2. "GELMEYENİ BEKLEMEK"
Bölüm şarkıları:
Nova Norda, Varım
Sedef Sebüktekin & Canozan, Sen İstersin
•🧁•
19.3 sayı, 3.2 ribaund ve 4.5 asist.
Maç başına istatistikleri bu şekildeydi Gençler Ligi'nin ilk yarısında.
Evet, adını Google'a yazıp biraz araştırmış olabilirdim Dorukhan Falay'ı. Ben çok araştırmamıştım da Google çok şey sunmuştu aslında bana. Yoksa büyütülecek bir şey yoktu yani ortada.
Doğum tarihi 12 Eylül 2004. 2024'ün başlarında olduğumuza göre 19 yaşında. Ayrıca İstanbul doğumlu.
Boy 1.87.
Bu kısmı yedi kez okudum. Benden yirmi beş santimcik uzun birisiydi.
4 numaralı forma giyiyordu ve garddı. 1 ve 2 numaralı pozisyonlarda oynayabiliyordu. Bunların ne demek olduğunu da araştırdım çünkü basketbol hakkındaki bilgilerim babamla izlediğim maçlarla sınırlıydı.
1 ve 2 numaralı pozisyonlar, üçlük çizgisinin dışındaydı. 1'e oyun kurucu deniliyordu ve görevi asist ağırlıklı olarak oynayıp takımı da oynatmaktı adından anlaşılacağı gibi. 2 numaraya ise şutör gard deniliyordu ve çoğunlukla maçın en çok skor üreten oyuncusu o oluyordu.
Dün gece yorgun kafayla tam olarak idrak edemeyince ekran fotoğrafını almıştım o sayfanın. Sabah otobüsle buraya gelirken de bir kez daha okumuştum.
Dediğim gibi, öyle çok araştırmamıştım yani.
Galerimde iki üç tane de Doruk'un basketbol oynarken çekilen fotoğrafının ekran görüntüsü vardı. O kadardı işte. Belki yarın öbür gün iyi haberlerini aldığımda bakıp gururlanırdım. Sadece bunun içindi.
Pişen elmalı kurabiyeleri fırından çıkarıp tezgâhın üzerine bıraktım. Biraz soğuduktan sonra üzerine pudra şekeri dökülmesi gerekiyordu. Bu işi yapmayı Naz çok seviyordu çünkü çorbada tuzu olacağına inanıyordu bu şekilde. Gelen benim yaşlarımda erkek müşterilere de hepsini benim yaptığımı söyleyip bol bol övüyordu elimin lezzetini.
Biraz çatlak birisiydi ama onu seviyordum.
Boş kafede kapının açılma sesini duyar duymaz başımı kaldırdım ve gözlerim her zaman olduğu gibi onu baştan aşağı süzmeye başladı.
"Naz Aslan is online!" Bunu söylerken bir elini havaya kaldırıp gözlerini kapattı zafer pozu verir gibi. Yanakları soğuktan kızarmıştı ama yüzündeki gülümsemeye bakacak olursak buna itirazı yoktu. Yine kombini gözüksün diye mont giymemişti.
Kahverengi kadife bir pantolon geçirmişti altına. Üzerinde baklava desenli, yoğunluklu olarak koyu yeşil ve kahve tonlarında oldukça bol bir kazak vardı. İçine de krem rengi boğazlı kazak giymişti. Açık kahve saçlarını dağınık bir topuz yapmıştı ve perçemleri yüzüne düşmüştü.
Onunla görüşmediğimiz günlerde bana üç fotoğraf gönderirdi. İlkinde kombinin nasıl olduğunu sorardı, ikincisinde komik bir surat ifadesiyle kameraya bakardı ve üçüncüsünde saçlarını tek omzunun üzerinde toplayıp saçlarımın ne kadar da turuncu olduğuna bak çabuk yazardı altına.
Saçları kızıl değildi, bakır değildi, turuncu hiç değildi. Bildiğimiz kahverengiydi ama o bunu kabullenmezdi pek.
Kulağından çıkardığı kulaklığını uzun askılı, kocaman kol çantasına attı. Moda tasarım öğrencisiydi, her yere defteriyle ve kalemleriyle giderdi bu yüzden de büyük çantalar onun vazgeçilmeziydi.
Bulduğu tüm boş anlarında burada çalışıyordu benimle. Harçlığını bu şekilde çıkarıyor, kazandığı parayı da kıyafetlere ya da kumaşlara yatırıyor sonra aç aç dolanıyordu etrafta.
"Günaydın gün ışığım," dedi sekerek yanıma gelirken. "Kör oldum yine seni görünce, ışığın bu insanlığa çok fazla." Tezgâhın arka tarafına gelince kapıyı ittirip az önce benim çıktığım mutfağa girdi. Geri döndüğünde çantası yoktu kolunda, bir de ellerini yıkamıştı içeride. "Hazırlamışsın yine kurabiyelerini." Yanağımdan bir makas aldı ve yanımdan geçip pudra şekerine uzandı.
Bugün yoğun bir gün olacağını tahmin ediyordum. Her zaman ben açıyordum burasını, mutfakta kurabiye kek pişirmek de çoğunlukla benim görevimdi. Bir kafeye bir ruh ne kadar adanıyorsa Visal'e o kadar adamıştım ruhumu çünkü elimde başka hiçbir şey yoktu.
Gülümsedim. "Günaydın Naz." Elimdeki telefonu siyah önlüğümün cebine atıp tezgâha yaslandım onun kurabiyelere son dokunuşu yapmasını izlerken.
"O telefonu biraz telaşla mı kapattın yoksa bana mı öyle geldi?" diye sordu bir kaşını kaldırarak.
Ona Dorukhan Falay'ın Instagram hesabına bakmak üzere olduğumu söyleyemezdim. "Sana bir şey anlatmam lazım," dedim bunun yerine.
Benim maksimum bir şeyleri içimde tutma sürem de bu kadardı işte.
"Ay çok ani girdin konuya, bir saniye." Kurabiyelerle işi bittiğinde sol tarafımızda kalan küçük vitrinin rafına koydu tepsiyi. Ardından aşağıdaki paketli tatlıları düzeltti ve sonra hızlıca doğruldu. "Hazırım, anlat hemen."
"Dün gece biriyle tanıştım." Ellerimi önlüğümün ceplerine soktuğum sırada yeşil gözlerini üzerime dikmişti.
"Erkek mi?" dedi neredeyse bağırarak. Başımla onayladığımda ellerini birbirine vurdu şok içinde. "Oha, sadece çizim yapmam gerektiği için bir güncük gelmedim ve sen beyaz atlı prensini mi buldun?" Omzumu tutup sarstı. "Oha, oha, oha."
"Hemen abartıyorsun her şeyi ya." Şimdi ona daha da abartması için malzeme verme zamanıydı. "Beyaz atlı prens değil de uh ah dev adam daha çok..."
"Siktir kızım!" Çok güzel yükseliyordu karşımda. Gülmeden edemedim. "Basketbolcu mu buldun bir de?"
"Yani, aslında ben buldum da denilemez. Gerçi denilebilir de. Bilmiyorum, aklındaki şeylerden dolayı değil de son zamanlarda yaşadığım en tuhaf olay olduğu için anlatıyorum bu hikâyeyi. Hep sen mi anlatacaksın canım?"
"Reklamı geç, reklamı geç," dedi eliyle bir sayfayı kenara kaydırıyormuş gibi yaparak. "Nerede oynuyormuş onu söyle."
Buraya nasıl tepki vereceğine hazırlıklıydım. Gülmemeye çalışarak ciddi bir ifade takındım. Biraz da umursamaz görünerek "Anadolu Efes ya," dedim. "Altyapıdan A takıma çıkma fırsatı olan birisiydi."
"Sen şaka yapıyorsun!" İri iri açtığı gözleri şoku atlatana kadar suratıma baktı ama ağzımı açmadım. Kolumu tutunca "Ciddisin," dedi daha fazla şaşırarak.
"Yine başladın," dedim keyiflendiğimi belli etmemeye çalışarak. Ona şimdiye dek anlattığım en havalı hikâye buydu, keyfini çıkarıyordum. Uzun zaman sonra benim de ona anlatacak bir şeyim olmuştu ve bu çok güzel hissettiriyordu. Çünkü normal insanlar sürekli olarak bir şeyler yaşardı, bense otobüse binip eve gider ve sonra yeniden otobüse binip buraya gelirdim.
Sıkıcı hayatımda kayda değer bir aksiyondu dün gece.
"İlk görüşte aşka inanır mısın?" diye sordu bana. Kocaman gülümsedi. "Seni boş ver, o inanır mıymış esas sorumuz bu."
"Nereden bileyim Naz?"
"Koluna imza attırdın mı?" dedi heyecanla. "Ee, ne zaman formasını alıyoruz sana? Ay resmen ünlü bir tanıdığın var artık, bizi ortamlara sokabilirsin demek mi bu? Tamam çok konuştum, ne zaman evleniyorsunuz şimdi siz?"
Uçmuştu. İlk defa bir erkeği ona anlattığım için ve onun da bir şeyleri abartmaya bayıldığını bildiğim için verdiği tüm tepkileri oldukça normal karşılıyordum. Birkaç saniye içinde ciddi ifadesine dönecekti, bunun da farkındaydım.
"Gelinliğini ben tasarlayacağım."
Başımı eğip iki yana sallarken güldüm ve yeniden ona baktığımda tahmin ettiğim gibi ciddileşmişti. "Feyza, hoşlandın mı ondan?"
Kaşlarımı çattım. Bunu düşünmemiştim ki. "Biraz muhabbet ettik, bir derdini dinledim sadece. Başka bir şey olmadı." Doğruydu söylediklerim, en azından ilk kısmı. Naz'dan bir şey saklama fikri beni rahatsız etti, bu yüzden devam ettim konuşmaya. "Birer kahve içtik. Sonra beni otobüs durağına bıraktı. Daha doğrusu otobüse koştuk birlikte."
"Yan yana mı koştunuz?" diye sordu olayı tamamen anlamak isteyerek. "Yoksa el ele mi koştunuz? Şu an neden el ele koşmuşsunuz gibi hissediyorum? Feyza gözlerini kaçırdın, oha Feyza el ele koştunuz. Oha eviniz yanıyor!"
"El ele koşmadık," diye düzelttim. "Daha çok bozulmuş bir arabanın bir çekiciye bağlanması gibiydi. Beni peşinde sürükledi desek daha doğru olacak."
"Adını sormayı unuttum heyecandan." Gözlerime baktı. "Neymiş çekicimizin adı?"
"Dorukhan Falay." Gözlerini kısıp bir ıslık çaldı ve kolumu dürttü yeniden.
"Feyza Feza Falez Falay," diye mırıldandı ağzının içinde. "Hiç bu kadar F'yi bir arada görmemiştim. Çok uzun oldu, senin soy ismini atıp deneyelim: Feyza Feza Falay. Yine 3F'li bir adın oldu, yine tekerleme gibi. Oldukça uyumlusunuz. Ben bunu kaderlerinizin bir olmasına yorumladım."
"Beni telli duvaklı gelin yapma çabanı birkaç dakikalığına kenara bırakabilir misin?"
"Tabii ki hayatım," dedi anlayışla. "Daha on sekizlik çıtırsın sen, her şeyin bir zamanı var."
Omzuna yumruğumu geçirirken hiç de yavaş olmaya çalışmadım. Yüzünü buruşturup vurduğum yeri ovaladı, sonra kıkırdamaya başladı. Benden iki yaş büyüktü ama çok nadiren böyle davranırdı. Etrafımızda kimse yokken iki çocuk gibi takılırdık genelde.
Ona attığım sert bakışlar sonrası omuzlarını düşürüp boğazını temizledi ve yeniden bana döndü. "Sen niye böylesin ya?" diye sordu birden. "Bak bizim gayet yakışıklı, boylu boslu, devamlı müşterilerimiz var. Neden onlara değil de hayatında belki de bir daha hiç görmeyeceğin bir çocuğa vuruluyorsun? Bok mu vardı Feyza?"
"Vurulmadım ki," dedim oldukça ciddi bir şekilde. "Hem sen boy bos görmemişsin." Bunu söylemeyi hiç ama hiç planlamamıştım. Dişleri görünecek şekilde sırıtmaya başladı karşımda.
Bir daha hiç görmemek mi? Bu fikir aklımın ucundan bile geçmemişti. Nedenini bilmesem de onu yeniden göreceğimi hissediyordum. Hayır, his değildi. Ben onu yeniden göreceğimden çok emindim. Hiçbir dayanağım olmamasına rağmen bu eminlik nereden geliyordu ben de anlam verememiştim.
"Kaçmış boyu?" diye sordu bana cilve yapar gibi bir sesle.
"1.87," dedim bir saniye bile duraksamadan.
"Ha bir de araştırdın yani?" Sahte bir acıma yerleşti bakışlarına. "Yandık desene."
Kolunun altına sıkıştırdığı gazetesiyle içeri giren Veysel amca beni kurtaran kişi olmuştu. Şimdi 7 numaralı masasına geçip kulağının arkasına sıkıştırdığı kalemi parmaklarının arasına alacak ve bulmaca çözecekti. Başındaki kasketi çıkarıp hafifçe öne eğilerek selamladı bizi. "Mutlu sabahlar hanımefendiler."
"Günaydın," dedik Naz'la aynı anda son heceyi uzatarak.
"Bir filtre kahve, iki de elmalı kurabiye alabilir miyim?" dedi gülümserken. Tuhaf bir damak zevkiydi onunki. Gazetesini eline alıp masaya ilerledi.
Bu sırada Naz yanaştı yanıma. "Ben hallederim, sen telefonda her ne yapıyorsan ona devam et."
Gözlerimi kaçırdım ama bu teklifi hiç de kaçırmadım. Ayağının altından çekilip mutfağa geçtim ve sandalyeye bıraktım kendimi. Önlüğümün cebinden çıkardığım köşesinde çeyrek bir daire şeklinde kırık olan telefonumu parmaklarımın arasına aldım. Babam kapıdan girdiğim anda boynumu tutup benimle şakalaşarak güreşmeye başladığında cebimden kayıp düşmüştü aylar önce.
Instagram hesabıma giriş yaptım ve adını arattım doğrudan. Kullanıcı adında fazlalık olan hiçbir şey yoktu. dorukhanfalay şeklindeydi. 9 bine yakın takipçisi vardı. Biyografi kısmında oynadığı takım etiketliydi.
Sayfayı kaydırıp aşağı doğru indim. İlk fotoğraf küçüklüğüne aitti. Bir basketbol sahasında, yanında kendi boyu kadar bir kadınla çekilmişti. En fazla on iki on üç yaşlarında olmalıydı. Siyah beyaz efektli postun altında ablam yazıyordu, yanında da kırmızı bir kalp vardı.
Bir başka fotoğrafta bu defa on beş yaşlarında olduğunu tahmin ettim. Üzerinde forması vardı. Yüzü hafif karanlıkta kalmıştı ama ciddi duruyordu.
Bakmaya devam ettim postlara. Yanında simsiyah saçları olan bir erkek vardı. Muhtemelen takımdan arkadaşıydı. İkisi de ellerini yumruk yapmış, kameraya doğru sallıyorlardı gülerek.
Diğerinde kırmızı beyaz formalıydı. Boynundaki madalyanın ucunu ısırırken kameraya gülümsemişti. Gamzesi belli etmişti kendini. U16, U18 gibi takımlarda oynamıştı anladığım kadarıyla.
Çoklu bir posttu bu. Kaydırdıkça milli takım arkadaşlarıyla olan samimi pozlarını gördüm. Birinde kafası yanındaki çocuğun kolunun altındaydı. Biri galibiyet anına aitti, onun ve siyah saçlı arkadaşının havada çarpışırlarken yakalanan bir fotoğrafıydı.
Bir başka postun altında benim melekler yazıyordu ve kucağında bir kız bir de erkek çocuğu vardı. İkisi de üzerine bol gelen 4 numaralı formalar giyiyorlardı. Yakın tarihliydi.
Sonuncusunda ise yalnızdı. Elinde bir joystick vardı ve koltukta oturuyordu. Saçları bağımsızlığını ilan etmiş, sağa sola dağılmıştı. Üzerinde gri bir sweatshirt, altında siyah bir eşofman vardı. Kamera alt açıda tutulduğundan bacakları iki metre gibi çıkmıştı. Ciddi ifadesi, hafif çatık kaşlarıyla kadraja değil de diğer tarafa bakıyor oluşu gerçekten habersiz çekildiğini düşünmeme sebep oldu.
Fotojenik biri olmasına rağmen çok az fotoğrafı vardı. Çoğu da çevresindekilerle olan anılardan oluşuyordu. Sanırım kendini paylaşmayı pek sevmiyordu.
Halbuki birazcık düzen getirse hesabına takipçi sayısı anında fırlardı çünkü yakışıklı biriydi. Yalnızca bunu doğru şekilde kullanmayı bilmiyordu. Sosyal medya, tanınırlık için en önemli faktördü ama o bunu kafasına takıyor gibi görünmüyordu.
Üç beş postuna bakarak çocuğun karakterini yorumlama çabam da çok saçmaydı ama vakit geçiriyordum işte.
Bir anda kapıda Naz'ın belirmesiyle birlikte irkilip gözlerimi kocaman açarak ona döndüm. "Allah'ın varsa bana da gösterirsin fotoğrafını." Üzerime üzerime yürümüştü bunu söylerken.
"Al bak," dedim teslim olarak. "Yanlışlıkla beğenirsen kafanı kopartırım."
"Çocuğun fotoğrafına binlerce beğeni geliyordur, seninkini mi ayıklayacak içinden tek tek." Düşünmeden söylediği cümle üzerine gerçek dünyaya dönmüş oldum. Haklıydı. Saçmalamıştım. "Yani," dedi hızlıca. "Ben öyle bir şey yapmam, profesyonelimdir demek istedim." Konuyu çevirmeye çalışıyordu. "Yoksa belki de dm kutusuna çökmeni bekliyordur. Ben nereden bileyim ilişkiniz şu an hangi boyutta? Belki de o çoktan bakmıştır hesabına."
Hesabım açıktı ama Doruk'un bundan haberi olduğunu sanmıyordum. Niye olacaktı ki? Çok abartmıştım ben, kısmen ünlü biriyle tanışınca heyecan yapmıştım. Bu kadardı. Heyecanla formayı alacağı günü bekliyordum sadece.
"Ne ilişkisi ya?" diye tersledim Naz'ı. "Belki de her gece birilerinin iş yerinin önünde ağlıyordur da çalışanlar görüp bunu teselli ediyordur. Nereden bilelim değil mi?"
"Ama sen bana parça parça mı anlatacaksın böyle her şeyi?" Sinirle telefonumu masaya bırakacakken son anda elini yavaşlatmış, kibar bir şekilde telefonu koyup sonra yumruğunu masaya vurmuştu. Bu hareketi beni gülümsetti. "Çocukcağız sokaklarda hüngür şakır ağladı, bana sığındı kedi gibi de ben de kıyamayıp sıcacık kahve yapıp ellerimle içirdim ona desene Feyza. Romantik romantik şeyler canlansın kafamda."
"Böyle olmadı ki," dedim omuzlarımı kaldırarak. Aslında bazı kısımlar harici kafasında kurduğu senaryo yanlış sayılmazdı. Özellikle kediye benzediği kısmına katılıyordum. 1.87'lik bir kediydi sadece.
"Ama ağlıyordu?" dedi onayımı beklerken. Başımı salladığım an tüm alaycı ifadesi silindi ve yerini buruk gülümsemesi aldı. "Onunla en savunmasız halinde tanışmışsın. Belki de düşündüğümden daha derin bir hikâye olacaktır sizinki."
"Yükselip durma," dedim. "Bir daha görüşmeyeceksiniz demedin mi daha az önce? Ne hikâyesi ne derini? Al bak fotoğrafına sonra da kapatalım konuyu. İşimiz gücümüz var. Batı abi eşine kaşarlı simit almaya gelecek birazdan."
İşim gücüm müşterilerimin kaçta kime ne alacağını ezberlemekti. Buna bayılıyordum. Rutinlerini bilmeyi, bana gülümsemelerini, aramızda oluşan güzel bağları seviyordum. Farklı hayat hikâyelerinde ara sıra gördükleri güler yüzlü yan karakter olmaktı görevim. Çok memnundum bundan.
"Feyza kızım," diye bir ses geldi içeriden. Hızlıca yerimden kalkıp Naz'ı telefonumla baş başa bıraktım ve mutfaktan çıkıp köşeli tezgâhın arkasındaki yerime geçtim. Duvara dayanan sol kısımda kasa bulunuyordu. Veysel amca da kasa tarafındaki cam kenarında oturduğu için o bölüme geçtim.
"Buyur Veysel amca."
Gazetesini açıp silkeledi, sonra kıvırıp katladı. Gözlüklerini gözlerine doğru ittirdi ardından elindeki sayfayı kaldırıp bana doğru çevirdi. "Şu hanım kızımızın adı neydi? Sen biliyorsundur."
Elindeki kalemi sol köşedeki siyah beyaz resmin üzerine doğru vuruyordu. Bulmaca sayfasının neredeyse yarısı çözülmüştü. Harfleri kocaman kocaman yazıyordu. Buradan kalktığında mutlaka bulmacasını sonuna dek bitirmiş olurdu. Onun hakkındaki düşüncelerimden uzaklaşıp tezgâha ellerimi yasladım ve uzanabildiğim kadar öne uzanıp fotoğrafı yakından görmeye çalıştım.
"Oynaklı oynaklı bir şarkısı vardı bunun." Attığım kahkahayı durduramadım, neyse ki bu önemli değildi çünkü Veysel amca pamuk gibi bir adamdı. Benimle birlikte gülmeye başladı. "Bir yerlerde görmüştüm ama hatırlayamadım ismini."
"Aleyna Tilki," dediğimde gözleri ışıldadı.
"Heh, yaşa."
Dedemi kaybetmemin üzerinden az bir zaman geçtiğinden midir nedir, ona karşı ayrı bir sevgi vardı içimde. Dünya tatlısı bir adamdı. Çocuk gibi de sevinmişti cevabı söylediğimde.
"Pişt," dedi Naz, diğer köşeden sesleniyordu. Hızlı adımlarla yanına gittiğimde yüzünde geniş bir gülümseme vardı. "Yemin ederim hiçbir şeyi beğenmedim, takip isteği de atmadım." Tebrik etmemi falan mı bekliyordu? "Çok zor tuttum kendimi. Çabuk telefonu al elimden." Anladım, onu bir şey yapmasın diye engellememi bekliyordu.
Telefonu alıp cebime attım. "Fena değilmiş," dedi. Ellerini çırptı sonra. "Şaka şaka, afetmiş. Tam senlik. Yanına çok yakışır kesin."
Bana evde kalmış muamelesi yapmasını, utanmasa beni gördüğü ilk erkek sinekle yakıştıracak olmasını artık garipsemiyordum. Bir süre sonra alışmıştım her şeye.
"İçeride yumruğumu ağzıma sokup çığlık atmamaya çalıştım gördüğüm an. Beklediğimden çok çok daha iyiydi, yalan yok. Bundan sonra en büyük destekçiniz benim."
"Senden başka yaşananları bilen varmış gibi konuşuyorsun." Kapıdan içeri adımını atan Batı abiyle birlikte odağımı Naz'dan çekip tuzluların bulunduğu vitrine çevirdim. Simitleri ve poğaçaları üst sokaktaki fırından alıyorduk. İçine kaşar, domates veya peynir kesip görüntüsünü süslemek ve fiyatını arttırıp satmak zorundaydık.
Kafe Visal'in müdahale edemeyeceğim kuralları vardı ne yazık ki. Bir de buranın sahibi Firuzan ablanın evlat olsa sevilmeyecek bir oğlu vardı ki o konuya hiç girmiyordum bile.
Onu düşünmek bile tüylerimi ürpertiyordu.
"Belki de Doruk da aynı senin bana yaptığın gibi yaşananları arkadaşlarına anlatıyordur," diye devam etti kaldığı yerden Naz fısıldayarak. Sonra güler yüzüyle "Günaydın, hoş geldiniz," dedi Batı abiye dönerek.
"Hoş bulduk efendim," dedi Batı abi İstanbul beyefendisi tavrıyla. Oldukça neşeli bir adamdı. Babamdan sonra da karısına en aşık olan adam unvanını taşıyordu gözümde. Müthiş bir ilişkileri vardı. "İki espresso alayım, iki de kaşarlı simit lütfen."
Naz fişi kesmek üzere kasaya ilerlerken ben de kese kağıdını açmış simitleri koyuyordum içine. Batı abi cüzdanını çıkarıp Naz'a doğru yürüdü. Kendini satranç tahtasında gibi hissettiğini söylemişti bir kere içeri girdiğinde. Siyah beyaz karolu zeminimizin hayranıydı kendisi.
Kahve makinesinin önüne geçip siparişleri tamamlamaya koyuldum hızlıca. Birazdan içeri geçip kulaklıklarımı takar, yeni bir müşteri gelene kadar dizi izlerdim telefonumdan.
Teslimi yapıp Batı abiyi uğurladıktan sonra yaklaşık iki saat kadar sakin kaldı ortalık. Bu fırsatta Naz mutfak masasının üzerine defterini çıkarmış, kalemlerini dağıtıp bir şeyler karalamaya başlamıştı. Ben de on üçüncü sezonunu bitirmek üzere olduğum dizide kaldığım bölümü açmıştım. Uzun soluklu dizileri hep kısa olanlardan daha çok seviyordum. Karakterlerin gelişimlerine ve büyümelerine tanık olmak güzel bir histi.
Seri şeklindeki kitapları ve filmleri de daha çok severdim diğerlerinden. Uzun anlatımlar beni sıkmazdı, detaylara hakim olmak isterdim sürekli.
Naz bir buçuk saatini çizerek ve boyayarak geçirdiği tasarımına tepeden bir bakış attıktan sonra sayfayı yırtıp parçalara ayırdı gözlerimin önünde. Dehşete uğramıştım. Bunu sık sık yaptığına şahit olsam da her seferinde onca emeğini beğenmeyip çöp etmesine aynı şekilde şaşırıyordum. Benim elli yıl uğraşsam çizemeyeceğim elbiseyi beğenmeyip yırtıyordu böyle.
"Yeni bir şeyler denemek istiyorum," dedi. "İleride Paris Moda Haftası'nda sergileyebileceğim tarzda şeyler ama ilhamım tıkandı bu aralar. Mal gibi kağıda bakıp duruyorum, sonra çizip çizip yırtıyorum."
Bundan bahsetmeyi unutmuştum. Çok ünlü bir tasarımcı olduğunda moda haftalarına beni de götürecekti. Hayali beni modeli yapmaktı.
1.62 boyunda, açık kahverengi saçlara sahip olan, ela gözlü, oldukça sıradan, ergenlik sivilcelerinden hâlâ kurtulamamış bir kıza koleksiyonundaki en gözde kıyafeti giydirip onu podyumda yürütmeyi planlıyordu evet.
"Her şeyin en güzelini yaparsın sen bebeğim," dedim diziyi durdurup yüzümü ona dönerek. Şu yakın arkadaş motivasyonu öyle özel bir şeydi ki en yapılmayacak şeyi bile yaptırdı insana. "İlham da bugün gelmezse yarın gelir, sabret."
Bana bir öpücük attığında yeniden ayaklandım çünkü kapının açılma sesini duymuştum. Altı kişilik kızlı erkekli bir grup girdi kafeye. Muhtemelen ders çalışmaya diye gelmişlerdi ama on dakika kadar çalışıp kalan zamanlarında geyik yapacaklardı. 9 numaralı masaya geçtiler fakat sığmaları için bir masa daha çekmek zorunda kaldılar o masanın yanına. Bu görevi iki erkek göğsünü kabarta kabarta üstlenmiş, şov yapar gibi o masayı diğerine eklerken diğer arkadaşları da kahkahalarla gülmüşlerdi hallerine.
Kalabalık, birlikte eğlenmeyi seven arkadaş gruplarını da seviyordum. Genelde böyleleri kafeye geldiği an orta yaşlı insanlar onlara yadırgar gözlerle bakıyordu ve bu durum beni rahatsız ediyordu. Çok yüksek bir gürültü çıkarmadıkları sürece gençlerin eğlenmesinden rahatsız olmalarını anlamıyordum.
Saatler ilerledikçe giderek yoğunlaştı işlerimiz. Bir ara kuyruk oluştu hatta. Böyle zamanlarda Naz da ben de gülümsemelerimize sıkı sıkı tutunuyorduk çünkü bekleyen insan gerginliği diye bir gerçek vardı. Sanki kahve vermezseniz sizi öldürecekmişler gibi bakıyorlardı. Güler yüz, bu bakışları yumuşatıyordu her zaman.
"Allah'ım," dedi Naz siparişleri hazırlayıp sıranın sonuna geldiğimiz an. Herkes masalara yerleşmiş, kendi halinde sohbetlere dalmıştı ve biz de tezgâhın arkasında yan yana dikiliyorduk. "Ne olur bu akşam Dorukhan Falay buraya gelsin de ben de söylediğim tüm sözleri afiyetle yiyeyim."
Kaşlarımı çatıp yüzüne baktığımda işaret parmağıyla sol köşede oturan iki sevgiliyi gösterdi. Yirmili yaşlardaydılar ve biri konuşurken diğeri onun dudaklarından dökülen şeyler dünyadaki en önemli meselelermiş gibi onu dinliyordu. Bakışlarından belliydi aşkları. "Şunu istiyorum senin için. Fazlası değil. Allah'ım," dedi tekrar. "Sen bu kızın mutluluğunu görmeyi bana nasip et."
"Niye gelsin ki bu akşam?" Gelmesini ben de isterdim, sadece bunu bir hevese dönüştürmemeye çalışıyordum. "İşi gücü yok mu bu çocuğun?"
"Senin işin gücün yok muydu da fotoğraflarına bakıp durdun?"
"Aynı şey mi Naz?" diye sordum utanarak. Gözünden hiçbir şey kaçmıyordu. Arada haberlere falan bakmıştım yeni bir açıklama var mı diye. Bu hafta içinde transfer haberi gelecekti. Kaçırmak istemiyordum. Anadolu Efes'in sayfasını da takibe almıştım.
Basketbolla ilgili takip ettiğim nadir şeylerden biri iki yıldır Efes forması giyen Shaw Axel'di. Kendisi uzun boyu, masmavi gözleri, koyu renk teni ve simsiyah kıvırcık saçlarıyla hayranlığımı üzerinde toplayan bir beyefendiydi. Ha bir de çok iyi basketbolcuydu, babam çok seviyordu. Ben de babamla maç izlediğimiz zamanlarda o oyuna girdiği an diziden kafamı kaldırıyordum. Kenara dinlenmeye geldiğinde yeniden diziye dönüyordum.
Bir de Stephen Curry'i takip ediyordum. Bu da lisedeki sıra arkadaşım Ferdi yüzündendi. Her sabah uykulu gözlerle bana günaydın der, kafasını sıraya gömüp uyumaya başlardı. Başta çok endişeleniyordum hayatında yolunda gitmeyen bir şeyler olduğundan, oysa sadece gece sabaha varırken yayınlanan NBA maçlarını izliyordu. Sonradan öğrenmiştim ve ısrarıyla ben de bir maç izlemiştim.
Yarısında uyuyakalmış olmam Curry'e hayran olmama engel değildi. Adam leblebi gibi üçlük atıyordu.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordu Naz imayla. "Nereye daldın gittin bakayım?"
"Shaw, Curry, sonra bir de leblebi." Doğruları söylemek de yetmiyordu insanlara. Kaşlarını kaldırmış, birkaç saniye sorgulamış ve muhtemelen kafamın içinin züccaciye dükkanına benzediğini düşünüp beni kendi halime bırakmaya karar vermişti.
Hava karardı, saatler aktı. Kafede iki masa doluydu sadece. Her zamanki müzik kanalı açıktı, doksanlar pop listesi yayınlanıyordu şu an.
Televizyondan çektiğim gözlerimi televizyon fişine dikmiş olmam normal miydi bilmiyordum. Ara ara kapıyı yokluyor, böyle bir şeyin olmayacağını bilsem de Doruk'un geleceğini düşünmeme engel olamıyordum. Naz da bunu fark etmiş, söyledikleri için pişman olmuştu ama hiç onluk bir durum yoktu. Benim iç dünyamla ilgiliydi tüm bunlar daha çok.
Kafe boşaldığında masaları silmeye başladı Naz elindeki bezle. Ben de gidip televizyonun fişini çektim. Sanki bu başlamayan bir şeyin bitişi gibiydi. Nedensizce öyle hissettirmişti.
Naz benden yarım saat kadar önce çıktı. En son ben de ışıkları söndürdüm ve kapıyı kilitleyip çıktım sokağa. 22.15 otobüsüne yetişmem için tam olarak beş dakikam kalmıştı her zamanki gibi. Son ana kadar beklemiştim yine Visal'den çıkmak için.
Derin bir nefes aldım, atkımı düzelttim ve ellerimi cebimden çıkarıp koşmaya başladım.
🏀🧁🏀
Kendisini kandırmaya çalıştı ama bütün gün içten içe onun gelmesini bekledi :')
Biraz daha bekle Feza, belki gelir.
Naz'ı sevdiniz mi? Ben benim Naz'ımı çok seviyorum 🧡
Bölüm günlerimiz şu an için cuma olacak gibi duruyor. Aksilik olursa duyurusunu wattpad panomdan paylaşırım.
Diğer duyurular için de beni Instagram hesabım azraizguner'den takip edebilirsiniz. Yeniden görüşene dek kendinize çok iyi bakın.
Teşekkürler ve tatlı günler!
Kalemini çok beğendimi söylemek istiyorum. Ayrıca akış da çok güzel ve okuduğum o kanlı bıçaklı fantastiklerden sonra yaz günlerinde içilen o soğuk su gibi rahatlatıcı geldi ellerine sağlık ^^
YanıtlaSilYA O KADAR CICI BIR KITAP KI
YanıtlaSilYA COK MİNNOS Bİ KİTAPP
YanıtlaSil