58. "Bir Esirin Zihin Zindanı"

Bölüm şarkıları:

Vega, Delinin Yıldızı
Yüksek Sadakat, Katil & Maktül
Sickick, Mind Games
The Weeknd & Lily Rose Depp & Ramsey, Fill The Void

🌑

Sana verilen ikinci şans,
Onu istemediğin müddetçe hiçbir işe yaramaz.

•⚓•

Can Günay:

Doğru bildiğin yolda giderken bariyerlere çarpabilirsin. Senin doğrun, bir başkasının yanlışı olabilir ama senin yolun, yalnızca senin yolundur. Yanına kimi alırsan al, kendi verdiğin kararlara göre şekillenir rotan. Bu yüzden bir direksiyonun başındaysan ve birkaç saniye sonra şarampole yuvarlanacaksan, tek başına olacaksın.

Kabul etmeli insan, kaçılmaz sondan.

Bir tırın ışıkları gözümü almaya başladığında kabul etmiştim sonda olduğumu. Her şey matematik değildir. Bir saniyenin bir yıldan uzun sürdüğü de olur. O tır üzerime doğru gelirken öyleydi mesela. Yanına gittiğim kişinin Milat olmadığını bir saniyede anlamıştım. Öleceğimin de yine aynı saniye farkına varmıştım.

Daha önce anlamamış mıydım?

Aslında bir gariplik olduğunu hissetmiştim ama Milat'ı görme isteğim yüzünden bunu göz ardı etmiştim.

Alacağım darbenin şiddetinden kaçabilmek için o milisaniyelik anda direksiyonu bariyerlere yaklaşacağım şekilde kırmıştım. Büyük tırın yanımdan savrularak da olsa geçebileceğine inanmıştım fakat sonra gözüme vuran parlak farların ışığının arasından direksiyondaki kişiye bakma fırsatı bulabilmiştim.

Şoförün gözlerindeki ifadeye bakılacak olursa bir kazaya kurban gitmeyecektim.

Zaten bunu biliyordum. O kadar da saf değildim.

Bu bir kaza değildi. Bu benim infazımdı.

Büyük bir çarpma sesinin ardından direksiyonun hakimiyetini kaybettim. Emniyet kemerinin takılı olduğu bedenim sağa doğru savrulacakken elimle kemere yapıştım. Arabanın ön tekerleklerinin boşlukta sallandığını hissettim. Darbe devam etti. Zemin değişti. Asfalt, toprak yola dönüştü ve bir an önce düzgün bir yolda sürdüğüm araba, bir an sonra taklalar atmaya başladı.

Yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Ölmeden önce gözümün önünden film şeritleri geçeceğini hayal etmiştim. Hayatımın mutlu olduğum anları mutsuzluklarımı takip edecek, beni öldüren sebep her ne ise son sahnede de onu görecektim fakat öyle değildi. Çünkü bu benim hayal ettiğim ölüm de değildi. Katilimin gözlerinin içine bakmıyordum. Yavaşça kan kaybetmiyordum. Her göz açıp kapama anında bir yerlere çarpıyor, savruluyor, adrenalin yüzünden kendimi ölümün kollarına huzurla bırakamıyordum.

Ben intihara meyilli biri değildim. Eskisi kadar olmasa da hâlâ ölmekten korkuyordum. Hayatımı insanı anlamaya adamıştım, kanlı canlı bir beden hakkında her şeyi sayabilirdim fakat ölüm, bildiklerimi hiç eden tek gerçekti.

Arkadaşlarım, diye düşündüm. Ve kedilerim...

Yuvarlanıyordum.

Henüz ölmemeliyim.

Ölmüş müydüm? Cennet, alçıları sökülmüş beyaz tavanlı bir oda değilse sanırım ölmemiştim.

Hissedebildiğim tek şey ağrıydı. Odanın içi fazlasıyla soğuktu. Kirpiklerim zar zor birbirinden ayrılmıştı ama başımı sağa ya da sola çeviremiyordum. Gözlerimi geri kapattım çünkü güvende olsaydım, göreceğim şey düz bir tavan yerine Analizcilerin yüzü olurdu. Demek ki değildim.

Acaba neredeydim?

Oda ne kadar büyüktü bilmiyordum fakat bir yatakta yatıyordum. İçeride bir başkası varsa gözlerimi açtığım anda uyandığımı anlamamış, yanıma gelmemişti. Belki de biri varsa bile yakınımda değildi. Gözlerimi tekrar açtım fakat hareket etmedim. Çünkü bileğimde hissettiğim soğukluğu yakından tanıyordum. Sol bileğimden yatağa kelepçelenmiştim.

Denklem basitti. Piramit'in elindeydim.

Gözlerimi yeniden kapattım. Her seferinde yavaş yavaş detayları alacaktım. Henüz uyanmadığımı düşünürlerse beni rahat bırakırlardı. Düşünmek için vaktim olmalıydı. En önemlisi, biraz kendime gelmeliydim. Üzerimden kamyon geçmiş gibiydim.

Teknik olarak, bu doğru sayılırdı.

Yeniden gözlerimi açtım ve üç saniyelik hakkımı sağ tarafıma bakarak kullandım. Boynumu çevirmediğim için tutulduğum odanın içini tarayamadım fakat gözlerim, başımdaki serum direğini net bir şekilde seçebildi. Sanırım sağ koluma damar yolu açılmıştı. Gözlerimi yeniden kapattım.

Burası bir hastane miydi?

Hiç sanmıyordum.

Birisi beni şarampole yuvarladıktan sonra kalkıp hastaneye getirmiş olamazdı.

Bana verdikleri şey her neyse onu durdurmanın bir yolunu bulmalıydım fakat hareket etmem nelere yol açardı bilmiyordum. Sanırım bunu yapmam gerekiyordu. Bu almam gereken bir riskti. Piyasada farklı emeller için kullanılabilecek envai çeşit ilaç vardı ve ne kadar savunmasız bir halde olduğumu düşününce en mantıklısı, serumu durdurmaktı.

Sağ kolumu kelepçeli sol bileğimin hizasına getirdim ve serumu zorla da olsa söktüm. Kolumu yeniden yatağa bıraktığımda ağrıdan öleceğimi hissediyordum.

Kaburgalarım mı kırılmıştı acaba? Kollarımda bir kırık olduğunu sanmıyordum ama ezikler var gibiydi. Bir de keskin bir sızı, göğsümü sol üstten sağ alta doğru sarıyordu. Minik hareketim, göğüs kafesimdeki baskıyı daha da arttırmıştı.

Bulunduğum odanın kapısının açıldığını duydum. Gözlerimi yeniden kapatmanın boşuna bir çaba olduğunun farkındaydım. İzleniyorsam bunu hissetmekle övünürdüm daima. Birinin gözleri üzerimde olduğunda içimde mutlaka bir huzursuzluk alevi belirirdi ve şu an içim yangın yerinden de beterdi. Beni izlediğini bildiğim, dolayısıyla hareket ettiğimi görmüş ve uyandığımı anlamış kişi odanın içine doğru adımlar atmaya başladı. Boynumu oynatmamaya gayret ettiğim için başımı sabit tutarak onun bana yaklaşacağı anı bekledim.

"Can Günay," dedi ilk kez duyduğum, kalın bir erkek sesi. Adımları bir saatin tıkırtıları kadar ritmik ve düzen içindeydi. Ekstra bir ses daha vardı ama... Sanırım baston kullanıyordu yanıma gelen kişi. Ağır bir odun kokusu doldurdu odanın içini. Bu parfümünün notasıyla alakalı bir durumdu. Pahalı olduğu belli oluyordu.

Gözlerimi ona çevirmek yerine tavana bakmaya devam ettim. Serumu söktüğüm sağ tarafımdan değil de kelepçeli olan sol tarafımdan yaklaştı yanıma. Başını göz hizama doğru uzattığında gözüme ilk çarpan kulağının arkasında kalan üçgen dövmesiydi.

Acı içinde gülümsedim.

Altair'in yüzünü görme şerefine nail olan ilk kişiydim.

Kırlaşmış fakat hâlâ gür olan geriye taranmış saçlar, karanlığı andıracak koyuluktaki yeşil gözler, ince ve uzun bir surat, kemikli çene yapısı, ifadesini sertleştiren kalın kaşlar, çeşitli yara izleriyle dolu kırışık bir yüz...

Bana çarpan tırı o kullanıyordu.

Benim için bunca zahmete girmiş olması ve sahaya inmesi, alenen boku yemiş olduğumu çok iyi bir şekilde anlatıyordu ama garip bir şekilde umurumda bile değildi. Piramit üyelerinin hangisinin ağzından onun adını duysam sanki sorgu odasının ardındaki camdan onun tarafından izleniyorlarmış gibi korkuyorlardı Altair'den. İnsanların üzerinde Tanrı etkisine sahipti ve ifadesindeki üsttencilliğe bakılacak olursa, tıpkı Piramit'in tepesindeki konumu gibi kendini herkesten yukarıda gördüğü bariz bir şekilde anlaşılıyordu.

"Buyurun benim." Sesim çatallı ve boğuk çıktı. Başka bir zaman olsa bu acizlik canımı sıkardı ama ölümden dönmüş olduğumu hatırlayıp boğazımı temizlemekten gocunmadım. Kaç saattir kendimde olmadığımı merak ediyordum.

"Ölmeliydin," dedi.

"Bence de," diye karşılık verdim ve gülümsedim.

"Ölmediğin için pişman olacaksın."

"Asıl sen beni öldürmediğin için pişman olacaksın."

Burası benim sorgu odam değildi. Avantajlı olan kişi de ben değildim. Bulunduğum konuma bakılacak olursa kemiklerimi çatır çatır kırıp en son boynumu kopararak beni öldürmesi iki saniyesini alırdı. Fakat beni öldürecek olsa o arabanın içinden çıkarmazdı. Ölmediğimi gördüğünde değiştirdiği bir karar vardı ve emindim ki buna pişman olacaktı.

Dilimle yarışamazdı. Elimde onu delirtmek için ne kadar koz olduğunu bilse, Altair bile aklını kaçırırdı.

"Vega ile aranda ne var?"

Kayınpederim müstakbel damadından pek hoşlanmıyordu anlaşılan. Tüh dedim içimden. Ne zaman buna ağlamaya başlasam acaba? Canım yanmasaydı çok daha keyif alırdım bu konuşmadan. Buna odaklanmamak için derin bir nefes alıp onu yavaşça bıraktım ve dudaklarımın iki yana kıvrılmasını sağladım.

"Hermes'le aramda ne olduğunu sormayacak mısın?"

O kaş hareketi, hakkında emin olduğum gerçeği fosforlu kalemle bir kez daha belirtti. Bu adam, aşırı derecede homofobikti ve Hermes'ten ettiği nefretin altında yatan sebeplerden biri de buydu. Vega'yı Hermes'ten daha fazla sevdiğini zaten çok uzun zaman önce çözmüştüm ama gerçekten güçlü bir figür olan oğlunu görmezden gelme sebeplerini düşünürken zihnimde boşluklar kalıyordu. Şimdi Altair, karşıma geçmiş ve soru işaretlerimi silmeye başlamıştı.

"Senin ikizler fenalar," dedim. "Ama kullanmayı sevdiğim isimleri Vega ve Hermes değil. Orijinallerini tercih ediyorum çoğunlukla."

Avucunu boğazıma sararak başımı yataktan sökercesine kaldırdı. Gözlerindeki ruhsuz bakış, çocukken izlediğim katil belgesellerinden fırlamış biri olduğunu düşündürdü bana. Yüzüm morarana, nefesim kesilene, öksürmeye başlayana kadar sıktı boğazımı. "Sence benimle dalga geçebilecek durumda mısın Can Günay?"

Her öksürük, kaburgama batan birkaç bıçağa bedeldi. Yine de sesimi toparlamayı başardım. "Amına bile koyarım."

İçimde artık ölüm korkusu yoktu. Ben Analizcilerin bir üyesi, en yakın arkadaşlarımın aynadaki aksiydim. Eksik yönlerimi onlara bakarak yontmuş, günün birinde bu adam olabilmek için kendimi fazlasıyla yormuştum.

Beni Görkem Duman yetiştirmişti.

Altair benim yüzüme bakacak ama onunkini görecekti.

Bu da ne olursa olsun pes edemeyeceğim anlamına geliyordu çünkü liderim, bir yerlerde bana güvenmeye devam ediyordu. Eğer onu biraz tanıyorsam ordusunu çoktan peşime takmış olmalıydı. Beni bulmak için elimizdeki tüm kaynakları sonuna kadar kullanacaktı.

Beni sertçe bıraktığında bastonunu ortasından kavrayıp eline aldı ve alt kısmını karnımın ortasına sertçe bastırdı. Refleksle sağ elim bastonun sopasını sarsa da onu oradan uzaklaştırmaya yetecek kadar gücüm yoktu. Bağırsaklarım içimden fırlayacakmış gibi hissederken dilimi ısırarak bağırmamaya çalıştım. Canımı o kadar yaktı ki gözlerim yaşardı. Ben de onları sımsıkı kapattım.

"Bana diğerlerini vereceksin," dedi kontrollü sesiyle. Harcadığı efora rağmen nefesleri düzen dışına çıkmamıştı. Çocuklarını birer asker gibi yetiştirdiğini biliyordum. Elimdeki verilere bakarak, kendini de bir asker gibi yetiştirdiğinden emindim. Gözünü bile kırpmaz, ben burada çığlık çığlığa haykırsam da canımı acıtmayı bırakmazdı. İstediğini alana kadar beni hayatta tutacaktı ama anlık bir siniri beni öldürmesine sebep olabilirdi. Her şey onun keyfine kalmıştı.

Karnımdan bastonu çekip yeniden ona yaslandı. Konuşmam için bana süre tanıyordu. "Kendin bulamıyor musun?" diye sordum gözlerinin içine bakarak. "Seni göz göre göre yok ediyoruz ve sadece izleyebiliyorsun. Bu kadar mı gücün?"

"Sen bana zarar verebildiğini mi sanıyorsun?"

Sanmıyordum, biliyordum. Haftalardır örgütünü yerle bir ediyorduk. Bu o kadar canını sıkıyordu ki en sert maskesini geçirmişti yüzüne. Anlayamadığı bir şey vardı. Karşımdakinin kim olduğunun hiçbir zaman önemi olmamıştı. Ben yalanı yakalardım.

"Oğlundan farklısındır sanıyordum," dedim. "Sen de onun kadar korkuyormuşsun."

Karşılığında yüzüme bir yumruk yedim.

Takla atan bir arabanın içinden sağ kurtulup onun elinden kurtulamazsam çok yazık olurdu. Başım sağa savrulurken Görkem olsa kendimi savunamadığım için bana çok kızacağını düşündüm.

"İşime burnunu sokanların tam listesini istiyorum," dedi Altair. "En başta da Görkem Duman'ın adresini. Acısız bir ölüm için tek şansın bu, Can Günay. Onu ve diğerlerini bana vereceksin."

Diğerlerini diye bahsediyordu. Kaç kişi olduğumuzu kestiremediğini öğrenmek, az daha kahkaha atmama sebep olacaktı. Lacivert İplilerden haberdar değildi. Hermes'in Görkem, Asya ve Kaya hakkında fikri vardı çünkü bizi daha önce esir almıştı ama Altair, kendi evlatlarına öyle uzaktı ki muhtemelen bu konuların oldukça dışında kalmıştı. Asya'nın vurulmasının emrini veren oydu. Görkem'in canını yakmasını Hermes'ten isteyen de oydu ama bu onun için aptalca bir intikam oyunuydu. Onu bitirmek üzere olduğumuzla yeni yüzleşmeye başlıyordu. Egosu öyle büyüktü ki bizi büyük bir sorun olarak görmemiş, bütün imkanlarıyla peşimize düşmemişti.

"Kızının adını biliyorum," dedim içime çektiğim zor bir nefesin ardından. "Oğlunun adını biliyorum. Ölmüş karının adını biliyorum, Altair. Ve sen, sana verdiğimiz iki isim dışında hakkımızda hiçbir şey bilmiyor musun?" Gözlerimin içine bakışı, beni er ya da geç öldüreceğinin resmi bir kanıtıydı ama bu beni durdurmadı. "Can Günay ve Görkem Duman, öyle mi? Tüm bildiklerin bunlar mı? Sana bunları biz verdik ve sen üzerine tek bir şey bile koyamadın mı?"

"Senin blöflerini Vega yutar, Can. Ben değil."

"Ben blöf yapmam, Kaman. Ben bilirim."

Gözlerinde yanan ateş, şimdiye kadar gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Bastonu iki eliyle bir beyzbol sopası gibi kavrayıp sertçe bacaklarıma indirdiğinde acıyla bağırdım. Bu iyiydi. Acıyı hissedebildiğime göre felç kalmış olamazdım. Bütün sinirini sopasına koyarak bir kez daha vurdu bana. Kırılmayan tüm kemiklerimi kıracaktı. Beni parçalarıma ayıracaktı. "Nasıl?" diye sordu sadece. "Sen nereden..."

Sözünü kestim. "Haini..." Acı, bir tıkaç gibi boğazımı tıkadığında sesim kesildi. Altair yakamı kavrayıp gözlerine bakmamı sağlayarak bana konuşmak zorunda olduğumu anlattı. Kendimi zorlayarak devam ettim yarım kalan lafıma. "Haini uzakta arıyorsun. Senin sonunu kızın getirecek."

Kızı bana bu konuda hiçbir şey söylememişti. Milat'ı da Mahşer'i de Kaya tutup çıkarmıştı saklandıkları yerden. Biz analizciydik, işimiz buydu. Görülenin arkasına bakmak, görülmeyene akıl yürüterek ulaşmaktı. Erasmus, İspanya, Marco... Hepsi emeklerimiz sonucunda bulduğumuz şeylerdi. Altair'in Piramit'inden bizi ayıran bir özellik de buydu. Bizde Kaya Eroğlu vardı.

"Senin sonunu da ben getireceğim," dedi soğuk bir sesle. "Diğerlerinin de. Hepinizin. Hatta hepinizi aynı anda öldüreceğim. Buna ne dersin?"

"Avucunu yalarsın derim." Sinir bozukluğu ve acıyla karışık bir kahkaha sıyrıldı dudaklarımdan. "Sen bizi beceriksiz oğlun Hermes gibi mi sandın? Şansın varken öldürmediğin insanın şansı olduğunda ilk işi mezarını kazmak olur Altair."

"Bir süre travmalarla yaşamadan ölmenize izin vermek, çok basit olurdu Can. Tarzım değil. Başındaki herifi benim beceriksiz oğlum yaktı. Onun sevgilisini karnından vuran da yine beceriksiz oğlumdu. Hepinizi toplayıp üst üste koysam, Deneb'in tırnağı olamazsınız siz."

İşte bu, bana gerçek bir kahkaha attırdı. Karşımdaki herifin çatılan kaşları bunu durdurmama yetmedi. "Oğlundan etinle kemiğinle nefret ediyorsun ve onu en büyük başarısızlığın sayıyorsun. Bırak bu ayakları, biz bizeyiz. Sen sizin yıkımınız olacak adama aşık Vega'yı bile oğlundan daha çok seviyorsun."

"Kendini çok büyük görüyorsun."

"Seni ayağımın altında ezerken sen de beni öyle göreceksin."

Tamam, şansımı zorlamıştım.

Herif beni bastonuyla bayılttı.




Beynim zonklayarak açtım gözlerimi.

O kadar ani bir göz açıştı ki bu, bir kâbusun içinden sıçrayarak uyanmış gibiydim. Beni yine beyaz tavan karşıladı. Nefes nefese değildim. Çünkü bu bir uykudan uyanmak da değildi, bir çeşit hayatta kalma refleksiydi. Altair beni bayıltmıştı ve derhal ayılmam gerektiğini biliyordum. Bana kalırsa beş ya da on dakikadır baygın olmalıydım ama nedense bundan daha fazla zamandır gözlerimin kapalı olduğunu hissediyordum. Çıkarttığım serum, yeniden koluma takılmıştı. Beni yeterince iyileştirmeden öldürmeye niyeti yoktu belli ki.

Almak istediği cevaplar vardı ama ona verebileceğim tek şey sinir krizleri olacaktı. Benimle yeniden konuşmaya geleceği anı merakla bekliyordum. Onu delirtmeden bırakmayacaktım.

Odanın içinde bir bedenin varlığını sezebiliyordum. Başımı hafifçe soluma doğru çevirdiğimde üzerinde salaş kıyafetler olan bir genç gördüm. Mor göz altları ve içi kıpkırmızı olmuş gözleriyle ölmek üzere olan bir uyuşturucu bağımlısını andırıyordu. Ona laf söylemek benim haddime değildi çünkü çok yüksek ihtimalle ondan çok daha kötü görünüyordum.

Genç çocuk, en fazla yirmili yaşlarında görünüyordu. Dikkatle, neredeyse boş denebilecek bakışlarla beni izliyordu. Gözlerim gözlerine değdiğinde "Altair beni görevlendirdi," dedi. "Seninle ben ilgileneceğim."

Cümle kurmaya üşenir gibi bir hali vardı. Yağlı ve karmaşık saçları, fazla temiz sayılamayacak kıyafetleri ve eğik postürünü göz önünde bulundurdum. Bana hiç de yabancı gelmiyordu. Çağdaş Hoca'mın kliniğinde onun gibi birçok arkadaş edinmiştim.

Onu tanıyordum.

Nereden hatırladığımı bulmak benim için zor olmadı.

"Fikri Gençer," dedim. Kurumuş dudaklarım konuşmak için çaba gösterirken birbirine yapıştı ve sesim çatladı. Bir yudum su, o an için en büyük ihtiyacımdı fakat ihtiyaçlarımın Piramit'in umurunda olmadığı aşikârdı.

Fikri'nin kaşları çatılırken o boş bakan gözlerinde bir his kırıntısı belirdi. Şaşkınlık ve öfke karışımı bir şeydi. Adını duymayı beklememişti ve kendini savunmasız hissetmişti. Gözleri bir saniyeliğine elimdeki kelepçeye kaydı ve yatağa bağlı olduğumdan emin olmak istedi. Kimsenin pantolonumun arka cebindeki tel tokadan haberi olduğunu düşünmüyordum. Onu zamanı gelmeden ortaya çıkarmak gibi bir niyetim de yoktu.

Üzerimi aramışlarsa bile bıçak ya da silah taşıyıp taşımadığıma odaklanmış olmalılardı. Kimse bir adamın arka cebinin dibine sıkıştırdığı tel tokayı aramazdı.

"İsmimi sana Altair mi söyledi?" diye sordu. Kalın sesi kaslı görüntüsüne bir yapboz parçası gibi uyuyordu. Oldukça kuvvetli birine benziyordu. Kendimi küçük gördüğümden değildi ama Altair onu benim başıma diktiyse onun beni alt edebileceğini düşünüyor olmalıydı. Bu da karşımdaki gencin dövüş sanatlarına ilgi duyan birisi olduğunu düşündürüyordu bana.

"Seni tanıyorum," dedim. "19 yaşındasın ve tıp kazandığın halde okulunu yarım bıraktın."

"Yirmi yaşına girdim," dedi. "İkinci sınıfta okulu bıraktım ve bunların hiçbirini bilmemen gerekiyor senin."

Altair kendini çok akıllı sanıyordu. Eğer kızını biraz dinleseydi ya da benim hakkımda biraz fikir sahibi olmak isteseydi, onu yanıma göndermesinin bana yapabileceği en büyük iyiliklerden biri olduğunu fark edebilirdi.

İnsanları konuşarak intihara sürükleyen bir kızı vardı. Manipülasyonun kelime anlamını onun sayesinde biliyor olmalıydı ama belli ki adımın karşısında bu kelimenin yazdığını bilmiyordu.

Odanın değişen havasıyla birlikte Fikri, ayaklarını sürüyerek yanıma doğru yürüdü. Aramızdaki mesafeyi korudu fakat beni tehdit edebileceği kadar yaklaştı yanıma. Konuşmazsam bana zarar vereceğini bakışlarıyla hissettirdi.

"Lir'densin sen," dedim yavaşça. Yutkunarak boğazımı ıslatmayı denedim. Kendimi bir kayayı yutuyormuş gibi hissediyordum. Çok susamıştım. Buna odaklanmamaya çalıştım.

"Ve?" diye sordu. "Sen de mi Lir'densin?"

"Hayır." Gözlerindeki perdeli bakışı tanıdım. İntiharı tanıyacak kadar intihar geçmişi olan insanlarla baş başa kalmıştım. Bakışlarımı takip etsin diye bekledim ve gözlerimi bileklerine indirdim. İnce, uzun kollu gömleğinin kollarından birini parmaklarıyla tutup sıktı. Gizlemek istedikleri vardı. "Şanslısın," dedim. "Seni bir amaç vermeye değer görmüşler."

"Anlamadım," dedi anında. Onlar hakkında konuşuyordum. Onlardan herkes kadar korkuyor olmalıydı ama gözleri etraftaki köşelerde dolaşmadı. Demek ki bir kamera yoktu. Kimse bizi duymuyordu. Çünkü olsaydı, Fikri benimle konuşmaya devam etmek istemezdi. Çekildiği köşede oturur, bana yaklaşmazdı. Sınırların içinde rahat edebilme hakkı, Hermes değilse ona verilmezdi. Benimle iletişime geçmez, beni dinlemezdi. "Ne demeye çalışıyorsun?"

Bir saniyeliğine yüzüme bana acıyormuş gibi baktı. Öfkesi ve kendini savunma niyetiyle önüne çektiği duvar parçalandı. Çünkü onu anladığımı hissetmişti. Bir amaç uğruna yapamayacağı şey yoktu ve birisi bunu görmüştü.

Yüzümü buruşturup serum bağlı olan serbest elimi göğüs kafesimin altına bastırdım ve acıyla inledim.

Bakışı derinleşti.

Gözlerimi kırpıştırdım ve aldığım solukların hızını arttırdım. Gerçekten canım yanıyordu ama bunu güçsüz görünmemek için gizlemem gereken bir anda değildik. Aksine, ona bana ne yaptıklarını anlatmam gerekiyordu.

"Serumuna ağrı kesici katmıştım," dedi canımın bu kadar acımasının normal olmadığını söylemek ister gibi. Onu kandırmaya çalıştığımı düşünmüş, buna göre bana temkinli yaklaşmaya başlamıştı. "Onu çıkarmaman gerekirdi. Ölmek mi istiyorsun?"

"Bana bastonuyla vuruyor," dedim. "Arabam takla attı. Yüksek ihtimalle kaburgalarımda kırıklar var. Parasetamolle iyileşeceğimi mi sanıyorsun? Hayatım kimsenin umurunda değil. Tıpkı senin hayatın gibi."

Durdu, baktı ve sustu.

Yeniden dudaklarını araladığında gözlerine deli bir bakış yerleşmişti. "Adımı nereden biliyorsun?" diye yineledi sorusunu. Sıktığı yumruğu titriyordu.

"Lir'den."

"Lir'i nereden biliyorsun?"

Oraya kayıt olmak için yüzden fazla soruyu cevaplamıştı. Diğerleri gibiydi. Kurtaramadıklarım, kimseyi cinayet olduğuna inandıramadıklarım, yitip giden tüm o gençler gibiydi. Bir belaya bulaşmıştı ama bela ona bulaşmaya başlayana kadar ne yaptığının farkında değildi. Tüm bunlar ona bir oyun gibi geliyordu. Kendini öldürme düşünceleri vardı ve kendi gibi insanlarla bir araya geldiğinde yalnızlığı dinmişti. Bunun kendi seçimi olduğunu sanıyordu ama aslında Hermes ve Vega, onları özenle seçmişti.

"Beni duyuyorlar mı? Sana kimsenin anlatmadığı bir şey anlatabilirim."

"Sana inanacağımı düşündüren nedir?"

Ben konuştuğumda bana inanmayacak kimseyi görmemiştim ama bunu ona söylemedim. "Duyuyorlar mı duymuyorlar mı?" diye sordum.

"Adımı nereden bildiğini söylemezsen o sesini öyle bir keseceğim ki seni bir daha kimse duyamayacak."

"Oğlum Lir'den diyorum ya." Gerçekten sabrım taşmıştı. "Ne veriyorlar sana böyle de algılama bozukluğu yaşıyorsun?"

"Senin göründüğünden daha tehlikeli biri olduğunu söylediler bana," dedi Fikri, gözleriyle beni sanki bunu değerlendirir gibi süzerek. "Adımdan başka neleri biliyorsun, merak ediyorum."

Hiçbir şeyi merak ediyor gibi görünmüyordu. Dış dünyaya olan ilgisi Kaya Eroğlu'nunki ile yarışırdı. Dikkatini çekmek için bana fazlası lazımdı. Bu yüzden kısa ve öz bir cümle kurdum ona. "Sizi öldürüyorlar."

"Ne?"

"Sizi öldürüyorlar," diye tekrarladım. "O siteye girdiğinizde kendi işlerine yarayacak olanları ayıklıyorlar. Kimsenin sana iyi gelmek gibi bir gayesi yok. Hayatın onlar için değerli değil. Yüksek ihtimalle bir buçuk senelik tıp bilgin sayesinde öne çıktın onların gözünde. Ya da şu dandik oyunlarda puanın yüksek diye almışlardır seni. Diğerlerini öldürüyorlar Fikri."

Dudakları aralandı ama konuşmadı. Bakışlarını benden kaçırdığında ne söylediğimi algılamaya çalışır gibiydi.

"Oyunlardaki puanlarla sizi sıralamalara sokuyorlardı. O tablo neden var sanıyordun? At gibi yarıştırıyorlar sizi. Size değer biçip işlerine yaramayanlarınızı bir bir öldürüyorlar."

Lir'in sistemine hakim olduğumu öğrenince yaşadığı kafa karışıklığını gidermesi için ona süre tanımadım. Bu işime yarayacaktı. Bunu kullanacaktım. "Altair'in kurduğu bir oyun bu," dedim. "Hermes ve Vega'dan düzenli olarak birilerini öldürmesini istiyordu. Çocukları körelmesin, içlerinde vicdana karşı tek bir parça bile kalmasın diye. İkizler, bu siteyi birlikte kurdular. Amaçları en azından ölmek isteyenleri tespit edip öldürmekti. Senin gibileri yani. İntihara meyilli kişilere ulaşıyorlardı. Bu, Piramit için de bir kârdı. Sizi ayıklayıp kendilerine köle ettiler. Ve diğerlerini sessizce öldürdüler. Bunu biliyorum çünkü o cesetleri ben inceledim, Fikri."

O vakalarda beni çeken şey neydi bilmiyordum ama bir yanım, her zaman emindi altından çıkacak şeyin büyüklüğünden. Böyle bir noktayı o gün aklım alamayacak olsa da bugün buradaydım. Piramit'in lideri tarafından kaçırılmıştım ve içlerinden bir üyeyi safıma çekmenin çabasındaydım.

"Adım Can Günay," dedim gözlerinin içine bakarak. "Hakkımda hiçbir şey bulamazsın ama onlar hakkında bulabilirsin. Doğan Altındağ, Banu Koyunlar, Berat Kuşak..." İsimler, dilimi yaktı. Her birinin yüzü dün gibi hatırımdaydı. "Araştır onları. Hepsi yirmi yaşından küçüklerdi. Hepsi Lir'de ismi bulunan kişilerdi. Yüksek binaların diplerinde bulundu cesetleri. Haberlere intihar olarak yansıdılar ama her biri cinayetti. Dinle beni Fikri. Sizi ipten almalarının tek sebebi kendi çıkarları için kullanmak."

"Altair seni öldürecek," dedi Fikri. Bu çaresiz bir konu değiştirme girişimiydi. Güzeldi. Doğru yolda olduğumun kanıtıydı. Birazdan Fikri'nin tüm ipleri benim parmaklarıma dolanmış olacaktı. "Son nefeslerini bana böyle şeyler anlatarak harcamak istediğinden emin misin?"

"Birazdan Altair gelecek," dedim. "Ya da Hermes..." Duraksadım. Emin değildim ama beni öylesine Piramit üyelerinin gözetimine uzun zamanlı bırakmayacakları kesindi. Onlar için değerliydim. Bizimkilere ulaşabilmeleri için ellerindeki tek anahtardım.

Her zamankinden daha hırslılardı çünkü işlerini bir bir batırıyorduk. Deli gibi çalışan ekiplerimiz, Arda'nın deyimiyle Görkem'in ordusu, onları gün be gün mahvediyorlardı ve eski güçlerine kavuşmak için aşacakları yol, bizi yok etmekten geçiyordu. Bunu benim sayemde yapabileceklerini sanıyorlardı.

Beni yok edebilirlerdi ama arkadaşlarıma dokunamazlardı.

Arda'nın adı, derinlerimde bir sızı yarattı. Hasarlı kaburgalardan, darbe almış boynumdan, göğsümdeki yanmadan çok daha keskin bir acıydı. Ondan duyduğum son sözler bana duyduğu nefretin yansımasıydı.

Pişmanlıktan ölüyor olmalıydı.

Bunu düşünmek, başka bir sızıya sebep oldu. Eğer ona onu affettiğimi söyleyemeden ölürsem...

Böyle bir şey olmayacaktı.

Bu senaryo yaşanırsa ortada yaşamaya devam edebilecek bir Arda da kalmazdı.

"Büyük ihtimalle Hermes ya da Altair'den biri geldiğinde senin burada benimle işin bitecek," diyerek esas mevzuya dönüş yaptım. "Bulduğun bir boşlukta araştır söylediğim isimleri. Haklı olduğumu göreceksin."

"Peki bu neyi değiştirecek?"

"Ben onları kurtaramadım ama sen beni kurtarabilirsin Fikri."

Bu sefer hiçbir rol yoktu. Daha önce bir cesedin avucunun içinden ismimin yazılı olduğu bir kağıt çıkmıştı benim. Kimin ne dediği önemli değildi. Bu olayların tümü benim için fazlasıyla kişiseldi.

Eğitimini tamamlamamış olsa da tıp kazanan bir insanın bilinçaltına ilk kazınan şeylerden biri, birinin hayatını kurtarma düşüncesi olurdu. Amaç mı istiyordu? Ona bir amaç verirdim.

"Bana yardım edebilirsin," dediğimde inanamayarak gülmeye başladı.

"Düşman olan sensin ve ben seni gözetlemek için buraya bırakıldım. Beni ne sanıyorsun bilmiyorum ama..."

"İyi biri olabileceğine inanıyorum," dedim. "Yolunu kaybetmiş olman, o yolu bir daha asla bulamayacağın anlamına gelmez. Ne yaşadığını, geçmişini, düşünce şeklini bilemem ama bana kötü biri gibi gelmiyorsun Fikri. İnan bana, tahmin edemeyeceğin kadar çok kötü adamla çalıştım."

"Altair'le yeterince tanıştığında hepsini unutacaksın."

Ondan gerçekten de çok korkuyordu. "Vega'ya ulaş," dedim. "Senden istediğim tek şey bu. Ona burada olduğumu söyle. Başka hiçbir şey istemiyorum."

"Bir bardak su bile mi istemiyorsun?" Ona saldırmak gibi bir amacımın olmadığını anladığında yatağın kenarlık kısmına kadar yanaştı. "Nasıl bir adam olduğunu çözemedim Can Günay. Acıdan bayılan birisi için fazla ayık görünüyorsun. Geçirdiğin kazayı saymıyorum bile."

"Ayık kalmak zorundayım," dedim. "Aslında pes etmek çok kolay olurdu. Beni en iyi sen anlarsın. Ölüme direnmek her şeyden daha zor."

"Düşlüyor musun?" Bunu sormayı kendi de beklemiyordu. Kurduğumuz sohbete hazırlıksız yakalanmıştı ama yavaşça eteğindeki taşları döküyordu. "Eğer ölümü düşlüyorsan sevinebilirsin. Altair seni cidden yaşatmayacak. O yüzden bana laf yetiştireceğine onun katilin olacağı anı beklemeye bak. Kurtuluşun çok uzak görünmüyor."

"Bu benim için bir kurtuluş olurdu, haklısın." Derin bir nefes aldım. Sessizliğimiz, üzerimdeki bakışlarına duygularının çökmeye başlamasına sebep oldu. Empati yapabiliyordu. Bir kez olsun intiharı düşlemiş insanların içinde ölüm geçen her cümleyle empati yapabilme özelliği olurdu. Bunu Asya'dan öğrenmiştim. "Ama Fikri," dedim usulca. "Benim geride bırakamayacaklarım var."

"Çocukların mı?" diye sordu doğrudan. Sesimi bir babanın şefkatiyle sarmalayıp gözlerimi doldurmaya dikkat ederek konuştuğum için bu çıkarımı yapması normaldi. Hakkımda çıkarımlarda bulunması için eline malzemeleri ben tutuşturuyordum çünkü ben buydum.

Karşımdaki kişiyle kurduğum iletişim sırasında boya da bendim fırça da resim de. Ressamın ilhamı bile bendim.

"Kedilerim," dedim. Dürüst cevabım, saygısını kazanmama vesile olsun istedim. "Tesla ve Mila. Şu çivisi çıkmış dünyaya kazığımı saplamak derdinde değilim ama kedilerimle ilgilenecek benden başka kimse yok, Fikri. Ben ölürsem onlar da ölürler."

Kısa süren bir sessizlik oldu aramızda. Bu sessizliğin sonunda sadece başını salladı. Aklına sızıp sızamadığımı merak etmiyordum. Aklına sızdığımı biliyordum. En azından buradan çıktıktan sonra ona söylediğim isimleri arama motoruna yazacağından emindim. Karşısına intihar başlıklı haberler çıkacaktı ve bu sayede bana güvenmeye başlayacaktı. İhtiyacım olan bana güven duyması değildi aslında. Kendime bir arkadaş aramıyordum. Bana Milat'ı bulsa yeterdi.

Bizimkiler büyük bir kriz geçirmeden önce iyi olduğumu onlara iletmenin bir yolunu bulmalıydım. Bunun için güvenebileceğim tek kişi Milat'tı.

İçeride Barış ve Ros da vardı fakat onlardan birinin adı ağzımdan döküldüğü an ilmek ilmek işlediğimiz plan Titanik'ten beter bir şekilde batardı. Kendimi kurtaracağım diye başkalarının başını yakamazdım.

Dakikalar ya da saatler geçti, bilmiyordum. Bana kalsa bir hafta geçmiş bile olabilirdi. Fikri telefonuna gelen mesajın ardından çıkıp gittiğinden beri tek başımaydım. Cebimdeki tel toka sanki onu kullanmamı söylermiş gibi kalçama batıyordu fakat bu aptallık olurdu. Dışarıda beni neyin bekleyeceği hakkında bir fikrim yoktu. Altair beni iki üç adamına emanet etmiş olamazdı. Bu yüzden de düzgün bir an yakalayana kadar kaçmak gibi bir niyetim yoktu. Hem Altair'le konuşma fırsatı insanın eline öyle kolay geçmiyordu. Bunu gerçekleştirmek için aylarca beklemiştim ve şimdi öylece yatıp onun yeniden yanıma döneceği anı bekleyebilirdim. Psikolojisini çökertmeden hiçbir yere gitmeyecektim.

Acı her yanımı sarmıştı ve kafamı oyalayacak bir şeyler bulmakta zorlanıyordum.

Keşke Hermes gelseydi. Bari o zaman yeniden eğlenmeye başlardım.

Dünyada gerçekleşen dileklerimin saçmalığı gözlerimi yaşartıyordu.

Kafayı yememe sebep olacak kadar uzun süreli bir sessizliğin ardından kapı açıldığında gördüğüm yüz Hermes'e aitti. Fikri'nin söylediğini dinlemeyi seçip ağrımın dinmesi umuduyla bu sefer serumumu çıkarmamıştım ama çoktan bitmişti. Hafızamda kopuk kopuk anlar mı vardı yoksa bana mı öyle geliyordu? Son hatırladığımda serum torbası hâlâ doluydu.

Sanırım bünyem bu kadar acıyı kaldıramadığı için arada bayılıyor ve ne olduğunu anlayamadan geri ayılıyordum.

Kendimi çok bitkin hissediyordum. Dudaklarım kupkuru olmuştu. Kaç saattir burada tutulduğumu bilmiyordum fakat canım sıkılıyordu ve güç kaybediyordum. Eğer gücümün yeteceğini bilseydim bir bardak su için adam öldürebilirdim.

"Milat'ı sonsuza kadar kaybettin." Kuru sesim, toprağın altından yeryüzüne seslenirmişim gibi çıkıyordu. Sesimi güçlü tutabilmek için üzerimdeki katmanları atmam gerekliydi ama tüm gücüm çekilmişti. Onun yanında acıyla inlememek için ciddi bir direnç gösteriyordum. Kaburgalarımı bir arada tutan ne varsa sanki tek bir dokunuşla dağılacak gibiydi. İçim sızlıyordu. Diş etlerime kadar uzanan bir ağrıya sahiptim. Vücudum, tamamen ele geçirilmişti.

Yenilmek üzere gibiydim.

"Kendini boşa yorma istersen," dedi Hermes, bir sandalye çekip yatağımın yanına oturduğunda. "Bana sizinkileri verirsen seni babama bırakmadan öldürebilirim. İnan bana, onun eline kalmak istemezsin."

"Tecrübe konuşuyor, değil mi?" Yorgun bir tebessüm yerleşti dudaklarıma. "Onun eline düşmeyi en iyi sen bilirsin."

"Vega aklını hangi saçmalıklarla doldurdu bilmiyorum ama ben birilerinin eline düşecek bir adam değilim, Can."

"Babası yüzünden cinsel yönelimini gizlemek zorunda kalan biri için fazla iddialı sözler, Mahşer," diye mırıldandım.

Ben bugün belli ki canıma susamıştım.

Bu yolda ölmek var dönmek yoktu.

Üçgenin üç köşesini birbirine düşman edecektim. Benim kılımı kıpırdatmama bile gerek kalmayacaktı. Onlar bu işin sonunda birbirlerini öldürmek için birbirleriyle yarışacaktı.




Asya Yağmur Duman:

Vega gitti ama ben o parkta oturmaya devam ettim.

Gecenin sessizliği etrafımı bir kar küresi gibi sararken Mete'nin hayaleti bana eşlik ediyordu. Başımı omzuna bir kez olsun yaslayabilmek için veremeyeceğim hiçbir şey yoktu. Titreyen ellerimi iki yanımdan bankın yüzeyine bastırdığım için avuç içlerimde izler kalıyordu. Göğsümdeki iz ise canımı her şeyden daha çok yakıyordu.

Kendi canıma zarar gelmesinden hiçbir zaman korkan biri olmamıştım ama benim Can'ıma bir şey olma ihtimali beni her geçen saniye daha çok öldürüyordu.

Vega'ya güvenmek zorundaydım.

Elimden ne geliyorsa yapmaya hazırdım. Buna en uçuk, en akıl almaz fikirler de dahildi. Büyük bir parçam zaten kopup gitmişti. Bir parçam daha yok olursa geriye benden hiçbir şey kalmayacaktı.

Yaklaşan adım seslerini duyuyordum ama karşımdaki salıncaktan gözümü ayıramıyordum. O evde yeni yaşamaya başladığım zamanlarda birer kupa ile iki salıncağa kurtulmuştuk Can ve ben. Bana Vega'yı onun Vega olduğunu bilmeden anlatmıştı. Akıl hastanesinde hiç konuşmadan yan yana oturup birkaç saat geçirmişlerdi birlikte. İnsan en çok da derin sessizliklerine eşlik eden biriyle bağ kuruyordu belki de. Sert adımların sahibi olan adam, benim için bu kişiydi. Kaç gece göğsüne sokulup onunla sessizliği bölüştüğümü bilmiyordum. Dünya sustuğunda ve o anda biri yanında olduğunda ruhun onunkine açılmamak üzere bir kilitle bağlanıyordu. Bundan kaçışın yoktu.

"Yağmur," dedi korku dolu bir sesle. Alıp verdiği sert nefesler göğsünü sarsıyor olmalıydı. Yüzü kaskatıyken bile onun içinde çığlıklar atan o adamı hep görmüştüm. Şimdi sesini de duyuyordum. Can çekişiyordu. "İyi misin?"

Gözlerimi ona çevirdiğimde sokak lambasının ışığı yüzüme vurdu. Vega ile boğuştuğum sırada yüzüme darbe almıştım. Saçım başım dağınık, yüzüm yara doluydu. Halimi görünce gözlerine ölümün soğukluğunu taşıyan bir sis çöktü. "Aklımı kaçıracağım," dedi fakat bağırmadı. Sesi bir buz dağıydı. Zirveden aşağı doğru konuşuyor, zayıf sesinin gür yankısı kulağıma doluyordu.

Yanıma otururken Mete'nin hayaleti bir toz bulutu gibi dağıldı. O geldiği anda gitmekten gocunmamıştı. Çünkü beni emanet ettiği adamın yalnızlığımı dindireceğinden emindi.

"Vega'ylaydım." Diğerleri de gelmişler miydi? Yalnızca Görkem miydi peşime düşen? Aslında bunu yapmaması gerekirdi. Mevzu Can'ken beni umursamamalıydı.

"Sana ulaşamadım."

Dünya üzerindeki en tehlikeli kadını alaşağı etmekle meşguldüm. Onlara haber vermemiştim ama Eylül'le konuşmuştum. En sonunda bir açıklama yapmak zorunda kalmış olmalıydı. Bir şekilde yerimi bulmuşlardı.

"Bunu bana bir daha sakın yapma." Parmakları çenemi o kadar sıkı sardı ki dudaklarımı bile aralayamadım. Sımsıkı tutuşunun ardında beni bu leş dünyadan koruma isteği vardı. "Sakın Yağmur," dedi masmavi gözlerini gözlerimin içine dikerek. "Kafamı çevirmeye gelmiyor, anında yok oluyorsunuz. Yalvarırım bunu bana artık yapmayın."

Delirmişti. Gerçekten, bu deliliğinin iziydi. Ortalığı ayağa kaldırmamıştı. Benimle bağıra çağıra tartışmaya da girmiyordu. Gayet aklı başında, gayet sakin bir tonda konuşuyordu ama gözlerinin içindeki ifade buna tezat oluşturuyordu. Göz bebekleri hem öfkenin kıvılcımlarını taşıyordu hem de bastıramadığı bir korkunun izleri orada titreşiyordu.

"Oyalanmayalım." Dudaklarım kıpırdıyordu ama duyduğum ses başka birinindi. Duyduğum ses Mete'sini yeni kaybetmiş Asya'ya aitti. Barış bana artık eve gitmem gerektiğini söylediğinde o mezar taşının dibinden ayrıldığım ana benziyordu. Üzerinde ad soyad yazmayan bir mermere bakıyordum ve orada belirecek harfler Can Günay'a ait olmasın diye uğraşıyordum. "Onu bulalım," dedim. Dişlerimi sıkıyordum. Görkem, dudağımın kenarına baş parmağıyla dokunurken bakışları donuklaştı.

Beni canım yanarken görmüştü. Mahvolmuşken, kan kaybederken, ölmek üzereyken, acıyla kıvranırken, savunmasızken... Ama birini daha kaybetme ihtimaliyle aklımı yitirirkenki halime o da alışkın değildi.

Deli gibi ağlamakla kahkahalara boğulmak arasında bir yerde hissizce dikiliyordum.

"Sana vurdu mu?" diye sordu ortadaki tek sorun buymuş gibi. "Başka bir yere darbe aldın mı? Dikişlerin acıyor mu?"

"Evlendiğimizi biliyor." Aklımdan çıkmadan önce bunu söylemek istemiştim. Yaptığım hata yüzünden utansam da başımı kaldırıp yüzüne baktım. "Yüzüğümü çıkarmayı unutmuşum."

"Güzel." Gülümsediğinde yanağıma işaret parmağının tersini sürttü. Olaylar bu noktaya gelmişken gülmek onun için çok zor olmalıydı ama gülümsemeyi başarabiliyordu. "Hoşuma gitti bu."

"Ya biz onları öldüreceğiz ya da onlar bizi bitirecekler." İçimde tuttuğum nefesi bırakır gibi döküldü bu cümle dudaklarımdan. "Kaybetmek istemiyorum," dedim. "Oyunu değil, sizi. Sakın Görkem, sakın..."

"Kaybetmek istemiyorum. Oyunu değil, seni. Sakın 13, sakın."

Bu gece geçmişin gölgelerinden sıyrılamıyordum.

"Halledeceğim," dedi sırf bunu duymanın bana güven verdiğini bildiği için. Eğer Can'ın kalbi durmuşsa halledebileceği hiçbir şey yoktu. Görkem her şeyi yapabilirdi ama ölen birini geri döndüremezdi. Zaten bunu yapabilseydi çoktan Mete için her şeyini feda etmiş olurdu.

"Başım dönüyor," dediğimde çenemi daha sıkı sardı ve gözlerimizi bir kez daha buluşturdu. Midemin tam ortasında büyük bir sancı vardı. Acıdan bir düğümü yutmuş gibiydim.

"Kafana darbe aldın mı?" diye sordu kendimde olup olmadığımı sorgular gibi.

"Boğuştuk."

Şefkatle önümdeki bir tutam saça dokundu. "Onu anlayabiliyorum bebeğim."

"Bağırmadığın için teşekkür ederim."

"İçimden nelerin geçtiğini bilsen teşekkür etmezdin. Sinirden parmak uçlarıma kadar titriyorum. İnan bana, çok çaba gösteriyorum."

"Sana haber vermeliydim."

"Tabii ki bana haber vermeliydin amına koyayım!" Ani yükselişinin hemen arkasından sesi, tenimi okşar tonuna geri döndü. "Ağzına kadar dolu bir odanın içinde seni bıraktığım yerde görememek, o odayı herkesin başına yıkmak istememe sebep oluyor. Çekip gitmen kimsenin suçu değil ama o kapıyı tutup kapatmayan herkesi elden geçirmek istiyorum. Anlıyor musun beni?"

"Doğru bir hamle yaptım," dedim. "Güven bana. Ben yapılması gerekeni yaptım."

"Canını riske atarak. Yine. Yine ve yine. Hiç düşünmeden. İşte beni delirten de bu. Parmakların parmaklarımdan ne zaman ayrılsa intihar etmeye gidiyorsun Yağmur."

Bu hayatımda duyduğum en ağır gerçeklerden biriydi. Dudaklarım titremeye başlayınca Görkem kaşlarını çattı. "Kıyamıyorum," dedi. "Yapma, kıyamıyorum. O arabayı gördüğümden beri çok zor tutuyorum kendimi. Açma kapımı, yalvarırım. Güçlü olmak zorundayım."

Omuzlarındaki yük hâlâ nasıl boynunu eğmiyordu algılamakta zorlanıyordum. O arabayı tekmelerkenki isyanı kulaklarımda tekrar can buldu. Bir insan bu kadar sınanılmaz diye bağırıyordu. Yine de ayakta duruyor, bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Yöntemini yanlış bulmuş olsam da ordusunu harekete geçirmek için bir saniye durup beklememişti. Ben doksan altı kişinin çözemeyeceğini Vega'nın çözebileceğine inanıyordum fakat o eminim ki benden fazlasını düşünüyordu. Birimizin tehlikeye girmesi, hepimizin girmesi demekti ve Görkem biz yalnız kalmayalım istemişti.

Topladığı ekipler sadece Can'ı bulmak için değildi. Aslında çevremize çekmeye çalıştığı koruma kalkanımızdı. Kalkanın en dışında ise kendisi tek başına olacaktı. Hepimizin önünde, hepimiz için...

Güçlü olmak zorundaydı.

"O yaşıyor," dedim. "İçini ferah tut. Sevgilim, hissederdim. Ben hissederdim, değil mi? Çok bağlıyım ona. Sana, size, hepinize. Sizin içinize batan kıymığı bile hissederim ben, öyle değil mi?"

"Seni hiç iyi görmüyorum," dedi yavaşça. Parmağı, göz pınarımdan dudağımın kenarına doğru indi. Bir gözyaşını takip etmiyordu ama sanki oraya bir gözyaşı çizmişti. "Ne olur iyi göreyim. Bencilce bir istek bu, farkındayım ama sen bu haldeyken kafamı toparlamakta çok zorlanıyorum."

"Beni bırak, Can'a odaklan." Sözlerimde ciddiydim. "Umursama, hatta dönüp bakma bile nerede olduğuma. Bildiğini oku. İşe yarayacağına inanıyorsan aklındakinin peşinden git. Ben de benim aklıma yatanı yapayım. Her yolu deneyelim."

"Vega'yla iletişime nasıl geçeceksin, konuştunuz mu?" Sorduğu sorudan nefret ediyordu. İkimizi yan yana görme düşüncesi dahi onu delirtiyordu ama gözleri yeniden durgun bir suyu andırıyordu.

"Can'a giden en hızlı yol Vega olacak, buna eminim," dedim. "Bana bir numara bıraktı. Ne zaman olacak bilmiyorum ama onunla yeniden karşı karşıya geleceğimi biliyorum."

"Ona beni verelim." Duyduklarımı algılayabilmek için bir süre yüzüne baktım. Kararlı bir tavırla kendi düşüncelerini onaylar gibi salladı başını. "Bir sonraki sefere görüşmenizde ben de olmak istiyorum," dedi. "Bir planım var."

"Seni kimseye vermiyorum." Omuzlarım dikleşirken dakikalardır oturduğum bankın üzerinde çiviler varmış gibi hissetmeye başlamıştım. "Aklına sok bunu. Seni kimseye vermiyorum."

"Önce detayları netleştireyim, tamam mı? Bana biraz zaman ver. Anlatacağım sonra aklımdakileri."

Yüzünü kavrayıp "Hiçbir yere gitmiyorsun," dedim. Avucunu bacağıma yasladığında gözlerim alyansına değdi. Yeniden gözlerine baktım ve bana bir şey söylemesini bekledim. "Bana onun yaşadığına inandığını söyle. Onu birlikte kurtaracağımızı ve kendi başına iş yapmayacağını söyle."

"Beni karakolda bırakıp ortadan kaybolurken bana mı sordun?" diye sordu altını kıstığı öfkesiyle. "Sen kendi başına iş yaparken bizi ayakta uyuttun. Vega'nın yanına tek başına gelirken bana mı sordun? Bir silah, Yağmur. Bir kurşun. İnsan ömrü bu kadar. Bunu sen benden daha iyi biliyorsun. Onun sana güven vermesi için hiçbir sebep yok ortada. Can'ın Vega'ya duyduğu güveni bile anlayabiliyorum bir noktada. Çünkü ona bir şey olmasına müsaade etmedi şimdiye kadar. Gördüğümüz ve muhtemelen görmediğimiz kadarıyla onu kollamaya çalıştı. Ama sen... Sana hiçbir borcu yok. Onun için hiç kimsesin. Ve bu da gözünü kırpmadan seni öldürebileceği anlamına geliyor. Sadece keyfi için bile yapabilir bunu. Aklına sızabilir, seni intihara sürükleyebilir. Bahar'ın ya da Bige ablanın yanına gitmiyorsun amına koyayım. Kalkıp düşmanın inine ayaklarınla yürüyorsun. Aklımı yerinden oynatıyorsun. Gözümü döndürüyorsun. Can yok, sen yoksun. Ben benden habersiz hareket etmeyin dedikçe kendi kafanıza göre bir şey yapıyorsunuz. Siz benim arabayı şarampole sürmek istememe sebep oluyorsunuz."

"Sanırım böyle dökülmen içinde biriktirmekten daha iyi gelecek sana."

"Söyleyeceğin tek şey bu mu?" diye sordu şaşkınlıkla gözlerime bakarak.

"Korkuyorum bebeğim," dedim omuzlarımı bir çocuk gibi kaldırıp indirerek. "Onun için o kadar korkuyorum ki her şeyi yapabilirim. Buna sana haber vermemek de dahil. Beni yavaşlatacak hiçbir şeye tahammülüm yok."

"Sen onun için korkuyorsun, ben herkes için," dedi yavaşça. "Bir arada olmadığınızda sizi koruyabilmek çok zor. En azından bunu düşünemez misin? Seni yavaşlatmamı istemiyorsun ama bana ekstra iş çıkarıyorsun."

Karşıma lider Görkem geçtiğine göre işleri bir yerden düzene sokmaya karar vermiş olmalıydı. Sanırım bunu yapmaya da benden başlıyordu. "Sana güveniyorum," dedi gözlerimin içine bakarak. "Ama her an sana bir şey olacağı korkusuyla dolaşan kendime hiç güvenmiyorum Yağmur. Benim için kendine dikkat edeceksin ve yine benim için yanında ben yokken onunla iletişime geçmeyeceksin."

"Geçeceğim," dedim. "Şu an bana Can'ı buldum, şuradaymış dese şurası dediği yer Afrika'da bir kabile olsa bile uçar giderim. Sana beni böyle kabul etmen gerektiğini çok kez açıkladım. Ben Mete'yi kaybettim ve bir başka kaybı daha kaldırabilecek gibi değilim."

"Anlıyorum ama..."

"Anlamıyorsun," dedim. "Umarım hiçbir zaman da anlamazsın."

Boğazına ağır bir taş oturmuş gibi sessiz kaldı. Ardından kolunu açıp çenesiyle kolunun altını işaret etti. Ona yaslandığım an kafamın içinde dönen kanlı çarkların tümü aynı anda durdu. Derin sessizliği beklemediğim için gözlerimi yumdum ve böyle hissetmenin tadını çıkarttım birkaç saniyeliğine.

"Herkesle konuştum," dedi kolunu omzuma atarak bedenimi kendisine çekerken. "Onu bulamadığımız sürece bu işlerin sonunun asla gelmeyeceğini söyledim. Piramit'e maddi ve manevi ne kadar zarar verirsek verelim bu oyunun Cansız bitmeyeceğinden haberdar ettim onları. Alfonso Altair'in uğrak yerlerinden birkaç tanesinin konumlarını vermiş sorgulanırken. Bir şey çıkacağına inanmıyorum ama hepsini kontrol ettireceğim. Şu göreve çıktığınız şirket var ya, Birce'nin maillerine falan da erişmiştik hani... Hepsini kontrol ettiriyorum. O kadının ciddi bağlantılara sahip olduğunu düşünüyorum. Barış'la veya Ros'la iletişime geçebilirsem bilgileri var mı diye soracağım. Altair hakkında en ufak bir iz bulduğumuz an her şeyi bırakıp peşine düşeceğiz. Bu iş öyle ya da böyle bitecek Yağmur."

"Vega ve Can sayesinde olacak bu." Başımı omzuna yasladım. "Ya da Vega ve Can yüzünden. Tabii Can hâlâ hayattaysa ve..." Sessiz gözyaşımı küçük bir hıçkırık takip etti. Görkem'in boynuna gizlendim ve bir damla gözyaşının daha akmasına izin verdim. "Ve Vega ona yetişebilirse."




Can Günay:

Zaman algımı tamamen yitirmiş durumdaydım.

Sabah mıydı akşam mıydı bilmiyordum. Hava aydınlık da olabilirdi karanlık da. Birkaç gündür uyuyor da olabilirdim yalnızca birkaç dakikadır da. Kafamı kaldıramıyordum, bunu biliyordum. Altair'in arkadaşlarımı ona vermezsem beni öldüreceğini de öyle. Yeniden onunla konuştuğumda hiçbir şey söylememiştim. Karşılığında bana verdiği bir ilaç, kanımı damarlarımda gezen bıçaklara dönüştürmüştü. Bu kadar acıya hiçbir insanın dayanabileceğini sanmıyordum. İçimde kol gezen alev yüzünden çığlık çığlığa bağırmıştım. Yüzüme geçirebileceğim bir maske yoktu. Zaten o kadar yara bere içindeydim ki maskeyi takacak bir yüzüm de kalmamıştı. Her yerim kan revandı.

Hermes geliyordu, bir şeyler soruyordu, sinirini bozuyordum ve gidiyordu. Altair geliyordu, onu görmezden geliyor ve tek kelime bile etmiyordum. Bana işkence çektiriyor ve gidiyordu. Çektiğim acılar yerimde duramamama sebep olduğu için artık iki bileğimden ve ayaklarımdan bağlıydım yatağa. Karşı koyabilmem için bütün şanslarım gitmişti elimden. Geriye sadece razı gelmek kalmıştı. Burada yalnız ölecektim.

Gerçekten ölecektim. Bitkin durumdaydım. İnsanlarla alay etmeye gücüm kalmamıştı. Bu zevkliydi, kabul ediyordum ama enerjimi bir vakumla içimden çekiyorlardı. O vakuma en son ruhum da kapılacaktı. Beni yavaşça, acımasızca öldüreceklerdi.

Birinin kafama sıkmasını tercih ederdim.

Kapının açılma sesini duyduğumda hiç halim kalmadığını düşünmeme rağmen içimdeki hisler ayağa kalktı. Bunun tek bir sebebi olabilirdi.

"Can..." dedi neredeyse ağlayan bir kadının sesi

Başarmıştım.

Ona ulaşmıştım.

Ya da o bana ulaşmıştı. Nasıl olduğu konusunda henüz bir fikrim yoktu ama öğrenecektim. Eğer bayılmadan birkaç dakika ayık kalabilirsem onunla konuşacaktım.

Gözlerini arkasındaki kapıya çevirdi ve kapıyı kapatmadan önce etrafı kontrol etti. Burada olduğundan ikizinin de babasının da haberi yoktu belli ki. Aksi takdirde böyle elini kolunu sallaya sallaya içeri giremezdi.

Koşarak yatağımın ucuna geldiğinde iki eliyle yüzümü kavradı. "Yaşıyorsun," dedi. Gözyaşları arka arkaya yanaklarına yuvarlanıyordu. Onları silme zahmetine girmedi. "Hayattasın!" dedi heyecanla karışık bir korkuyla. Yaşadığı duygu karmaşası, içimde uyanmaması gereken hisler uyandırıyordu. O kadar kötü durumdaydım ki ellerimi kullanabiliyor olsaydım ona sarılırdım. Sonrasında bunu yaptığım için kendimden nefret ederdim ama ona sımsıkı sarılırdım.

Dudaklarını saçlarımın üzerine korkuyla bastırdığında canım tüm bu işkencelerden daha çok yandı temasının bana hissettirdikleri yüzünden.

Bir şansımız olsun isterdim.

İğrenç, tehlikeli, toksik ve oldukça yanlıştık. Mide bulandırıcı bir ikiliydik. Bütün nefret söylemlerini hak ediyorduk. Arkadaşlarımın bana edeceği her türlü hakareti de öyle fakat o an için bunların hiçbiri umurumda değildi.

O yaşadığımın ona getirdiği rahatlama sayesinde bana her şeyiymişim gibi yaklaşırken bu dünyada hiç kimsede onunki gibi bir iz bırakamayacağımın daha çok farkına vardım. İkimiz için mutlu son diye bir şey yoktu, olmayacaktı ama bu hayattaki son dakikalarımı onunla geçirme imkânı bana sunulursa bundan mutluluk duyardım.

Saçlarımın üzerine dudaklarını daha sert bastırdı. Gözyaşları düşüp saçlarımın arasına karıştı. Geri çekildi, yüzüme baktı. Ben de gözlerinin içindeki yansımama baktım. Korkunç durumdaydım. "Sana ne yaptılar böyle?" diye sordu ağladığı için tiz çıkan sesiyle.

"Milat," dedim kurumuş dudaklarımı zar zor birbirinden ayırabildiğimde. "Lütfen öldür beni."

Kimseye bir zarar gelmeden ölüp gitmem gerekliydi ve bunu yapan kişinin Hermes ya da Altair olmasını istemiyordum.

Onun elinden ölmek, elimdeki seçeneklerin en güzeliydi.

Artık kurtulmak istediğimden emin bile değildim.

"Dünden beri seni arıyorum," dedi ağlamaya devam ederek. "Her yerde, sevgilim. Her yerde. Ulaşamadım bir türlü. Ama öldüğüne inanmadım. Sen ölemezsin Can. Benden önce asla ölemezsin. Bunu sakın aklından çıkarma." Boğuk boğuk çıkan sesi, hıçkırıklarıyla kesildi.

"Milat," dedim, gözlerimi yüzüne zorlukla odaklayabildiğimde. "Ya beni öldüreceksin ya da onu. Başka yolu yok."

Ona kendi babasını öldürtecektim.

Yüzündeki yaraları gördüğümde konuşma yetim bedenimden çekilip gitti. İlk aklıma gelen ihtimal babasının ona zarar vermiş olabileceğiydi fakat Altair benimle fazlasıyla meşgulken ona vakit ayıracak bir adam değildi.

Bizimkiler ona ulaşmış olabilir miydi?

Aramızda bunu yapabilecek tek bir isim tanıyordum.

"Mila mı?" diye sordum, açıkça dudağının kenarındaki yaraya bakarken. Asya'nın adı bildiğim kadarıyla ifşa olmamış durumdaydı, bu yüzden gerçek adını kullanmamayı son anda akıl edebilmiştim.

Başını aşağı yukarı salladı. Hâlâ ağlıyordu. Öyle çaresiz bir ağlayışı vardı ki sanki dördüncü evre kanser olduğumu öğrenmiştik de son nefesimi vereceğim ana birlikte geri sayım yapıyorduk. Yaşamam onu yeterince rahatlatmamıştı. Elinde olsaydı beni bu duruma asla sokmazdı

"Bana bir kaza geçirdiğini o söyledi. Araban şarampole yuvarlanmış."

Korkunç saniyeler yeniden zihnimi tırmalamaya başladı. Elini çeneme uzatıp yüzümü kavradı. Ben ona dokunamıyordum ve bu oldukça sinir bozucu olmaya başlamıştı. O ilaç iflahımı kurutana kadar canımı yaktığı için çok fazla debelenmiştim. Bu yüzden bileklerimde ciddi kesikler vardı. Yine de ellerimi hareket ettirebilsem acıma aldırmadan onun yüzünü kavrardım.

"Yaşıyorsun," dedi yeniden. Dizlerinin üzerine çöktü. Yüzlerimiz arasındaki mesafeyi azalttı ve gözlerimin içine daha yakından baktı. Şiş gözlerim, tam olarak aralanamıyordu ama o görmesi gereken her şeyi orada görüyordu.

Yanağımı öptü. Alnımı, şakağımı, sonra diğer yanağımı. Normal hayatlar süren iki sevgiliymişiz gibi öpücüklere boğdu beni. Ardından dudaklarını dudaklarıma sürttü. Bir yudum suya duyduğum ihtiyaç ne kadar çoksa onu öpmek için duyduğum ihtiyaç da o kadar çoktu o an. Ölümün kıyısında sallanıyordum ve bana bir ruh üfleyebilecek tek şeyin o olduğunu düşünüyordum.

Manipülasyonlarının kurbanı olmuştum. Onu da manipülasyonlarımın kurbanı etmiştim. Galip değildik. İkimiz de mağluptuk. Böyle olmaması gerektiğini biliyorduk ama kadere müdahale edemiyorduk. İkimizin de kazanmaya dair bir takıntısı vardı ama burada birlikte yenilmeyi seçiyorduk. Gücümüz bundan fazlasına yetmemişti.

Yetmemiş miydi? Her zaman daha fazlası olduğumuzu sanırdım. Böyle mi bitecekti?

Dudakları dudaklarıma bir kez daha sürtündü. "Seni kurtaracağım."

Yorgunlukla gülümsedim. "Beni sen öldürdün."

"Hayır, Can." Bunu duymaya hazır değildi. Onun yüzünden burada olduğumı biliyordu fakat bu gerçeği benden duymaya tahammülü yoktu. "Hayır. Senin adın Can, unuttun mu? Bana intiharı anlayamadığını söylediğinde yaptığımız konuşmayı hatırlıyor musun?"

"Çok şey değişti," dedim yalnızca.

"Hiçbir şey değişmedi." Yüzümü yeniden soğuk avucunun içine aldı. Dokunuşundan nefret ediyordum. Böyle hissettirmemesi gerekirdi. "Ne pahasına olursa olsun seni buradan çıkaracağım. Sadece hemen değil. Bunu şu an yapamam, beni anlıyor musun? Bunu tek başıma yapamam."

"İşler nasıl bu hale gelmiş?" diye sordum. "Seninle bir ilgisi yok, değil mi?"

"Selma," dedi. "Selma babama seninle benim aramda bir şeyler olduğunu söylemiş."

"Ve?"

"Ölecek," dedi. Buraya girdiğinden beri ilk kez gözlerinde onun gerçekte kim olduğunu hatırlatan bir karanlık belirdi.

"Ya Altair?"

"Herkes, Can."

Dudakları dudaklarımın üzerine kapandı. Çatlamaya yüz tutmuş dudaklarımı onunkilerle birlikte hareket ettirmeye zorlandım fakat kontrolü eline aldı ve beni yavaşça, uzun uzun öpmeye başladı. Bu ilk değildi ama sanki sondu. Benim sonumdu.

"Benim en sevdiğimden bir hayat çalındı," dedi hafifçe geri çekildiğinde. Annesini kastediyordu. "Aynısının yeniden yaşanmasına izin vermeyeceğim. Seni hayatta tutmanın bir yolunu bulacağım."

"Arkandan iş çevirdiler," dedim nefes nefese kalmışken. "O kadar güçlendin ki seni saf dışı bırakmak istediler. Belki de başından beri belliydi bu. Altair ve Hermes, seni oyundan çıkarmanın derdindeler. Onlar için yaptıklarına rağmen..."

"Etraf çok kalabalık," dedi, yanağımı yavaşça okşarken. "Kurdukları güvenlik duvarı hem benim için hem de seni almaya gelecekler için. Buraya saklanarak geldim. Bütün araziye itlerini salmış. Senelerdir onu izlemeseydim ben de tuzaklarına düşerdim. Birkaç kişiden yardım aldım. Bir çocuk varmış, senin yanındaymış. Fikri adı. Bana senin çok kötü durumda olduğunu söyledi."

"Bu kadar sağlam şekilde korunduğum halde neden kameralarla izlenmiyorum?" Bu mevzu kafamı ciddi şekilde kurcalıyordu. "Beni izliyor olsa Fikri ile konuşmama müdahale edebilirdi. Ya da seni görüp yanıma gelebilirdi..." Işıklar aynı anda yandı. "Geliyor. Buraya geliyor. Sessiz kalıp izledi. Hep yaptığı gibi. Herkesle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Test ediyor, deniyor. Varacağı yeri merak ediyor. Ne kadar ileri gidebileceğini görmek istiyor. Buradan gitmelisin. Hemen. Altair onu öldürmeden önce Fikri'yi bul. O kötü biri değil. Gerçi, bu seni niye ilgilendirsin ki..." Aklımı kaçırmak üzereydim. "Bir şeyler yapmalısın!"

"Beni görüyor olsa seninle vakit geçirmeme izin vereceğini sanmıyorum.

"Gitmelisin."

"Birazdan gideceğim ve yeniden geldiğimde burayı cehenneme çevireceğim."

"Seni öldürecek." Bu ihtimal, kaşlarımı çatmama sebep oldu. "Bir cezayı hak ettiğini düşünecek. Benim için değil, kendin için ondan önce davranmalısın."

"Altair'den bir adım önde olmak pek mümkün değildir Can."

"Elinde kimse kalmadı mı?" diye sordum. "Senin ve onun arasında kalan herkes onu mu seçer? Güvendiğin kimse yok mu?"

"Hiç kimse," dedi delici bir keskinlikle. Selma'dan aldığı darbe yüzünden böyle söylüyordu. Eğer sorsaydım ona hiçbir zaman güvenmediğini söylerdi ama ben onun adını ağzına alırken yaşadığı hayal kırıklığını görmüştüm. Sırtına aldığı darbe, yakmaya çalıştığım intikam ateşini bir benzin gibi harlamış durumdaydı. "Arkadaşların mantıklı bir seçenek mi? Mila'nın düşünce yapısını iyi kötü çözmüş durumdayım ama Görkem Duman'la karşı karşıya gelmek almam gereken bir risk mi?"

"Onları bulaştırma," dedim. "İyi olduğumu bilsinler yeter. Anlattıklarına göre ben bir yemim Milat. Oltaya gelmesinler."

"Can..."

"Bunu amaçlıyor olmalı," dedim. "Bana devamlı onların yerini soruyor. Beni hâlâ öldürmediğine göre bir koz olarak elinde tutuyor. Ya onları benimle tehdit edecek ya da hiç konuşmayacak, doğrudan dışarıdaki adamlarına herkesin kafasına sıkma emri verecek. Bunun olmasına izin verme."

"Bana sadece Görkem Duman'a güvenip güvenmediğini söyle."

"Bu hayatta ondan daha çok güvendiğim hiç kimse yok." Kaburgalarımı acıtacak derinlikte bir nefes aldım. "Ama o seni gözünün yaşına bakmadan harcar. O benim için herkesi harcar."

"Can, aynı rahmi paylaştığım kardeşim harcadı beni. Sence bir başkası canımı acıtabilir mi?"

Altair'e duyduğu öfke yüzünden neler yapabileceğini biliyordum. En başından beri en büyük emeli ondan kurtulmaktı. Eline bir fırsat geçerse bunu kullanırdı. İşler inceldiği yerden kopardı. Yalnız Hermes onun için kırmızı çizgiydi. Onu asıp keseceğini söyleyebilirdi ama beni buna inandıramazdı. Benim için şu an muhtemelen Mahşer'i bile karşısına alabileceğini düşünüyordu. Alamazdı.

Bizimkiler ona zarar verirse Vega onların yanında olmayı saniyesinde bırakırdı. Bütün zehrini ise arkadaşlarıma yönlendirirdi. Görkem ve Hermes'in aynı karede yer alacağı başka bir sahnenin içinde ikisinden birinin ölmeme ihtimali sıfırdı. Bu da Vega ile Analizcilerin iş birliğinin tehlikesini gözler önüne seriyordu. Birlikte çok güçlü olurlardı fakat günün sonunda içlerinden birinin mezara gitmeme ihtimali yoktu.

Düşüncelerimi toparlayamıyordum. Bir yol bulmalıydım fakat o kadar bitkindim ki zihnimde kalan son kırıntıların üzerinde dans ediyormuşum gibi bir hafiflik çöküyordu üstüme. Bu kadın, kalbimi çarptırmıyor olsaydı muhtemelen bir kez daha bayılmış olurdum.

"Savaşın ortasında taraf değiştirmek akıl kârı değil," dedim. Onu düşünüyormuş gibi yapmak istedim. "Her türlü zarar göreceksin. Benim istediğim bu değil. Hiçbir zaman bu olmadı."

"O akıl hastanesine geri dönmek istiyorum," diye bir cümle çıktı dudaklarından, büyük bir özlemle. Gözleri dolduğunda daha önce kestiği bileklerine kısa bir bakış attı. Benim için kendi kanını dökmüş bir kadın, önüne çıkan herkesin kanını da dökebilirdi. Böyle düşününce Hermes'i de çiğneyebilmesinin ihtimali aklımı kurcalıyordu ama bunu beklemek, kumar oynamak olurdu. O yüzden onu arkadaşlarımdan uzak tutabileceğim bir senaryo varsa ona iki elle sarılırdım. "Seninle sessizce oturmayı bu dünyanın tüm gürültüsüne tercih ederim Can. Her şeyi anlamlandırmaya başladığın ilk andan beri benim tarafım zaten değişmişti."

"O zaman bir cesede bakıyordum."

"Ve onu kendini öldürmesi için cesaretlendiren kişiyi düşünüyordun, yani beni. Sana intihar demelerine rağmen hem de... Sanırım seninle ilgili en sevdiğim şey de bu. Kendi anladığını başkalarının söylediklerinin önüne koyuyorsun. O ekibin içinde istesen tanrı rolünü oynayabilirsin ama sen gizlenmeyi seçiyorsun. Yalnızca en zekiler böyle yapar."

Beni kendiyle kıyaslıyor, ortak noktalarımızın altını kırmızı kalemle çizmeye çalışıyordu. Pohpohlama, manipüle için etkili bir yöntem olsa da o beni aslında pohpohlamıyordu. Gerçekten bana baktığında gördüğü buydu. Kimsenin görmediği o adamdı. Annem ve babamın deli gibi korktuğu yanımı o deli gibi seviyordu.

Belki de ben zamanında o akıl hastanesine kapatılmalıydım. Çürüktüm, tehlikeliydim, zehirliydim. Asıl zeki olanlar, benden korkanlardı. Ben gerçekten de dışarıda olmaması gereken biriydim. İnsanları düşüncelerime göre sessizce yönlendirirdim. Bu direktiflerimin onların kendilerini öldürmeleriyle sonuçlanmaması, beni Milat'tan ayıran belki de tek şeydi.

Söylediklerinde haklı mıydı? Biz aynı hamurdan mıydık?

"Sen beni kandırmayı başarabilen ilk kişiydin," diye itiraf ettim. "Orada yaptığın role inandırmıştın beni. Geçmişini unuttuğunu sanıyordum. Ben yalanları yakalarım, bunu biliyorsun. Seninkini yakalayamama sebebim, bütün kalbinle bunu istemendi. Sıfırdan bir hayat için her şeyini verirdin."

"Aklımı en sık kurcalayan soru, o halimde kalmış olsaydım seninle bir şansımın olup olmayacağı sanırım." Acıyla gülümsedi. "Ben hastanedeyken bu bağın tehlikeli hale geldiğini fark etmiş ve beni bir daha görmemeye karar vermiştin. Düşünüyorum da işler oraya varmamış olsaydı yine de aklında yer edinmeyi başarabilir miydim? Öyle olsaydı yalandan bir hayatı senin için sürdürmekten gocunmazdım, buna eminim."

"Öyle kalamazdın," dedim. "Sen, yaptığın şeyleri bana göstermeden duramazdın. Seni bir başka kimlikle değil sen olarak kabul etmemi istiyorsun çünkü."

Gülümsemesi genişlerken bana aşktan ölecek birinin gözleriyle baktı. Bu bakışı hastane koridorunda dikilip Asya'yı bekleyen Görkem'den tanıyordum. İçinde dağlar devriliyor, volkanlar patlıyor ve yangınlar çıkıyordu ama bu gözlerine yalnızca sessiz bir çığlık olarak yansıyordu. Kalp hayatta kalmayı sağlayan basit denilebilecek bir sistemle çalışırdı fakat insanoğlu o sistemi karmaşıklaştırmaya bayılırdı. Ana atar damarın üzerine bir başkasının adını yazmak uğrunaydı bütün nefeslerimiz sanki. Hepimiz aşık olduğumuzda aslında kendimizin katiline dönüşüyorduk. Seni öldürebilecek gücü bir başkasına kendi elinle vermek ile intihar etmek arasında hiçbir fark yoktu.

Aşık olmak, intihar etmek demekti.

"Ediyor musun peki?" Sesi neredeyse utangaç çıktı. Bunu duymak hayatında hiçbir şeyi değiştirmeyecekti ama en zor zamanında bile sorumun cevabına tutunmak isteyeceğini biliyordum.

"Ben sana aşık oldum, Milat," dedim. "Bundan nefret ediyor olmam, gerçeği değiştirmiyor."

Gözlerinin rengi bu dünyada gördüğüm en güzel şeydi. O gözlerin daha önce gördükleri ise ondan ettiğim nefretin sebebiydi.

Yara içindeki yüzümü bir süre izledi. Dudaklarını araladığında ses tonunun altında bir mayın tarlası gizliydi. "Diyelim ki gitmek için bir şans geçti elimize. Diyelim ki kurtulduk bu hayattan..."

"Seninle gelir miydim? Evet, gelirdim."

Bir arabayla kaçacaksak direksiyonu kırar ve o arabayı şarampole yuvarlardım. Gemi ile kaçacaksak kaptanı öldürür, dümenin başına geçer ve gemiyi bir yerlere çarpardım. Denizde ölmek güzel olurdu. Analizciler arasındaki sembolüm olan filikanın bir kaza durumunda gemiden güvenle ayrılmak için mevcut olduğunu biliyordum. Filika yanalı çok olmuştu, yalnızca bunu henüz ilan etmediği için kimse ortadaki gerçeği görmüyordu.

Ölüyordum. Ölecektim

Benim için kimse gelmemeliydi.

"Çıkar beni buradan," dedim. "Eğer arkadaşlarımı bu işe bulaştırırsan beni sana bırakmazlar."

"Yapabileceğim bir şey olsa zaten yapardım. Tek başımayım, Can. Zamanında Hermes'in de kalbini kaptırdığı biri olmuştu. Sen kurtuldun o arabadan ama o senin kadar şanslı değildi. Altair onun fişini çekti. Senin başına başka bir şey gelmesi de an meselesi. Zamanla yarıştığımızı bilerek geldim yanına. Buna rağmen edeceğimiz fazladan iki kelime için kendi hayatımı bile riske atıyorum."

"Rahat bir nefes alabilmek için babanı öldürmek zorundasın," dedim gözlerinin içine bakarak. Göz bebekleri büyüdüğünde oradaki yansımam da büyüdü. "Annen için, Hermes için, benim için... O ölmeden bu iş bitmeyecek."

"Bunu yapması gereken sendin," dedi, aniden beliren öfkesiyle. "Kuralı değiştirdin Can. Sana sırf benimle konuşmaya devam et diye bir temenni vermiştim. Başka bir ceset bulmadın binaların önünde, kimseyi öldürmedim. Önce beni durdurdun, sonra bana bir tasma taktın ve şimdi de beni kiralık katil olarak mı kullanacaksın?"

"Kanlı ellerinle bana beni bir kurtarıcı olarak gördüğün için uzandın," dedim. "Ve şimdi ellerini kana bulamadan beni buradan çıkaramazsın. Oyun oynamıyorum, sadece bu şekilde ölmek istemiyorum."

Ellerimdeki kelepçeleri çekiştirerek dikkatini o yöne çektim. "Bana bir şey olursa sen kaybedersin. Arkadaşlarıma bir şey olursa yine sen kaybedersin. Babana isyan etmek için başladığın bu işten mağlup çıkmak istemezsin. Düşün, Milat. Her şeyin bittiğini düşün. Bu Piramit, ayağına pranga senin. Ve ben en başından beri bunu bitirebilecek kişiyim. Sana olması gerekeni söylüyorum. Arkadaşlarımı bulaştırma, onu öldür ve beni buradan çıkar. Sonrasına birlikte bakarız, tamam mı?"

"Yapabilseydim çoktan yapardım." Derin bir nefes aldı. "Onu tanımıyorsun."

"Beni seni kullanarak ayağına çağırdığını ve bir tırla aracıma çarptığını biliyorum," dedim. "Beni öldürmeye çalıştığını ve bunu yapmadan bırakmayacağını da biliyorum. Belki de çabalamaktan vazgeçmeliyiz. Veda vaktimiz gelmiş olabilir."

"Karşısına çıkarsam bunu benim yapmamı isteyebilir," dedi yavaşça. "Bana seni öldürmemi emredebilir."

Aklını avuçlarımın içinde tuttuğumun bilinciyle gülümsedim. Sonra parmaklarımı yavaşça beyninin kıvrımlarına saplayıp onu ele geçirecek bir sesle konuştum. "Bu hoşuma giderdi."

"Seni öldürmem mi?"

"Senin elinden ölmek," dedim. "Onun ömrümü çalacağı bir kurşundansa senin sonum olmanı tercih ederim."

Hisleriyle bir oyun hamuru gibi oynuyordum. "Ben de aynı şekilde," dedi. "Bu beni mutlu ederdi."

"Neyse ki seni vurmam."

"Sen tetiği çekersin ama silahı tutan ben olurum."

Bunun ne anlama geldiğini algılayamadığım için kaşlarım çatıldı. "Seninle bir satranç maçı yapmadan ölmek istemem," diye devam etti. "Yine de eğer bu olursa, Yıldız'ı bul olur mu?"

"Yıldız?"

"Kliniğin önünde sevdiğim kedi," dedi. "Nova'da bana hediye ettiğin... Ona gözüm gibi bakacağımı söylemiştim. Bakıyorum Can. Büyüdü ve ilgi bağımlısı bile oldu hatta."

"Nerede Yıldız?"

"Kilyos'taki evde."

Bana evin tam adresini vermesi, içimde büyük bir huzursuzluk hissinin uyanmasına sebep oldu. Çünkü bakışları değişmiş, gözleri dolmuştu.

"Neden veda ediyorsun?" diye sordum. "Ya da aklından ne geçirdiğini mi sormalıyım?"

"Bu saatten sonra her şey olabilir," dedi. "Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Umarım annemin yanına gideceksem bile o adamı yenerek giderim. Pes etmedim ama her gün pes etmeyi dilediğim bir hayat geçirdim. Zaten her şeyin sebebinin bu olduğunu biliyorsun. Savaşmayı bırakmak isteyenleri yaşamaya cesaretlendirmek eziyet. İnsanlara asıl ölmek için biraz cesaret gerek."

"Milat..."

"Söz veriyorum, sana bir şey olmayacak." Yavaşça yanağımı okşadı. "Söz veriyorum," diye yineledi. "Seni koruyacağım."

"Neden?" diye sordum gerçek bir merakla.

"Başına bunların gelmesinin sebebi benim ama ben seni, bir insanın bir insanı sevebileceği en garip şekilde sevdim. Sadece senden kaçmak hoşuma gitti, sadece sana yakalanmak istedim. Bana bir şeyler hissettirmiş olmanın bedelinin senin için böyle olmamasını dilerdim."

Aklından ne geçirdiğini anlayamadım ama gideceğini biliyordum. Birazdan kalkacak, arkasını dönecek ve gidecekti. Bunun onu son görüşüm olmasını istemiyordum. Başına bir şey gelme ihtimali, beni korkutuyordu. Onun bensiz ölmesinden korkuyordum.

Acı, zihnimi dumanlı bir camla filtrelemişti. Bütün inançlarım ve değerlerim o camın arkasında kalırken Milat, camın diğer tarafında berrak bir şekilde karşımdaydı. Ondan başka hiçbir şey göremeyecek hale getirmişti beni.

Beni yeniden öpeceğini hissettiğimde "Kelepçeyi çöz," dedim. "Bir tanesi yeter."

"Anlamadım."

"Arka cebimde bir tel toka var." Onu böyle bir amaç için saklamıyordum ama artık hiçbir amacımın anlamı olduğunu düşünmüyordum. "Elimi çöz. Sana dokunmam gerek."

Gözlerine şaşkınlıkla birlikte tutkunun da ateşi de yerleşti. Daha önce yapmam dediği şeyleri de yapacaktı artık benim için. Bunun farkındaydım. Birbirimizi tamamen ele geçirmiştik. Aklımdan geçen bir düşünce ona mı aitti yoksa bana mı, ayırt edemiyordum. Öyle ya da böyle onun kafasının içinde kendime bir taht kurmuştum ve onu ben yönetiyordum.

Dediği gibiydi. Bu noktada o tamamen benimdi. İstersem kuklam, istersem kiralık katilimdi.

Arka cebime elini soktuktan sonra oradaki tel tokayı çıkarttığında gözlerine küçük bir sorgulama ifadesi yerleşti. "Tedbir," dedim. "Hayat dersi. Tecrübe. Adına ne dersen de."

"Birinin tokasını cebinde taşıyor olmanı sonra konuşuruz."

Sonra diye bir şeyin olmayacağını ikimiz de biliyorduk ama gülümsedim ve onun beni kıskanmasından hoşlanıyormuşum gibi yaptım. Sol bileğimi biraz uğraşın ardından serbest bıraktıktan sonra yamulttuğu tel tokayı ön cebime soktu. Ardından kasıtlı olarak avucunu asla dokunmaması gereken bir yere bastırdı. Bu hamleyi beklemediğim için başımı aniden geriye attım ve diğer uzuvlarımdaki kelepçeler aynı anda ses çıkarttı.

Ensesini yakalayıp dudaklarımızı birleştirdim.

Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.

O kazadan sağ çıkmıştım ama benden geriye hiçbir şey kalmamıştı.

Onu yenememiştim. Altair'i alt etsem bile onu asla edemeyecektim. Ama aynı zamanda, onu benden başkasının yok etmesine de izin vermeyecektim.

Dişlerini dudaklarıma geçirip hoyratça hırpaladı beni. Yeterince yaram yokmuş gibi bir yenisini o açtı. Elini üzerime eğilmek için göğsüme bastırdığında avucunun tam altında kuru bir zemin çatırdayarak parçalanmaya başladı. Beni yok edecek depremin başladığını hissettim. Geri dönüşsüz bir yoldu bu. Her şey bitecekti. Her şey bittiğinde biz de bitecektik.

Yanağını kavradım. Onu öptükçe kendimden tiksindim. Beni öptükçe ondan tiksindim. Göğsüm her şişip indiğinde canım yanıyordu. Oraya yerleştirdiği eli yüzünden acım ona katlanıyordu ama bu beni bir şekilde diri tutuyordu.

"Özür dilerim," dedi nefesi kesilerek geri çekildiğinde. Dudaklarıma küçük, diğeriyle hiç alakası olmayan bir öpücük bıraktı. "Özür dilerim sevgilim."

"Seni anlıyorum." Bunu söylememin onun için nasıl yüce bir anlam ifade edeceğini biliyordum. Affetmiyordum, hak vermiyordum, onu suçlamıyordum. Hiçbiri değildi çünkü benden duymak istediği. "Anlıyorum, Milat."

"Çok özür dilerim," dedi gözünden bir damla daha yaş aktığında. "Yemin ederim iyileşeceksin. Bu kadarı çok ağır, biliyorum ama daha fazlasına izin vermeyeceğim."

"Asla iyileşemeyeceğim," dedim. "Artık her yerim izlerin."

"Sana aşık olup her şeyi mahvettim," dedi. "Ve bu hayatımda yaptığım en iyi şeydi." Son bir öpücüğün ardından doğruldu ve bana baktı. "Sen sadece dişini sık," dedi kapıya doğru yürümeye başlamadan önce. "Gerisini ben halledeceğim."

"Elimi yeniden bağla da kimse geldiğini anlamasın. Bıraktıkları gibi kalmalıyım."

"Önemli değil," dedi omuzlarını kaldırıp indirerek. Tavrı, gözümün önüne bir soru işareti çizdi. Sonra soru işaretleri giderek çoğaldı çünkü şu an her şey belirsizdi. O gidecekti, bana ne olacaktı? Geri gelecek miydi? Planımız neydi? Ne yapmamız gerekliydi? "İyi olacaksın ve sana su getirmelerini sağlayacağım."

"Teşekkür ederim."

Acı içinde gülümsedi. "O zaman ben de iyi günler dilerim."




Kadın, kapıyı arkasından çekti ve adımlarını hızlandırdı. Buz gibiydi. Az önce damarlarında akan lavların aksine şimdi kanı donuyordu. Olmaktan korktuğu kişiden daha çok nefret ettiği bir şey varsa bu hayatta, o da en sevdiğinin o kişiye dönüşmesi ihtimaliydi.

O ihtimal, artık gerçeğin ta kendisiydi.

Açık havaya çıktı, karanlık gökyüzüne baktı. Gökyüzünün karanlığını yutmuş bir yılan, avını beklerken duvara yaslanmıştı. Vega Venom ya da Milat Kaman, tek bir kişiye av olmuştu bunca zaman. Bir başkasına olmazdı.

"Hermes," dedi. Normalde ikisi yalnızken Mahşer adını kullandığı da olurdu ama bugün karşısında aynı rahmi paylaştığı ikizi yoktu, yalnızca babasının oğlu vardı.

"Konuştun mu sevgilinle?"

O olmasaydı buraya giremezdi.

İkizi, önce Vega'nın arkasından babasıyla birlikte iş çevirmişti. Sonra ise babasının arkasından Vega için iş çevirmişti ve bunu bir söz karşılığında yapmıştı. Çünkü biliyordu, Vega sözünü tutardı.

"İşime burnunu sokmayacaksın," dedi Vega, Hermes'e dikkatle bakarak. Hermes onun dağılmış görüntüsünden biraz bile etkilenmemişti. Ona göre kardeşi tamamen aklını yitirmiş haldeydi. Üstelik kimliklerin tümünü bir polise ifşa etmişti.

Altair bunca zaman Vega'yı Hermes'ten üstün tutmuştu ama Hermes hiçbir zaman Vega kadar kusurlu olmamıştı, o böyle düşünüyordu. "En azından ben," diyordu içinden. "Bir polise aşık olup işleri batırmadım."

"Yirmi dört saat, Vega," dedi Hermes, kolundaki saate gözlerini dikerek.

"O kadar bile sürmeyecek," dedi Vega. "Sana Görkem Duman'ı getireceğim."

"Ben de o zamana kadar Can Günay'ın başına bir şey gelmemesini sağlayacağım."

"O zamana kadar, yanlış bir tabir Hermes." Vega, onun üzerine yürüdüğünde Hermes bir milim bile kıpırdamadan durmaya devam etti. "Görkem Duman'a karşılık Can Günay."

"Onu yalnızca sen gelene kadar korurum," dedi Hermes. "Görkem'i elime geçirdikten sonrası için hiçbir söz vermeyeceğim.

"Peki Can'ı nasıl koruyacaksın?" dedi kadın, emin olmak isteyerek. "Altair, değişen tavrını fark edecektir."

"Bizzat orada olmayacağım," dedi Hermes. "Onun başına en güvendiğim adamımı gözetmen olarak dikeceğim. Müdahale etmem gereken bir şey yaşanmadığı müddetçe içeriye girmeyeceğim. Bana güven, anlaşma anlaşmadır. Altair'in Can'a dokunmasına sen bana Görkem Duman'ı getirene kadar izin vermeyeceğim."

"Senin yapamadığını ben yaptığımda Altair benimle gurur duyacak."

"Vega," dedi Hermes, nefret dolu bir gülümseme ve hırstan kararmış gözleriyle. "Sen Altair için artık hiç kimsesin."

"Sen de benim için artık öylesin," dedi Vega. "Ama merak etme, abiciğim..." Aralarındaki dört dakikayı yalnızca küçümser bir ifade takındığı zaman kullanırdı. "Övgüyü almana izin vereceğim. Yalnızca Can Günay'ı alacak ve sonra buradan gideceğim."

"Bunu bildiğim için onu görmene izin verdim."

"Ben senden izin almadım."

"Aldın."

"Almadım."

"Yalnızca önümde diz çökmediğin kaldı," dedi Hermes. "Bir gün sen de çökeceksin."

"Siktir git."

"Yirmi dört saatin başladı. Umarım elinde mantıklı bir plan vardır ve benimle paylaşmıyor olma sebebin yalnızca seni bir kaşık suda boğmak istediğimi biliyor olmandır."

"Ona isimlerimizi ben söylemedim."

"Evet Vega, ben de babamdan hiç dayak yemedim."

"Hermes..."

"Git ve bana Görkem'i getir!"

"Arkamdan babamla iş çevirdin ve şimdi suçlu olan benmişim gibi davranıyorsun. Senden hiçbir şey yüzünden olmasa bile sadece o adamla iş yaptığın için bütün hayatım boyunca nefret edeceğim."

"Az laf, çok iş sevgili ikizim.

Ayaklarını yere vura vura uzaklaşmaya başladı kadın. Herkesi bir bir atlattı ve çevresini kontrol etti. Ardından telefonuna uzanıp bu yoldaki tek eşlikçisini aradı.

"Hermes, Görkem Duman'ı istiyor. Sizinle yüz yüze konuşmam gerek Mila. Yalnız öncesinde küçük bir işim var. Onu hallettikten sonra nereye geleyim?"




Akıl oyunları, bir esirin zihin zindanı, bir katilin takıntılı aşkı, Vega Venom ve Can Günay...

Selamlar, nasılsınız?

Fikir, teori, his, tahmin?

İkisi arasındaki iletişim, Analiz'in kurgusunun temelini oluşturduğu için mi yoksa sadece yazmayı sevdiğim için mi emin olamasam da çok keyif aldığım bir şey maalesef ki...

#AnalizWattpad etiketinin altına beklerim. Instagram ve Tiktok'ta da hesabım azraizguner. Beni etiketlerseniz sevinirimm, yoksa göremiyorum paylaşımlarınızı.

Sizi seviyorum. Can Günay'ı da öyle... (Sıfır objektiflik)

Kendinize iyi bakın. Görüşmek üzere. Teşekkürler ve iyi günler...

🔵🤝🔵


Yorumlar

  1. Vega ve Asya ikilisinin yaptıklarını görmek istiyorummmm

    YanıtlaSil
  2. vega yola geldi gibi ama göz göre göre kendini feda edecek olması...

    YanıtlaSil
  3. Vega bence artık ölmeli evet kendisi renk katan bir karakter gerek canla imkansızlıkları gerek aralarında olan ve vega nın zekası güzel ama artık bitmeli can sonra birini sever mu bilemiyorum ama doğrudan şaşıp bu işin Vega yla zaten olamaz yani şuan hak veriyor olmamız Vega yı haklamıyor ve son paragraftan da anladığım kadarıyla asya bu işe girmiş yani başrol olarak ki bunca şey yaşadıktan sonra Asya yı daha güçlü görmek için bu durumu o kurtarmalı elbette Vega da kendini feda falan edip ölebilir kim vurduya da gidebilir ancak günün sonunu görkemden ziyade daha temel anlamda Asya bitirmeli

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

42. "Son Çeyrek"

41. "Gökyüzü Penceresi"