5. "Birin Lideri"

 
Bölüm şarkıları:
Melike Şahin, Nasır
Gripin, Böyle Kahpedir Dünya
Mabel Matiz, Yaşım Çocuk
Ozbi, Parasetamol

🌧

Bir halatta yedi boğum,
Ölüm, doğum, varım, yoğum.
Kim attı toprağa da,
Filizlendi yalnız tohum?

•⚓•

İnsanız, yoruluruz. Bazılarını çok çalışmak yorar, bazılarını hayatın dertleri ve bazı insanlar da ortada hiçbir sebep yokken kendi kendini yormaya başlar. 

Beni zihnim yorar mesela. Kafamın içinin çok ağır olduğunu düşünürüm hep. Son zamanlarda çok daha yoğun bir şekilde hissediyorum bunu. Orada iki kişi yaşatıyorum: biri Mete, diğeri uzun yıllardır duymaya alışkın olduğum iç sesim. Aslında, sayamayacağım kadar çok ben de var orada. Ağlayan bir ben, gülen bir ben, dünyadan sıkılan bir ben, sürekli sorgulayan bir ben... Bazen kendi aralarında çatışsalar da beni benimle yalnız bırakmadıkları için hepsine ihtiyaç duyuyorum. 

İhtiyaç diye bahsettiğim karmaşa, bir sarmaşık gibi sinsice ilerleyerek ruhumu boğmaya başladığında içimdeki benlere ne olacak acaba? Hangimiz galip geleceğiz, sonumuzu hangimiz yazacağız?

Yine düşüncelerimin beynimin kıvrımlarını kemirdiği bir geceydi o gece. Çok yorgundum ve daha fazla soru istemiyordum, tek istediğim uykuydu. Derin, deliksiz, kâbussuz bir uyku... Fakat kafamı yastığa koyduğum an nefesim kesilir gibi oldu. Başımda uğultular yankılandı, sesleri netleştirmeye çalışırken yumruklarımı sıktım. Gözlerimi kapatıp soluklarımı düzene sokmak için gerçekten büyük bir çaba sarf ettim.

Zihnime çekilen perdeyi güç bela kaldırdım, ortalık yerde duran ama benim yeni görebildiğim o şeye diktim gözlerimi.

"Alıcı mısınız?"

"Kalitelidir."

"Eskiden beri tanışırız Cengiz'le."

"Becerir bu işi."

Kafamın en orta yerinde koca bir daktilo vardı sanki. Bir yazar parmaklarını tuşlarda gezdiriyor ve kelimeleri bir bir akıtıyordu sayfaya. Siyah bir zeminin üzerinde beyaz harfler bir araya geliyor, bir girdaba dönüşüp etrafımda dönüyordu bütün bu konuşulanlar. Kulaklarımda daktilo tuşlarının inatçı sesi çınlıyordu.

"O senin müşterin mi?"

"Evet."

Odaklan. Odaklan.

Nefes al Yağmur.

Tek bir saniyede bütün sesler sustu, uçsuz bucaksız bir sessizlik oldu. Daktilonun başındaki yazar gülümsedi, sonra kayboldu o da. Bomboş kaldım.

Gerçek, pusların arasından sıyrılıp apaçık bir şekilde önüme serildi.

Yer yatağından fırladığımda bunu hemen birine anlatmam gerektiğini biliyordum. Sabaha kadar bekleyebilirdi fakat ben bekleyemezdim. Gözüme uyku girmezdi, tanıyordum kendimi.

Parka bakan taraftaki pencerenin yanına gittim. Analizcilerin odalarının hepsinde aynı tarafa bakan bir cam vardı. Topuzumdan fırlayan ince bir tutam saçı parmaklarıma dolarken Görkem'in penceresinin olduğu tarafa doğru baktım. Turuncu bir ışık perdeleri aşıp odasının önünü boyamıştı kendi rengine. Uyanık olmalıydı. 

Birkaç kısa adımda odamdan çıkıp onun odasının önüne vardım. Tereddüt etmedim, doğrudan çaldım kapısını. İki tık, tek tık, iki tık; onun kapıyı çalışları gibi. 

Biraz bekledim. Galiba duymamıştı. İki kez daha tıklattım ve üçüncüde kapı koluna gitti elim. Uyuyorsa da ses etmeden odadan çıkardım, sonra da sabaha kadar delirirdim kimseye anlatamadığım için. Yapacak bir şey yoktu.

Matematiğin bir kokusu olsaydı eğer, onun odasının buram buram matematik koktuğunu söylerdim. 

Kapıdan girdiğim zaman sağımda kalan kısımda yatağı vardı, solda bir giysi dolabı ve yanında da bir sürü rafı olan bir başka dolap. Yatağının yanındaki komodinin üzerinde rubik küpler duruyordu fakat bunlar benim bildiklerime benzemiyorlardı. 2×2×2'lik de 4×4×4'lük de. Hatta bir tanesi piramit şeklindeydi. Ben klasik küpü bile çözemiyordum, bu adam ruh hastasıydı kesinlikle.

Zaten raflardaki kitaplar da bunu kanıtlar nitelikteydi. Her seviyeye ait matematik testi bulunuyordu. O kadar çoklardı ki ite kaka sığdırabilmişti ancak. Her yer ama her yer doluydu. 

Sağ köşede ise onu gördüm. Pencerenin dibindeki masasına oturmuş, masa lambasının yaydığı turuncu ışık eşliğinde kafasını önündeki kitaba gömmüştü. Elinde bir kalem tutuyordu ama işlem yapmıyor ve sadece bakıyordu. İki saniye kadar daha baktı, sonra şıkkı işaretleyip bir sonraki soruya geçti. Yine durdu, yine baktı, yine işlem yapmadan işaretleyip bir sonrakine geçti.

Beni duymamasının sebebi kulağındaki büyük lacivert kulaklıktı. Fazla yüksek sesle dinliyordu, ne dinlediğini ondan uzaktayken bile duyabiliyordum. Bir adım daha yaklaştığımda hissetti mi bilmiyorum ama başını kapıya çevirdi. Gözleri benimkilere değdiği anda ise kulaklıklarını boynuna indirip sandalyesinden kalktı hızlıca.

"13," derken sesi şaşkınlık ve biraz da korku barındırıyordu, "bir şey mi oldu?"

"Sana anlatmam gereken bir şey olmuş olabilir. Doğruluğundan emin değilim ama kendime saklamaya devam edersem içim içimi yiyecek."

Bana bir süre tuhaf bir cisimmişim gibi baktı, ardından kulaklığını boynundan çıkarıp masasına bıraktı. Sandalyesine oturup bana döndü ve eliyle yatağı işaret etti. Yüzünde meraklı bir ifade vardı şimdi.

Gecenin bir yarısı onu rahatsız ettiğim halde beni ciddiye alıp büyük bir ilgiyle bakıyordu. Yatağının ucuna oturdum, bakışları birkaç saat kadar önce bileğime bağladığı lacivert ipe kaydı ve gözlerini gözlerime kilitledi tekrar. 

"Cengiz'in uyuşturucu satıcısı olduğunu söylemiştin." Kıyısından köşesinden dolanmak yerine konuya bodoslama giriş yapmayı tercih ederdim, böylece her iki taraf için de zaman kaybı olmuyordu.

"Evet, onu bu yüzden aldık ya içeri zaten."

"Kime satış yaptığını biliyor musun peki?"

"Yarın sorgusuna ben gireceğim," dedi. "Korkak davrandığına bakma, ağzı sıkıdır ama benim de taktiklerim öyledir."

'Kontrolsüz Görkem'i Cengiz'in üzerine salsa taktiğe gerek kalmaz aslında.'

Kontrolsüz Görkem yeniden devreye girerse yeni bir soruşturma açılır. Bu defa kurban diye Cengiz'in cesedini inceleriz, diye cevapladı Mete, iç sesimi.

"Ben biliyorum," dedim kendimden çok da emin olamayarak. Bunu fark ettiğinden kaşları havaya kalktı. "Kimlere satış yaptığını biliyorum." Bu defa sesimde tereddüt yoktu, çok emin söylemiştim.

Başını sağa eğerek gözlerini kısarken sorgulayıcı bir ifade ele geçirdi yüzünü. "Dinliyorum."

"Sol köşesinde imza olan tabloların satıldığını biliyoruz." Bir an çok dikkatli bir şekilde beni dinlediği için kendimi rahatsız hissedip gözlerimi ellerime indirdim fakat sonra yeniden başımı kaldırdım. "Hasan'la konuşmaya gittiğimde bana sorduğu soruyu hatırlıyor musun?"

"Alıcı mısınız?" dedi, gözleri hala kısıktı. "Fragmanı verdin ve konu ilgimi çekti. Şimdi rica etsem filmin sonuna sarabilir misin? Çözmem gereken bir soru var."

Söylediği şey bir anda çok kötü hissetmeme neden oldu. Sinirlenmiştim ve o bunu bakışlarımdan anladı. "Yarın Necip Amir'le konuşurum. Kusura bakma verdiğim rahatsızlıktan ötürü." Ayağa kalktığımda yüzünde söylediklerini gözden geçirir gibi bir ifade vardı. Sonra yüzüne bir aydınlanma geldi fakat ben arkamı dönüp kapıya ilerlemeye başlamıştım.

"Dur kız," dedi birden, sesindeki masumluk az daha gülümsetecekti beni. "Gitmen için söylemedim ya."

"Sana bir şey anlatmaya çalışıyorken 'uzatma da sadede gel' demenin sebebini öğrenmeyi bekliyorum." Omzumun üzerinden ona baktım. "Az önce beni kovduğunun farkında mısın?"

"Kovmadım ki." Eliyle yatağı işaret ediyordu. "Sen şuraya bir otur, öyle açıklayayım. Böyle her an gidecekmişçesine kapıda dikiliyorsun, slow müzik klibindeki terk edilmiş adamlar gibi hissettim kendimi. Yüzümü avuçlarımın arasına alıp dertli dertli duvara bakmam gerekiyor tam şu an. Üstüme de sararmış yapraklar düşecek sanki, öyle bir atmosfer..."

Bu defa kendimi tutamadım. "Görkem, uykun gelmiş galiba senin," dedim gülerken. "Ne anlatıyorsun iki saattir?"

"Takıntılıyımdır ben. Seni fark ettiğimde tam da testteki son soruya geçmek üzereydim ve şu an o soruyu çözemediğim her saniye acılar içinde kıvranıyorum ama sen bunu göremiyorsun." Gözleriyle yeniden yatağını işaret etti. "Şuraya otur, ben iki saniyede soruyu çözeyim sonra bütün dikkatimle seni dinleyeceğim tamam mı? Sabaha kadar anlatsan bile dinleyeceğim. Tek bir sorucuk kaldı."

O an parmaklarının çok az da olsa titrediğini gördüm. Gerçekten şu an zor duruyordu, o soruyu çözmeden rahat etmeyecekti fakat inatla benim oturmamı bekliyordu ve her geçen saniye bu onu içten içe delirtiyor olmalıydı. 

Daha fazla çıldırmaması için yatağın kenarındaki yerimi aldım, hızlıca sandalyesini döndürüp soruya gömüldü. On saniye ya geçti ya geçmedi, yeniden bana vermişti ilgisini. "Kusura bakma," dedi. "Bizimkiler alıştı artık bu hallerime. Seninle yeni tanıştığımızı unutmuşum."

"Sizinkiler daha önce manyak olduğunu söylediler mi sana?"

Güldü. "Birçok defa."

"İyi, bilmen güzel." En son ona ne dediğimi düşündüm. Nereden devam etmeliydim? 

"Hasan'ın ne söylediğini hatırlayıp hatırlamadığımı sordun," dedi ne düşündüğümü anlamış gibi.

"Evet." Ellerimle yatağa tutundum. "Serginin bir fiyasko olduğunu düşünüyorum. Bir oyun, bir kandırmaca. Oradaki tabloların hiçbir önemi yok. Tek değerli olan imzalılar."

Bir anda bakışları farklılaştı, heyecan dalgaları vurdu gözlerinin mavisine. "Aklından geçeni anladım." O heyecan sesine de yansımıştı. "Ama lütfen devam et."

"Uyuşturucu satışı gerçekleşti ve bunu biz bile fark etmedik," dediğimde ulusal bir bayramda şiir okuyacak çocuğunu gururla bekleyen anne ifadesiyle bakıyordu yüzüme. "Hasan bana, 'kalitelidir' demişti. Kastettiği şeyin tablolar olduğunu sandım ama değildi, mallardan bahsediyordu."

"Tabloların hepsi birer hediye paketiydi aslında. Satılan şey tuvaller değildi, uyuşturuculardı," diyerek tamamladı beni.

"Cengiz'in sorgusunda bunu kullanıp baskı yapabilirsin." 

Başını sallayarak onayladı. "Eğer dediğin gibiyse çok büyük bir baskın olacak bu." Yüzü aniden ciddileşti, aklından ne geçirdiğini anlamam mümkün değildi ama gözlerini benden çekip arkamdaki boş duvara dikti. Duvarda sayılar gördüğüne yemin edebilirdim, kesin denklem falan çözerek ulaşmaya çalışıyordu problemi her neyse onun sonucuna. "Necip Amir'in sen konusunda neden bu kadar ısrarcı olduğunu anladım." Düşündüğü şeyin bu olmadığına emindim, sanki aklındakileri dağıtmak için öne atmıştı bu cümleyi.

"Israrcı mı?"

"Bunu benim anlatmam doğru olmaz." Dirseklerini dizlerine yaslayıp ellerini aşağı sarkıttı. "O, yarın sana her şeyi anlatacaktır."

"Kafamı karıştıracak şekilde konuşuyorsun ve inan bana kafamın içi züccaciye dükkânı gibi, ne ararsan var. O yüzden sana takılmayacağım." Yeniden ayağa kalktım. "Söyleyeceklerim bu kadardı. O kıymetli zamanını bana ayırdığın için sağ ol," dedim imalı imalı.

Kaşları çatılınca alnında iki çizgi oluştu. "Dertsiz başıma dert açtın ama olmaz ki," dedi isyan edercesine. "Bari bir kere gül öyle git, bana kızmadığına emin olayım."

Nedenini anlayamasam da bunun geçmişinden gelen bir cümle olduğunu düşündüm. Sanki acıklı bir hikâye yatıyordu altında.

"Sana kızsam ne olur ki?" diye sordum. "Ne diye umursayacakmışsın? Her şeyi dert edersen ölürsün Görkem, söyleyeyim dedim."

"Gül," dedi inatla.

Dudaklarımı aralayıp otuz iki dişimi ona gösterdim ve bunu yaparken kaşlarım da havaya kalktığı için oldukça komik göründüm. İkimiz de gülmeye başladık bu hareketime. 

İşaret ve orta parmağını birleştirdikten sonra onları şakağına yaslayıp uzaklaştırarak selam verdi. "İyi geceler 13." 

Ona aynı şekilde karşılık verdim. "İyi geceler Duman."


"Olamaz olamaz sensiz yarim..." 

Yine müthiş bir parça ve Arda'nın müthiş sesiyle başlamıştım güne. Üstelik bu defa mutfakta veya holde değildi, daha yakından geliyordu sesi. 

"Kabir azabından beter halim."

Üzerimdeki battaniyeyi kenara sıyırıp kalktım yataktan. Alarm gibiydi fakat burada geçirdiğim ilk sabahın aksine saat sekize gelirken değil, on buçuğa gelirken girmişti devreye. Hem bu defa Can da yoktu yanında, tek başınayken bile sesi oldukça gürdü.

"Acılaaaar bütün derdim."

Yanılmıyorsam Görkem kapısını açtı, ben de elimle yüzüme gelen saçlarımı ittirip koridora çıktım. Görkem hareket etmemişti, odasının önünde öylece durmuş ve yere doğru bakıyordu. Başımı onun baktığı yöne çevirmemle görüş açıma Kaya'nın odasının önünde oturmuş, elindeki ince, uzun ve içinde süt olduğunu tahmin ettiğim bardağı sallayarak efkârlı pozlar veren Arda'nın girmesi bir oldu.

"Sensiz bir dünyayı neyleyim?"

Kaya uyuyorken onun kapısının önünde bağıra bağıra Gözlerinin Yeşilini Özledim şarkısını söylediğine göre sabah aç karınla yürek yemişti herhalde.

Kapı hızlıca açıldığında omzunu kapıya yaslayan Arda neredeyse içeri devrilecekti fakat son anda boşta kalan eliyle yere tutundu ve elindeki bardağı sımsıkı kavrayıp sütün dökülmesini engelledi. "Ulan göt." Kaya, ayağıyla onun belini dürttü. "Ulan it." Bir kez daha dürttü fakat karşılık olarak hiçbir tepki alamadı. "Öldüreyim mi seni illa? İlle de katil mi olayım istiyorsun?"

"Gel, katilim ol," dedi bu defa Arda.

"Can nerede?" diye bir soru geldi Görkem'den. Olanlardan kendini soyutlayıp olmayana odaklanmıştı yine, beni şaşırtmadı. Bakışlarım ona çevrildiğinde gözlerinin çok az aralık olduğunu gördüm. Onlarla bir mücadele halindeydi, açık durmaları için çabalıyordu. Ben odasından çıktıktan sonra sorularına kaldığı yerden devam etmişti anlaşılan.

"Apar topar çıktı evden." Sütünden bir yudum içerken gerçekten dertli olduğunu fark ettim Arda'nın. "Gittiği bir merkez var ya hani, bir hasta kriz mi ne geçirmiş. Biraz kötüymüş galiba durumu." 

Gözleri dolmuştu, neden böyle çaresizlikle baktığına anlam verememiştim. O da mı tanıyordu acaba o kişiyi? Ama tanıyor olsa durmazdı ki burada. Asıl sebep neydi o halde?

Görkem ne yapacağını bilemez bir halde yüzündeki acı çeken ifadeyle Arda'yı izledi bir süre. Gözleri Kaya'yla kesişti ve ikisi de aynı şeyi düşünüyor gibilerdi o an. Kaya,  yavaşça Arda'nın omzuna dokundu. "İntihar mı etmiş?" Ondan beklemediğim kadar yumuşak çıkmıştı sesi.

Görkem, Arda'ya doğru bir adım attı. Sonra başka bir adım daha. İpince bir buzun üstünde yürüyordu da en ufak bir hatasında buz tam ortadan çatlamaya başlayıp bin parçaya ayrılacaktı sanki. 

Eli, güçlü bir fırtınada dala tutunmaya çalışan güçsüz bir yaprak gibi titriyordu. Bardak zemine düştü, etrafa süt döküldü. "İntihar etmiş," dedi, o kelime zehirli bir sarmaşıktı ve onun bedenini kendi hükmü altına almıştı. Ben oldukça şaşkındım, Arda'nın gözünden akan bir damla yaşa bakıyordum. 

"Yaşıyor muymuş? Öğrendin mi?" diye sordu Kaya. Yüzü acıyla buruşmuştu.

"Soramadım ki." Arda ellerini yumruk yapıp bacaklarını kendine doğru çekti. "Söylesene, nasıl cesaret edeyim?"

O kişiyi tanımıyordu, artık emin olmuştum. Onu etkileyen olay intihardı, diğerlerinin yüzlerine yapışan acıma duygusundan anladım bunu. 

Arda'nın geçmişinde bir intihar vardı.

"Gel buraya," dedi Görkem, yerdeki sütü önemsemeden dizlerinin üzerine çöktüğünde altındaki siyah eşofmanın dizleri ıslandı. Bir elini onun saçlarının arasına geçirip omzuna bastırdı Arda'nın kafasını. "Canın yanıyorsa bırak yansın. Rol yapma oğlum bize, davranma her şey yolundaymış gibi."

Bu olay onun canını çok yakmıştı ama o yine şarkı söylemişti hiçbir şey yokmuş gibi. 

Anladım ki, Arda'nın her gülüşünün altında bir acı gizliydi ve işin kötü yanı; Arda hep gülerdi.

Küçücük kalmıştı Görkem'in omzuna sığınırken. "Ben öğreneceğim, tamam mı?" dedi Kaya, sakince. "O her kimse yaşıyor. Buna inan, buna inandır kendini yoksa seni döverim."

Omuzları sarsıldı Arda'nın. Yüzünü göremediğimden gülüyor mu yoksa ağlıyor mu bunu anlayamadım ama ikinci seçenek daha olasıydı. "O yaşamamıştı," dedi fısıltı gibi çıkan titrek sesiyle. 

"Geçecek," dedi Görkem bir koluyla onu daha sıkı kavrarken. "Sakin ol." Tedirgindi, daha önce de böyle bir olay yaşanmış olmalıydı ve muhtemelen Arda şimdi olduğundan çok daha kötü olmuştu. Belki de bir kriz geçirmişti. Bu yüzden Görkem paniklemişti. "Ne istersen yaparım Arda, ne istersen. Red Kit izlerim seninle. Sana bir kutu çikolata alırım karamelli, en sevdiklerinden. Bütün gün çay içip Tesla hakkında konuşuruz. Ne olur ağlama, tamam mı?"

Titremeye başlayan elimi kapının pervazına yasladığımda benim bile gözlerim dolmuştu. Arda neden ölüm kokuyordu? Ne yaşamıştı da tanımadığı birinin intihar haberinde bu hale gelmişti? 

"Arda," dedi Kaya, onun birkaç dakikalığına ortalıktan kaybolduğunu fark etmemiştim. "Hayattaymış, konuştum şimdi Can'la."

"Yalan söylüyorsun." Arda, başını yaslandığı omuzdan çekip kıpkırmızı gözlerini tepesinde dikilen Kaya'ya dikti. "Ölürler. Hep ölürler intihar edenler."

"Bileklerini kesmiş, kan kaybetmiş ama yaşıyormuş. Hastanedelermiş şimdi. Yemin ederim. Ben sana yalan söyler miyim hiç koca bebek?" Kaya gülmeye çalışarak onu ayağıyla bir kez daha dürttü. "Kalk hadi kalk, zırlak Şaziye seni. Git üstüne bir şeyler giy. Götüreyim seni hastaneye, kendi gözlerinle gör. Bana yalancı dediğin için seni çok pis döveceğim bu arada, hatırlat bana bir ara."

Arda burnunu çekip Görkem'den destek alarak ayağa kalktı. "Yaşayabiliyorlarmış," dedi gözlerinin kenarına tutunan yaş, yanağına düşerken. "Görkem, o niye öldü ki zaman?"

Görkem'in yüz ifadesi dondu, verebilecek bir cevap düşünmeye başladı ve sonra, "Geçmişe takılıp üzme şu tatlı canını, almayayım ayağımın altına seni şuracıkta," dedi. Güldü ama o gülüşün arkasına sakladıklarını gördüm. "Çabuk git giyin hemen, her yerimi de sümük yaptın cıvık herif. Şuna bak, sümük sümüküm. Peçete mi sandın lan sen beni?"

Arda'nın dudaklarına minicik bir tebessüm asıldı, odasına gitmek için ayaklandığında Kaya onu ensesinden yakalayarak ittirdi. "Uyuşuk uyuşuk hareket etme, seni bekleyemem bütün gün. Oradan bakınca uşağın gibi mi duruyorum?"

Nihayet sırıttı Arda. "Ben ağlarken evet, hepiniz uşağım oluyorsunuz."

"Yoo," dedi Kaya.

"Hiç de bile," dedi Görkem.

"Bir damla gözyaşına dünyayı yakabilecekmiş gibi duruyorlar," dedim Arda'ya bakıp gülümseyerek. "Ben şahidim."

"Elime düştünüz sizi küçük köpekler." Arda güler yüzlü haline geri döndü ve gerçekten hiçbir şey olmamış gibi davranmaya başladı. Öyle ki, az önce neler olduğunu izlemesem beni kolayca kandırabilirdi ve belki de bu onun en büyük silahıydı. "Bundan sonra her istediğimi ağlayarak yaptıracağım size, görürsünüz.'

"Bir daha ağlarsan Kaya'ya bırakmam, seni ben döverim. Eşeği suya yollarım, onu orada boğdurturum, sen o hiç gelmeyecek eşeğin gelmesini beklerken ben seni dövüyor olurum. Yaparım bilirsin."

Arda, Görkem'in söylediğine gür bir kahkaha patlattı ve odasına girip kapıyı kapattı ama gelen seslere göre hâlâ gülüyordu. 

Karşımdaki iki adam, bir süre birbirlerine baktılar. Tek kelime etmediler ama ikisi de deli gibi üzüldü o an Arda için, bunu hissettim.

Merak ettim, kabul ama dudaklarımı aralayıp tek bir kelime bile etmedim. Sadece yapabileceğim bir şey varsa elimden geleni ardıma koymayacağımı belirtircesine orada dikilmeye devam ettim. Gözleri uykusuzluktan şişmiş, dizlerinden süt damlayan Görkem bana çevirdi başını. "Oraya basmayın da temizleyeyim," dedim ben de hiçbir şey olmamış gibi. 

Muhtemelen Kaya başka bir şeyler soracağımı düşünmüştü çünkü ben bu cümleyi kurduğumda rahatladı. "O bende," dedi Görkem'in içini rahatlatmak istercesine. "Aklın kalmasın."

"Keşke ben de gelebilseydim sizinle ama karakola geçmemiz gerekiyor." Kısa bir an gözleri benimkilere değdi, sonra yeniden Kaya'ya döndü. "Bana haber ver mutlaka."

"Tamamdır." 

Mutfaktan bir bez alıp yerdeki sütü sildim ve bardağı kaldırdım. Daha sonra da odama girdim çünkü karakola gitmemiz gerekiyordu. Sebebini bilmesem de fazla sorgulamadım, ne de olsa gittiğim zaman öğrenirdim. 

Gri ekose pantolonumun üzerine v yaka beyaz bir bluz giyip pantolonla aynı desene sahip gri ceketimi de üstüme geçirdim. Saçlarımı aşağıdan sıkı bir at kuyruğu yaptıktan sonra boynuma çoklu kolyelerden taktım. En büyük zincirin ucu göğsüme kadar uzanıyordu, en küçük olansa boynumu tamamen sarıyordu. Odada bir ayna olmadığı için tam olarak nasıl göründüğümü bilmiyordum, buraya kesinlikle bir ayna şarttı. 

Dış kapının kapandığını duydum ve bir dakika kadar sonra motor sesini işittim. Arda ve Kaya yola çıkmışlardı. Odadan çıkmadan önce kol çantamın içine atmak için telefonumu aradım. Gece yatmadan önce onu yastığın altına sıkıştırmıştım, elime alınca bildirim ışığının yanıp söndüğünü fark ettim.

Rehberime kayıtlı olmayan bir numaradan gelen mesajlar düştü ekranıma.

054********: Müsait olduğun bir zamanda, mümkünse öğlen olmadan, çocuklarımdan birine söyle seni karakola bıraksın.

054********: Karakoldakiler sana alık alık bakacaklardır, hatta arkandan da konuşurlar muhtemelen. Kimseyi umursamadan doğrudan odama çık. Sorana Necip Amir'in kızıyım diyip kötü kötü bak, seni rahat bırakırlar.

054********: Bu arada ben Necip abin ahahahhah. Bunu baştan söylemeliydim ahahahah. 

054********: Dur, siz gençler böyle gülmüyorsunuz. Arda öğretmişti. Sanırım şöyle yazmam gerekiyor: Möşdğpşwpppp?

054********: Oldu mu? Bence oldu. Neyse, mutlaka uğra yanıma. Görüşmek üzere.

Mesajlarına gülerken onun numarasını kaydettim. Demek ki karakola gitme sebebimiz Necip Amir'in beni çağırmasıydı. Bluzumun yakasını düzeltip sol omzumun görünmediğine emin oldum ve çıktım odadan. 

Görkem salonda tekli koltuğa oturmuş, beni beklerken telefonuna bakıyordu. Siyah bir pantolonla dar, beyaz bir boğazlı kazak giymişti. Üstüne de yeşil ve krem karelerin iç içe geçtiği ceket dokusuna yakın kalın bir gömlek geçirmiş ve düğmelerini iliklemeden bırakmıştı. Ben içime kısa kollu giymiştim, herhalde o üşüyordu ya da belki kansızlığı olabilirdi.

Adamın kombininden yola çıkarak kansızlık tanısı koyamazsın Yağmur, dedi Mete. Gerekli gereksiz her şeyi düşünmesen keşke.

Ona aldırmadan, "Çıkabiliriz," dedim Görkem'e. Başını telefonundan çekip bana baktı, hazır olduğumu gördüğünde ise telefonunu cebine tıkıp ayağa kalktı. Yüzü asıktı, kafası Arda'ya takılmıştı haliyle.

"Ben arabayı garajdan alayım," dedi ve başka bir şey demeden uzaklaştı yanımdan. Ben de beyaz spor ayakkabılarımı giyip evin önüne çıktım. İki dakika kadar sonra yola koyulmuştuk.

Sessizdi, bunun yanında üzgündü de. Buradaydı ama burada değildi. Yanımda oturuyordu ama kim bilir neredeydi. "Bir şey sorabilir miyim?" Gözlerini bana çevirdi. Giydiği gömlekteki yeşil renklerin etkisiyle göz rengi bir ton koyulaşmıştı sanki. 

"Arda'yla ilgiliyse sorunu cevapsız bırakmam gerekecek," dedi. 

"Merkezi soracaktım." Alnı kırışınca açıkladım. "Can'ın gittiği merkez demişti ya Arda, ne merkezi ki bu?"

"Sinir hastalıkları." Duraksadı. "Akıl hastanesi yani."

"Siz tanıyor musunuz oradakileri?"

Omuz silkti. "Oradakileri sadece Can tanır. Birkaç kez onunla birlikte gittim, o kadar. Can çok fazla zaman geçiriyordu orada bir aralar, muhtemelen Arda'dan daha kötü haldedir şu an."

Başımı anlayışla sallayıp konuyu daha fazla deşmek istemediğimden dudaklarımı birbirine bastırdım. Bu sırada elini vitesten çekip gömleğinin cebinden çıkardığı paketi uzattı bana doğru. "İster misin?"

Onu reddetmedim, paketten bir nane şekerini çıkarıp ağzıma attım. O da ellerini iki saniyeliğine direksiyondan ayırdı, iki tane birden ağzına attı ve paketi gömleğinin cebine atıp yeniden kavradı direksiyonu. 

"Yine bir şey sorabilir miyim?" Arabanın içinde bir kıtırtı sesi yankılandı, ağzımın içindeki nene şekeri iki parçaya ayrılmıştı.

"Bir şey sorabilir miyim demeden soracaksan bir şey sorabilirsin," dedi gülerek.

Ben de hiç dolaylamadan konuya girdim. "Nedir senin bu nane şekeri sevdan?"

Birkaç saniye durdu, parmakları direksiyonu daha sıkı kavradı, sonra yavaşça gevşetti onları ve ardından araladı dudaklarını. "Bağımlıydım, kurtulmak için bir başka şeye bağımlı olmam gerekti."

"Sigara mı alkol mü?"

"Ağrı kesici," demesini beklemediğim için afalladım. "Aşırı doz alıyordum, bir gün parasetamol zehirlenmesinin kıyısından döndüm."

"Bu kadar ciddi bir şey olduğunu düşünmemiştim."

"Zor bir dönemdi." Direksiyonu kavrayan ellerindeki damarlar gerildiğinde bu konuyu değiştirmem gerektiğini anladım. "Can çok uğraştı benimle o ara, başardı sonunda. Huylar değişmez, dönüşür der hep. Benim bağımlılığım da nane şekerine evrildi işte."

"Anladım," dedim ve yolun geri kalanında açmadım ağzımı. Araba karakolun önünde duruncaya kadar süren sessizliği o bozdu. "Sana tip tip bakacaklardır, kimseyi takma."

Necip Amir de hemen hemen aynı mesajı atmıştı. Analizcileri sevmeyenlerin sayısı sevenlerden daha mı çoktu acaba?

Yavaşça giriş kapısına yöneldik. İçeri adımımı attığım an birkaç haftadır uzak olduğum o kaos ortamı beni içine çekiverdi. Herkes bir şeyle uğraşıyordu, kağıt hışırtıları telsiz sesleriyle karışıp senkronize bir gürültü oluşturuyordu. Sağ tarafta kelepçelenen kel bir adam vardı, sol tarafta ise ifade veren esmer bir kadın. 

Üniformalı iri yarı bir memur beni Hayalet Casper sanmıştı herhalde, içimden geçebileceğini falan düşünmüş olmalıydı. Omzumu kopartmak istercesine yanımdan koşarak ilerlediğinde bu darbesi sendelememe sebep oldu. Elimi ceketimin yakalarına götürüp düzelttim, ardından devam ettim yoluma.

"Ben şu koridordan döneceğim," dedi Görkem. "Sen üst kata çıkacaksın, Eylül oralardadır zaten. Yardımcı olur sana."

Onu başımla onaylayıp devam ettim yoluma. Sanki insanlar hakkımda konuşmak için Görkem'in yanımdan ayrılmasını beklemişlerdi.

"Bu muymuş yeni olan?" diye fısıldadı soldaki krem rengi masanın arkasında oturan kumral kadın, yanındaki bir diğer memura.

"Görkem'le birlikte geldiklerine göre odur herhalde."

"Fotoğraf Makinesi diyorlardı buna, uyumsuzmuş duyduğum kadarıyla. Olay çıkarıyormuş karakolunda sürekli."

Kim uyduruyor bunları Allah aşkına, dedi Mete. Takma sen Yağmur, bütün gün mahalleyi evinin penceresinden dikizleyen dedikoducu teyze olacaklarmış da son anda dönmüşler gibiler.

Kimseyi umursamadan merdivenleri buldum ve bir bir tırmandım basamakları. Üst kata vardığımda Eylül'ü bulmam hiç zor olmadı. Omuzlarına dökülen sapsarı saçlarıyla diğerlerinin arasından sıyrılıyordu, üzerinde beyaz, düz bir gömlek vardı. Elindeki telefonu sıkı sıkı tutuyor, karşı tarafa bir şeyler anlatırken sürekli gözlerini deviriyordu. En son o kişi her kimse onun suratına kapattı ve başını hafifçe kaldırdığında beni gördü.

"Güzelliğin karşısında bir ilahi söylemek isterim." Sandalyesine yaslanıp bacak bacak üstüne atarken beni baştan ayağa süzüyordu. "Hoş geldin canım." 

O 'canım' dediğinde, yeniden bir sürü göz bana çevrildi ve yine birtakım fısıldaşmalar döndü. Eylül sesini yükseltti. "O bir tren değil," dedi etrafındakilere. "Bu şekilde bakmanıza gerek yok."

"Yeni Analizci mi bu?" diye sordu kıvırcık siyah saçlı, minyon tipli bir kız.

"Adı Asya." Eylül saçlarını omuzlarının gerisine ittirdi. "Susup işinize dönmeniz ve bakışlarınızı ondan çekmeniz için bir saniyeniz var. Sıfır, bitti."

Buradaki memurların çoğu gençti ama bunun yanı sıra Eylül sözü geçen biri olmalıydı, ondan deli gibi korkuyorlardı çünkü. Bir saniye sonra herkes önüne dönmüş, hatta tuhaf bir sessizlik çökmüştü kata.

"Necip Amir'in odası ne tarafta?" diye sordum ona.

"Şu tarafta, soldaki son oda." Sırıttı. "Nazar duası okuyayım mı sana? Etraf kem gözlülerle dolu ve ben hepsinin gözünü tek tek oymakla uğraşamam." 

Sağ tarafındaki kız grubu duysun diye sesli sesli söylüyordu sanki. Sonra sesini alçalttı. "Kıskanılman normal, bizimkilerin arasına katılabilmek için böbreğinden vazgeçebilecek insanlar tanıyorum."

Omuz silktim. "Umurumda değiller."
Arkamı dönmeden önce, "Sonra görüşürüz," dedim ve bana tarif ettiği yöne ilerledim. Kapıyı birkaç kez çaldım, sonra fark ettim ki Görkem gibi çalmıştım. İki günde üzerime yapışmaya başlamıştı Analizcilerin davranışları.

Bir süre bekledim ve ses gelmemesi üzerine kapıyı açıp içeri girdim. Masanın üzerine dosya bırakan uzun boylu, koyu kumral, esmer tenli bir adam vardı içeride fakat Necip Amir yoktu. Adam omzunun üzerinden bana baktı, baktı, gereğinden uzun bir süre bakmaya devam edince ona tuhaf tuhaf bakarak karşılık verdim. 

"Tahmin edeyim, Asya, değil mi?"

"Evet," dedim dümdüz bir sesle.

"Sürpriz yumurtadan çıktın herhalde." Bakışları anlam veremediğim bir şekilde sertleşti. "İki buçuk yıllık bir ekibe damdan düşer gibi dahil olduğuna göre."

"Sen hayırdır?" diye sordum birden, benden rütbece üstünse başım belaya girebilirdi ama dilimi tutamazdım bana böyle yaklaşan birine karşı. "Kuyruk acın falan mı var?"

Kaşlarını çatıp bana doğru bir adım attığında gerilememi bekliyordu galiba, aksine sinir bozucu bir şekilde ona diktim gözlerimi. 

"Tuhaf değil mi?" Kaşlarını kaldırıp sorgular gibi omuz silkti. "Dört erkekten oluşan o sıra dışı Analizcilere bir anda ne idüğü belirsiz bir kadın ekleniyor. Nelerini verdin acaba seni aralarına almaları için?"

Beynimin içinde bir bombanın pimi çekildi, imalı konuşması karşısında kontrolümü sağlayabilmek için sık nefesler almam gerekti. "Açık konuşsana," dedim ama bunu yapmasını asla istemedim. Öfke anındayken sınırlarım olmuyordu, yapmamam gereken bir şeyi yapabilirdim.

"Hangisiyle ilişkiye girdin acaba?" diye sordu çat diye.

Yumruk at.

'Tam suratının ortasına geçir bir tane, içimizde kalmasın.'

Sol yumruğum kasılırken gözlerimden ateş çıkarabilecek gibiydim her an. Bu ilk değildi, başarılarımızı hazmedemeyenler mutlaka bir kulp takıyordu. Bu tarz ithamlara daha önce de maruz kalmıştım. Eğer kadınsanız mutlaka birileri ile ilişkiniz olmalıydı yükselebilmek için, aksi mümkün olamazmış gözüyle bakılıyordu. 

Milletin algısına tüküreyim.

"Madem çok merak ediyorsun..." Gülümsedim, şeytani bir tebessümdü bu. "Dördüyle de yattım." Ona doğru bir adım attım. "Garanti olsun istedim." Bir adım daha yaklaştığımda bunu beklemediği açıktı. "Belli, bizden biri olamadığın için kuduruyorsun karşımda. Kişi kendinden bilir işi derler, istersen bir 'ilişki' ayarlayabilirim sana?"

Sustu, kaşları hâlâ çatıktı. "Görüyorum ki sen her şeyini vermeye meraklısın. Ben iyisi mi bizimkilerle bir konuşayım, özel olarak istediğin biri var mı? Görkem, Kaya, Can, Arda?"

Sinirini gülüşünün arkasına gizledi. "Ortağın ölmüştü değil mi?"

Başımdan aşağı kaynar su dökülür gibi oldu bunu söylediğinde. Sıkmaktan bembeyaz kesilen yumruğum titredi, aklımdan tek geçen şey onun burnunu kırmaktı. Öfkem damla damla birikmezdi benim, geldi mi sel olur gelirdi. Kendimi durdurabilmem oldukça zor olurdu. 

İnsanlar, birinin en derin yarasını deşecek kadar insafsız olabiliyordu. 

İnsanlarda bir gram insaf yoktu.

İnsanlardan nefret ediyordum.

"İki hafta geçti galiba üzerinden. Çok çabuk toparlanmışsın Asya."

Bir anda dank etti kafama. Tek amacı sinirlendirmekti beni. Olay çıkarmamı bekliyordu, belki de ona vurmamı. Böylece hakkımda karakola dedikodu yayabilecek, hatta Necip Amir'e anlatacaktı aramızda geçenleri işine geldiği kadarıyla. Onun gözü olan pozisyona geldiğim içindi bu nefreti. 

Bu sefer kahkaha attım içimden gelerek. "Benden sana malzeme çıkmaz," derken sesim oldukça keyifliydi. "Git başka köşede ağla. Necip Amir gelmeden buradan gitmezsen eğer, bana ima ettiğin şeyi ağzımdan kaçırıveririm ona. Bırak Analizci olma hayalini, buradaki işini bile elinden alır."

"Senin başına bela olacağım." Öfkeden kuduruyordu ve ben buna saatlerce gülebilirdim. "Göreceksin bak, karabasan gibi çökeceğim üzerine."

"Lan sen mal mısın?" Hâlâ gülüyordum krize girmiş gibi. "Bas git şuradan ruh hastası."

Karpuz gören sinekler gibi, ne kadar ruh hastası varsa üstüme üstüme uçuyordu.

Kapıyı çarpıp odadan çıktığında kenardaki deri sandalyeye attım kendimi. Ceviz rengi masanın arkasına asılı büyük boy bir Atatürk portresi vardı, hemen yanındaysa ay yıldızlı bayrak. Onun dışında sol tarafta dosyalarla dolu bir dolap bulunuyordu. Bir de hemen dizlerimin dibinde masayla aynı renk küçük bir sehpa vardı.

Necip Amir'i beklerken telefonumu çıkardım. Beni ekledikleri gruba girdim doğrudan.

AJANLAR VE AJANSLAR

Asya: Esmer, sırık gibi uzun boylu, koyu kahve gözlü, göt kafalı bir herifle karşılaştım. Kim o?

Arda: Semih

Can: Semih

Kaya: Semih.

Eylül: Semih

Görkem: Savcı

Hepsinin aynı anda aktif olmasına mı şaşırsam, aynı anda cevap vermelerine mi şaşırsam yoksa herkes aynı cevabı yazarken farklı bir cevap yazan Görkem'e mi şaşırsam bilemedim.

Arda: Savcı esmer mi Görkem?

Görkem: Sadece göt kafalı kısmına takılmışım pardon. 

Eylül: Semih sana bir şey mi dedi Asya?

Asya: Kim bu Semih?

Can: Narkotikten. 

Arda: Necip Amir'in yalakası zuhahhahpuhahhah. 

Arda'nın keyfi yerinde olduğuna göre şu intihar eden kişinin durumu iyiydi herhalde. Onun mutlu olması beni de mutlu etti gereksiz yere.

Eylül: Semih sana bir şey mi dedi Asya?

Asya: Birbirimizi pek sevmedik.

Görkem: Kulübe hoş geldin. Konuyu kıvırman gözümden kaçmadı bu arada. Sana ne dedi?

Arda: İstersen onu dövdürtürüm Kaya'ya.

Kaya: Ben ne alaka şu an?

Arda: O zaman Görkem'e dövdürtürüm. O eşeği suya yollar sonra da... Sonrası nasıldı yaa?

Görkem: Döverim. Ne dedi sana?

Asya: Necip Amir geldi. Görüşürüz.

Eylül: Hayır gelmedi.

Asya: Evet geldi.

Gruptan çıkıp telefonu kapattım. Onlara da anlatıp saçını çeken çocuğu anında annesine şikayet eden küçük kız gibi görünmek istemiyordum. Bir savaş başlamıştı Semih'le benim aramda, galibi en başından belli olan savaşlara karşı tarafın mağlubiyetini izlemek için girilirdi bazen. Benimki de o hesaptı. 

Beş dakika gibi bir sürenin sonunda Necip Amir odaya girdi. Yerimden kalkacağım sırada el işaretiyle beni durdurup masasının arkasına geçti. "Çok yoğundum kızım, bakma kusuruma lütfen."

"Lafı mı olur?" dedim oturuşumu dikleştirerek. 

"Seni neden çağırdığımı merak ediyorsun haliyle." Göz ucuyla az önce Semih denen herifin bıraktığı dosyaya bakıp onu masanın sol tarafına bıraktı ve önünü boşalttı. "Bizimkiler senin hakkında iznin olmadığı halde fazla şey biliyorlar," dedi. Neyi kastettiğini tam olarak anlayamadım. "Senin de onlar hakkında bir şeyler bilmen gerektiğini düşünüyorum."

"Size biraz tuhaf bir soru gibi gelebilir ama, hakkımda ne kadar şey biliyorsunuz ki?" Başkalarının hayatını kurcalamak oldum olası bana ters gelen bir olaydı, kendimle yeterince derdim varken bir başka insanı dert edinmeyi saçma bulurdum. Benim hayatımın kurcalandığını görmek normal şartlarda beni sinirlendirirdi fakat bir ekibe dahil edeceğin kişiyi tanıman gerekirdi, bu yüzden çabuk sindirebilmiştim bu durumu.

"Kaya'nın anlattığı kadarını." Ellerini birleştirdi masanın üzerinde. "Kaya Analizcilerin kara kutusudur. En çok bilgiye o ulaşır, bize öğrenmemizi istediği kadarını anlatır hep."

"Neyi gizlediğini bilemiyor olmanız risk değil mi? Nasıl güvenebiliyorsunuz ona?"

"Sadece ona değil, birimiz bile birine güvenmesek Analizciler diye bir şey olmazdı." Sol bileğindeki ipin üzerinde gezdirdi parmaklarını. "İpleri uç uca ekle, bir başı ve bir sonu olacaktır ama sen o uçların hepsini birbirine bağlarsan, elde ettiğin çemberin ne sonu vardır ne de başı. Pi'yi üç alma, çemberin çevresi de alanı da sonsuz basamaklıdır."

"Bunlar Görkem'in cümleleri," dediğimde gülerek onayladı.

"Öyle. Bu tanımı Görkem yapmıştı zamanında ve sonra şey demişti: 'Biz altı düğümle birbirine bağlanan altı ip parçasıyız. Birimiz koparsak, onu yeniden bağlayabilsek bile bir düğüm daha eklememiz gerekir halkaya. Düğümler iz bırakır, izler yaradır. Ne kadar çok düğüm, o kadar çok yara.'"

Görkem'in bunu kelimesi kelimesine aynı şekilde söylediğini hissettim. Necip Amir'in özelliği de buydu belki, nasıl ben gördüğümü unutmuyorsam o da duyduğunu unutmuyordu.

"Yedinci bir düğümü neden kabul etti o halde?" 

Tebessüm ederken gözlerinin kenarları kırıştı. "Bazı yaraları almak gerekir Yağmur." Duraksadım, duraksadı. "Asya," diye düzeltti hemen.

"Bolca soru işaretine sahibim," dedim dürüstçe. "Beni daha önceden tanıyor olmanızı merak ediyorum mesela. Geç de olsa aranıza eklendiğimi söylemiştiniz, sonra Görkem benim hakkımda ısrarcı olduğunuzu söyledi bana. Çok açık kapı, çok boşluk var."

"Ve karmaşaya öyle alışkınsın ki boşluklar ürkütüyor seni." Hiçbir şey söylemeyip parmak uçlarımı birbirine değdirirken ellerime baktım. Rahatsız hissettiğimde parmaklarımla oynuyordum istemsizce. "Yavaş yavaş bir sürü şey anlatacağım sana."

Uzun bir sohbetin beni beklediğini tahmin etmek zor değildi. Bir fotoğraf çıkardı çekmecesinden, bana uzatıp bakmamı bekledi. Analizcilerin evinin önünde çekilmişti ve iki yıl veya daha öncesine ait olmalıydı çünkü şimdi göründüklerinden farklı görünüyorlardı. Özellikle Eylül inanılmaz derecede zayıftı, yanakları içeri göçüktü. Bütün bunlara rağmen ışıldayan bir gülüşü vardı, Arda'nın koluna girip diğer elini havaya kaldırarak poz vermişti. Arda her zamanki gibi sırıtırken ortada duran Can da hafif bir tebessüm yerleştirmişti yüzüne. Eylül'den sonra en zayıf olan oydu. Kaya, Görkem'in yanındaydı ve gülüyorlardı ikisi de.

"İlk gün," dedi Necip Amir. "Emektar evin ilk günü. Bir çatı altında aile olmak, ilk öğrettiğim şey buydu. Onlar birbirlerine tahmin ettiğimden çok daha fazla alıştılar, bazen fark ediyorum da bazı hareketleri bile aynı anda yapıyorlar. Bir robot sürüsü gibi."

Kahvaltıdayken tavadaki sucuklu yumurtaya ekmek bandırmak için bile aynı anda hareket ediyorlardı. Onlar birbirlerinin alışkanlıklarını kopyalayıp bir olmuşlardı.

"Kaya'dan başlayalım," dedi sandalyesine yaslanarak. "Çok soğuk görünür, ona ısınman epey zaman alacak. Arda başta Kaya'dan korkuyordu, nasıl bu hale geldiler ben de anlamadım. Kaya'nın Arda'ya zaafı olduğunu biliyor muydun? Çocuğu gibi sever de belli etmez aslında."

Bu sabaha kadar bilmiyordum fakat bu sabah, onun yüzünü azıcık güldürebilmek için yaptıklarını görünce farkına varmıştım Arda'ya verdiği değerin.

"Onun hiç düzgün bir ailesi olmamış." Gözleri uzaklara daldı bir saniyeliğine, sonra yine bana değdi bakışları. "Bir yetimhanede büyümüş Kaya. En fazla iki aylık bir bebekmiş denizin kenarındaki kayalıklarda bulunduğunda. Adını ondan Kaya koymuşlar."

Bir ismin hikâyesi bile insanı böyle derinlere sürüklüyorken, o her adını duyduğunda kendi hayatını gözlerinin önünden geçiriyordu belki de. 

Annem ve babam beni teyzeme bırakıp yurt dışına gidene kadar ben de duygusuz bir çocuk değildim. O sevgiden mahrum kalınca içinizde bir şeyler değişiyordu. Kaya'nın bu buz gibi duruşunun ardında yatan nedeni şimdi daha iyi anlayabiliyordum.

"Siz nasıl denk düştünüz?" diye sorduğumda gülümsedi burukça.

"Hiçbir zaman uslu bir çocuk olmadı. Defalarca kez yetimhaneden kaçtı, defalarca kez adına kayıp ihbarı verildi, defalarca kez polisi taktı peşine ve hiçbirinde de bulunamadı. Hep kendi kendine döndü geri. Nereye gidiyor, neden ortadan kayboluyor, hangi sebeple geri geliyor kimse bilmezdi. Sonra bir gün müdürün kasasını açmış, para çalmış içinden. Bayağı yüklü miktar para, müdür de küplere binmişti haliyle. Bu defa ben de gittim olaya müdahale etmeye."

"Kaç yıl öncesinden bahsediyoruz?" diye sordum.

"On beş yaşındaydı o zaman," dedi. "On üç yıl olmuş neredeyse." Yeniden duraksadı. Elini çenesine yaslayıp devam etti anlatmaya. "Başı büyük beladaydı, müdür şikayetçi olacağım diyip duruyordu."

"Sonra ne oldu?"

"Kaya'yla konuştum, her şey anlam buldu." Ara verip iki çay söyledi bize, sanki biraz böle böle anlatmasının sebebi tahmin etmem için bana zaman bırakmak istemesiydi. Kafamda birkaç senaryo kurmamı bekliyordu. 

"Dosyaların ve bilgisayarların durduğu arşiv odasının anahtarını çalmış, kimse buna dikkat etmesin diye de para almış kasadan. İlgiyi paraya çekmiş işini halledebilmek için. Onunla yalnız konuştuğumda bana bunları itiraf etti."

On beş yaşındaki birinin zihin yapısını düşünecek olursak buna cesaret etmesi ayrı bir olaydı fakat o bununla yetinmeyip şaşırtmacalı bir plan da hazırlamıştı. "Neden girmiş bunca zahmete?"

"Çünkü farkındaydı orada dönen şeylerin." Bir kapı sesiyle yeniden bölündü hikâye. Siyah saçlı bir adam, elinde tuttuğu tepsiyi masaya bıraktı. "Eyvallah Cevdet," dedi Necip Amir. Cevdet baş selamı vererek odadan çıktıktan sonra bir çayı benim önüme ittirdi. "Yetimhaneden evlat edinilerek çıkan çocukların başlarına gelenleri anlattı bana Kaya." 

"Nereden öğrenmiş bunları?"

"Kaçmaları şımarıklığından değilmiş, hep araştırmalar yapmış." Çayından bir yudum aldı. "Yetimhaneden giden iki çocuğun öldüğünü görmüş gazetelerde, bacak kadar boyuyla cinayetlerin peşine düşmüş."

"Bulabilmiş mi bir şeyler?" Duyduklarım yüzünden sesim dehşet içinde çıkmıştı. 

"O yıl bulamadı ama yetimhanenin arşivine girdiğini biliyorum. Orada bir şeyler gördüğüne de eminim, sana demiştim, bize bilmemizi istediği kadarını anlatır. Benimle bu konu hakkında hiç konuşmadı. Oraya bir kez daha gittim, başta müdür olmak üzere birçok çalışanın ona karşı kötü bakışlarına şahit oldum ve sonra başka bir gün, onun evlat edinileceğini öğrendim."

Kaşlarını çattı, neye sinirlendiğini bilmesem de oldukça sert bir öfke oturmuştu yüzüne. Bir anda gözleri nemlenir gibi oldu. "Kaya bir yolunu bulup aradı beni. Ben de öleceğim, hakkını helal et, dedi."

Oradaki çocuklar neden ölmüşlerdi? Kaya ne kadarını biliyordu? Ne olmuştu da kurtulmuştu? Soru işaretlerimin giderileceği söylenerek başlanan konuşmamız kafamda daha fazla boşluğun doğmasına sebebiyet vermişti.

"Onu evlat mı edindiniz?" diye sordum şok içinde.

Gülümsedi. "Bunu isterdim fakat şartlar uymadı maalesef. Neyse ki araya girmeyi başardım, otuz yaşında bir başkomiser olarak geçirdim sözümü yetimhane müdürüne. Kaya reşit olup da oradan ayrılacak yaşa gelene dek başına hiçbir şey gelmemesini sağladım."

Kaya hayatında ilk kez Necip Amir'den sevgi görmüştü, onun katı ifadesinin altında atan kalp karşısında hüzünlenmeden edemedim. Yalan yok, onu ben de yargılamıştım, ki bana karşı davranışlarını göz önünde bulundurunca pişman da değildim lâkin bir tarafım onunla empati kurmaya çalışacaktı artık.

"Reşit olduğunda da onu yanınıza aldınız."

"Reşit olduğunda onu çok güvendiğim birinin yanına verdim." Devam etmesini istediğimi anlasın diye gözlerimi üzerinden ayırmadım. "Görkem'le öyle tanıştılar."

"Bir saniye," diyerek araya girdim. "Yani siz Görkem'i Kaya'dan da önce mi tanıyordunuz?"

"Görkem on beş yıldır Analizcilerin lideridir Asya." Kafamın karıştığını o da görüyordu, anlatacağını bildiğimden başka bir soru sormak istemedim. Fazla meraklı görünmeye gerek yoktu.

Fazla merak gö...

'Şşh!' diye böldü Mete'yi, iç sesim.

"Belki düşünmüşsündür birinin uzmanlık alanı matematik ve bir diğerininki bilgisayarken neden polis olduklarını." Çayından bir yudum daha aldı, benimki hâlâ öylece duruyordu. "Onları ipin ucundan aldım," dediğinde kaşlarım havaya kalktı. "Benim güvenip Kaya'yı emanet ettiğim Görkem, Kaya'yla bir olup yetimhane müdürünün banka hesabını boşaltmış. Milyonlarca liradan bahsediyoruz."

Az daha kendi tükürüğümde boğulacaktım. "Ne?"

"Ölen çocukların sayısı beşe çıkmış geçen yılların sonunda. Kaya ve Görkem kafa kafaya vermişler, bir sürü delil bulmuşlar. Üzeri kapatılan olayları didik didik etmişler, gizli kapaklı işleri bir bir dökmüşler ortaya. Bunlar o dönem garaj gibi bir yerde yaşıyorlardı birlikte, benim ruhum bile duymamış iki oğlumun yaptıklarını."

"Çocuklar neden ölmüş?"

"Çocuklar evlat edinilmemiş Asya, o çocuklar organ mafyalarına satılmış. Hepsi değil tabii, hepsi olsa dikkat çekerdi. Gerçekten evlat edinilenler de var fakat o beş çocuğun cesedi paramparça bulunmuş ve bir şekilde kimse bu işin peşine düşmemiş, kimse olaylar arasında bağlantı kurmamış."

Yüzüm acıyla kasılmıştı. Yetimhane adı altındaki binada yetişen o çocuklar bir yuva bulacaklarına dair umutlanmışlarken hayatlarından olmuşlardı. Parayla satılmış, organları uğruna canlarını vermişlerdi. 

"Banka hesabını boşalttıkları için yargılanacaklardı, üstelik milyonluk bir meblaydı, az buz para değildi hani. İçeride gençliklerinin çürüyeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Fakat sonra benimkiler bütün o kanıtları gösterdiler. Ben bu noktada devreye girmedim. Hakimlerle, savcılarla konuştular, sonuna kadar savundular kendilerini."

Gözü elimde kaldığını unuttuğum fotoğrafa kaydı. "18 yaşındaki iki genç, beş cinayeti aydınlattı Asya. Yetimhanenin müdürü müebbet yedi, bina tamamen mühürlendi ve bütün çocuklar başka bir yere aktarıldı. Adam itirafçı oldu zor da olsa, organ mafyasının üyeleri döküldü ortalığa."

"Sadece 18 yaşındalardı," İkisini gözlerimin önüne getirdim. Aradan on koca yıl geçmişti. "İnanılmaz büyük bir vurguna imza attılar, birçok çocuk kurtuldu onlar sayesinde."

Durdu. "Tek olayın çocuk satışı olmadığını da öğrendik," derken sesi titrer gibi oldu. "Çeşitli işkenceler diyeyim, sen anla. Sadece müdür değil, birçok çalışan da boyladı kodesin dibini." Sıktığı yumruğuna baktı. "Müdüre ufak temaslarım olmuş olabilir. Ona kırmızı çok yakıştı, şerefsiz herif."

"Görkem ve Kaya nasıl kurtuldu?"

"Uzun bir adli süreç geçirdiler. Paranın bir kuruşuna bile dokunmadan teslim ettikleri için avukatları tarafından cezada indirime gidilmesi teklif edilecekti fakat cezada o kadar indirime gidildi ki ceza sıfır oldu." 

"Bu mümkün değilmiş gibi geliyor kulağa."

"Fakat mümkün," dediğinde dudakları yukarı kıvrıldı. "Arka planda dönen işlerden kimsenin haberi olmaz. Haberi olanlar bile bir süre sonra unutur, bak bana, nasıl da unuttum."

"Söz veriyorum ben de unutacağım," dedim gülerek.

"Sana güveniyorum, ondan anlatıyorum ya." Boş çay bardağını ve tabağını kenara çekti. "Bu iki çocuğun Teşkilat için ne kadar yararlı olabileceği tartışmaya kapalı bir konuydu. Koşullu bir anlaşmaya varıldı, gördüğün gibi, ikisi de polis oldu ve şimdi Analizciler. Benim küçük ajanlarım..."

Bir seksenlik adamları küçük ajanlarım diye seviyor Yağmur.

"Kaya'nın ilk arkadaşı Görkem'dir, Görkem'inki Kaya. İkisi birbiri için her şeyi yapar Asya, banka hesabı boşaltmak sadece bir fragman niteliğinde. Şunlara bak, darphane bile soyabilirler birlikte. Görkem paraları sayar, Kaya kasaları açar. Yeni dizi: La Casa De Kaya. Kaya'ya Berlin deriz, Görkem de profesör falan olur. Güzel iş, beş sezon gider bu."

Kulaklarıma yabancı gelen bir kıkırtı döküldü dudaklarımdan. "Fazla orijinal bir fikirmiş, sevdim."

"Hadi o halde, asıl profesöre geçelim: Arda Gökmen. Benim haylaz çocuğum... Koca bir kalp ve koca bir beyinden oluşuyor o. Koca bir beyin derken, gerçekten koca bir beyni kastediyorum. Bilmediği şey sayısı çok azdır, belki daha fark etmemiş olabilirsin ama zamanla anlayacaksın."

Konuşmamızı bölen yine bir kapı sesi oldu: İki tık, tek tık, iki tık. Görkem gelmişti.

Necip Amir'in bir cevap vermesini beklemeden kapıyı açtı, bedenini göremeyeceğimiz şekilde başını içeri uzattı. "Gelebilir miyim abi?" diye sordu gözlerini birkaç kez kırpıştırarak. 

Necip Amir gülümsedi. "Gel koçum, hayırdır? Senin adam konuştu mu?"

Görkem tamamen içeri girip kapıyı ayağıyla ittirdi çünkü elinde bir tepsi tutuyordu. "Cengiz için gelmedim," dediğinde gözleri bir anlığına bana kaydı, ardından elindeki tepsiyi önümdeki sehpaya bıraktı. 

"Bazı sebeplerden dolayı kahvaltı edemeden çıkmıştık," diye açıkladı Necip Amir'e. Ben bu sırada önüme koyulan tosta ve dumanı tüten çaya bakıyordum. "Acıkmışsındır 13," dedi bu defa bana bakarak. "Geçen gün kahvaltıda sucuklu yumurtaya dokunmamıştın, sucuk sevmediğini düşündüğümden kaşarlı yaptırdım. Afiyet olsun, ben sorguya döneyim."

Uzaylı görmüş gibi bakıyordum ona. Sorgu arasında bana kahvaltı mı getirmişti ciddi ciddi? Bu ekibin babası Necip Amir miydi yoksa Görkem mi?

"Otur şuraya iki dakika," dedi Necip Amir. Yüzü gülüyordu. Tam o sırada bir bildirim sesi geldi, gözleri telefonuna kaydı ve yerinden kalktı anında. "Bir görüşme yapmam gerek," dedi ciddi modunu açarak. "Beş dakikaya dönerim." 

Başımla onayladığımda Görkem karşımdaki sandalyeye geçti. Necip Amir hızlı adımlarla odadan çıkarken ikimiz de onu seyrettik ve sonra kapı kapandığında odada kısa süreli bir sessizlik oldu.

"Teşekkür ederim," dedim. Kahvaltı yapmadan evden çıktığım aklıma bile gelmemişti o ana dek. "Sen bir şeyler yedin mi?"

"Rica ederim, yemedim," diye cevapladı beni. "Ama aç değilim."

Tostu ortadan tutup ikiye böldüm. Soldaki parça daha büyük olmuştu, ona uzattım büyük olanı. Reddetmeye niyetlenir gibi oldu ama kaşlarımı çatarak baktım ona. Direnmenin bir fayda sağlamayacağını anladığında ise aldı elimden tostun yarısını. İkimiz de sehpaya doğru eğilip aynı anda bir ısırık aldık. 

"Adam konuştu mu?" diye sordum lokmamı yuttuktan sonra.

Mavilerini üzerime dikip gülümsedi. "Haklıymışsın, tablolar üzerinden gerçekleştirilmiş satışlar. Şimdi Kaya, Arda ve Can o günün kamera kayıtlarını incelip alıcıların kimliklerini tespit edecekler."

"Baskın yapılacak mı?"

Başını geçiştirmek ister gibi iki yana salladığında kafasını kurcalayan bir şey olduğunu fark ettim mimiklerinden. "Boş ver onu şimdilik," dedi sorumu cevapsız bırakmamak adına. "Semih iti sana ne dedi?"

"Boş ver onu şimdilik," diyerek rest çektim. 'Öyle mi' dercesine dudakları gerildi, başını eğip bana baktı ve en sonunda gülerek tostunu bir kez daha ısırdı.

"Arda'yla konuştun mu hiç?"

Başını salladı. "Merak etme, iyiymiş."

Yeniden tostuma gömüldüm aldığım cevapla birlikte. Tostu tamamen bitirip çayı da içtiğimde kenardaki ıslak mendil paketini yırtıp ellerimi sildim. Limon kokusu yayılmıştı odaya. Bu sırada Necip Amir geldi ve aynı anda Görkem ayağa kalktı. 

"Ben kaldığım yerden devam edeyim sorguya," dedi çıkmak için izin ister gibi. "Biz de kaldığımız yerden devam edelim," diye karşılık verdi Necip Amir.

Görkem odadan çıkıp Necip Amir sandalyesine geçtiğinde elimdeki ıslak mendili buruşturup kağıt bardağın içine tıkıştırdım. 

"En son Arda diyorduk."

"Evet."

"Arda'nın annesi eczacıymış, babası da akademisyen. Yanlış hatırlamıyorsam fizikle alakalı bir şeyler yapıyordu. Anlayacağın, bilim dolu bir yuvada doğmuş Arda."

Doğduğumuz çevrenin karakterimizi etkilediği su götürmez bir gerçekti, Arda'nın da kendini bu alanda geliştirmiş olması beni şaşırtmamıştı.

"En neşeli Arda gibi görünür hep, oysaki onun derdini öğrenmek diğerlerinden çok daha zor olmuştu. Öyle bir kapatmıştı ki kendini, öyle çok alışmıştı ki yaralarını gülerek gizlemeye, bize her şeyi anlatana kadar onun gerçekten göründüğü gibi olduğunu düşünüyorduk."

Ellerimi birbirine kenetlediğimde duyacaklarımdan korkmaya başlamıştım.

"Annesini on iki yaşındayken kaybetmiş." Yüzüm güçlü bir acıma duygusu tarafından esir alındı. "Arda'nın annesiyle babası birbirine çok aşıkmış, babası annesinin ölümünden bir hafta kadar sonra devam edememiş yaşamaya, asmış kendini."

"Ciddi misiniz?" Bütün duygularım birbirine karışmıştı o an. Dünya üzerindeki en sevdiğin kişiyi kaybetmenin ne demek olduğunu çok acı bir şekilde tecrübe etmiştim ben. Arda bunu bir değil iki kez yaşadığında henüz on ikisindeydi.

"Babaannesi bir başına büyütmüş Arda'yı, dedesi Arda doğmadan önce vefat etmiş. Nadide Hanım çok çatlak biridir. Senden benden gençtir onun ruhu. Arda'nın çocuk gibi oluşunun sebebi de o kadındır işte."

Sabah tanımadığı birinin intihar haberinin onu bu denli yıkması, 'intihar edenler ölürler' derken sesinin titreyişi anlam kazandı. Arda, babasının intiharına şahit olmuştu. 

"Peki Arda'yla nasıl kesişti yolunuz?" diye sordum konuyu biraz olsun değiştirmek amacıyla.

"O benim gururumdur," dedi Necip Amir. "Çalıştığı karakolda ciddiyeti bozuyor diye işinden oluyordu az daha. Disiplini yokmuş, iş arkadaşlarının huzurunu kaçırıyormuş falan filan. Sonra bir gün, kapatılmaya çalışılan bir dosyayı çözmüş. İşin içinde mevkili birinin oğlu var tabii, üzeri örtülmek istenmiş ama Arda bütün örtüleri yırtıp atmış."

"Ve işine son verimiş," dedim acı bir gülüşle. "Böyle olur çünkü, bir yerde torpil varsa orada adalet yoktur. Yani dünyanın hiçbir yerinde adalet yoktur."

"Meslekten uzaklaştırılma aşamasına kadar geldi iş," dedi başını ağır ağır sallayarak. "O sırada amirdim, benim için risk teşkil etse de aldım Arda'yı yanıma. Şimdi Kaya, Görkem, Arda ve Eylül vardı elimde. Hayalim polis olmak değildi küçükken, hayalim bir ekip kurmaktı ve ben çok yaklaşmıştım."

Eylül'le nasıl tanıştıklarını henüz bilmesem de araya girmemek adına soru sormadım. 

"Can, senin gibi namı dilden dile yayılan biriydi. Sorgularda üzerine tanımazdı kimse, görüştüğü suçlu sayısının haddi hesabı yoktu. Saha görevlerinde kullanılmak yerine sürekli sorgu odasında kullanılıyordu. Psikolog diye bahsediyordu herkes ondan, oysaki psikoloji falan da okumamıştı. Meraklandım, ben de çağırdım bir kez. Gel, sorguya gir, dedim."

Yine dudakları kıvrıldı. "Tek kelime bile etmeyen bir adamın karşısına oturttum bunu. Adamın dilsiz olduğunu düşünmeye başlamıştık neredeyse. Üç kişinin ölümünden sorumlu olduğunu düşünüyorduk. Can bir süre camın arkasında durup adamın hareketlerini izledi, dosyasını okudu defalarca. Sonra içeri girdi, serbestsin, dedi adama."

"Serbestsin mi dedi?"

"Bizimle göz teması bile kurmayan o adam kafasını kaldırıp hayretle Can'a baktı." Keyifle gülmeye devam etti Necip Amir. "Can kafasında hayali bir suçlu uydurdu, işini ne kadar profesyonelce yaptığından bahsetti. Planın kusursuz olduğunu söyleyip durdu. O adam çılgına döndü, gerçekte olmayan bir suçluya küfürler etti. Kendisinin yaptığını söyledi, aksini egosuna yediremiyordu. Kendi 'kusursuz' planını başka birinin üstlendiğini duymak onu delirtti, çat çat anlattı bütün her şeyi beş dakikada."

Hepsi birbirinden farklı özelliklere sahiplerdi, hatta zıtlıklarla dolulardı fakat bir aradayken o kadar uyum içindeydiler ki bunu nasıl başarabildiklerini merak ediyordum. Ben de başarabilecek miydim?

Kaygın bozulmuş yine Yağmur.

Hepsi çok düşünmekten oluyordu. 

"Eylül, gözümün önünde gelişti," diye devam etti ekibini anlatmaya. "Onunla bu karakolun sınırları içinde tanıştık. Her zaman dik başlı olmuştur, herkese karşı. Kendinden rütbece üstün olanları bile alttan almaz, muhtemelen karakoldaki on kişiden dokuzu ona gıcık oluyordur."

Güldüm. "Siz olmamışsınız anlaşılan."

"Doğru düşündüğü şeyi sonuna kadar savunur fakat o şeyin yanlış olduğu kanıtlanırsa çıkıp özür dilemekten de çekinmez. Net bir insandır, zor değildir veya onu kendime benzettiğimden de anlıyor olabilirim, emin değilim."

"Peki o neden bir Analizci değil?"

"Analizcilerin haber ajansı olmayı daha çok seviyor çünkü." Parmakları masanın üzerinde ritim tutarken göz ucuyla kol saatine baktı. "Eylül'ün olayı rollere girip ajanlık yapmak değil, yaptığı da oluyor tabii ki ama bağlantı kurma işini daha çok seviyor. Eli kolu uzundur onun, Cengiz'in sergide satış yapacağı haberini de o bulmuştu hatırlarsan. Buraların magazincisidir Eylül, aynı zamanda benim de sağ kolumdur diyebiliriz."

"Herkesi anlattınız, inatla Görkem'e değinmediniz," dedim. "Tabii bir de beni ne zamandır tanıdığınıza."

"Seni de Can gibi, kulaktan kulağa dolaşan bilgiler sonucu keşfetmiştim. Ekip kurulurken dahil olacaktın, geç oldu, biraz güç de oldu ama şimdi buradasın. Haticeye değil neticeye bakalım."

"Bana hiçbir teklifte bulunmadınız," dedim nedenini sorgular gibi.

"Çünkü Mete, seni bırakmayacağını söyledi." Şaşkınlık denen soyut duygu suratımda somutlaştı bunu duyduğumda. "Ona kızma, zor bir karar oldu. Sana söylerse gitmek isteyeceğinden korkuyordu ve bu yüzden hiçbir zaman söylemedi, bana durumu anlattı ve ben de seni ne kadar önemsediğini görünce sesimi çıkarmadım."

"Zaten kabul etmezdim." Necip Amir'in görüntüsü bulanıklaşınca gözlerimin dolduğunu anladım, başımı öne eğip parmaklarımla oynadım yine. "O zaman bana sormuş olsaydınız, sizi reddederdim." Analizciler birçok başarıya imza atmış, meslektaşlarının tanımadan hayranlık duyduğu gizli kahramanlar olabilirlerdi fakat Mete... 

Mete benim her şeyimdi. 

"Biliyorum," dedi başını anlayışla sallayarak. "Mete hayatta olsa, şu an burada olmayacağını da biliyorum."

Mete hayatta olsa şu an bu halde olmayacağımı da ben biliyordum. Her yüzüm güldüğünde vicdan azabı çekmeyecektim. Onun acısını kalbimin orta yerine mühürlemeyecektim. Daha fazla gülecek, daha fazla yaşayacaktım. Yürüyen bir ölü olmayacaktım.

Bir şizofren gibi onun sesini duymayacaktım.

"Bunu öğrenmenden çok korktu çünkü senin adına karar vermişti," dedi. "Çok kızacağını düşündü."

Keşke burada olsaydı da ona kızabilseydim. O da akşamında bir kutu pizza ve bir buket sarı laleyle kapıma dayanır, şirinlik yaparak bana kendini affettirirdi. En uzun küslüğümüz de üç saat sürerdi her zamanki gibi. 

"Görkem kaldı," dedim başımı dikleştirerek. Mete hakkında biriyle konuşmak bir dağın tepesinden aşağı kartopu bırakmak gibiydi, konuşmaya devam ettikçe o kartopu büyüyor ve en sonunda çığa dönüşüyordu içimde. Bütün o karların altında canım cayır cayır yanıyordu da yüzümdeki kıştan dolayı anlamıyordu kimse. 

"Onunla dönercide tanıştık." Belki de kafamı dağıtmak için komik bir sesle söylemişti bunu. "Ne romantik hikâye ama!"

"Yediğiniz dönerin içindeki tavuk oranını mı söyledi size?" Kendimi gülmeye zorladım. "Ya da şey, mayonez kutusunun hacmini falan mı hesaplıyordu?"

"Onun gibi bir şeyler..."

🔗

Eylül ayının son cumasıydı, sulusepken yağmur yağıyordu o gün. Mesaisinden yeni çıkmış, henüz bir arabası olmayan ve arkadaşlarıyla da kendisini eve bırakmalarını isteyecek kadar yakınlık kurmayan, daha doğrusu insanları bir türlü anlayamadığı için onlardan uzak durmayı seçen genç bir komiser evine yürüyerek dönüyordu.

Yağmur canını acıtarak yüzüne vurmaya başladığında böyle devam edemeyeceğini anladı, her zaman önünden geçtiği fakat daha önce hiç içeri girmediği o dönerciye attı kendini. Hem karnı da açtı zaten, maksatla midesine bir şeyler girmiş olurdu.

Üzerinden sular damlayan ceketini arkasındaki sandalyeye astı. Hemen arka masasında oturan adam ve pencere kenarında gözlerini önüne dikmiş bir çocuk dışında içerisi bomboştu. Silahını çevresindeki insanları tedirgin etmesin diye belinin arkasına doğru ittirdi, ardından bir tam tavuk dönerle ayran sipariş etti kendine. İçindeki peynirin yalnızca mikroskopla incelendiği zaman fark edilebileceği poğaça dışında hiçbir şey yememişti sabahtan beri.

Karşısındaki çocuk dikkatini çekti siparişini beklerken. Önündeki kitaba büyük bir ilgiyle bakıyor, arada kaşlarını kaldırıyor ve ardından kalemini kitaba değdiriyordu. Önündeki her neyse sadece işaretliyor, hiç işlem yapmıyor veya başka bir yazı yazmıyordu. 

Gözlerini onun üzerinden çekip telefonuyla uğraşmaya başladı, sıkıldı ve başını kaldırdığında çocuğun ona baktığını gördü, daha da ötesi, çocuk kitabını kapatıp kolunun altına sıkıştırdı ve kendisine doğru yaklaşmaya başladı. 

Saçları ıslak değildi, demek ki uzun bir süredir burada oturuyordu. Dışarıdan gelmemişti. Dükkân sahibinin oğlu olduğunu tahmin etti genç adam.

Çocuk hiçbir şey sormadan onun karşısındaki sandalyeyi çekip oturdu. Sakince kitabını kenara bıraktı, elindeki kalemi de kulağının arkasına sıkıştırıp kumral saçlarını karıştırdı. En sonunda mavi gözlerini adama dikip ona doğru eğildi.

"Rahatsız etmek istemezdim fakat arkadaki adamın cüzdanınızı çaldığını söylemem gerektiğini düşündüm." Arka taraftaki adam sesini duymasın diye fısıldayarak konuşmuştu ama camı yumruklarcasına yağan yağmur yüzünden komiser zar zor duyabildi onun dediklerini. Şaşkınlıkla çocuğun cin gibi mavi gözlerine baktı. Nedendir bilinmez, gördüğü en parlak ışık o çocuğun gözlerindeymiş gibi hissetmişti ona yakından baktığı ilk anda.

"Lütfen onu rencide etmeyin," dedi çocuk, yine sessizce. "Bir hırsız olmadığına eminim, belli ki paraya ihtiyacı var."

Komiser çaktırmadan omzunun üzerinden arkaya baktı, orta yaşlardaki adam önündeki yemeği hızlı hızlı yiyordu. Ardından sandalyeye astığı ceketinin cebini kontrol etti, gerçekten de çocuğun dediği gibi, cüzdanı yerinde değildi. "Bekle beni," dedi çocuğa. "Hemen döneceğim."

Çocuk yeniden önündeki kitaba gömüldü, içinden saymaya başladığı için sorulara odaklanamadı. Tam dört dakika yirmi iki saniye sonra cüzdanı çalan adam siparişinin ücretini babasına ödemiş ve ayrılmıştı dönerciden. Bundan on iki saniye kadar sonra da diğer adam gelip oturmuştu karşısına. Sesini hiç yükseltmeden cüzdanını geri almayı başarmıştı, üstelik diğer adam burdan ayrılırken yüzünde mahçup bir tebessüm vardı.

Ona kötü davranmadığı için karşısında oturan kişiye kanı ısınmıştı, oysaki adamın cüzdanındaki bütün parayı onu çalmaya çalışan diğer adama hiç düşünmeden verdiğinden haberi dahi yoktu.

"İsmim Necip," dedi adam. Karşısındaki bir çocuk olmasına rağmen sanki bir büyükle konuşuyormuş gibiydi ses tonu. Çocuk bunu fark ettiği an daha da ısındı adama.

"Ben de Görkem." Elini uzattı, yüzündeki ciddi ifadeyle isminin Necip olduğunu öğrendiği adamla tokalaştı. Necip, çocuğun büyümüş de küçülmüş haline gülümsedi. 

"Nereden anladığını merak ettim." Gülümsemesi  giderek genişledi. "Onu benim cüzdanımı alırken gördün mü?"

"Hayır efendim."

"Necip abi demeni tercih ederim."

"Belki de Necip Amir demeliyim," dedi Görkem. "Etrafınızdakilerin görmesinden tedirgin olduğunuz bir silah taşıyorsunuz. Eğer bir dönerciyi soymaya gelmediyseniz, bir polissinizdir diye tahmin ediyorum."

"Silahımı gördün mü?" diye sordu bu defa Necip, sesindeki şaşkınlığı gizleyememişti.

Yine aynı yanıtı verdi çocuk: "Hayır efendim." Kulağının arkasına sıkıştırdığı kalemi parmaklarının arasına aldı ve ustalıkla çevirmeye başladı. "İnsanlar neden bir şeyi anlamanın yolunun o şeyi görmekten geçtiğini düşünüyorlar?" Sorusuna hazırlıksız yakalanmıştı Necip. "Gözün görmediğini insan beyni algılayamaz mı? Ne saçma bir düşünce. İnsanların yüzde elli beşi materyalist. Kalan yüzde kırk dördü de hiçbir şeyi düşünmeyenler, ben onlara beyinsiz diyorum ama bu bir metafor tabii. Her insanın beyni olur, kimisi kullanmayı tercih etmez o kadar."

Necip, karşısındaki çocuğun bu dünyadan olmadığını düşünüyordu. Aydan falan gelmiş olabilir miydi? Felsefi, istatiksel ve akıl dolu konuşuyordu. Cümlelerinde materyalist ve metafor kelimelerini kullanmıştı, oysaki adamın kendisine bunların tanımını sorsalar durup bir süre düşünürdü.

"Kaç yaşındasın sen?"

"13," dedi çocuk. "Siz?"

"28," dedi adam. "Biraz vaktin varsa sohbet edelim mi?" Küçük arkadaşıyla tanışmak onu heyecanlandırmıştı fakat çaktırmamaya çalıştı. "İnsan beyni gördüklerinden fazlasını algılar, doğru söylüyorsun. Peki sen nasıl anladın olup bitenleri?"

"Etrafımı izlemeyi seviyorum." Necip ellerini masanın üzerinde birleştirdiğinde çocuk da aynısını yapıp devam etti konuşmaya. "Buraya geldiğiniz an baştan aşağı süzdü o adam sizi. Durumunuzun iyi denebilecek olduğunu anladı ya da sadece şansını denemek istedi, bunu bilemem. Ceketinizi astığınızda cebinden kabarık olduğu net bir şekilde belli olan cüzdana ulaşmak tek amacıydı. Nedeni hakkında fikrim yok."

"Çaldığını görmedin ama çaldığını biliyordun. Bu sadece bir tahmin miydi yani?"

"Hareketleri onu ele verdi. Ben soru çözüyordum, onunla ilgilenmeyi bırakmıştım. Sonra bir anlığına kafamı kaldırdığımda gözünün saat ve siz arasında gezindiğini gördüm. Yemeğini hızlı hızlı yiyordu, siz olanların farkına varmadan buradan çıkmaktı amacı."

Necip, elini çenesine yaslayıp başını biraz daha eğdi çocukla göz temasını daha iyi kurabilmek için. Çocuk da çok geçmeden onun yaptığını tekrar etti. Gözlem yeteneği üst düzey olan bu çocukta bir şeyler vardı. Bunu hissedebiliyordu.

"Tuhaf bir çocuksun," dedi Necip. Bu sırada otuzunun üzerinde olduğu belli olan dönerci, onun siparişlerini getirdi ve çocukla ikisine bakıp gülümsedi. Tek kelime bile etmeden onları yalnız bıraktı. "Etrafını böyle dikkatli inceliyor olman hoşuma gitti."

Çocuk gülümsedi. "İyi bir analizciyim."

Adam gülümsedi. "Analizci... Sevdim bunu."

Bir anlığına yıllardır hayali olan projesi geldi aklına. O bir polis olmaktan çok, bir ekibi yönetmeyi istemişti hayatı boyunca. Babasının yolundan gitmek, onun gibi iz bırakmak istiyordu gençlere. Gerçi kendisi bunun için gereken tecrübeye sahip değildi fakat inanıyordu, bir gün olacaktı.

Gözlerini kırptığında oluşan karanlığın içinde o hayalin ışığı parıldadı. Işık, karşısındaki küçük çocuğun yüzünü aydınlatıyordu. Küçük çocuk, yetişkin bir adam olmuştu. Hatta adamın boyunu bile geçmişti. Onun kurduğu ekibe liderlik ediyordu. İyi bir analizciydi, Analizcilerin lideriydi.

Yeniden dünyaya döndü Necip, çocuğun kenara ittirdiği kitaba takıldı gözleri. Matematik kitabı, oldukça ileri bir seviyedeydi. Kapağından anlaşılıyordu bu, en azından on üç yaşındaki bir çocuğun ders kitabı olamayacağı bir bakışta tespit edilebilirdi. Sayfaları açtı adam, bomboş kitapta sadece cevaplar işaretliydi. Cevap anahtarından geçirilmiş gibiydi sanki. Gerçi bazı yerlerde yazılar vardı fakat işlemden çok karalamaya benziyordu bunlar. Ne olduğu anlaşılmıyordu.

"En sevdiğin dersin matematik olduğunu düşünüyorum," dedi dönerini ısırdıktan sonra. Çocuğu biraz daha konuşturmak istiyordu.

"Matematiği bir ders olarak görmüyorum." Oldukça ciddi bir sesle vermişti bu cevabı çocuk. "Ama evet, en sevdiğim şeyin sayılar olduğunu söyleyebilirim."

"Öğretmenini mi çok seviyorsun?"

Çocuğun yüz ifadesi buruştu. "Hayır! Nefret ediyorum. Benim soru sormamı yasakladı derste! Onun takıldığı soruları hep ben çözüyorum diye hiç sevmiyor beni. Yanlışlar yapıyor bazen, düzelttiğimde çok kızıyor bana. Bu konu müfredat dışı diyerek hiçbir sorumu cevaplamadı. Sanki ben bilmiyorum müfredat dışı olduğunu. Bana cevaplar lazım, geçiştirmeceler değil."

Görkem'in bu ani öfkesi karşısında içten içe gülüyordu Necip. Gülümseyen tuhaf çocuk birden alev topuna dönüşmüştü. "Peki soruların cevapsız mı kalıyor?"

"Sorularımın cevapsız kalmasından nefret ederim. Bir cevap bulana kadar uyumam."

"Nasıl uyumazsın?"

"Uyumam işte." Omuz silkti çocuk. "Sorabileceğim birilerini bulurum, bir komşumuz var mesela. O bilir genelde cevapları. Ha yok, o da çözemediyse ben oturur saatlerce uğraşırım. Kendi kendime yöntemler üretirim."

Necip çocuğun sadece tuhaf olduğunu düşünmüştü, şimdi aynı zamanda manyak olduğunu da biliyordu.

"Matematikle ilgili bir şeyler mi okuyacaksın ileride? Hayalin var mı?"

"Hayalim falan yok," dedi çocuk yine o sıkıntılı ifadesiyle. "Sen şimdi beni dinliyorsun ya..." Duraksadı, aniden siz ifadesinden sene geçtiği için rahatsız olmuştu. "Diğerleri beni dinlemiyor. Ben de susuyorum hep, zaten dinleseler de anlamayacaklar ki. Benim arkadaşım bile yok, biliyor musun? Çok zekiyim diye dışlanıyorum."

Tuhaf ve manyak sıfatlarının yanına bir de egoist sıfatını eklemişti Necip. Güldü içtenlikle. Çocuk yeniden omuz silkti. "Gülüyorsun ama ciddiyim, ben normal değilim, farklıyım ve bunun farkındayım."

Necip, sohbete öyle dalmıştı ki yemek yemeyi bile bir kenara bırakmıştı, yalnızca çocukla ilgileniyordu. Parmaklarıyla bir ritim tutturdu ona bakarken, sonra çocuk konuşmasını bir anda kesip Necip'in tutturduğu ritmin aynısını tekrarladı.

Adam kaşlarını kaldırırken farklı bir şekilde vurdu parmaklarını masaya. Çocuk elini yumruk yaptı, kendiyle bir mücadele içinde olduğu boynunda şişkinleşen yeşil damarlardan anlaşılabiliyordu. Sonunda kendini daha fazla tutamadı, aynı sesi çıkardı yine.

Bu defa başını sola ve sağa yatırıp boynunu çıtlattığında çocuğun dudaklarını ısırdığını gözlemledi Necip. Kısa bir süre sonra Görkem de başını önce sola, sonra sağa eğdi. Tıpkı bir ayna gibiydi, gördüklerini yansıtıyordu.

"Devam etmeyin lütfen," dedi acı çeker gibi bir sesle. "Kendimi durduramıyorum."

Sadece bununla sınırlı değildi, garip garip bir sürü takıntısı vardı. Çözdüğü testi bitirmezse hiçbir güç onu masadan kaldıramazdı, kitap okuyorsa elli, yüz, yüz elli gibi sonu sıfır olan sayfaya gelmeden kitabın kapağını kapatmazdı. Eline sabunu iki kez sıkar, bir kez durular ve sonra iki kez daha sabun sıkardı. Yeniden duruladığında toplam iki defa yıkamış oluyordu ellerini.

Tek sayıları sevmezdi. Sabah yedide veya dokuzda kalkmazdı, altı veya sekiz gibi çift saatlerde kalkardı. O gün yediyi çeyrek geçe uyanmış olursa kırk beş dakika daha uyumayı denerdi, uyuyamasa bile saat tam sekiz olana kadar asla yataktan çıkmazdı. Bu onun başına büyük belalar açıyordu, defalarca kez okula geç kalmıştı bu yüzden.

Her şeyi ama her şeyi sayıyordu. Evden buraya kadar kaç adım atması gerektiğini biliyordu. Yolculuğun kaç dakika olduğunu, bu süre esnasında mp3'ünden kaç tane şarkı dinleyebileceğini de biliyordu. Kulağında çalan şarkının bittiği an, dükkanın içine ilk adımını atış anına denk geliyordu. Bunu da hesaplamıştı. 

Diğerlerinden farklı olduğunun farkındaydı çünkü o çok zor bir çocuktu. Kendi hayatını istemeden güç hale getiriyor, aldığı her nefesi kendine zehir ediyordu ve sadece on üç yaşındaydı. 

Necip henüz yalnızca bir takıntısına şahit olmuştu fakat bunun ardında başkalarının da olduğunu tahmin edebiliyordu. Bir söz verdi kendine, bu çocuğu düzeltebilmek için elinden geleni yapacaktı. Bu içine kapanık, dışlanan çocuk günün birinde herkesin saygı duyduğu biri olacaktı. 

O çocuk, kurulmayan bir ekibin lideri olmuştu on üçünde.

"Aklıma bir şey takıldı." Görkem ellerini lacivert hırkasının ceplerine sokup yumruk yaparken karşısındaki adamın ne diyeceğini bekliyordu. "İnsanların yüzde elli beşi materyalist, kırk dördü aklını kullanmıyor dedin. Kalan yüzde birlik kısmı ne o halde?"

"Benim gibiler." Görkem sırtını sandalyesine yasladı. "Normal olmayanlar, farklı olanlar. Hiç böyleleriyle tanışmadım fakat bir yerlerde yaşadıklarına inanıyorum. Yalnız olduğumu düşünmek hoşuma gitmiyor, onlar var, sadece yolum henüz onlarla kesişmedi. Böyle düşündüğümde yalnız hissetmiyorum."

Çocuk, karşısındaki adamın hayatını değiştireceğini bilemezdi.

Adam, karşısındaki çocuğun hayatını değiştireceğini bilemezdi.

"Sana söz veriyorum," dedi Necip. "O bir'i bulacağız. Sen birin lideri olacaksın."

•⚓•

Necip, amir; Görkem lider oldu. Verilen o söz, yıllar sonra tutuldu. 

Arka arkaya birçok şey öğrendiniz onlar hakkında, bunlar sadece buzdağının görünen kısmı desem... Ama kabataslak da olsa fikirler oluşmaya başlamıştır kafanızda. Neler düşünüyorsunuz, neleri merak ediyorsunuz?

Bu bölümün derin olduğunu söyleyebilirim. Görünenden fazlası var, öğrendiğiniz hiçbir şeyi boşuna öğrenmediniz ve gizli kalanlar da boş yere gizli değiller.

Çok esrarengiz konuşuyorum, hoşuma gitti. Daha çok merak edin.

Hain yazar gülüşü: Nihahahhah

Arda gülüşü: zuhahhahpuhahhah

Ve Necip Amir'in random atmaya çalışması: Möşdğpşwpppp

Sizi üç gülüşle uğurluyorum. Kendinize iyi bakın. Görüşmek üzereee... 🔵🤝🔵

Ig: azraizguner

Yorumlar

  1. ANALİZ NE ZAMAN BASILACAK YA NET BASILMALI ÇOK İYİ BİR KİTAP 2. BÖLÜMDEN BAĞLANDIM KİTABA HEMEN BASILMALI

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"