladı, unutun artık."


"İzi geçecek mi?" Yaradan bahsetmediği apaçık ortadaydı. "Ona hâlâ içten içe çok kızgınım, senin yerine de kızgınım."


"Eylül," dedim yapma der gibi. "Görkem'i affedecek sebepler buldum ben. Bunu hep yaparım. Birine öfkelendiğimde bu kine dönmesin diye kendi içimde onu affetmeye çalışırım. Uzatmanın anlamı yok, ben bu meseleyi kapattım kendi kendime."


"Çok pişmandı," dedi. "Köpek gibi pişman," diye ekledi. "Onu affet diye her şeyi yapar. Niye hemen kapatıyorsun meseleyi, azıcık süründürseydin ya." Kaşlarını çatıp çayını içti ve yeniden bana baktığında yüz ifadesi gevşedi. "Gerçi sen de haklısın, ona sinirli kalmak pek mümkün değil. Gönlünü alacak bir yol bulur mutlaka."


Başımı salladım. Verdiğim sessiz onay kaşlarının havaya kalkmasına sebep oldu. "Ben öfkeli değilim," dedim. Kendimi ifade etmeye karar verdim ilk defa. Gerçeklerimle karşısındaydım. Doğru kişinin karşısında değildim, bunların muhatabı Eylül değildi ama ondan başkasına da söyleyemezdim sanki. "Artık kırgın da değilim. Ona hak verdim, onu affettim."


Soru sorarcasına yüzümde dolaştı gözleri. "Ama?"


"İhtiyacım olduğu her an yanımda olur sanmıştım." Dile getirdiğim gerçeğim, hâlâ kırgın olduğumu ortaya döktü tersini iddia edip dursam da. "Ceren hastanedeydi, bunu duydu ve çok korktu. Ona değer veriyor, tamam. Ama o gece ben görevim uğruna uyuşturucu kullanmıştım. O gecenin sabahı, ben olanları hatırlamakla uğraşırken yanımda kimse yoktu. Berbat haldeydim. Bir de üstüne o nerededir acaba diye korktum kendimi bile kenara bırakıp. Bilmiyorum Eylül."


"Geç kaldı," dedi gözlerini sımsıkı kapatıp. "Ah Görkem..." Çaresiz kalmış gibiydi, Eylül'ü ilgilendiren bir konu olmasa da biz ona öyle hissettirmiştik. "Ona artık güvenmiyorsun."


"Güveniyorum," dedim.


Emin değilsin, dedi Mete. Sustum ben de.


"Neden her an yanında olur sanmıştın?" diye sordu gözlerime bakarak. Bu onun için kritik bir soru olmalıydı. "Asya, sen yalnızlığı iliklerine kadar yaşamış bir kadınsın. Nasıl bir adamın her an yanında olacağına inandın böyle kısa bir sürede?"


Soruları cevap bekler gibi değil, bana bir şeyler anlatmak ister gibi dökülüyordu dudaklarından. Fark etmemi bekliyordu. Edemezdim. Ben önüme çizilen bir çizginin gerisinde duruyordum.


"Haklısın," dedim. "Ben Ceren değilim, her zor anımda yanımda olamaz benim." Gülümsedim. "Diyorum ya, yanıldım. Öyle hissettirmiyor mu ama Görkem? Sanki her zaman yanında olacakmış gibi..."


"Öyle hissettirir," diye onayladı beni. "Öyle de olur aslında. Eli daima omzumuzdadır, hepimize yetişmeyi başarır bir şekilde. Eminim sana geç kalacağını o da hesap etmemişti."


Yine sessiz kaldım. Gereğinden fazla konuşmuştum zaten.


"Yine de o insan," dedi kısa süreli sessizliğimizin ardından. "Her insan hata yapar ve o hata yaptığını çok iyi biliyor, kendi gözlerimle gördüm çırpınışını. Asya, bunu söylemek ne kadar doğru bilmiyorum ama ona güvenmekten vazgeçme bence." Başını iki yana sallayıp gülümsedi. "O güvenini boşa çıkaracak biri değildir, ikinci bir şansı inan hak ediyor."


"Konu Görkem olduğunda hepiniz başıma filozof kesiliyorsunuz," diye güldüm kendi kendime.


"Hepimiz bir şeylerin farkındayız demek ki," dedi sadece.


Kapı zili çaldı tam da bu sırada. Eylül ayaklanırken, "Neyin farkındasınız?" diye sordum çekinmeden. Söylesin istemiştim açıkça. İmalarla dolaylamalarla uğraşacak halim yoktu.


"Bazı değişimlerin," dedi ve salondan çıkıp kapıyı açmaya gitti. Saniyeler sonra Bige abla, yorgun olduğu yüzünden okunacak bir şekilde karşımdaki koltuğa attı kendini üzerindeki kabanı bile çıkarmaya yeltenmeden.


"Bensiz başlanmış," dedi alınmış gibi. "Özet geçmezseniz terk ederim bu evi."


Eylül masanın üzerindeki çaydanlıktan onun için ayırdığı kupaya çay dökerken bir yandan da anlatmaya başladı tüm konuştuklarımızı. Bige abla soluklanırken gözünü bile kırpmadan dinledi, ben de sessiz kaldım. Kabanını ve çantasını çıkarıp koltuğun kenarına ittirdi, içinde mavi bir tutam bulunan sarı saçlarını başının üzerinde bir topuz yaptı ve çayını eline alıp bana döndü yüzünü.


"Biliyordum bunları," dedi Eylül'ün sözleri bittiğinde. "Ege anlatmıştı."


"Egemen abi nereden biliyormuş?" diye sordu Eylül şaşırarak. Onu abi, Bige'yi abla sayıyorlardı. Analizcilerin hepsi bu şekilde hissediyordu, bu yüzden ben de bu şekilde hissetmeye başlamıştım yavaş yavaş.


"Görkem anlatmıştır," dedi Bige abla omuz silkerek. "Ama Ege anlatmadığı şeyler olduğunu da düşünüyordu."


"Ne gibi?" diye sorarken buldum kendimi.


Kaşlarını çatıp dudaklarını birbirine bastırırken gözlerine yerleşen ifade acıma duygusuna benziyordu. Bana neredeyse acıyarak baktı birkaç saniye. "Bir göreve gitmişsiniz," dedi. "Detayları bilmiyoruz ama Ege, Görkem'de değişiklikler gördüğünü söyledi. Ben de katılıyorum buna."


Yalnızca birkaç dakika önce Eylül de aynı şeyi söylemişti.


"Siz de bayağı bayağı muhabbet etmişsiniz Maşallah," dedi Eylül imayla. "Biz de bazı değişiklikler görecek miyiz yoksa Dumanlardan Egemen tarafında?"


"Keşke," diye mırıldandı Bige abla. "Köpek gibi aşık ama sor bakayım aşk yetiyor mu?"


"Ayrılma sebebinizi öğrendim," dedim ondan bir şey gizlemek istemediğim için.


"Ayrılma değil boşanma," diye düzeltti beni. "Dünya ortadan ikiye ayrılır, biz Ege'yle ayrılamayız." Durgunlaştı ve çayını yudumladı. "Yani, sevgili falan değiliz Asya. Yanlış anlama. Oldukça karışık, gördün zaten."


"Sevgili bile değilsiniz ama Buğra'yla benden daha çok muhabbetiniz var."


"Aman Eylül," dedi. "Yine mi kavga ettiniz siz?"


"Evet, telefonum kapalı. Arasın da ulaşamasın bir süre."


"Geçen sefer aramamıştı," dedi Bige abla. "Sen de Arda'ya gidip ağlamıştın hani."


Böyle bir ortamın içinde ilk defa bulunuyordum. Biz üç kadın, toplanmış erkeklerden bahsediyorduk. Lise dönemindeki kızlar geldi aklıma. Kaloriferin başında dedikodu yaparlardı. Ben de onlardan en uzak köşede oturur, genelde başımı sıraya yaslamış uyumaya çalışıyor olurdum.


Onlardan nefret ediyordum ama bu salonun içinde bulunan iki kadına hissettiklerim tam tersiydi. Çok konuşmaktan haz etmezdim ama onlarla burada bulunmak veya aramızda dönen konuşma beni rahatsız etmiyordu.


"Abla," dedi Eylül. "Tek taraflı çabayla yürümez diyorsun ya hep, aşk her şeye yetmez diyorsun hani..." İç çekti. "Keşke haksız çıktığın bir konu olsa."


"Genelde yoktur," derken Bige ablanın gözleri beni buldu. Bana dediklerini unutup unutmadığımı sordu gözleriyle. Öyle ya da böyle haklı çıkacağım, diyordu sanki. "Anlat bakayım, bu sefer ne oldu."


"Annem," dedi Eylül ve içindeki bir yaradan kan akmaya başlaması için tek bir kelime yetti. "Yıllar sonra kapıma geldi. Tahmin edin ne için?" Böylesine derin bir mevzuyu benim yanımda konuşmaktan çekinmiyor oluşuna şaşırıp sessizce dinlemeye devam ettim. "Hesap sormak için!"


"Neden?" dedim sadece.


"Sizin gittiğiniz otel var ya," dedi bana dönüp. "Sahibiyle ben konuşmuştum hani. Görev bir şekilde sekteye uğrayınca, adam da kumar oynatmaktan gözaltına alındı tabii. Ben niye durduk yere dostluk ilişkilerimizi bozuyormuşum başka otellerle? İşim gücüm yok muymuş annemin arkadaşını tutuklatmışım? Burnumu sokmasam olmazmış falan filan. Saçma sapan şeyler."


"Bunun Buğra'yla kavga etmenizdeki payı ne?" diye sordum anlamsız bakışlarımla.


"Annemle tartıştık kötüyüm, yazdım ben buna." Eylül parmaklarını saçlarının arasından geçirirken elinin titreyişine şahit oldum. "Bu sabah yaşandı. Annem kapıma kadar geldi, hayatımı bir kez daha mahvetti, sonra siktirip gitti. Ben enayi olduğum için yine oturdum ağladım arkasından." Kaşlarım çatılırken istemsizce koltukta ona doğru yaklaştım. Bu belli belirsiz bir destek hamlesiydi. Eylül'ü hiçbir şey ağlatamaz gibi hissetmiştim ama herkesin vardı bu hayatta bit kırılma noktası.


"Aile işte," dedi Bige abla geçiştirircesine. "Atsan atamıyorsun, satsan satamıyorsun."


Gerçekten haksız olduğu konu yoktu galiba.


"Yine mi annen, yazmış bana Buğra. Yeter, yazmış altına da. Ben bu sırada sinir krizi geçiriyordum. Beni dinlemeyecekse, ihtiyacım olduğunda yanımda olmayacaksa neden bir ilişki sürdürüyoruz ki biz?"


"İnan ben de o herife hâlâ nasıl katlandığını düşünüyorum," dedi Bige abla. Eylül ona sahte bir kızgınlıkla baktığında masum bir ifadeyle gülümsedi. "Gerçek bu maalesef."


"Aşk işte," dedi Eylül saldırıya geçerek. "Atsan atamıyorsun, satsan satamıyorsun. İyi bilirsin sen."


"Aşık olan kıyamaz kızım," dedi Bige abla, hafifçe öne eğilerek. "Kötüyüm yazdıysan sesini duymak ister. Aç gözlerini. Aşk böyle bir şey mi gerçekten sence?"


"Beni mutlu ediyor," dedi kendini savunmak isteyerek. "Bana değer verdiğini hissediyorum. Kaç yıldır yanımda, öylece bir anda silmemi beklemiyorsun herhalde." Bana çevirdi başını. "Değil mi Asya? Bir şey desene."


"Sana aşık mı değil mi bilemem," dedim. Adamı tanımıyordum bile. "Ama beni de mutlu eden, bana değer verdiğini hissettiğim biri vardı. Eski sevgilisine gitti sonra. Ben tekmeyi bastım buna, şimdi gelmiş yeniden bir şans dileniyor. Bazen kapıyı insanların yüzüne çarpmak gerekiyor kendilerine gelmeleri için."


"Yani naz mı yapayım?" diye sordu merakla cevabımı beklerken.


"Naz yapmak değil bu," dedim. "Yıllardır birlikteyiz diyorsun. Seni cebinde sanıyor. Sana ters yapsa bile bir şekilde barışacağınızı biliyor. Bu yüzden kavganızdan sonra seni aramamış bile. İstersen yirmi beş yıldır onu seviyor ol Eylül, sen onun kürkçü dükkanı değilsin. Seni hak etmediğini düşünüyorum bana anlatılanları göz önünde bulundurduğumda."


"Sustu sustu ama güzel konuştu bak," dedi Bige abla. "Seni kesinlikle hak etmiyor ve sen bunun gayet farkındasın hayatım. Alışkanlık olmuş sadece, onsuz yapamayacağını düşünüyorsun."


"Kusura bakma," dedi Eylül gülmeye başlayarak. "Bu cümleleri senden duyunca da bir komik gelmiyor değil."


"Ege'yle Buğra'yı sen bile aynı kefeye koymazsın Eylül." Bunun doğru olup olmadığını anlamak için başımı Eylül'e çevirdim ve Bige ablanın yine haklı olduğunu gördüm. "Bak biz boşanalı dokuz ay oldu. Benim başıma en ufak bir şey gelse o benim kapımda bitiyordu. Bazen Müge'yi okuldan almasını istiyordum telefon açıp. O gecesinde bana gelip sesin kötüydü kontrol etmek istedim diyordu. Aynı şey değil, inan değil."


"Zor zamanlarımda çok fazla yanımda olmuştu ama," dedi Eylül. "Hatırı var üzerimde. Bir iki defa bana gelmedi diye onu hayatımdan çıkaramam ki, inan yapamam."


"İstesen öyle bir yaparsın ki sen bile şok olursun," dedim. "Ben ayrıl falan demiyorum, kimsenin ilişkisine müdahale edecek değilim. Sadece sen fazla mutsuz görünüyorsun ve bu canımı sıktı." Söylediklerim onu burukça gülümsetti. "Beni onunla tanıştırmak için çok heyecanlıydın ama ben şimdiden sevgilini sevmedim Eylül."


"Asya," dedi. "Annemin onun itibarına zarar getiririm diye bana zaten hakkım olan parayı teklif ettiğini biliyor muydun? Bunu polis olmayayım diye yapmıştı. Sosyetede adı çıkmasın diye."


"Necip Amir söylemişti laf arasında."


"Annemin babamı öldürdüğünü biliyor muydun?" Kaskatı kesildim bu cümlesi üzerine. "Babamı kalp krizinden kaybettim ben," dedi. "Sebebi o kadındı."


Eylül'ün hikâyesine gelmişti demek sıra. Demek şimdi onun geçmişine inecek, onun için de kalbimin köşesine bir yara açacaktım diğer Analizcilerin geçmişlerini öğrenirken yaptığım gibi.


"Bütün servetim babamdı," dedi. "Onun bütün serveti babamın," diye devam etti. "Ben altı yaşındaydım, hamileyim dedi babamın karşısına geçip. Babam çocuğun kendinden olmadığını, aldatıldığını anlamıştı ama annem aksini savundu. Çünkü itiraf edemezdi, çünkü boşanırlarsa ona tek kuruş bile kalmazdı. Çünkü soyadının değişmesini istemiyordu. Tek derdi paraydı."


Yüksek yerlere varabilmek için en derin acıları çekmek mi gerekliydi? Yolunda sandığımız hayatların arkasındaki gölgeler hep bu kadar karanlık olmak zorunda mıydı?


Dimdik duran, ayakları yere her zaman sapasağlam basan Eylül altı yaşında arkasındaki dayanağını kaybettiği için mi böyleydi?


Annesine duyduğu nefretin sebebini anladım. Aynı nefreti hissettim. İçimde onun için bir kız çocuğu gözyaşı dökmeye başlarken ben ona dümdüz bir ifadeyle bakmaya devam ettim.


"Benim en büyük derdim annemdi. Babamı zamansız kaybedince vasiyet değişemedi. Oteller zincirinin başına annem oturdu, bir de başka adamdan yaptığı çocuğu doğurdu bu sırada. Ben reşit olana kadar dünyanın en mutlu insanıydı ama sonra hisselerin büyük bir kısmını devraldım ve bana yaşattığı kâbusun on mislini ona yaşatarak devam ettim hayatıma."


"Hiçbir zaman evlenemeyeceği bir adamla aynı evde yaşamak zorunda bıraktı seni," dedi Bige abla. Bildiği bir hikâyenin en zor kısmını kendisi söyledi sanki. Eylül daha fazla zorlanmasın istemişti. "Sen de kabul ettin, o çocuk babasız büyümesin diye."


"Benim bir üvey kardeşim var Asya," dedi Eylül. Karşımdaki şeffaflığı bana olan güveninin yansımasıydı. "Annesinden çok beni sever, annemden çok onu severim. Olayların tüm suçlusu o kadın ve o adamdı. Ben bir çocuğun hayatını mahvedemezdim."


"Çok zormuş," dedim. "Ama doğru olanı yapmışsın. Ablalık kanında var senin. Bunu ben de hissetmiştim."


Gülümsedi. İnsanlar üzerinden bu kadar zaman geçince dertlerini gülerek anlatabiliyorlardı. "Çok döküldüm birden," dedi. Kendine bir çay daha koydu. "Anlatasım varmış benim de. Kimseyle konuşmayınca böyle oldu işte."


"Ve sana 'yine mi annen' yazdı o," dedi Bige abla yeniden aynı konuya dönerek. "Tüm bunları bildiği halde, basit bir şeymiş gibi davrandı." Resmen Buğra'dan nefret ediyordu. Kim bilir benim hiç dinlemediğim hangi dertlerini dinlemişti Eylül'ün.


"Ters anına denk gelmişimdir," dedi Eylül son bir çabayla. Kabul etmek istemiyordu tüm bunları. Anlıyordum. Ben onu çok iyi anlıyordum hem de.


"Aç telefonunu." Bige abla masanın köşesinde duran telefonu alıp Eylül'e uzattı. "Hadi, bakalım paşamızın ters anının sonuna gelmiş miyiz."


Eylül omuzlarını düşürüp telefonunu açarken yüzündeki ifade ne kadar umutsuz olduğunu belli ediyordu.


Telefonu masaya bırakıp ekranın açılmasını beklerken üçümüz de duruşlarımızı değiştirip masaya yaklaşmıştık daha iyi görebilmek için. Ekran aydınlandı, birkaç saniye bekledik ve sonra bildirimler düşmeye başladı tek tek.


Hepsi WhatsApp mesajlarıydı, tek bir kişiye aitti ve o kişi Buğra değildi.


Kovboyum:


Görkem sesinin kötü geldiğini söyledi. Annenle mi ilgili?


Aklım kaldı Eylül


Bu mesajlardan yirmi dakika kadar sonra başka bir mesaj atmıştı Arda.


Buğrayla mı tartıştınız?


Bunu yazarken onun ne halde olduğunu düşündüm. Sevdiği kadına, sevgilisiyle tartışıp tartışmadığını sorarken kalbine kaç diken batmıştı?


Eylül ekranı kaydırmaya devam ettikçe Arda'nın mesajları da kaymaya devam etti aşağı doğru.


Telefonunu kapattın yine dimi


Hep öyle yaparsın


Arayacak mı diye bekleyeceksin şimdi saatlerce


Kızların yanında olduğunu bilmesem kapına dayanmıştım çoktan


Neyse ki onlar yanında da biraz olsun rahatlıyor içim


Yarım saat sonra yeniden mesaj atmıştı.


Eylül görür görmez dön bana lütfen


Kodumun hıyarı yüzünden inzivaya çekiliyorsun ya deli oluyorum yemin ederim


Pardon, sevgiline öyle demek istememiştim. Sinirlendim sadece.


Sana değil, sana sinirlenmem.


Ne zaman istersen buradayım biliyorsun değil mi?


Yalvarırım ağlama o adam için


Ya da gel, yanımda ağla. Eğer daha iyi hissedeceksen ona da razıyım ben.


Neyse kendi kendime konuşuyorum yine. Görmeyeceksin zaten bunları.


Bu da senin huyun işte ne yapalım :)


Üzerime çöken ağırlık taşıyabileceğimden bile fazlaydı. Arda'nın sevgisine bu şekilde şahit olmak içimde sadece ağlama isteği uyandırmıştı.


Eylül ellerini yüzüne kapattığında Bige abla gelip diğer yanına oturdu onun. Böylece Eylül ikimizin ortasında kaldı. Dirseklerini dizlerine yaslayıp "Aramamış," derken sesi titredi. "Umurunda bile değilim."


Onu ilk defa böyle gördüğümden ne yapacağımı bilemedim. Bige ablanın burada oluşuna şükrettiğim noktadaydık. "Arda ya," dedi Eylül. "Arda yazıyor bana. Merak ediyor beni. Asıl ihtiyacım olan insan yüzüme bakmıyor. Geri zekalı. Bir Arda etmiyor Buğra. Hiçbir zaman etmedi. Aptal."


"İhtiyaçlarını gözden geçirmenin zamanı gelmiş çoktan," dedi Bige abla. "Ya bunca yılın hatırına Buğra'ya son bir şans vereceksin Eylül, konuşacaksın düzgünce, anlatacaksın onun sana nasıl hissettirdiğini ya da basacaksın tekmeyi, bir daha da göremeyecek yüzünü. Tabii ki sen ilk dediğimi yapacaksın ama bunun gerçekten vereceğin son şans olması gerekiyor. Bunu kabullenmen gerek."


"Ya da onu öldüreceğim," dedi Eylül ve ellerini dizlerine vurup telefonu kavradı kaşla göz arasında.


Rehberine girdi ve sevgilim diye kayıtlı olan numarayı Buğra diye değiştirdi. Ardından ona mesaj yazmaya başladı frensiz bir şekilde.


Benim yanımda olmak yerine her ne yapıyorsan şu an, sikeyim onu.


Şerefsiz pislik


Ağlayarak kapıma geldiğinde suratına çarpayım o kapıyı da gör gününü


Tüm bunlar onu kesmemiş olacak ki ses kaydını açtı. Bige abla elini alnına vurarak Eylül'ün yaptığı şeyin utancını kendi yaşarken ben aksine Eylül'ün sırtına vurarak onu gazlıyordum.


"Beni bugün aramadın ya, yarın mumla arayacaksın mumla!"


Bu kaydı gönderdikten sonra bir tane daha açtı. "Ya bana kendini affettirirsin yarın akşama kadar ya da hayatımdan defolup gidersin Buğra. Ne kadar ciddi olduğumu sesimden anlarsın herhalde."


Sonra sakince geri çıktı ve kovboyum yazan başlığa tıkladı. Yeniden ses kaydını açtığında az önce avaz avaz bağıran kadının o olduğuna inanmak güçtü. Öyle yumuşaktı ses tonu.


"İyiyim ben. Kızlarlayım, sohbet ediyoruz." Ardından klavyeyi açıp kalanını mesaj attı.


Teşekkür ederim Arda


Kimse yokken bile sen varsın


Eylül ve Arda için bir şans dilesem bu çok mu bencilce olurdu? Bunu istemeye hakkım var mıydı? Eylül'ün mutluluğunu istiyordum ve bunu Arda'nın mümkün kılabileceğini de çok iyi biliyordum. Eylül neden bilmiyordu?


"Harika bir çocuk bu Arda," dedi Bige abla. "Analizcilerin hepsi öyle gerçi. Onları tanıdığım için çok şanslı sayıyorum kendimi. Kızlarımın da her daim arkasında duracak dört adam olduğunu bilmek güzel hissettiriyor." Durdu. "Beş," diye düzeltti kendini. "Ege de durur çünkü."


"Of bu da," diyerek bana döndü Eylül. "Ege de nefes alıyor diye gezecek yakında." Ani değişen ruh hali üzerine küçük birer kahkaha attığımızda gülmek hepimize iyi geldi. "Tamam en aşık sensin," diye devam ettirdi Eylül.


"Ama senden farkım yok," dedi Bige abla. "Yanlış kişilere kalbimizi kaptırıyoruz, mükemmel bir üçlü olduk hakikaten."


"İddialara göre Harezmi bu konuyla benim alakamı araştırırken sıfırı bulmuştur."


Bu yaygın bir espri kalıbı olmasına rağmen Eylül ve Bige abla ilk kez benden duymuşçasına birbirlerinin dizlerine vura vura gülmeye başladılar. Kafa dağıtabildiğim için mutluydum.


"Anlat canım sen, külahıma," dedi Bige abla. "Göreceğim ben seni ileride. Maalesef göreceğim. Allah kahretsin ki göreceğim. Kalbimizi kıracak bir şeye koşarak gitmek bizim kanımızda var kızlar, kabul edelim."


Daha önceki deneyimime bakacak olursam bu konuyla alakam maalesef sıfır değildi. Ben de yanlış bir kişiye harcamıştım zamanımı. Bir yenisine daha katlanamazdım, o yüzden konuyu kapatmak en iyisiydi ama duracak gibi de değillerdi.


"Sinyal yakmaya başladı mı benim küçük kardeşim sana?" Bige ablanın sorusu gülüşümün yüzümde donmasına yol açtı. "İki numaralı Duman'dan bahsettiğimi nasıl da anlıyorsun ama şak diye?"


"IQ'su üçten fazla olan her insan buradaki imayı anlardı Bige abla," dedim. "Aşk olsun."


"Olmasın hayatım," dedi. "Uzak olsun. Ne gereği var? Bak oldu da ne oldu? Bir çocuğumla kaldım ortada."


"Ay hiç de ortada kalmış gibi değilsin," dedi Eylül. "İmrenilecek bir kadınsın valla. Sana aşk olmuş ama güzel olmuş, kabul etmek gerek."


"Sen bana sor o güzelliği," dedi Bige abla. "Dokuz aydır öpmedim ben o adamı, delireceğim özlemimden ama aynen, imren sen bana." Dudaklarından öylece dökülen doğal itiraflarına o bile şaşırmıştı. "Yani, düşündüğümden değil de. Boşandık yani tabii biz." Toparlamaya çalıştıkça daha da dağıtıyordu. "Ama gözden uzak olsa çok daha kolay olurdu biliyor musun? Giyiyor lacivert takım elbise, beyaz gömlek, böyle çenesini eğip bakıyor bana masmavi gözleriyle..."


'Bige abla, evin yanıyor.'


Yüreği daha çok yanıyor gibi Yağmur.


Öyleydi gerçekten. O iç çeke çeke aşık olduğu adamı anlatırken Eylül ve bana düşen sessiz kalıp dinlemekten ibaretti.


"Bir de dünyanın en iyi babası olma faktörü var... Ne yapayım kızlar ya, siz söyleyin. Bendeki can değil mi? İrademizi koruyoruz da nereye kadar dayanacağım ben bu adama? Yemin ederim canım yanıyor ya."


Haklıydı. Ne diyeceğimi şaşırdım. Bitmiş bir evlilikten sonra görüşmeseler belki her şey daha kolay olurdu ama ortada Müge vardı. Onlar karı koca olarak devam etmeseler bile anne baba olarak bir araya gelmek zorundalardı ve Bige abla için durumun ne kadar zor olduğu ortadaydı.


Her şeyini bildiğin, her şeyi paylaştığın, sana gerçekten değer veren ve gerçekten aşık bir adamdan uzak durmaya çalışmak zor bir şey olmalıydı.


"Akışa bırakmak gerek bazen," dedim bir şeyler demem gerektiğini hissettiğimden. "Hikayeniz bir sona elbet bağlanır siz birbirinizi bu kadar severken. Öyle ya da böyle bağlanır."


"Öyle," diyerek destek verdi bana Eylül anında. "Şuna bak, alnında kocaman Egemen yazıyor senin Bige abla."


"Onun alnında kocaman salak yazıyor be kızım, onu ne yapacağız?" Gülmeye başladık yine. "Kardeşinin de öyle," diye ekleme yaptı Bige abla hızlıca. Konuyu evirip çevirip aynı noktaya getirmeyi başarıyordu. "Ee..." dedi. "Yakıyor mu sinyal?"


"Ne sinyali?" diye sordum. "Sinyalden haberleri var mı bu adamların?"


"Dengesiz dengesiz hareketler başladı mı mesela?" Gerçekten merak ettiği için soruyordu. "Bir yakın bir uzak mı? Farkına varmaları bayağı uzun sürüyor ama o kocaman akıllarında küçücük bir ışık yandığı an saçma sapan hareketler yapmaya başlıyor bu adamlar, bil diye söylüyorum."


"Bence bu saçma bir kıyas," dedim. "On beş yıldır sana deli divane olan Egemen abiyle yirmi sekiz yıldır dümdüz yaşamış Görkem'in kıyasından bahsediyorum."


"İster inan ister inanma, Dumanlar al birini vur ötekinenin sözlük karşılığıdır Asya."


Bu konuda uzun uzun bilgilendirilişim anlamsız geliyordu aslında. Bir insanı yaşamadan, kendi gözlerimle görmeden, sadece dinleyerek nasıl öğrenebilirdim ki? Üstelik sadece ihtimaller üzerinden dönen bir muhabbet vardı. Bige abla sadece bir defa ikimizi yan yana görmüş ve bir karara varmıştı. İşin garibi Eylül de hiç aksini iddia etmiyordu söylenenlerin. İkisi de emin gibilerdi ve bu kafamı daha çok karıştırıyordu.


"Akılları en değerli hazineleridir bunların. Senden benden uzak durmaya çalışırlar bu yüzden. Söylemeseler de bilirler içten içe neler yapabileceğimizi."


"Bige abla," dedim. "Egemen abiyle doğru düzgün konuşman gerekiyor, farkında mısın bunun?" Kaşları çatıldı. "Onu dayanamayacak kadar çok özlemişsin. Bu sana zarar vermeye başlamış, gözlerinden anlaşılıyor."


"Çok haklı," dedi Eylül çaylarımızı yeniden doldururken. "Bana söylediklerini sen neden yapmıyorsun? Ver son bir şans, ne oluyorsa olsun artık."


"Var aklımda bir şey de bakalım... Zaman gösterecek ne olacağını."




Saat gece yarısına varmak üzereyken evimizin kapısına yeni gelmiştim. Egemen abinin Eylül'ün kapısının önüne arabayla gelmesi üzerine Bige abla aramızdan ayrılmış, zaman her ne gösterecekse ilk hamlesini bu şekilde yapmıştı onlar için. Ben de onun arkasından çıkıp tek başıma yürüyerek buraya dönmüştüm işte.


Zile basmak yerine kapıya tıklattım ve bunu kısa sürede aşina olduğum şekilde yaptım. İki tık, tek tık, iki tık.


Yaklaşan adım seslerini duydum. Bana kapıyı açan kişi Görkem'di, selam bile vermeden sırtını dönüp salona ilerlemesiyse kesinlikle beklenmedikti. Kaşlarımı çatıp telaşla içeriye attım adımımı, ayakkabılarımı çıkardım ve aynı hızla üzerimdeki hırkayı da çıkarıp askıya astım.


Seri adımlarla salona girdiğimde yolunda olmayan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ama her şey oldukça yolunda görünüyordu.


Can ve Kaya oyun konsollarını tutuyorlardı ellerinde. Arda iki elini ikisinin sırtına yerleştirmiş, ara ara vuruyor ara ara ise omuzlarını sıkıyordu ve Görkem tekli koltukta bir başına oturuyordu elinde kalem, önünde kitabıyla.


Koltuklar bomboştu ama kapıda öylece dikilirken ben bu salonda kendime yer bulamadım.


Arda omzunun üzerinden bana doğru döndü. Gözlerimiz kesiştiğindeyse kocamam gülümseyerek "Hoş geldin," dedi. Can, oyunu durdurdu sırf bana dönebilmek için. Kaya'ysa bunu neden yaptığını sorgularcasına kızgın bakışlar yolladı onun suratına.


"Neyi var bunun?" diye sordum çenemle Görkem'i işaret ederek. Görkem söylediğimi gayet iyi şekilde duydu ama başını kaldırmaya yeltenmek yerine elindeki kalemle soru çözmeye devam etti.


"Biz de bu sorunun cevabını arıyoruz," dedi Kaya bıkkın bir sesle.


"İyiyim ben."


Yalandı. İşlemleri sayfanın üzerine yazıyordu. Görkem işlemleri kafasından yapardı, yazmaya gerek duymazdı sadece şıkları işaretleyip geçerdi. Oysa şu an kağıdın köşeleri sayılarla ve karalamalarla doluydu. Kesinlikle iyi değildi.


"Sen söylersin sanmıştık," dedi Can. Anlam veremediğim için kaşlarımı çatarak onlara baktım. Benden neyin cevabını bekliyorlardı?


"Sabahtan beri soru çözüyor." Arda saçlarını karıştırdı. "O hep soru çözer ama arada su falan içmeye dışarı çıkar. Bugün çıkmadı Asya. Az önce kolundan tutup onu zorla buraya getirdik biraz insan içine karış diyerek. Karışmıyor, soru çözüyor. Robota bağladı."


Görkem kendisi burada değilmiş gibi konuşmamızdan rahatsız olmuşa benzemiyordu. Yüzünde hiçbir mimik yoktu, sadece gözleri önündeki satırları takip ediyordu.


Endişelerim katman katman çoğalırken yanındaki tekliye bıraktım kendimi. Çoğunlukla bu salonda bu koltuklar bize kalıyordu, yine aynı şekilde oturmuştuk.


"Göz teması da kurmak istemiyor paşamız," dedi Can. Sesinde öfke vardı. Ben yokken Görkem'le her ne kadar uğraştılarsa hepsi başarısız sonuçlanmış olmalıydı ve en son ne hali varsa görsün demişti sanki üçü de. "Bazen geliyorlar ona öyle, sen de takılma çok."


Son iki gündür hiçbir şeyi yoktu aslında. Sütlaç yemiş, sabahlamış, cinayet mahali gezmiştik ve her şey normal seyrinde gidiyordu. Tek bir gecede ne değişmiş olabilirdi?


Çözdüğü soruya baktığımda ben içeri girdiğimden beri aynı kelimenin altını çiziyor olduğunu fark ettim. "Görkem," dedim. "N'oluyoruz?"


Durdu, derin bir nefes aldı. Kafasını kaldırdı ve gözlerini doğrudan gözlerime dikti.


"Bir şey olmuyoruz," dedi bu tüm soruların cevabıymış gibi.


Nefesimin ağırlaştığını hissettim. Bakışlarım bir an olsun üzerinden ayrılmazken onun gözleri yüzümün her santiminde gezdi birkaç saniye boyunca. Ardından kalemi bıraktı, kitabı kapattı ve yine o derin nefeslerden birini aldı.


"Sabahtan beri yüzümüze bakmayan adamı tek bir sorunla nasıl dünyaya döndürdün acaba?"


Sorduğum basit bir soru değildi. Birçok anlam içeriyordu ve Görkem de bunun farkındaydı.


"Bana mı kızgınsın?" diye sordum Arda'yı duymazdan gelip yeniden ona dönerek. "Ben ne yaptım ya? Gittim uslu uslu Eylül'le Bige ablayla dedikodu yaptım." Gülümseyerek dile getirdiklerim ortamı yumuşatır sanmıştım. "Bu muydu suçum?" dedim son bir çabayla.


Yüzünde mimik kıpırdamadı ve bu benim gülüşümün de solmasına neden oldu. İnanılmaz bir gerginlik vardı ortamda. En kötüsü de benim her şeyden bihaber oluşumdu.


"Bir şey olduğu yok. Amma darladınız," dedi ayağa kalkarken. Kitabını da kalemini de almak aklına gelmemişti. Gitmiyordu, kaçıyordu. Yaptığı buydu.


Gözlerim yalnızca bir saniyeliğine bileğine doğru sıyrılan kazağının koluna kaydı. Ardından Görkem yine arkasını dönüp uzaklaştı benden. "Bırakın," dedi Kaya diğerlerine bakarak. "Takılmış bir şeye yine, kendi kendine çözene kadar bize söylemez şerefsiz."


Bu öyle kestirip atılacak bir olaymış gibi gelmemişti bana.


"Ben bir üzerimi değiştireyim," dedim ayağa kalkarken. Yalandı. Kaçmak için yapmıştım. Hedefim odam değil, koridorun sonundaki kapıydı. Tıklattım ama onun gibi değildi ritmim. Sık ve sert vurmuştum yumruğumu birkaç kez.


"Siktir git Arda."


Ses tonu daha önce şahit olmadığım şekilde çıktığında elimi kapı koluna götürdüm ve düşünmeden açtım. Yatağına uzanmıştı, sırt üstü yatıyordu ve gözleri tavandaydı. Gözleri bana değdiğinde hızlıca doğrulup yatak başlığına yasladı sırtını.


"Aklın kalmasın," dedi gözlerini sıkıca yumup başını arkasına yaslarken. Bu hareketiyle birlikte boynu ortaya çıktı ve adem elmasının hareketinden sertçe yutkunduğunu anladım. "Sorun yok." Acı çekiyor gibi çıkmıştı sesi.


İçimde büyüyen paniği bastırmaya çalıştım. "13," dedi ben kapıyı arkamdan kapatmış baş ucuna doğru yaklaşırken. Elleri titriyordu. Elleri tir tir titriyordu. "İyiyim gerçek-"


"Kollarını sıva." Cümlesi yarıda kalınca gözlerini açıp bana baktı yeniden. "Kollarını dirseklerine doğru sıyır Görkem."


"Çık odadan." Belki de ilk kez bana karşı bu kadar kabaydı sesi.


"Diğerlerini başına toplamamı istemiyorsan dediğimi yap." Kollarımı göğüs hizamda bağlamış başında dikilirken nefesimi de kontrol altına almaya çalışıyordum.


Gözlerime bakmaya devam etti. Pes ederim, giderim diye umdu. Kararlılığımı kabullendiğindeyse yenilgiyle düştü omuzları. Sağ kolunu sıyırdı önce. Yüzüne bakmaya devam ettim tepkisiz bir şekilde. Kurtulamadığını anladığında solu sıyırdı hiçbir şey söylemeden.


İzler vardı bileğinden dirseğine kadar. Kızarıklıklar şeklindeydi. Yer yer oyuntulu duruyordu kolu. Sanki sivri bir nesne belirli aralıklarla koluna saplanıp çıkarılmış gibi, minicik çukurlar ve kızarıklıklarla doluydu.


"Ne bu?" Göğüs kafesim daha hızlı şişip inmeye başladı. Refleks olarak bir adım geriye doğru hareketlendiğimde Görkem bileğimi tutup hafifçe öne çekti beni.


"Sakin ol." Yakalanmış olmanın verdiği suçluluk hissi dolmuştu gözlerine. Bir yandan da sıklaşan nefeslerim onun da benim için endişelenmesine sebep olmuştu. "Kalem," dedi. "Sadece kalem."


Bir kalemin bir insanda o izleri bırakmış olabilmesi için dakikalarca deriye doğru ittirilmiş olması gerekiyordu. Bileğimi kavrayan sol elinin parmakları sıkılaştı. Vereceğim tepkiden ya da diğerlerine söylememden korkuyormuş gibiydi. Gitmemi istemiyordu. "Görkem..." dedim kısık bir sesle. "Çok acıyor mu?"


Afalladı. Bileğime sardığı parmakları gevşedi. Ona kızmamı ya da bağırmamı beklemişti, bunu beklemediği çok açıktı. Sebebini bile sorgulamadan canının acısını sorgulamam onu şoka uğratmıştı tam anlamıyla.


Gözleri doldu.


Boğazıma koca bir düğüm oturdu eş zamanlı olarak.


Ne yapacağımı şaşırmış halde başında dikilmeye devam ederken tek bildiğim asla yanından gitmeyeceğimdi. Eli bileğimden avucuma kaydı ve parmaklarımın arasından parmaklarını geçirip yanına çekti beni. Yatağa oturup ona çevirdim yüzümü.


"Acıdı." Gözlerini kapattı. Elimi sımsıkı tutuyordu hâlâ. "Ama acıması gerekiyordu."


"Kafanı dağıtmaya mı çalışıyordun?" Ben de gözlerimi kapattım ve sesimi toparlamaya çalıştım. "Bu yüzden mi yaptın bunu?"


"Evet," dedi suçlu suçlu. Bir çocuk gibiydi.


"Acıya odaklanmak istedin," dedim başımı anladığımı belli etmek için hafifçe sallayarak. "Takıntıların yüzünden miydi?"


"Ağrım vardı." Çok pişman duruyordu. Basit görünüyor olabilirdi ama değildi. Kendine zarar vermişti ağrısını unutabilmek için. Acıyı, ağrıya tercih etmişti.


Bunu bir kalemle yaptığı için şanslıydık. Bu kriz onu çalışma masasındayken vurduğu için çok şanslıydık biz.


"Başın mı ağrıyordu yine?" Sorularım kısa ve basit cevaplıydı. İçini döksün istiyordum. Bunu yapması gerekiyordu. Biriktiğinde olabilecekler her zaman daha tehlikeliydi.


"Evet," dedi. Elimi sıktı. "Çok ağrıyordu. Ellerim titredi sonra. Uzun zamandır olmuyordu bu kadarı. Ağrı kesici kriziydi. Bir bağımlıdan hiçbir farkım yoktu."


"Bilinçdışı mı zarar verdin kendine?" diye sordum. Sağ eli sol elimi bırakmıyordu, bana sığınmış haldeydi bütünüyle. Boştaki elim, sol kolunun üzerindeki kızarıklıklara dokundu ve parmaklarımı hafifçe sürttüm yaraların üzerine. "Bu izleri bırakırken farkında mıydın ne yaptığının Görkem?"


"Bilerek yaptım." Bir nebze de olsa içimi rahatlattı bu. "O masadan kalkarsam ilaç alacaktım, canımı yakıp odağımı dağıtmaya çalıştım."


"Diğerlerinin yanına neden gitmedin?" Yaraları hafifçe okşarken gözlerimi gözlerine değdirdim. "Neden söylemedin? Seni durdururlardı."


"Söyleyemem. Senin de görmemen gerekiyordu. Her şey yolunda. Krizler azalarak yok oluyor yavaş yavaş. Haplara bağımlı değilim artık. Bu, tek seferlik bir şeydi. Olmayacak tekrarı." Çenesi kasıldı. Çaresizce baktı gözlerime. "Tekrar olmayacak, değil mi 13?"


"Ne oldu da böyle oldu birden?" dedim sorusunu cevaplamak yerine. "Ne düşünüyordun? Ne vardı aklında? Ne tetikledi seni?" Durup nefes aldım ve daha sakin bir şekilde konuşmaya başladım. "Çok soru sordum ama çok korktum Görkem. Bu ciddi bir şey."


"Korkma." Duvarla bedeni arasında kalan eli yüzüme uzandığında yüzüme düşen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırıp aramızdaki bir engeli kaldırdı. "Korkmanı istemiyorum," dedi fısıldar gibi. "Bir daha olmayacak."


"Nereden biliyorsun?"


"Ağrı kesici almadım," dedi gülümseyerek. Bunu zafer sayıyordu. "Ben bugünü hap almadan atlatabildiysem bir sonraki sefer de kendime zarar vermeden durabilirim." Korkumun biraz olsun dinmediğini anladığında yanağıma değdi soğuk parmakları. Dokunmak değildi bu, yüzümü sıyırıp geçmişti sadece. "İnan bana, bir daha olmayacak."


Ben onun yanında olmaya çalışıyordum ama hikâye bir anda tersine dönmüştü. Beni ikna etmeye çalışıyordu her şeyi kenara bırakmış. "Sen de korktun, değil mi?" Ona bakmak istediğimde kaçırdığı gözleri sorumun cevabını vermişti. "Olayın ciddiyetinin farkındasın en az benim kadar."


"Eskiye dönmek istemiyorum," dedi düşüncesine bile katlanamazmış gibi. "Sen hiç görmedin, bilmiyorsun. Ben yaşadım. Korkuyorum çünkü tekrarının olmasını istemiyorum." Elimi daha sıkı tutmuştu bunları dile getirirken.


"Hiç kimseye söylemeden nasıl aşacaktın Görkem?"


"Bu cümleyi sen mi kuruyorsun bana?"


Beklemediğim atağı karşısında susmaktan başka bir şey gelmedi elimden. Haklıydı. Ona laf söyleyebilecek konumda değildim.


"Benden aldığın bir sır bu." Bakışlarımızı buluşturdu. "Kimseye söylemeyeceksin. Aramızda kalacak, tamam mı? Analizciler benimle uğraşacak durumda değiller. Hepimizin derdi başından aşkın ve bu durumda kimse benim için endişelenerek geçirmeyecek zamanını. Ben onlar için en iyisini bilirim, buna inan ve söz ver bana."


"Panik içindesin. Bana yansıttığından çok daha karışık için." Alıştığımın dışında bir hız vardı konuşmasında. Farkına vardığım gerçek beni bozguna uğrattı. "Görkem, sen hiç iyi değilsin."


"Halledeceğim," dedi sadece. Bana öyle bir baktı ki canım onun yerine acıdı. Gözlerim koluna kaydı bir kez daha. Beni izlerken yüzüne yerleşen acı giderek daha da derinleşti. Utanıyor gibiydi yaralarını görmemden. Bunu yaptığı için kendine öfkeliydi.


Elimi avucunun içinden kurtardığımda bir saniyeliğine gideceğimi sandı ve hafifçe çenesini eğdi. Diğer saniyenin içine girdiğimizde ise kolumu boynuna sarıp bedenini kendime çektim.


Onun baş edecek gücü kalmamıştı kendisiyle. Bu hissi bilirdim. Kendinden nefret etmeyi, bir yarayı gizlemeye çalışmayı, yaşadıklarından utanmayı çok iyi bilirdim ben. Yansımam olarak kollarımın arasındaydı.


"Halledeceğiz," diye düzelttim cümlesini. Havada asılı kalan elleri küçük bir temasla sırtıma dokundu, ben başını omzuma bastırdığımda ise tamamen sırtıma yaslandı avuç içleri ve güçsüz bir şekilde karşılık verdi sarılışıma. "Tekrarı olmayacak, sana inanıyorum. Olmasına izin vermeyeceğim, bana inan."


"Yağmur..." dedi iç çekerek.


Gözlerimi sımsıkı kapattım. "Diğerlerine söylemeyeceğim." Rahatlamasını istiyordum. Omzumdan kaldırmıyordu başını. Daha çok gömüldü sanki oraya. "Ama sen söyleyeceksin. Sana yardımcı olabilecek, seni benden daha çok tanıyan birine söyleyeceksin. Abine anlatacaksın mesela, tamam mı?"


"Yapamam." Sesi boğuk çıktı. "Kimseye yaslayamam sırtımı. Anlamıyorsun. Tüm kahrımı onlar çektiler, bir kez daha olmaz. Ben kötü olduğumda herkes kötü oluyor. Dümeni olmayan gemi yürür mü hiç? Belli edemem kimseye. Abime bile."


Omuzlarının gereğinden fazla titrediğini hissettim. Göreve gitmeden önce Analizcilerin beni defalarca kez uyardığı krizlerden birini görmek üzereydim. Dibe çekiyordu kendi kendini. Onu tutmak zorundaydım hâlâ ulaşabiliyorken.


"Görkem," dedim konumuzu bir kenara ittirerek. Başının arkasında duran elimi ensesindeki saçların arasına doğru kaydırdım. "Sakin." Okşadım saçlarını. Parmak uçlarım ensesinde hareket etti usul usul. "Geçecek. Bir daha olmayacak. Eskiye dönmeyeceksin çünkü hiçbir şey eskisi gibi değil, ben buradayım artık."


"Sen buradasın artık." Nefesinin hızlandığını hissettim. Başını omzumdan kaldırdı. Krizin izleri silinmişti ama yine de anlamsız bir panik vardı suratında. "Elini çekmen gerekiyor," dedi. Gerilmişti. Saçlarının arasında gezen parmaklarım donakaldı. Ona bakarken kendini sıkıyor olduğunu fark ettim.


Bu halinin sebebi bir anlam kazandığında ise dudaklarım iki yana kıvrıldı hızlıca.


Gülüşümü durdurmaya çalışsam da her şey için çok geçti, görmüştü. Elimi geri çektim ama oturduğum yerde kıpırdamadım. Gözleri üzerimde gezdi, gezdi, yüzümü taradı, gülüşüme baktı ve yeniden gözlerimde durdu. "Yine yaptın," derken o da gülümsedi.


"Konu senin krizlerin olduğunda çok başarılıyım," dedim sahte bir egoyla.


"Çok tehlikeli." Yeniden ciddileşen ifadesi bana da bulaştı. Yansıma gibiydik. "Bağımlı bir adamı her seferinde uyuşturuyor olman çok tehlikeli."


Üzerinde bıraktığım bir etki olduğunu kabul ettiği anlamına mı geliyordu bu?


Bana geçen gün Can'ı anlamanın ne kadar zor olduğundan bahsetmişti. Belli ki hiç kendini anlamaya çalışmamıştı daha önce.


"Şikayetçi durmuyorsun," dedim. "Eğer öyleysen uzak dursana tehlikeden."


"Denerim." Bana anlamamı ister gibi baktı. "Denemek zorundayım."


"Ben de," diye karşılık verdim. Tek taraflı bir karışıklık değildi bu. Karşılıklı bir karışıklık durumuydu. Sonu görünmez, adı söylenmez, akıl almaz bir olaydı. Dile bile gelmiyordu. Öyle uzaktı aslında.


"Kimseye söylemek istememeni anlıyorum," dedim konuyu değiştirerek. Canımızı acıtacak bir noktaya getirmiştim ama bu konuşulmak zorundaydı. "Sırrını sen istemeden aldım, özür dilerim. Üzerine gelip sana kötü hissettirmiş olabilirim. Kendimden biliyorum, bazı şeyler göründüğünden daha zordur."


Başını geriye atarak, gözlerini bir an olsun üzerimden ayırmadan dinliyordu beni. Bunu giderek daha sık yapıyordu. Dudaklarımdan dökülecekler dünyanın en önemli şeyiymiş gibi davranıyordu. "Kimseye söylemeyeceğim, söz," diye tekrarladım. Belki bunu saklamak yanlıştı ama karar Görkem'e ait olduğundan saygı duymak zorundaydım.


"Ama sadece ben bileceksem bana hesap vermek zorundasın," diye devam ettim racon keser gibi. Tavrım onu güldürdü. "En ufak bir şey olduğunda bana söyleyeceksin. Kendini daralmış hissettiğinde veya içinden çıkamadığını düşündüğün bir durum olduğunda ben bileceğim. Bana anlatacaksın her şeyi, tamam mı?"


"Aramızda daha önce bunun muhabbeti dönmedi ama öyle yapmıyor muyum zaten?" Yeni farkına varmış gibiydi. "Niye yapıyorum ki?"


"Bilmem." Omuz silktim. "Ama yapmaya devam etmeni istiyorum."


"Anlaşıldı kaptan."


Gülüşümü izleyip durmasa her şey çok daha kolay olurdu. Bir de onun da dudakları kıvrılıyordu ya bana bakarken hiç hoş değildi tüm bunlar. Zaman biz ittirmesek de akıyordu da, gülümsersem sana gülecek misin sen de işini fazla mı abartıyorduk biz acaba?


"Mavişim, ne durumda-" Ne ara kapı açılmış ne ara Arda başını uzatıp konuşmaya başlamış ve ne ara susup kalakalmıştı bilmiyordum. Saniyeler içinde gerçekleşmişti bunların hepsi. Gözleri bir bende bir Görkem'de dolaşmaya başladı. Ben aniden ayağa falan kalkmamıştım, yatakta oturmaya devam ediyordum. Görkem'in de verdiği tek refleks, dirseklerine sıyırdığı kolunu bileğine doğru çekmek olmuştu. Arda şaşkınlıktan bunu fark etmedi bile.


"Şey," dedi ve elini ensesine attı Görkem'e bakarak. "Asya odasında sanıyordum." Saçlarını karıştırdı. "İyi olup olmadığını soracaktım." Gözlerini kaçırdı sonra. "Kapıyı çalmak hiç adetimiz değildir, aklıma bile gelmedi."


Ondan imalar yapmasını, beni zor durumda bırakmasını beklerdim. Bunların hiçbirini yapmaması, hatta bizi yan yana gördüğüne bile şaşırmaması beni şaşırtan şey olmuştu. Sadece beni odamda sandığı için afallamıştı, durum bundan ibaretti. Görkem'in odasında olmamı doğal karşılamıştı.


Doğal olmayan şey ne Yağmur?


Doğaldı gayet. Yoktu bir şey.


"Görkem öksürük krizine girdi az önce."
Sağlam yalan söyleyebilen biriydim ve bununla gurur duyduğum bir akşamdı bu. "Duymadın mı Arda? Duydun da geldin sandım."


Görkem anlamayarak bana baktı, bu sırada Arda da endişeyle Görkem'i süzdü. "Yok," dedi yine şaşırarak. "Duymadım."


"Hasta oluyor galiba," diye devam ettirdim istifimi hiç bozmadan. Avuç içimi Görkem'in alnına bastırdım. Temasım üzerine daha da irileşti yüzümde dolaşan gözleri. Yeniden Arda'ya döndüm. "Siz on beş dakikaya yatak döşek toplanıp gelin, mecbur burada uyuyacağız hepimiz."


"Tamamdır," dedi Arda itirazsız. Bu evdeki en sevdiğim kural hastanın başında beklemekti sanırım. Diğerleri daha önce benim için iki kez odamda kalmışlardı, ben ilk defa diğerleriyle birlikte başka bir odada kalacaktım. Hastamız hasta değildi ama olabilirdi böyle şeyler. "On beş dakikaya buradayız o zaman." Kapıyı kapatıp bizi yeniden yalnız bıraktı.


"Az önce ne oldu burada?" diye sordu yanımdaki adam şaşkın şaşkın.


"Seni yalnız bırakacağımı mı düşünüyordun?" Kaşlarımı kaldırıp sorduğum soru üzerine sessizce bana bakmaya devam etti. "Kusura bakma, ben yerde yatacaksam diğerlerinin de sırtı ağırmak zorunda. Anca beraber kanca beraber."


"Yatmasana yerde," dedi bir anda. Söylediğinin farklı anlamlara kayabileceğini fark ettiği an, "İyiyim ben," diye devam etti. "Gerek yok ki burada kalmanıza."


"Hayır," dedim. "Baksana, ne kadar da hastasın sen. Analizciler gelince iki öksür aksır da inansınlar sana. Ben de iki dakikaya geliyorum. Otur oturduğun yerde bekle beni."


Uzak durmak zorundayız cart curt konuşmasından sonra adamın odasında yatacak olman da ne bileyim Yağmur...


Mete'nin susmasına ihtiyacım vardı. Şu an değildi, bugün değildi. Sorular ve sorgulamalar yoktu. İç hesaplar ve karışıklıkları bir kenara bıraktım. Görkem'in ihtiyaç duyduğuna inandığım şeyi yapıyordum. Tek amacım buydu.


Yine gereğinden uzun bir süre üzerimde oyalandı gözleri. Odadan çıkana kadar hareketlerimi izledi. Elimde bir kutu kremle geri döndüğümde ise bakışları giderek derinleşti.


"Acıyor dedin." Kendimi açıklama çabam saçma olsa da durmadım. "Krem sür, geçsin. Hem çok güzel kokuyor bu krem, ben ellerim çatlayınca falan kullanıyorum hep." Ne dediğimi bile bilmeden konuşmam yüzündeki gülümsemeyi daha da arttırırken gözlerinin de kısılmasına sebep oldu.


"Kızım," dedi. "Neden böylesin ki sen?"


Şey miyim? Bige ablanın kendini paralamasını dinlemeyen, onun söylediklerine kulak asmayan, tüm dünya aksini yapmamı söylerken burnunun dikine giden?


Öyleyim de bilmiyorum ki neden.


Küçük krem kutusunu fırlattım üzerine. O kutuyu havada yakalaması gerekiyordu, refleksleri demirden olan birinin böyle yapmasını beklerdim ama göğsüne çarpıp kucağına düştü kutu. Havadayken ona bakmamıştı çünkü o sırada bana bakıyordu.


"Çabuk sür de diğerleri gelmeden geri götüreyim. Yastığımı gidip alacağım daha."


Yamuk bir gülümsemeyle krem kutusunu açıp işaret parmağını içine daldırdı ve sonra kolundaki kızarıklıkların üzerine sürttü yavaş yavaş. Yaralara bakmaktan hiç hoşlanmadığını gözlerinden anlayabiliyordun. "Yaydır iyice." Kapının önünde dikilip direktif veriyordum bir de adama.


"Var ya," dedi koluna bakarken. Kendi kendine mırıldanır tondaydı. "Şu an aklımdan geçen bir kez daha aklıma uğrarsa kendimi tutamam diye çok korkuyorum."


Ne demekti şimdi bu?


"Ne?" dedim ama sonra hemen "Neyse," diye çevirdim. Üzerine düşünmemem gerekiyordu. Karşımdaki kişi Görkem'di. Aklından geçen şey matematik problemi falandı belki de. Beklerdim yani. Her şeyi beklerdim de aklıma ilk gelenin onun aklından geçen şey olmasını beklemezdim.


"Geri ver kremimi," dedim. "Kaç para o sen biliyor musun? Teşekkür et kremimi seninle paylaşacak kadar yüce gönüllü biri olduğum için."


"Gece gece krem fabrikası da kuramam şimdi." Aynı anda sırıttık. Bilmiyordum, hoşuma gidiyordu bu tarz cümleleri. Yerimde kim olsa hoşuna giderdi bence. Normaldi tepkilerim diye düşünüyordum. "Teşekkür ederim," dedi. Başını kaldırıp yine bana bakarak. "İyi geldi."


İyi gelenin krem olup olmadığı konusunda şüphelerim vardı.


"İyi geldin," diye devam etti sonra ve ben öylece kalakaldım yerimde.


Gözlerimi kaçırdım. "Vardır öyle huylarım."


"Sık kullanıyorsun bu cümleyi." Bir şeye de dikkat etmese olmaz mıydı?


"Kremimi ver," dedim. "Dikkatimi dağıtıp cebine atabileceğini mi sandın? İnanamıyorum sana."


"Güzel kokuyor."


"Evet, geri ver şimdi."


"Al," dedi kutuyu fırlatarak. "Yemedik."


Onu yüzündeki gülümsemesiyle bırakıp ayrıldım odadan. Krem kutusunu bıraktım ve yastığımı alıp koridora döndüm. İlerlemek üzereyken Kaya elinde battaniye yığınıyla belirdi ve yolundan çekilmemi söyledi. İki adım geriye gidip yeniden odamın içine girdim. O önümden geçip gittiğinde tekrar dışarı çıktım.


Bana iş bırakmadan Arda ve Kaya yer yataklarını ayarladılar. Görkem de sözümü dinleyip iki kez öksürmüş, kapı pervazında dikilen bana da dönüp gülümsemişti.


"Sen şöyle geç," dedi Kaya eliyle yatağın baş tarafındaki kısmı işaret ederek. Yumuşak zemine basa basa odanın köşesine geçtim ve yere bıraktım kendimi. Başımın altındaki yastık Görkem'in yatağının kenara değiyordu. Uzanıp battaniyeyi üzerime çektiğimde bakışlarım tavana çevrildi ama bir kafa araya girdi ve bir çift mavi gözle karşılaştım. Başını yataktan uzatmış, bana bir kez daha gülümseyip geri çekilmişti.


Kaya bu sırada yanıma iki yastık koydu bir şerit çeker gibi. Ardından Arda, Can ve Kaya sıra sıra yan tarafımda o şeridin arkasına yerleştiler. Rahatsız olmamam için yapmışlardı bunu. Kapı kapandığında iyice girdim battaniyenin altına. Sıkış tepiştik ama güzeldik de. Onlarla aynı odada hep birlikte kalmak hoşuma gidiyordu.


"Geçmiş olsun," dedi Can. Sesi imalıydı, hasta numarasını yememiş gibiydi. Önemsizdi bu, yeter ki bu gece Görkem tek kalmasındı.


"Sağ ol."


"Sabah ses çıkarıp beni uyandırırsanız derinizi yüzerim," dedi Kaya.


"Sana da iyi geceler hayatım," diye karşılık verdi Arda. Ben de kıkır kıkır güldüm kenardan keyifle.


"İyi geceler," dedim. "Korkmayın, ben buradayım. Hepinizi korurum."


Güldüler. Daha geniş gülümsedim. Her şeyiyle güzel bir gündü ve bu çok nadiren gerçekleşirdi.


☸️


Derin ve aralıksız uykunun ardından gözlerimi açtığım o güne, dünkü kadar güzel olmasını dileyerek başladım. Yanımda Arda uzanıyordu. Kıvırcık saçları her yere dağılmıştı. Başı sola dönük olduğu için sağ tarafında kalan bana bile değiyorlardı. Onun yanında Can yatıyordu ve Kaya da en sondaydı.


"Günaydın," diye fısıldadı Can bana.


"Gözlerim kapalıyken uyanık olduğumu nasıl anladın lan?" diye sordu Kaya, Can'a. Sesi oldukça derinden gelmişti.


"Sana değil, Asya'ya demiştim ama olsun, sana da günaydın."


"Can Günay'dın."


Anlamsız kelime şakası tahmin edilebileceği üzere Arda'ya aitti.


"Görkem'in sesi neden çıkmıyor?" dedi Arda. "Kafama vurması gerekiyordu iğrenç şakamdan sonra."


Başımı yukarı uzatıp yatağı yokladım. Boştu. Sıra sıra ayaklandık. Dağılan saçlarımı düzeltmek için başımı öne uzatıp salladım. Tokamı da bileğime geçirdim ve diğerlerinin peşine takıldım.


Mutfaktan sesler geliyordu dolayısıyla hedefimiz orası olmuştu. Kahvaltı masası kurulmuştu, zeytinler ve peynirler özenle dizilmiş ve sucuklu yumurta masanın ortasına koyulmuştu. Tepeden bakıldığında tabakların yerleştiriliş şeklinden bile masayı Görkem'in hazırladığı anlaşılıyordu. Her şey fazla düzenli görünüyordu.


Görkem tezgâhta, sırtı kapıya dönük şekilde duruyor ve elindeki bıçakla ekmeği dilimliyordu. Ev işleri yapma sırasının en son bizde kaldığını hatırladım ama bu sıradan ziyade onun bize teşekkürüydü sanki.


Bir sandalye çekip oturdum gözlerimi ovuştururken. Arda her zamanki gibi Görkem'e laf attı, Can peyniri tırtıkladı ve ben de reçel tabağını önüme çektim.


"Saat daha dokuz olmamış," dedi Kaya sitem eder gibi. "Niye bu saatlerde uyanıyoruz biz ya işimiz yokken bile?"


"Konuşma çok," diyen Görkem elinde ekmeklerle masaya döndü ve kendine bir sandalye çekip oturdu.


Yüzüne baktığım an gülüşüm soldu, birkaç saniye idrak etmeye çalıştım. Sakallarını kesmişti. Sabahın köründe uyanıp tıraş olmuştu.


Elbette ki istediğini yapardı. Kendi kararıydı. Sadece bu sabah değil, demek istedim. Keşke bu sabah olmasaydı. O birçok konuda salak olsa da genellikle zeki bir adamdı, bu yüzden ortada bir mesaj olduğunu düşünmeme sebep oldu bu. Bana verilen bariz bir mesaj vardı.


Bana baksın istedim. Bakmadı.


Arda çatalın ucuna koyduğu siyah zeytini diğer ucuna vurarak Kaya'ya yollayarak sabah rutinlerini tamamlarken ben sadece düşüncelerimle meşguldüm. Yanlış yorumladığıma inanmak istedim, ben abartıyorum sandım ama bununla sınırlı kalmadı.


Görkem kazağının sol kolunu dirseğine doğru kıvırıp sadece benim gördüğüm yaraları açık hale getirdi. "Dün bir kriz sonucu kolumu bu hale getirdim," dedi. Bana diğerlerine söylemeyeyim diye neredeyse yalvardığı şeyi tek nefeste kendi anlattı.


Anlatışına sevinmem mi gerekiyordu? Öyle değildi. Şu an yaşananlar krizlerden bağımsızdı, kendine iyi geleceğini düşündüğü için de değildi. Her şey benimle alakalı gibiydi.


Arda beklemediği anda gelen sözlerle ve gördükleriyle birlikte şoka girerken Kaya'nın gözlerine derin bir endişe yerleşti.


"Ağrı kesici almak istedim," diye devam etti Görkem. "Almadım." Derin bir nefes çekti içine. "Kendimi durdurmak için canımı acıttım. Bile bileydi. Ne yaptığımın farkındaydım." Göz ucuyla Can'a baktı, sonra ben hariç diğerlerine. "Büyütülecek bir şey yok. Bir de lütfen abimin haberi olmasın olur mu?"


"Nasıl böyle bir şeyi şu an anlatırsın bize?" Kaya sinirli görünüyordu. "Neden bana gelip söylemedin geri zekalı?"


"Büyütülecek bir şey yok," diye tekrar etti Görkem sakince. "Söylediğime pişman etmeyin beni. Dün gece odamda kalma sebebiniz Asya'nın yaraları görüp sormaya gelmiş olmasıydı. Aramızda sır kalmasını istemediğim için anlattım."


Ondan aldığım sırrı kendi eliyle yok etti ve Analizcileri Egemen'e söylememeleri konusunda bir kez daha tembihledi. Ona ne söylediysem tam tersini yaptı. Yetmezmiş gibi benden bahsederken de Asya dedi. Gözleri masaya oturduğum andan beri bana bir kez bile değmedi.


Yaşanan her şeyi anlamsız kıldı. Aramızda geçen her konuşmayı parçalayıp kenara attı. Uzak durmayı deneyeceğini söylemişti. Aramıza uçurumlar kadar mesafe koymayı başardı birkaç cümlesiyle.


Arda ve Kaya tepki veremedi, Görkem'in koluna bakakaldılar ama Can, onu bir kenara bırakmış bana bakıyordu. Ne anladığını ya da ne gördüğünü bilmiyordum ama gözleri bir saniye bile kopmadı üzerimden.


"Halledeceğim," diye bitirdi Görkem cümlelerini.


Halledeceğiz demiştin, onu bile aldı elinden.


Hiç beklemediğim bir noktadan çok fazla kırıldım. Beni bu kadar kırabilme şansını ona verdiğim için de nefret ettim kendimden.


Yanında durmak uğruna verdiğim savaş ve ona iyi gelebilme çabamın ne kadar boşa olduğunu gördüm. Birçok şey yıkıldı içimde. Bige abla her zamanki gibi haklı çıktı ama ben bunu hak etmemiştim. Gerçekten hak etmemiştim.


Ne hali varsa görsün. Reçeli fırlat kafasına, kalk masadan.


İçimden geçenler bunlardı ama yapmadım. Gözlerim dolmak üzereyken gülümseyip dün tek tek dokunduğum yaralarına baktım. Bir gecede, benim onun başucunda uyuduğum bir gecede kafasının içinde her ne yaşadıysa sonunda pişman olacağı bir karara varmıştı.


Daha geniş gülümsedim. Hiçbir şey yemek istemiyordum ama kalkıp gitmeyecektim. Kendi uzaklaşamayacağını anlayınca beni uzaklaştırmak gelmişti aklına. Ona istediğini vermeyecektim.


"Can," dedim hiçbir şey olmamış, hiçbir şey duymamış gibi. Ekmeğime krem peyniri sürerken gözüm reçeldeydi. "Fahri Bey'le konuşmaya gidecek miyiz bugün?"


Can anladı ama Kaya ve Arda'nın ciddi olup olmadığımı sorgulayan bakışları üzerime çevrildi. "Ne Fahrisi şu an?" dedi Arda. Sinirlendiğini bana yansıtmamaya çalışsa da başarılı değildi. "Adam açtı kolunu, kendime zarar verdim dedi."


"Baksana," dedim. Sesim titreyecek sanıp yutkundum ve yeniden sert bakışlarımı Görkem'e çevirdim. "Halledecekmiş. Bırakın halletsin."


"O hep öyle der ama bir halt beceremez Asya," dedi Kaya. Yine bir öfkenin muhattabı oldum. Dün gece aramızda geçen konuşmayı ve benim onu kollarımın arasına alışımı bilmeden onu gerçekten umursamadığımı düşündüler.


Keşke doğru düşünüyor olsalardı Yağmur.


"Ne isterse onu yapar Kaya," dedim. Görkem'in gözleri ilk defa bana döndü ve ben de inatla kaçırmadım gözlerimi. "Kimseye zorla yardım edemezsiniz." Tahmin ettiğinden çok daha fazla yara aldığımı gözlerimde gördü ve o saniye bile pişman olmaya başladı ama yetmezdi, daha fazlası lazımdı.


"Ben..." Derin bir nefes aldım. "Tam şu an senin için çabalamayı bıraktım. Gemini rahat rahat yürütebilirsin."


Anlıyordum. Gerçekten anlıyordum ne yapmaya çalıştığını. Çektiği çizgiyi kalınlaştırdı. Benim duvarlarımın arasındaki çatlakları gördükçe tuğlalar dizmeye başladı kendi önüne. Bir anda her şeyi berbat etti. Amacı bu değildi, doğru şeyi yaptığını sanıyordu ama kullandığı yöntem yanlıştı.


Herkesin içinde böyle yapmak yerine benimle konuşabilirdi. Ben onun yaptığını yapmayacaktım. Yalnızken konuşacaktım onunla çünkü benim yanımdaki Görkem'le Analizcilerin yanındaki Görkem bir değildi.


"Anlamıyorum," dedi Arda ellerini başının arasına alırken. "Can, bir şey demeyecek misin Görkem'e?"


"Görkem halleder," dedi Can. Onun da öfkeli olduğunu gördüm. "Her zaman burada olduğumuzu biliyor. Fazla üzerine gitmeyin, bizi de yanından uzaklaştırmaya çalışabilir yoksa."


"Neyse," dedi Görkem. "Ben bugün abimin yanında olacağım. Ciddi bir şeyler olmuş sanırım, bayağı kötüydü sesi. Haberiniz olsun."


Gözlerini kısan Kaya da nihayet bir şeylerin farkına varmaya başlamış gibiydi. Ben son cümlemi söylemiştim, uzatmadım. Bana zehir olan o kahvaltıyı kendimi zorlaya zorlaya yaptım ve odama hazırlanmaya gittim. Bir saat kadar sonra Can'la birlikte arabadaydık.


"Asya..." demeye yeltendiği an onu susturdum.


"Gerçekten yeter," dedim. "Herkesin beni kenara çekip Görkem hakkında bir şeyler anlatmasından bıktım."


"Haklısın," dedi anlayışla. "Haklısın. Hepimiz de farklı şeyler söylüyoruz değil mi?"


"Öyle." İçimde dindiğini sandığım öfke yeniden alevlenmişti. "Fırsat verin de ben kendim tanıyayım. Sizin gözlerinizle bakmaya çalışmaktan kendi bakış açımı yitirmeye başlamışım."


"Haklısın," dedi yine. Ilımlı tavırlarıyla sakinleşeceğimi düşünüyorsa doğru düşünüyordu. Konuyu üstelemedi, anında kapattı ve hatta onunla başka bir şey konuşmak isteyip istemediğimi sordu.


Merkezdeki kadından bahsetmek istedim ama tadını kaçırmak istemedim. Sessiz kaldım bu yüzden yol boyu.


O gün bizimle birlikte yakalanan kumarhanedeki insanların bir kısmı gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılmıştı. Yalnızca biz salınmış olsak fazlaca göze batacaktık bu yüzden iyice çalışmış, kimin dışarıda kalması gerektiğine karar vermişti Necip Amir. Fahri Bey ve eşi de bunlardan biriydi. Bizim planımızın bir parçasıydılar.


Müstakil bir evin önünde durdurdu arabayı Can. Kendisinin içeri gelmeyeceğini söyledi, böylesi daha uygun olacaktı ona göre. Zaten sorgusuna daha önce girmişti ve bir sorun çıkmayacağını biliyordu. Yalnız konuşmamı istediyse yalnız konuşurdum, Can en doğrusunu bilirdi bu konuda. Sorgulamadım bu yüzden.


Evin zilini çaldığımda Fahri Bey'in eşi açtı kapıyı bana. Beni görünce önce şaşırdı, sonra hatırlamaya çalıştı ve hatırladığında sıcak bir gülümsemeyle içeri davet etti.


"Mila Hanım," dedi Fahri Bey şaşkınca. Salonda, sallanan bir sandalyenin üzerinde oturuyordu. Gözünde gözlükleri vardı. Elindeki gazeteyi sehpanın üzerine bırakıp bana baktı dikkatle.


"Uygunsanız sizinle görüşmek istediğim bir konu vardı," dedim kibar bir tavırla. Anında yanındaki boş koltuğu işaret etti ve eşinden bize birer çay koymasını rica etti. Onunla yalnız konuşma fikri çok daha iyiydi, bu yüzden işime gelmişti yaptığı bu hamle.


"Buyurun lütfen." Evini nereden bildiğimin şokunu taşıyordu üzerinde. Sanki biraz da korkmuştu, bu yüzden gerilmişti yüz ifadesi.


"Komiser Mila Tokel," dedim. Bu şekilde karar almıştık Analizcilerle. Polis olduğumu bilecekti ama ismimi bilmeyecekti. Tarafını seçmesini bekleyecektik, buna göre onu bir basamak olarak kullanabilirdik. Derdimiz Fahri Bey'le değildi, tepeye ulaşmaya çalışıyorduk. "Arkadaşlarım sizinle zaten görüşmüşler ama ben özel olarak bir kez daha konuşmak istedim. Gerilmenizi gerektirecek bir durum yok. Yalnızca birkaç cevap arıyorum."


"Oldukça şaşırdığımı belirtmek isterim," dedi. "Ama içinizdeki cesaret, gözlerinizden okunuyordu. Yeniden konuşma şansı yakalayabildiğimiz için memnunum Mila Hanım. Elimden geldiği kadar yardımcı olurum elbette size."


Gerçekten tatlı bir adamdı. Aramızdaki yaş farkına rağmen benimle büyük bir saygı çerçevesi içinde konuşuyordu ve unutmayacağım başka bir nokta da Serdar'a karşı söyledikleriydi. Beni savunmuştu. İlaçlı alkol aldığım o akşam bana yardımcı olmak için elinden geleni yapmıştı. Bunlar rol değildi, samimiyetine inanıyordum.


"Siz oldukça düzgün bir adamsınız," dedim yüzüme bir gülümseme kondurarak. "O insanların arasında ne işiniz olur merak ediyorum."


"Başımın belaya girmeyeceğinin sözünü almam mümkün mü acaba?" Seyrek saçlarını elleriyle karıştırıp gülümsediğinde benimle şakalaşıyor olduğunu fark ettim. Isınıyordum ona giderek. Emindim bizim tarafımıza çekebileceğime.


"Neden diğerleri salınmazken sizin dışarıda olduğunuzu sanıyorsunuz?" diye sordum aynı tavırla. "Bu bizim zeytin dalımızdı Fahri Bey."


"Teşekkürler efendim," dedi ve anlatmaya devam etti. "Ben yalnızca şans oyunlarından keyif alan biriyim Mila Hanım. Gençlik yıllarımda tamamen legal olarak çok fazla masada bulundum, geniş de bir çevrem vardır. Beni düzenlenecek oyunlara davet ettiklerinde üzerimden reklam yapmak istediklerini anladım. Ödüllerle ilgilenmiyorum. Özellikle uyuşturucu olanlarla. Sadece oyuncu olarak masaya katılıyorum."


"Size ulaşan kimdi?" diye sordum.


"Kumarhaneler Hasan Bey'in kontrolündeydi," dedi. "Yeraltında belli bir hiyerarşi olduğunu öğrendim zamanla. Hasan Bey'in de önemli bir konumu olduğunu sanıyordum fakat yakalanması beni oldukça şaşırttı. Üstelik o salınmadı da, yanılıyor muyum?"


"Haklısınız." Şimdilik Hasan konuşmuyordu. Can da onu kendi meselesi saydığı için bizim kafamıza takmamamız gerektiğini söylüyordu. Öyle ya da böyle konuşturacaktı Hasan'ı. "Nasıl bir hiyerarşiden bahsediyorsunuz?"


"Piramit denilen bir sistem," dedi. Ellerimi birbirine kenetlerken doğru bir noktaya parmak bastığımı hissetmenin heyecanı kapladı içimi. Bir şeyler öğreniyorduk nihayet. "Ama inanın, size bununla ilgili söyleyebileceğim fazla bir şey yok." İçimdeki o heyecan dalgası anında yok oldu. "Ben en alt basamakta yer alıyordum. Böyle söylediler. Bu yüzden ne, nasıl yürüyor hiçbir fikrim yok."


"Selma Hanım hakkında ne biliyorsunuz?"


"Benden konum olarak yüksek olduğu kesin."


"Ya Hermes Bey?"


"Açıkçası onu sizinle birlikte ben de ilk kez gördüm. Yalnız adını duymuştum. Büyük masalara oturduğu, özel anlarda ortaya çıktığı konuşulurdu. Oynadığı oyunu kaybettiği çok nadirmiş, biri size denk geldi. Bu yüzden sizin de konum olarak benden yüksek olduğunuzu, hatta Hermes Bey'in o gece siz masada olduğunuz için aramıza katıldığını sanmıştım."


"Bana bildiğiniz her şeyi anlattığınıza inanmak istiyorum Fahri Bey."


"Emin olabilirsiniz," dedi. "Sizi kızım saydım. Tavrım polis kimliğinizi öğrenmeden önce de aynıydı, şimdi de aynı. Ortada bir usulsüzlük varsa ve bunu engellemeye bir yardımım dokunacaksa yanınızda olmaya hazırım."


"Uyuşturucuların ödül sayıldığı bir masada usulsüzlük olduğunu ben kapınıza gelene kadar anlayamamış mıydınız gerçekten?"


"Bana dokunmayan yılan bin yaşayabilir," dedi sakince. "Ben her şeye karışamam Mila Hanım. Çağırırlar, oyunumu oynarım, bazen masa için eski arkadaşlarımdan oyuncu ayarlarım ve kenara çekilirim. Bu kadar bana biçilen görev. Paralı bir işçi gibiyim, patronların ne yaptığı beni ilgilendirmez."


"Tehdit mi edildiniz?"


"Aksine, el üstünde tutuldum," dedi. "Son bir şey, on gün içinde yeni bir masa toplanacak. Hasan Bey'in organizasyonuydu fakat o yakalanmış olmasına rağmen iptal edildiği bilgisi ulaşmadı bana. Yeri ve zamanı belli olduğunda sizi haberdar edebilirim."


"Davetli olmadan nasıl içeri gireceğim?" diye sordum. Yer ve zamanı bana bildirecek olması oldukça tehlikeliydi aslında. Arkamdan iş çevirmeye yetecek bir süreydi on gün ama hislerim ve Mete, bu adamın yalan söylemediğine oldukça emindi. Üzerime düşen her bilgiyi aldıktan sonra gerisini Analizcilerle tartışırdık, bu yüzden açık vermedim şüphelendiğime dair.


"Yanlış bilmiyorsam uyuşturucu kullandınız." Nereden bildiğini soracağım sırada benden hızlı davrandı. "Bazı haberler çabuk yayılıyor. Hasan Bey, size özel bir kart vermiş olmalı. Siyah, üzerinde barkod olan bir kart... O masaya girişi de aynı kartla yapabilirsiniz. Asıl oyunculara polis el koyduğundan davetli listesi haliyle yok oldu. Belli bir karışıklık olacaktır ve bunu avantaja çevirebilirsiniz Mila Hanım. Benden duymadınız elbette ki."


"Kesinlikle sizden duymadım." Gülümsedim. "Teşekkür ederim Fahri Bey. İletişime geçeriz yeniden o halde."


🃏


Bige Başak Ekinci


Ben otuz iki yaşındayım, yanımdaki adamsa tam on beş yıldır orada.


En güzel yaşımı bilmiyorum. On yediyle otuz iki arasında herhangi bir sayı seçebilirim. Onunla geçirdiğim herhangi bir yılı en güzel yaşım sayabilirim.


İçimde dinmek bilmeyen, sonu görünmeyen bir aşk var. O benim ruh eşim değil. O benim ruhum. Dahası yok bunun. Ben onsuz o kadar eksiğim ki tanıdıklarıma yabancı geliyorum dokuz aydır. Benden ayrıldığından beri günden güne yıkılıyorum. Biliyor çünkü aynısını yaşıyor. İkimiz de aşktan öleceğimizi biliyoruz ama birlikte ölemeyeceğimizi kabulleneli çok oldu.


Yetmiyor. Aşk yetmiyor. Birileri beni anlasın, birisi dinlesin beni. Çok sevince hallolmuyor her şey.


Dağları aşıyorum da onun aklıyla başa çıkamıyorum. Bir karar verdiyse bunu döndüremiyorum. Çok yıprandım ama şikayet de edemiyorum.


Başıma ne geleceğini bile bile yürümekti benimki. Ne olabilir ki, demiştim. Ne olurdu en fazla? Aldım kalbimi, düştüm peşine. Bir noktada kıracağını bile bile inat ettim, çabaladım. Pişman da değilim. O beni aşık etti kendine. Çok değer verdi, kimsenin kimseye vermeyeceği kadar çok. El üzerinde tuttu, dünyayla arama geçti, kalkan yaptı önüme kendini.


Biz el ele tutuşunca sandım ki her şeyi atlatırız. O yanımdayken karada ölüm yoktu sanki. Akıl almaz bir mutluluk içindeydim. Gerçek dışı geliyordu.


Birlikte büyüdüğünüz, sizi sizden daha iyi tanıyan bir insana sahipseniz onun aranıza bir duvar çekişine katlanamayacağınızı tahmin edebilirsiniz. Olmuyor, ben daha fazla dayanamıyorum.


Müge için bir araya geliyoruz diyoruz ama kendimizi kandırıyoruz. Birbirimizi görmeye gün sayıyoruz ve minik kızımızı bahane ediyoruz.


Biz birlikte de yapamadık, ayrı da yapamıyoruz.


O aklıyla var olan bir adam. Engelleyemem bunu. Önüne geçemem. Baş edemem. Edemedim. Yapamadım.


"Müge'yi okuldan almamı söyledin," dedi sessizliğimi bölerek. Konuşmamı istiyordu. Bazen sadece sesimi duymak için beni arar, saçma sapan şeyleri de bahane ederdi buna. Direksiyonu sola kırdı ben yolcu koltuğuna gömülmüş haldeyken. "Sebep söylemediğinde merak ediyorum Başak. Kötüsün sanıyorum, seni görmeden rahat etmiyor içim."


Asya'ya söylediklerimi düşündüm, sonra Eylül'e verdiğim tavsiyeleri. Aptal, dedim içimden. Aptal, aptal, aptal... Bir adamı on beş sene sonra nasıl hâlâ sevebilirsin bu kadar? Nasıl hâlâ kalbin hızlanabilir yanında?


Egemen Duman, benim hayatıma denkti. Bir sözüme her şeyi yakar, bir gözyaşıma dünyaya kafa tutardı. Gel desem gelir, kal desem kalmazdı. Bana, bize onun yüzünden zarar geldiğini düşündüğü an vermişti kararını. Arkasına bile bakmadı. Bizi bu şekilde güvende tuttuğunu sanıyordu.


Dokuz aydır, onun yanında olduğum anlar haricinde bir kez bile hissetmemiştim oysa güven duygusunu ben.


Başımı ona çevirdim. Yorgun gözlerim, gölge düşen çehresinde gezindi. Yol uzun sürsün diye arabayı yavaş kullanıyordu. Ben onu baştan sona ezbere biliyordum.


O avukattı, ben doktordum. Ne onun aramıza koyduğu yasalar adildi ne de benim onda açtığım yaralar.


Kırgınlıklarım vardı. Onunkileri de görmezden gelemezdim hiçbir zaman. Kırıldığım kadar kırardım ben. Ortam yoktu. Bilirdi olmadığını ama ağzını açıp da tek kelime etmezdi. Boyun eğer kabullenir, benden gelecek her şeye razı olurdu hep.


"Müge'yi babamlara mı bıraktın?" diye sordum.


Onun babası benim babamdı. Kardeşi kardeşimdi. Bana bir aile veren oydu. Benim ailem yanımda oturan adamdı, ötesi yoktu.


"Evet." Yorgundu sesi tıpkı benimki gibi. "Görkem söyledi Eylül'de olduğunu. Gelip kontrol etmek istedim."


Görkem Duman... Elimde büyüdü desem abartmış sayılmazdım. Onun çocukluğuna da şahit oldu gözlerim, ergenliğine de, yetişkin haline de. Ege'nin ona verdiği değeri, onu apayrı sevdiğini bildiğim için gözümdeki konumu herkesten farklı olmuştu. Beni ablası sayardı, onu canımdan sayardım. Yıllardır böyleydi.


Ege herkese kol kanat geriyordu. Böyle öğrenmişti. Dört yaşından beri bir çocuğun sorumluluğunu üzerinde taşıyordu ve bir abi olarak, onun hayatında kocaman bir yer kaplıyordu. Her zaman diğer çocuklardan farklı olan küçük erkek kardeşini korumak zorundaydı. Hem dış dünyadan hem de kendi içinde verdiği savaşlardan.


Sonra bana yaptı aynısını, sonra kendi kızına. Böylesi bir adama hayran olmadan kalmak oldukça zordu. Başarısız olduğum tek konu oydu. Ben de onun tek yenilgisiydim.


Uzun kirpiklerine baktım dikkatle. Gözleri yola odaklıydı. Bana çeviremediği için içinden küfürler savuruyor olmalıydı. Burnunu, dudaklarını inceledim yavaş yavaş. Yeterince aklıma kazınmamış gibi tekrar tekrar baktım güzel yüzüne.


"Başak," dedi. Sadece o kullanıyordu bu ismimi. Ben de ona Ege diye seslenirdim. Birbirimizi özel kılmıştık bu şekilde. "Yolunda gitmeyen şey ne?"


Yolunda gitmeyen bir şeyler var mı diye sormadı mesela. Direkt o şeyin ne olduğunu sordu. Tanımak diyorlardı adına. Ezberlemek diyorlardı buna. Dillerden düşmeyen, yerli yersiz kullanılıp değersizleştirilen aşkın anlam kazandığı nokta burasıydı. İkimizin arasındaydı.


"Bir karar verdim," dedim sert bir düğüm otururken boğazıma. Bazı şeyler söylenmek zorundaydı. Bazı hamleler yapmalıydım çünkü bunlar benim son hamlelerim olacaktı. Yine başaramazsam bu sefer gerçekten çabalamayı bırakacaktım.


Daha yolumuz vardı, bu yüzden henüz söylemek istemedim. "Tanıştığımız günü hatırlıyor musun?" diye sorduğum an dudaklarının kenarında bir gülümseme belirdi ve gözleri yoldan ayrılıp bana çevrildi.


"O gün biliyormuşum aslında," dedi. Daha önce de dinlemiştim ama bıkmıyordum dinlemekten. "O gün anlamışım ben hayatımı senin yönlendireceğini. Sadece çok sonradan vardım farkına."


"Görkem de aynı mı Ege?"


Gülümsemesi acı dolu bir hal alırken benimle aynı düşüncelere sahip olduğu belliydi. "Aynı," dedi. "O da onu ilk gördüğü gün anladı aslında ama hâlâ varamadı farkına."


"Asya'da kendimi görüyorum," dedim. "Kapılıyor yavaş yavaş. Canı acıyana kadar da vazgeçmeyecek."


"Kendini görüyorsan," dedi huzur veren sesiyle. "Canı acısa bile vazgeçmeyeceğini de biliyorsundur."


"Görkem onun canını acıtmaz demedin."


"Acıtır çünkü." Duraksadığı an daha yavaş alıp vermeye başladı soluklarını. "Ben de yaptım ya kaç kez, istemeden ya da isteyerek. Çok yakmadım mı canını?"


"Yaktın." Dudaklarımı birbirine bastırdım. Sesimin kesinlikle titrememesi gerekiyordu. "Çok defa hem de."


"Biliyorum." Kabullenmişlikle düştü omuzları. "Böyle olmasını istemezdim."


"Böyle olmasını sen istedin," dedim cümlemi vurgulayarak. "Ama tek suçlu da sen değilsin. Hâlâ akıllanmıyor oluşumdan anlayabilirsin bunu."


"Tek suçlu benim," dedi. "Hiçbir anlamı yok ama özür dilerim. Biliyorum, çok anlamsız ama özür dilerim."


Çok sık yapıyordu bunu. Çok sık özür diliyordu benden.


"Hâlâ kızlara karşı seni savunabiliyorum." Dolu gözlerle gülümsedim. "Seni sonsuza kadar savunmaya devam edebilirim. Asla başımı öne eğdirmeyecek, yanlış kişiyi seçtiğimi bana düşündürmeyecek birisin. Dilimden dökülene bakma sen, içimden geçen böyle."


Birçok defa yüzüne de başkalarına da demiştim yanlış kişiye aşık oldum diye. Yalandı. Ya da yanlış, benim doğrumdu. Bilmiyordum. Çok aşık olunca insanın gözü gerçekten hiçbir şeyi görmüyordu.


"Beni mi savundun?" Parmakları direksiyonun üzerinde aşina olduğum bir ritim tutmaya başladığında kırmızı ışıkta duruyor oluşumuzu fırsat bilerek gözlerini gözlerime dikip gülümsedi. "Güzel avukatım."


"Sensin avukat," dedim sanki bu bir hakaretmiş gibi. Sadece sıyrılmak istemiştim. Her anımdaydı, kelimelerime bile sızmıştı. Hiçbir detayı kaçırmaması sinirimi bozuyordu.


"Evet," dedi bozuntuya vermeden. "Benim avukat."


Birbirimize bakarken dudaklarımızdan dökülen diyaloglar bazen anlamsız olabiliyordu bunun gibi. Her şeyi unutuyorduk, ne konuştuğumuzu bile bilmiyorduk sanki.


"Neden tanıştığımız günü sordun?" dedi yeniden gaza basarken. "Seninle ilgili hiçbir şeyi unutmayacağımı biliyorsun. Asıl hatırlamamı istediğin neydi?"


"Aklından geçenler," dedim. "Hissettiklerin. O gün bile biliyor oluşun. İkimizin kaderinin düğümleniş anı."


"O düğümleniş tek bir ana ait değil. Bizim aramızda milyon tane düğüm var, hangisini söyleyeyim istiyorsun?"


Verecek bir cevabım olmadığında sessizliğe sığınırdım. Araba, evimin önünde durdu ve yönünü tamamen bana çevirene kadar tek bir kelime dökülmedi dudaklarımdan ama o inatla bekledi sorusunun cevabını. "Bir şey söylemeni istemiyorum," dedim ve bu bir cevaptı.


"Bir karar verdim demiştin." Doğru noktayı yakalamıştı anında. "Bu kararı öğreneceğim yere mi geldik?"


"Ege." Sesim titredi. "Aslında kararı sen vereceksin."


"Dolmasın o gözlerin," dedi işaret parmağının tersi yanağıma dokunurken. Teması gözlerimi kapamama neden oldu. "Ne oluyor Başak?"


"Bu şekilde devam edemem," dedim keskin bir şekilde. Yanağımdaki elini ittim, gözlerimi açtım ve ona sabitledim. "Yanında yapamıyorum, sensiz hiç yapamıyorum. Ayrılmadık ama birlikte de değiliz. Ben bu kadar katlanabildim. Bir karar vermen gerekiyor."


Yutkundu. Gözlerine yerleşen korku, dudaklarımdan dökülmek üzere olanlardan kaynaklanıyordu. "Çok düşündüm ben bunu. Öyle fevri davranmıyorum, tanıyorsun beni. Ciddiyim her sözümde. Bunu bilmeni istiyorum."


"Dinliyorum." Sağır olmak için dua ediyor gibiydi ama pürdikkat dinliyordu.


"Ya yanımda ol ya da aramızdaki düğümleri tek tek çözmeye başlayacağım." İlk kez bunu bu netlikte söyleyebiliyordum. "Ya benimle olacaksın ya da yoluma devam etmeye çalışacağım. Bunu hiç gerçekten denemedim. Ben senden hiç gerçekten vazgeçmeyi denemedim. Bir başkasına şans verme-"


"Hayır," dedi çaresizce. Susmamı istedi.


"Ne seninle olabiliyorum ne yoluma bakabiliyorum!" Yükselen sesimle birlikte gözleri de dolmuştu. Hızlıca söyleyip kurtulmam gerekliydi yoksa bu haline dayanamayacaktım. "Belki de Doğukan bir şansı hak ediyordur."


En hassas damarına bastım. Bana dönsün diye son kozumu oynadım. Bile bile elimdeki bıçağı kalbine batırdım ve sonuna kadar ittirdim. Ben, onu mahvettim.


"Yapma." Gözlerini kapattı sımsıkı. "Bunu yapma."


"Ne yapayım?" dedim sitemle. "Ne yapayım? Sen söyle. Dön gel diye bekliyorum. Dokuz ay oldu Ege. Pişman bile olmadın sen. Hep böyle devam mı edecek sanıyorsun? Hep seni bekleyebileceğimi mi düşünüyorsun? Nasıl olsa bana aşık mı diyorsun benim için? Nereye varacak bunun sonu? Ben mutlu değilim. Mutlu olmak istiyorum sadece."


"Hiç..." Her zaman kendinden emin konuşan, mesleği bunun üzerine kurulu olan o adam karşımda kekeledi. "Hiç hoşlandın mı ondan?" Canı o kadar acıdı ki gözlerimin önünde, ben ondan çok parçalandım yine. "Bige," dedi. Gözünden bir damla yaş aktı, sesi sertleşti. "Aşık mı oldun?"


Yine olup olabilecek en saçma yere takıldı. Yine en uzak ihtimali seçti. "Bunun olmadığını biliyorsun," dedim. "Hayatım boyunca bir seni sevdiğimi biliyorsun."


"Neden başka bir ad geçiriyorsun o zaman?" Çenesini sıktı. Bana bağırdığı için anında pişman oldu ama geri adım da atamadı. Ne yapacağını şaşırmış halde bana bakmaya devam etti dolu gözleriyle.


"Bu mu sorun?" dedim onun kadar bağırarak. "Sana iki seçenek sunuyorum, ilgilenmiyorsun bile! Verdin değil mi kararını çoktan? Ölsen dönmeyeceksin bana. Madem öyle, ne bekliyorsun benden?"


"Beni sevme. Başak, sevme beni. Başkasına da gitme ama. Olur mu hiç öyle? Düşünmüyor musun benim halimi? Bunu söyleyeceğine öldürseydin ya beni."


"Ya beni öpersin tam şu an," dedim işaret parmağımı kaldırarak. Tüm sınırları zorluyordum. Bu son şansıydı. Yemin ederim bir daha çabalamayacaktım onun için. Yapmayacaktım. "Ya da bir daha görmezsin beni. Müge'ye ayrıyken de iyi birer anne baba olmayı başardık. Hallederiz bir şekilde. Karşılaşmayız asla. Çünkü gözümden uzak olmadığın sürece belli ki bu gönlümden atamayacağım ben seni."


"Seni görmeden yapamam," dedi. "Müge'nin dediğine mi takıldın yoksa?" diye sordu bomboş bir çabayla. Bir anlam bulmaya çalışıyordu kendince. "Irmak'tan bahsetti diye mi böyle yapıyorsun? Şüphe mi düştü içine?"


Gözlerimde aradı cevapları çünkü dudaklarım aralanmadı. "Yapma," dedi. "Senden başkası yok bana. Ben sana..." Sustu. "Ben ilk günden beri..." Yine sustu.


Bana ettiği yemini hatırladı. Verdiği saçma karardan onu döndürmeye çalışırken hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlatmıştım. Bana dokunamayacağını, beni tekrar öpemeyeceğini, bana olan aşkının bir şekilde bitmek zorunda olduğunu söylemiştim bunları kabullenemez de vazgeçer diye.


Eğer boşanırsak hayatımdan çıkacaksın demiştim, ona koyduğum kuralları da ilk ben çiğnemiştim. Onu aramış, ona sarılmış, ondan uzaklaşamamıştım. Uslanmıyordum, gurursuzdum, konu o olduğunda ben yapmam dediğim ne varsa yapıyordum.


Benim içimde çok ağır bir yüktü Egemen Duman.


"Sen bana, ne?" dedim devamını duymak isteyerek. Çok kızıyordum kendime. Beni bu hale düşürdüğü için bir o kadar da ona kızıyordum. Sınırlarımı her seferinde paramparça edişi beni çok öfkelendiriyordu.


Düşeceğimi bile bile çocukken sürmeye çalıştığım bisikletimdi, yeniden kırılacağımı bilerek kendi ayaklarımla gitmekten bıkmadığım kapımdı o benim.


Çıkar yol arıyordum onun çıkmaz sokaklarla dolu şehrinde.


"Sen bana, ne Ege? Aşık mısın? Ben sana çok aşığım çünkü. Kaldıramayacağım, artık taşıyamayacağım kadar çok. Geceleri ağlayarak uyuyakalacağım kadar çok. Hata yaptın işte. İnadın yüzünden mi dönemiyorsun hatandan? Yüzün mü yok dönmeye? Seni her ne olursa olsun affedecek kadar enayi olduğumu bilmiyor musun?"


İmkansızı zorlamaktan başka bir şey değildi yaptığım. Canım çok yanıyordu. Bu konuşmayı tekrar yaptığım için, karşısındaki çaresizliğim için, kendimi onun uğruna bu kadar paraladığım için affetmeyecektim kendimi. Onu her şeye rağmen affederdim ama kendimi etmeyecektim.


"Benim yüzümden ufacık zarar gelse başına ölürüm, bunu biliyorsun değil mi?" Bir başka yaş daha düştü gözünden. Kızımız kaçırılmıştı ve ne söylersem söyleyeyim suçlusunu kendi olarak görmekten vazgeçmemişti hiç. "Senden uzak duruyorsam sadece sen iyi ol diye, biliyorsun değil mi?"


"Değilim iyi." Gözyaşlarımdan yüzünü seçemeyecek durumdaydım. "Bu mu iyi olmak? Bir şey gelecekse de gelsin başıma. Yaşadığım ömre değsin bari. Yok ki sensiz geçirdiğim günün anlamı, neden anlamak istemiyorsun sen bunu?"


"Ben anlıyorum." Başını iki yana sallayarak yüzüme doğru yaklaştı beni ikna etmek ister gibi. "Yemin ederim anlıyorum ama yapamam ki. Yanınızdayken her saniye size bir şey olacak korkusuyla nasıl yaşarım?"


"Sanki şimdi öyle yaşamıyorsun," diye kızdım ona. Dudaklarım istemsizce büzüldü, daha çok gözyaşı döktüm. Kabullenmek istemiyordum ama belliydi cevabı çoktan. Ben onun aklıyla baş edememiştim yine.


"Keşke anlasan," dedi. "Keşke sen de beni anlasan."


"Sen geri zekalısın," dedim ağlamaya devam ederken. Gözleri yüzümün her santiminde gezdi, oyalanmadan yavaşça inceledi mahvolmuş halimi.


"Öyleyim," dedi.


"Aptalsın da."


"Aptalım da."


"Beni de hiç hak etmiyorsun." Bu bir yalandı. Çok ağır bir yalandı.


"Hiç..." diye tekrarladı. O doğru olduğuna inanıyordu. Sırf buna inandığı için bile daha çok sinirlendim ona. Elleri yüzümü kavradı. "Hiç hak etmiyorum," diye tekrarladı bir kez daha.


Gözlerimden kopan bakışları titreyen dudaklarıma düştü. İçi gider gibi, parçalanır gibi baktı. Durduramayacaktı kendini bu defa. Buradan dönüşü olmadığını biliyordu. Dudaklarını dudaklarıma bastırdığı an dokuz aydan fazla zamanın özlemi doldu aramıza. Öyle aceleciydi ki o kadar günün hesabını kapatmak istediğinden, aynı şekilde karşılık vermekten başka bir şey gelmedi elimden.


Kırık kalpler de atmaya devam edebiliyordu. Benimki, onun ağzını konuşmak için açtığı anda beni yeniden paramparça edeceğini bildiği halde hızlı bir şekilde atmaya başladı göğüs kafesimin içinde. Beni öpüyordu ama yanımda kalacağından değildi. Beni öpüyordu çünkü ona karşılık vereceğimi biliyordu. Veda sayıyordu belki de bunu.


Parmaklarımı ensesine sarıp başını kendime doğru çektim. Eğilebildiği kadar eğildi üzerime. Kısıtlı bir alanda ne kadar yakın olabilirsek o kadar yakındık. Çekiştirdi dudaklarımı. Öptü, kesik nefesler aldı ve tekrar öptü. Tüm onsuz zamanlarımı alıp götürdü beraberinde. Hâlâ onu nasıl istediğimi anlattı bana.


Çenemi kavradı sıkıca. Saçlarını çekerek karşılık verdim. Dudaklarımdan ayrıldığında yanağını yanağıma sürtüp kulağıma doğru yol aldı. "Bir dokunuşum heyecandan titremene sebep oluyorken sen vazgeçemezsin benden," diye fısıldadı sanki ben bunu bilmiyormuşum gibi.


"Denemedim ki," demeye çalıştım. Kontrolümü kaybetmemem imkansızdı. Aylardır sarılmak dışında hiçbir temasımız olmamıştı ve bu beni bitiriyordu. Onu çok özlemiştim. Deli gibi özlemiştim.


"Başka birine şans vermek mi?" Dudakları yanağıma değiyordu konuşurken. Güldü. "Seni son kez öptüm az önce. Git, dene şimdi ne istiyorsan."


Onu kırdığım için beni kırdı. Bir kez daha bundan fazlası geçmedi elimize. Birlikteysek varacağımız yer en fazla burasıydı.


Yapamayacağımı biliyordu. Başka birini aklımdan dahi geçiremeyeceğimi biliyordu. Başta hislerini yansıtmış, az önce de aklını başına toplamıştı. Üzerimdeki manipülasyonunu kullanmaya çalışıyordu şimdi de.


Ona sunduğum iki seçenekten birini seçmek yerine üçüncü bir seçenek yazmıştı. Her şeyin olduğu gibi kaldığı bir seçenek... O Egemen Duman'dı. Yazdığı yetmemiş, kafamın içine girip beni buna ikna etmişti bir de.


Ellerimi dizlerime bastırıp sertçe sıktım. Hayır, bu defa yapmayacaktım. Yüzünü yeniden yüzüme hizaladığında dudaklarına bakan bendim. Dibine kadar girdim. Sağ elim kazağının kumaşını kavrayıp iyice yakınıma çekti bedenini.


Yeniden bana uzanmak istediğinde başımı hafifçe çevirip onu durdurdum. "Beni son kez öptün," dedim fısıldayarak. "Deneyemem sanıyorsun ama deneyeceğim Egemen. Sen seçimini yaptın. Ben de yoluma devam etmeyi seçeceğim. Bir kez daha koşmayacağım peşinden. Gidişini izleyip durdum, bu kez sen benim arkamdan bakacaksın."


•⚓•


Kırık kalpler durağında inecek var.

İyiyiz, sakiniz, her şey yolunda. İmdat.

Anlatılması gerekenler var, anlaşılması için birileri konuşmalı. Bir yerde kalemi Bige aldı eline. Çünkü Egemen Duman'ı onun gözünden okumalıydık. Bu şarttı.

Aklıyla var olan adamlar, içlerinde savaş verip duruyorlar. Görkem'in de kendine ne yaptığını gördünüz. Kolay değil. Olaylar karşısında verdikleri tepkilere kızıyorsunuz. Ben de çok kızıyorum ama kıyamıyorum da.

Dumanlar bitirdi beni.

Özellikle bu bölümden sonra sizin gözünüzdeki Görkem ve Egemen'i detaylı şekilde öğrenebilir miyim? Size nasıl hissettiriyorlar? Hak veriyor musunuz hiç yaptıklarına veya yapmaya çalıştıklarına?

Bige söylediğini yapabilir mi?

Diğer yandan big triomuz Asya Eylül Bige oturup çay içti. Eylül'ün hikâyesine ve ilişkisinin nasıl gittiğine de tanık oldunuz.

Hep derim, Analiz çok derin.

Bir kere gülün, öyle gidin :)

🔵🤝🔵

Yorumlar

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"