8. "Siyah Güvercin"

 

Bölüm şarkısı:
Sezen Aksu, Güvercin

🥀

Ölü bir kuşun kırık olan kanadı,
Sarabilir mi benim yaralarımı?


•⚓•


Mesaisi yeni bitenlerin arasında benim de yer aldığım bir geceydi. Gece yarısına yaklaşan saatime baktım. Açlıktan bayılmazsam bu benim şanslı olduğumu gösterirdi. Barış koluma girmiş, arabasıyla beni evime bırakmayı teklif etmiş ve bu teklifini büyük bir hevesle kabul etmiştim çünkü adım atmaya mecalim yoktu.


Tam anahtarını çıkarmış, kapıları açacaktı ki birden durdu ve karakolun sol tarafına doğru ilerleyen polis topluluğuna baktı. "Barış," dedi, tok bir ses. Herkesin sırtı dönük olduğu için kimin konuştuğunu seçemedim. "13. İstasyon'a geçiyoruz bir şeyler yemek için." Konuşan adam hâlâ yönünü bize dönmemişti. Ses hangisinden geliyordu? "Gelsenize siz de."


13. İstasyon isimli kafe, karakola oldukça yakındı ve neredeyse polisler çekip çeviriyordu orayı. Oldukça erken açılıp geç saatlere kadar kapanmayan o mekân benim de kurtarıcım olmuştu zamanında. Üstelik yemeklerinin leziz olduğunu da inkâr edemezdim.


"Tamam abi," dedi Barış. Bana sormamıştı bile ama belki de sormama sebebi cevabımı biliyor oluşuydu. Onun yanına vardım ve birlikte ilerlemeye başladık. Burada yaklaşık olarak iki aydır görev yapıyordum, belki daha az. Çok sosyal bir insan olmadığımdan hatta hiçbir şekilde sosyal olmadığımdan Barış'tan başka kimseyle samimiyetim yoktu. Zaten Barış ile arkadaşlığımız da onun çabaları sonucu başlamıştı.


"Benekli," dedi bana. İlk karşılaşmamızda da bana 'pişt' diye seslenmiş, etrafımdaki insanlardan herhangi birine seslendiğini düşünüp başımı kaldırmadığımda 'benekli olan' diye devam etmiş ve ben de ona bakma gafletinde bulunmuştum. O gün bugündür üzerime yapışmıştı bu saçma lakap.


O gün Barış, termosuna çok kahve koyduğu gibi abuk subuk bir bahane öne sürerek bir bardağı elime tutuşturmuştu. Sonra da dışarıda çok fazla hava olduğunu, dilersem benimle havasının bir kısmını paylaşabileceğini söylemişti. Kafa birine benzediğinden, havayı paylaşmayı kabul etmiştim. Gel zaman git zaman hava paylaşmalarımız çoğalmış ve arkadaş olmuştuk.


Bir arkadaş bana yeterliydi. İnsanları sevmiyordum, bu yüzden zorunda olmadıkça pek muhatap olmazdım kimseyle.


"Gel sana yemek ısmarlayayım," dedi ve koluma girdi ağırlığını vererek. Reddedemeyecek kadar aç olduğumdan anında başımı sallamıştım ve adımlarına eşlik etmiştim.


"Bizi davet eden kimdi?" diye sordum. "Tanıyor muyum ben?"


"İlla ki görmüşsündür." Bana verdiği cevap bundan ibaretti. Normalde konuşmayı çok severdi, niye kestirip atmıştı acaba?


Üstelemedim, beni pek de ilgilendiren bir konu değildi. Restoranın önüne vardığımızda içeride kısık bir müzik çaldığını fark ettim. Hareketli bir parçaydı. Köşedeki masalardan birine oturduk Barış'la beraber. Amir, hemen solumuzdaki masadaydı. Karşısında bir başkomiser ve bir de adını bilmediğim ama daha önce gördüğüm bir adam vardı. Üzerine simsiyah bir gömlek, altına ise siyah bir pantolon giymişti.


"Çorba istiyorum ben," dedim Barış'a. Hesabı o ödeyeceğinden siparişimizi de o verecekti.


"Bir çılgınlık yapıp işkembe içelim mi?" diye sordu heyecanla. "Sarımsağı basarız, nasıl olsa eve gideceğiz buradan. Sen de ben de tek yaşadığımıza göre rahatsız olacak kimse de yok."


Baş parmaklarımın ikisini birden havaya kaldırarak onun bu teklifini onayladım. Umarım gecenin bir yarısı mide spazmı geçirmezdik çünkü bir keresinde onunla aşırı baharatlı tüketmiştik ve o gecenin devamı ikimiz için de epey zor olmuştu. Her hatırladığımızda kahkaha atıyorduk.


"Duyduğuma göre bugün seni saha görevine salmamışlar," dedi Barış, elini çenesine yaslayıp yüzüme bakarken. Az önceki gülümsemem silinmişti.


"Dosya işi kitlediler," dedim somurtarak. "Aktif saha görevlerine de çıkacağım bir gün, göreceksin bak."


"Aman," dedi bir elini sallayarak. "Sahada bok mu var? Koşturup duruyorum oradan oraya." Hayal ettiğim hayatı yaşayıp bir de şikayet ediyordu ve bunu bizzat beni sinirlendirmek için yapıyordu. Bu halim onu keyiflendiriyordu.


Yüzüme çirkin bir ifade yerleştirip ona baktım pis pis. Korkuyormuş gibi yaptı ve iki elinin avuç içlerini bana göstererek sözde teslim oldu. Yine dayanamadım, mimiklerine güldüğüm esnada çorbalarımız önümüze koyuldu.


Etrafta çalan kısık ıslığın ne olduğuna anlam vermeye çalışıyordum ki "Usta," dedi, tanıdık o ses. Bizi davet eden kişiydi. "Sesi bir açıversen?" Bu ıslığa benzeyen, daha müziği bile girmeyen şarkıyı şıp diye nasıl tanımıştı ki? Sesin sahibi siyah gömlekli adamdı. Kemal Amir, kahkaha atıp bir yandan alkış tutmaya başladığında siyah gömlekli, sandalyesini geriye ittirip oturduğu yerden kalkmıştı. Çok geçmeden başkomiser de onunla birlikte kalkmış, aralarında sözsüz bir diyalog geçmişti. Benim gibi anlam veremeyen birkaç memur tip tip o ikisini izliyor, Barış ise otuz iki diş sırıtıyordu.


Ve sonra ıslık, müziğe dönüştü. Müziğe sözler eklendi. "Güvercin uçuverdi..."


Siyahlı, kollarını iki yana açtığında başkomiser de aynısını yapmıştı. Aynı anda parmaklarını şıklatıp birbirlerine gülümsediler. "Kanadını açıverdi..."


"Yar yandım aman!" diye bağırdı Barış, ellerini koparcasına birbirine vurup şarkının ritmine eşlik ederken. "Ayrılamam," diye karşılık verdi, siyah güvercin.


Yüzünde samimi bir gülümseme vardı, defalarca kez misket oynadığı belliydi çünkü hareketleri asla sırıtmıyordu. Başkomiser de ona eşlik ediyordu ama herkesin gözleri siyah güvercinin üzerindeydi. İlginç bir aurası vardı. Açık kahve gözleri biraz kısık duruyordu ama bu onun doğal haliydi sanırım. Boyu benden en az on santim uzun olmalıydı; düz, koyu kahve saçlara sahipti. Alnına dökülmüşlerdi. Gömleğinin kolları sıvalıydı, düğmelerinden ikisi açıktı. Benim ayağa kalkacak gücüm yoktu, adam bütün gün çalışıp bir de mesaiye kaldığı halde bildiğimiz misket oynuyordu bizden başka kimsenin olmadığı restoranın orta yerinde.


"Barış," dediğimde alkış tutan arkadaşımın bakışları bana döndü. "Sen tanıyor musun siyahlıyı?"


"Sen de tanıyorsun, kendisi oldukça ünlüdür bu alemde."


Kaşlarımı kaldırıp boş boş yüzüne bakmaya devam ettim.


"Mete," dedi, duymam için sesini yükselterek. "Komiser Mete Ölmez."


Adını defalarca kez duymuş, defalarca kez başarılarını dinlemiştim başka başka ağızlardan fakat görmek ilk defa kısmet oluyordu. Karakolda geçirdiği saniye sayısının üç olduğu konusunda espriler dönüyordu çünkü devamlı olarak bir şeylerin peşinden koşuyordu. Bana son verilen dosyanın üzerinde de adı yazılıydı, buna fazla dikkat etmemiş ve sadece işimle ilgilenip gördüğüm fotoğraflar hakkında rapor hazırlamış, Kemal Amir'e teslim etmiştim. Hiçbir iletişimimiz olmamıştı kendisiyle.


Zaten kendisi iş üzerindeyken iletişim kurmayı hiç sevmiyordu. Bir ekibe bağlı değildi, bireysel çalışıyor ve buna rağmen ona verilen her dosyanın altından kalkabiliyordu. Bu benim gözümde hep egolu ve tepeden bakan bir adam imajı çizmişti, müziğe kendini kaptırıp oradan oraya zıplayan bir adam olduğunu hayal edemezdim.


"Oy farfara, farfara!" diye bir ses inletti mekânı. Ben hariç herkes, amir bile, bağırarak eşlik etmişti şarkıya. Mete Komiser fazlasıyla terlemişti, sıcaktan kıyafetlerimiz üzerimize yapışıyordu öyle tepinip durursa tabii terlerdi. Bir şişe soğuk suyu üç saniye içinde lıkır lıkır içti. Bu adam sandığım kadar zeki değil miydi acaba? Hasta olup yataklara düşmek istiyorsa orasını bilemezdim.


Alnındaki teri, elinin tersiyle silip eğilerek selam verdi. Seri adımlarla yeniden sandalyesine geçip oturduğunda Kemal Amir'in gülmekten gözleri yaşarmıştı. "Ulan Mete," dediğini işittim. "Kaç yaşında adamsın, bu ne enerji be oğlum?"


Sahiden, sürekli gülüyor olması bile beni yormuştu. Nereden geliyordu bu enerji?


"Bilmez misiniz onu amirim?" diye laf attı Barış, onların olduğu masaya çevirerek yüzünü. "Bu adam uyuyor mu merak ediyorum. Evine kamera yerleştireceğim vallahi. Belki uykusunda bisiklet falan çeviriyordur ayaklarıyla, asla emin olamayız."


"Boş Barış," dedi Mete Komiser, dudağı yeniden yukarı kıvrılırken. "Boş Barış, beleş Barış. Boş beleş bir Barış."


"Aşk olsun kankam benim ya." Bayağı yakınlardı demek ki. "Oldu olacak tekerlememi de söyle herkesin içinde."


"Olur," dedi Mete Komiser, 'u' harfini uzatarak. "Boş Barış, boşun da boşu bomboş Barış."


Çok özgün bir tekerlemeydi gerçekten. İşin garibi, beni güldürmüş olmasıydı. Gözleri bana kaydığında, selam vereceğini düşündüm ama başka bir şey döküldü dudaklarından: "Yarın odama uğrar mısın bir ara?"


Mesela o an 'ben mi' gibi aptalca bir soru sorabilirdim ama çok daha aptalca bir cevap vermeyi tercih ettim: "Siz hiç odanızda olmuyorsunuz ki."


Ayrıca, benimle ne konuşmak istiyor olabilirdi? Umarım kahveyi güzel yaptığımı duyduğu için bana kahve yaptırmazdı veya yine bir ton dosya kitlemezdi elime diğerlerinin yaptığı gibi.


"Yarın olacağım," dedi sadece.


Barış niçin sırıtıp duruyordu?


"Emredersiniz."


"Rica ederim," dedi gülümseyerek. Bizim karakoldaki bazı suratsızlara ders diye okutulmalıydı bu adam.


🕊


Kapısının önünde dikiliyordum öylece. Üzerimdeki üniformanın yakalarını düzelttim refleks olarak. O benim üstümdü, o herkesin adından hayranlıkla bahsettiği Mete Komiser'di ve beni odasına çağırmıştı. Kapıyı iki kez tıklattım, 'gel' sesini duyduğumda hiç beklemeden daldım içeri.


"Hoş geldin Yağmur," dedi ve bu kaşlarımı çatmama sebep oldu. Asya derlerdi, Benekli'ye bile alışmıştım ama bir anda ikinci ismimle seslenilmesi tuhaf gelmişti.


"Mevzu neydi komiserim?"


Odasında iki masa vardı ama bu adam tek çalışıyordu. Niye iki taneye ihtiyaç duymuştu ki? Dünkü patırtıyı hatırladım, birkaç kişi masa taşıyordu ve Mete Komiser'in olmayan masaya baktığımda bunun dün gördüğüm masa olduğuna karar verdim.


"Hemen yanıma geliyorsun."


Anlam veremedim ama bunu yüzüme yansıtmamaya çalıştım. Masasının önünde durduğumda bana bir tepsi gösterdi. İçinde türlü nesneler vardı ve saliselik bir zaman diliminde tepsinin üzerine siyah bir örtü çekti. "Gördüklerini say," dedi emredici bir tavırla.


Sorgulamadım, elim yumruk olurken Mete Komiser'in gözlerinin içine bakıyordum. "Kol saati. Gümüş kayışlı, Romen rakamları var siyah akrep ve yelkovanın altında. Bardak altlığı, düz mavi renk. Raptiye. Bir, iki..." Duraksadığımda artık karşımdaki adama değil duvara bakıyordum ve gözlerim kısılmıştı. "Üç raptiye. İki yeşil, bir kırmızı. Kibrit kutusu, yirmili olan kutulardan. Bir dolma kalem. Muhtemelen amirimin hediyesi, çünkü onun kullandığının aynısı. Sonra siyah deri bir cüzdan, bordo bir kredi kartı." Bu kadardı. "Kart numarasını söylememi ister misiniz?"


Bakışlarım yeniden onu bulduğunda, onun kahve gözlerine memnuniyet dalgaları yayılmıştı. "Anlamıştım," dedi. Ben anlamamıştım. "Biliyordum." Yumruğunu zaferle havaya kaldırıp sonra kendine doğru çekti. "Kart numarasının son dört hanesi?"


"3673."


"8678," diye düzeltti beni. Yüzüm düştü, siyah örtüyü kaldırıp tepsiye baktım. Saymadığım bir şey yoktu ama benim derdim kredi kartıylaydı. "Bu kart eski," dedim, kartı kırabilecekmiş gibi bir nefretle baktığımı biliyordum. "Rakamların bazı kısımları silinmiş. Ne biçim 8 bu? Resmen 'ben 3'üm' diye bağırıyor."


İçtenlikle gülüyordu sitemime. "Yağmur," dedi, kartı elimden alırken. "Masa başında yok olup gidemeyecek kadar müthiş bir görsel zekân var. Öylece harcanmana izin vermeyeceğim."


Gözlerim, heyecanla parıldarken karşımdaki adama sarılmak gelmişti içimden. Oysaki hiç dost canlısı biri değildim, sarılmayı da sevmezdim pek. "Teşekkür ederim," dedim içimden geçenleri yüzümden geçirmeyerek.


"Sana ortaklık teklif ediyorum."


Dudaklarımı birbirine sıkıca bastırmasaydım küfür ederdim. Benimle alay mı ediyordu? Yalnız Kovboy Mete, öylesine bir memura ortağı olup olmayacağını sormuştu. "Siz ciddi misiniz?" Ciddi gibi bakıyordu.


"At şu sizi," dedi, gözlerini devirerek. "Ortak diyeceksin Yağmur." Algılama yetilerimi kaybetmiştim. "Şimdi sana tek bir sorum var. Dürüst olacaksın. Dün, beni kafede oynarken gördüğünde aklından ne geçti ilk? Deli dedin mi? Manyak, ruh hastası? Çabuk cevap ver hemen hemen."


"Siyah güvercin," dedim, gülerek. Dürüst olmamı istemişti ama çok saçmaydı aklımdan geçen. Bence deli cevabını vermem onu daha fazla mutlu ederdi bu sıfattansa.


Cevabım onu da güldürdü, neden ona bu sıfatı taktığımı anlamıştı anında. "Siyah mı güvercin? Kara kartalı tercih ederim," dedi, gülüşü solmadan.


"Eh," dedim bozuntuya vermeden. "Kartallar yalnız uçar. Tek çalıştığınızı düşünürsek, olabilir tabii..."


"Dur, dur, dur..." Duruyordum. Ellerini masaya bastırıp ayağa kalktı ve bana dikkatlice baktı. "Beşiktaşlı mısın sen yoksa?"


"Eve-"


"Hemen otur şuraya." Eliyle yanındaki masayı işaret ediyordu. O masayı benim için getirtmişti buraya. Hâlâ şokun etkisinden sıyrılamamıştım. Bana siyah örtünün altından çıkardığı kol saatini uzattı. Gümüş kayışı olan, Romen rakamlı saati avucumun içine tutuşturdu.


Bu bana verdiği ilk hediyeydi.


"Daha senle maça gideceğiz, suçlu kovalayacağız. Hem senin damak zevkin de güzel, gördüm dün; işkembe içiyordunuz. Seninle birlikte neler gömeriz biz var ya... Çok heyecanlandım şu an Yağmur."


O an ben de çok heyecanlanmıştım ve söylediği şeylerin kat kat fazlasını yapmıştık beraber.


O masaya oturmuştum. Maça gitmiştik defalarca kez. Sonra suçlu da kovalamıştık. Ne çorbalar içmiştik.


Ama her şeyi birlikte gömeriz demişti ya bana, ben onu bir başıma gömmüştüm.


Sayfa karardı, aklım karıncalandı. Parmaklarımı sıkmaktan harap olmuştum çünkü sıradaki görüntü cenazedeydi. Üstümdeki üniformanın gururuyla dimdik durmam gerekiyordu şehidimizin karşısında ama bacaklarım titriyordu.


Siyah güvercin, kara kartal Mete Ölmez.


Hani ölmezdi? Ölmüştü işte.




Sık nefeslerim eşliğinde hızlıca ayırdım başımı yastıktan. Bu ani kalkış, gözlerimin kararmasına sebep olmuştu. Yumruklarımın arasına sıkıştırıp acımasızca ezmiştim üzerimdeki battaniyenin köşelerini. Terliyordum, soğuk soğuk terliyordum. Zihnimi işgal eden anıları unutmak istemiyordum ama her gözümü kırptığımda en başa sarmaktan da nefret ediyordum. Onunla geçirdiğimiz herhangi bir anda başlayan rüyalarımın sonu ya cenazesi oluyordu ya da kollarımın arasında sımsıkı sardığım cesedini görerek bitiyordu.


Midemde şiddetli bir bulantı hissi vardı. Dün gece geldikten sonra banyoya girmiştim, saçlarımı kurutmadan yattığım için ağrıyordu başım da. Nefesimi düzene sokmaya çabaladım, yavaş alıp yavaş verdim ama değişmedi. Nefesim yavaşlasa da kalbim hâlâ yerinden çıkacak gibi atıyordu.


Bu defa oldukça erken kalkmıştım. Saat henüz yediye bile gelmemişti ve evde cidden tek bir ses bile yoktu. Uyuduklarını düşünmedim, mutlaka biri benden önce kalkmış oluyordu kaldığım süreçte gözlemlediğim kadarıyla. Mutfağa gitmek için ayrıldım odadan fakat adımlarım Arda ve Can'ın kapısının önünde duraksadı. Buradan baktığımda Arda'nın yatağını görebiliyordum fakat sıra sıra başlarını duvara yaslayarak uyuklayan Kaya, Arda ve Görkem'i beklemiyordum. Hepsinin yüzü Can'ın yatağına doğru dönüktü ve Can ince bir battaniyenin altında uyuyordu. Yüzü buruşmuştu, rüya gördüğünü tahmin ettim.


Sessizce çıkacaktım ki Görkem'in uyumadığını, gözlerini bana diktiğini gördüm. Yavaşça sırtını ayırdı yasladığı duvardan ve ayağa kalkıp sağa sola esnetti boynunu. Başıyla çıkmamı işaret etti, ben de salona geçip koltuğa oturdum. Saniyeler içinde yanımdaydı.


"Ne oldu?" diye sordum Can'ı kastederek. Ben yattığımda saat ikiyi geçiyordu. Can'la Kaya hâlâ sorgudan dönmemişlerdi. Gerisini bilmiyordum.


"Biri hastalanırsa gece boyu başında beklenir bu evde," dedi, sesi pürüzlüydü uzun süredir konuşmuyor olduğundan. Belki de onu uyandıran benim adım seslerimdi. "Can gece biraz sayıklıyordu, biz de her ihtimale karşı nöbetteydik işte."


Can'la Arda zaten birlikte kalıyorlardı, bu yüzden Can yalnız kalmazdı ama yine de hepsi onun başında duruyordu. Necip Amir onlardan aile olmalarını istemişti ve bunu fazlasıyla başarmıştı Analizciler. Her geçen gün küçük bir detay fark ediyordum ilişkilerine dair. O detayların her biri aralarındaki bağın ne kadar sağlam olduğunu göstermeye devam ediyordu bana.


"Anladım."


"Ellerinle oynuyorsun yine." Uzun parmaklarıyla alnına dökülen hafif dalgalı saçlarını geriye doğru ittirdi. Gözleri üzerimde dolaşıyordu ve bakışları şeffaf olduğum hissi yaratıyordu bende. "Anladım, dedin her kaçışında dediğin gibi. Rengin atmış, çıt çıkmamasına rağmen evde birden kalkmışsın sabahın köründe. Terlemişsin ve terlenecek kadar sıcak da değil hava."


"Bildin," dedim, rahatsız olduğumu belli eder bir sesle. "Öylesine uyanmadım, aklındaki sebep yüzünden uyandım. Bildin. Tebrikler."


"Peşini bırakmıyorlar, değil mi?" Aldığı derin nefes, onun da peşinde dolanan kâbuslardan muzdarip olduğunu fısıldadı bana. "Şimdi gözünü kırpmak istemeyeceksin, direneceksin ve uyuyamayacaksın uzunca bir süre."


"Rekorum 70 saat," dedim duvarda yeni asılan saate odaklanırken gözlerim. "Sızıp kalmadım, bile isteye uyumaya zorladım kendimi çünkü üç gün uykusuzluğun sonucunda insan vücudunun göstereceği tepkileri biliyorum. Halüsinasyondan tut da şizofrenik davranışlar sergilemeye kadar yolu var."


"İki haftalık dönemde mi?"


Analizcilerle tanışmam ile Mete'nin ölümü arasında geçen süreden bahsediyordu. Başımı salladım ama ona çevirmedim, salisenin hareketlerini takip ediyordum ve bu bambaşka bir anıyı tetikliyordu. Şu an yaptığım, acımı başka bir travmamla yamalamaktan ibaretti. Kendime eziyet ediyordum fakat biliyordum ki dikkatimi dağıtmazsam eğer yine o döneme geri dönerdim.


Geride bıraktığım iki hafta, hayatımın en zor günleriydi. Eğer bu evde olmasaydım yenileri de eklenecekti onlara.


"11 gün," dedi. Anlamadığım için yüzüne baktım, bu hareketimle birlikte dudakları iki yana kıvrıldı çünkü hedefine ulaşmıştı. İlgimi duvar saatinin üzerinden çekip kendine çevirebilmişti. "Uykusuzluk rekoru. 1963 yılında, 17 yaşındaki Randy Gardner kendisi üzerinde deney yapılmasını kabul ediyor. Tam olarak 11 gün 25 dakika uykusuzluğa dayanabiliyor. 264 saatten biraz fazla yani."


"Ve sen de uykusuz olmamana rağmen şizofrenik davranışlar sergilediğinden bu boş bilgiyi her detayıyla hafızana kaydediyorsun."


Gülümsemesi giderek genişledi. "Bilgiler boş değildir, bu birincisi. İkincisi, senin fotografik hafızan gibi ben de içinde sayı geçen herhangi bir şeyi kolay kolay unutmuyorum. Yani, ben şizofrensem sen de öylesin."


Elimi, karnımın üzerine bastırdım çünkü o kusma hissi yeniden gelmişti. İstesem de bunu gerçekleştiremeyeceğimi biliyordum. Daha önce bu gecekinden çok daha korkunç bir kâbusun ardından kusmayı denemiş, sadece öğürmekle kalmıştım ve karın boşluğumda oluşan o ağrı beni kıvrandırmıştı saatler boyu.


"Eğer işe yarayacaksa yanında durabilirim," dedi önce karnımın üzerinde duran elime, sonra gözlerime bakarak. "Rekorunu egale etmeni istemiyorum, işlerin eskiye dönmesini de. Artık yalnız değilsin. Eğer uykuya dalmana yardımcı olacaksa başında beklerim. Sadece bugün için söylemiyorum, ne zaman istersen yaparım."


Dudaklarımı birbirine bastırmıştım, aralamak istediğimde kurumuş olduklarından bunu yaparken zorlandım. Birbirlerine yapışmışlardı. "Senin rekorun kaç saat?" diye sordum. "Yanında biri varken mi uyuyabildin? Tecrübe konuşuyormuş gibi hissettim çünkü."


"Yanımda biri varken derin derin uyuyamam genelde. Senin gibi kronometre tutup kaç saat uyumadığımı da hesaplamadım ama iki gün civarıdır herhalde."


"Dakika hesaplamak için kronometreye ihtiyacın mı var sanki?"


"Doğru," dedi. "Yok. Ama uykuya ihtiyaç vardır 13."


Gözlerimi devirdim ama dünyanın en büyük sırrını söylemiş gibi duran yüz ifadesinden dolayı gülmeden edemedim. "Kamu spotu için sağ ol."


"Ekmek içi yedirirdi babam bana." Kaşlarımı çatınca çenesiyle karnımın üzerinde duran elimi işaret etti. "Bulantıyı bastırır."


"Bir şeyi de anlamasan şaşarım zaten."


"Bence de şaşmalısın."


"Tamam, sen git uyu. Ben yerim bir şeyler."


Bir kaşını havaya kaldırdığında 'sen ciddi misin' bakışları atıyordu bana. "Yok," dedi sadece. "Kahvaltıda tavuk döner yemeye ne dersin?"


"Bu saatte açık dükkân bulabileceğini sanmıyorum." Ses tonum, cümlenin sonuna doğru giderek kısıldı çünkü babasının bu işi yaptığı sonradan aklıma gelmişti. Aklımdan ne geçirdiğimi anladı, başını aşağı yukarı salladı ve sonra çenesini biraz eğip kaşlarını indirerek sorusuna hâlâ cevap beklediğini belli etti. "Olur," dedim. Açtım çünkü. Gerçi midem hâlâ tuhaftı ama bir şeyler yemenin iyi geleceğini düşünüyordum.


"Sana neyin iyi geleceğini biliyorum." Sorgular bakışlarım eşliğinde devam etti konuşmaya. "Temiz hava, yeşillik, oksijen."


"Yani diyorsun ki arabayla gitmeyeceğiz." Evin arka tarafında ormanlık bir alan vardı. Oradan geçeceğimizi düşündüm. "İyi. Üstümü değiştirip geleyim o zaman."


O da benimle birlikte koridora kadar geldi, odamın önünde durduğumda o devam etti yola ve kendi odasına girdi. Henüz sabahın köründe olduğumuzdan hava biraz soğuktu, dışarısı da esiyor olmalıydı. Giydiğim siyah taytın üzerine siyah yarım sporcu atletimi giydim ve onun üzerine de askılı gri salaş bir tişört geçirdim. Kısa kolluyla üşüyeceğimi düşündüğümden üzerime de ince bir hırka aldım. Yeniden odadan çıktığımda saat yediye gelmek üzereydi ve Analizciler hâlâ uyukluyorlardı.


Kaya'nın başı, Arda'nın omzunda duruyordu. Bu manzaranın tam tersi olsa belki garipsemezdim ama Kaya'yı bu halde görmek tuhaftı. Arda kolunu onun etrafına sarıp rahat etmesini sağlamıştı veya uyurken yanlışlıkla bu hale gelmişlerdi. Bunu bilemezdim ama odanın içinde oluşan görüntü yüzüme samimi bir gülüşün yerleşmesine neden oldu. Karşı yatakta yüzü onlara dönük yatan Can da az önceki halinden farklıydı. Yüzü kasılmıyordu. Huzurlu bir uykuya geçtiği belliydi.


Birlikteyken ortaya çıkan bu görüntü, içimde onları uzun uzun seyretme isteği uyandıracak kadar güzeldi. Yine de kapılarının önünden ayrıldım ve evin çıkışına yöneldim. Görkem hâlâ odasında olmalıydı çünkü ortalıkta görünmüyordu.


Tabii salondan fırlayıp koluyla boğazımı sıkıştırmasını beklemiyordum. Ani bir refleksle koluna hızlıca vurduğumda bu yüksek bir sesin çıkmasına neden oldu. Görkem gülerek geri çekilirken, geri çekilmesine neden olan şeyin canının yanması olmadığını biliyordum. Kolu kızaracaktı, buna emindim ama beni bırakma sebebi az önceki refleksimin ona komik gelmesiydi.


"Boğazımı rahat bırakır mısın?" diye sordum ciddiyetle.


Kısık kahkahaları şiddetlendi, kendini tutmaya çalışması da kimseyi uyandırmak istememesinden kaynaklanıyordu. "Sinek öldürüyormuş gibi koluma vurdun az önce." Kapıyı açıp dışarı çıktı rahat rahat gülebilmek için. Spor ayakkabılarımı giyerken kaşlarım çatıktı, eğildiğim yerden kalkıp aynı ifadeyle ona baktım ve kapıyı arkamdan kapattım.


"Kroşemin etkisi giderek azalıyor sanırım. Yenisine bu kadar meraklı olduğunu bilmiyordum."


Boynunda duran lacivert kulaklıklarını kulaklarına geçirdi. Üzerindeki koyu yeşil kapüşonlu sweatinin cebinden telefonunu çıkardı ve bir şarkı açtı. Sonra telefonunun sesini kısık bir seviyeye ayarladı, böylece konuştuğumda beni duyabilirdi. "O zevki bir kere tatmana izin verdim," dedi, bunun yersiz bir böbürlenme olduğunun o da farkındaydı ama beni kızdırmak için yapıyordu. "Şansına küs, bir daha olmaz."


Bir cevap vermeden, öylece bakmaya devam ettim. Onun da gözleri benim üzerimdeydi ve bunu fırsat bilip hâlâ gözlerimiz kenetliyken ayağımı onun önüne uzattım. Ayak bileği, ayak bileğime çarptığında küçük bir tökezleme yaşadı ve bu sefer gülme sırası bana geçti. Rolleri değişmiştik, onu kızdıran bendim bu defa. "Çok konuşma da bak önüne," dedim alayla.


Yüzünü buruşturdu, elini alnına vurmak istediğini hissediyordum ama kendini tutuyordu. Ellerimi hırkamın ceplerine sokarken, sabaha bu kadar kötü bir halde başlamışken şimdi bu denli keyifli olmam büyük bir şaşkınlık uyandırmıştı içimde. Düşünüp mahvetmek istemedim, bu yüzden bütün sesleri susturdum ve ormanlık alana doğru ilerlerken kuş cıvıltılarına kulak verdim.


Engel olamadığım bir dürtüyle dirseğimle Görkem'in dirseğine vurdum ve bunu yaparken sırıtıyordum. "İkiye sıfır. Söylediklerin hep lafta kalıyor, farkında mısın?"


"Tökezlemem seni bu kadar memnun etmiş olamaz ya..." diye mırıldandı, kulaklıklarını yeniden boynuna indirdiğinde. Bana dehşetle bakıyordu, ruh halimin yarım saat içerisinde yüz seksen derece dönmesine şaşırmış olabilirdi. "Hayır ben düşsem bir tekme de sen vurursun. Hatta uçurumdan yuvarlansam sen yukarıda kahkaha atabilirsin, görüyorum o potansiyeli sende."


"O kadar da değil ya..." dedim, onun az önceki tonlamasını taklit ederek. "Kahkaha atmam. Gülerim sadece."


Gözlerini devirirken gülüyordu. "Allah razı olsun gerçekten."


Bir anda, kulaklıklarını yine taktı ve uçarcasına yanımdan uzaklaştı. Koşuyordu. Koşu yolu vardı ağaçların arasında, orada yürüyorduk ama o fırlayıvermişti yanımdan. Tempolu koşu falan da değildi üstelik, resmen depar atmıştı.


Ne yaptığına anlam vermeye çalışırken benden oldukça uzaklaşmıştı. Durdu, olduğu yerde koşusuna devam ederken sanki onu göremiyormuşum gibi bir elini yukarı kaldırıp salladı. "Gelmiyor musun?" diye sordu bağırarak. "Su çok güzel bak. Söylemedi deme sonra."


Bu adam sahiden manyak Yağmur.


At kuyruğu olan saçımı açtım, başımı önüme eğdim ve kafamı biraz salladıktan sonra bileğimdeki tokayla saçlarımı sıkı bir topuz yaptım. Yeniden başımı kaldırdığımda hâlâ bulunduğu konumda beni bekliyordu. Koşmaya başladığımda çam kokusu daha net bir şekilde burnuma doldu. Başka kokular da vardı ama özellikle çama odaklanmıştım nedense.


Ona yetişmemi beklemedi. Harekete geçtiğim an devam etti benden uzaklaşmaya ve ben bir kez daha onunla yüzleştim. Hiçbir şeyi boşuna yapmıyordu. Bu bile bir testti.


"Seni mahvedeceğim," dedim ama onun duymayacağını biliyordum. Kısık sesle söylemiştim ve bu kendimi gaza getirmek için yaptığım bir şeydi.


Yanımdan şişme pembe montlu bir kadın geçti. Zıt yönüme doğru koşuyordu ve bakışları Görkem'e, sonra da bana takılmıştı. Boynu kırılacaktı biraz daha önüne dönmezse. Hızımı arttırıp kadından olabildiğince uzaklaştım, yeniden arkamı dönüp baktığımda artık bana bakmıyordu.


"Miden hâlâ bulanıyor mu?" diye sordu Görkem, omzunun üzerinden bana bakarken. Nefes nefese kalmıştım, zamanında ne parkurlarda koşmuştum ama insan birazcık bile uzak kaldığında hamlıyordu işte.


"Üzerine kusmak istiyorum," dedim. Aramızdaki mesafeyi yüksek oranda kapatmıştım fakat her an akciğerlerim kaburga kemiklerimi kırıp dışarı çıkabilir ve üzüm tanelerine benzeyen alveollerim de Görkem'in ağzına dizilip boğulmasına neden olabilirdi.


Arda'yla biraz vakit geçirince durum böyle oluyordu sanırım. Kafa bambaşka şeylere basmaya başlıyordu. Ne kadar da ufkumu zenginleştiren biriydi çakma kovboy.


"Yetişebilirsen kusabilirsin belki ama başaramayacak gibisin. Ne dersin, ikiye bir yaptım mı durumu?"


"Hayır." Ani fren yapmış bir Bugatti gibi, yerden kıvılcım çıkarmak pahasına hızlandım. Delicesine bir koşuştu. İçimde akan kanın bile sürat kazandığını hissedebiliyordum. "Yol henüz bitmedi." Yanına varmıştım. Yüzüm kıpkırmızı olmalıydı ve aşırı derecede terlemeye başlamıştım.


"Ah 13," dedi, nefesini sesli bir şekilde vererek. Eğer iskeleti çelikten değilse ve üzerini örten yapay bir deri yoksa bu denli dinç olmasının sebebinin düzenli olarak koşması olduğunu düşünüyordum. Spor salonunda fazlaca vakit geçiriyor da olabilirdi. Oldukça iyi kontrol ediyordu soluklarını. Arda'yı sırtında taşıdığı gece aklıma geldi, o zaman da doğru düzgün yorulmamıştı bile. "Beni bu konuda geçemezsin ama sana bir teklifim var. Sen koşana kadar ben bir tur daha atsam ikiye iki olmuş gibi sayabilir miyiz?"


"Yüksek özgüveninle beni eziyormuşsun gibi davranmaya çalışıyorsun çünkü sana karşılık vereceğimi biliyorsun." Nefesim kesilmesin diye çabalamak beni daha çok yoruyordu ama devam ettim konuşmaya. "Yaptığın hiçbir şeyi içinden gelerek yaptığını düşünmüyorum."


Cümlem ona sert mi gelmişti bilmiyordum fakat bir anda adımları bıçak gibi kesildi. Öyle ani durdu ki neredeyse dengesini kaybedecekti. Ben de durdum, elimi yanımda duran ağaca yaslarken havaya muhtaç olan ciğerlerim yanıyordu.


"Kasıntı biri olduğumu mu düşünüyorsun?" diye sordu Görkem, kollarını göğüs hizasında kavuşturmuştu. Sırtını, elimi yasladığım ağacın gövdesine dayamıştı. Kulaklıklarını yeniden çıkardı. Bunu kaç kez daha yapacaktı acaba?


"Sana samimiyetsizsin demedim," dedim yüzümü ona çevirerek. "Sadece bir şeyleri yapma sebebin içinden gelmesi değil. Anlık kararlarının bile altında yatan planlar var. Fazla düzenlisin, takıntı derecesinde. Kontrolü elinde tutmak hoşuna mı gidiyor, bunu bilmiyorum ama her şeyi kontrol etmek zorunda hissediyorsun kendini."


Tek solukta konuşmam bir kaşını kaldırmasına sebep olmuştu. Ona nefretimi kusuyormuş gibiydim ama ondan nefret etmiyordum. "Beni tavuk döner yemeye götüreceksin sanmıştım. Basit bir kahvaltı ısmarlayacaksın gibi gelmişti ama kondisyonumu ölçüyorsun!" Gülmeye başladığımda bunun sinirden mi yoksa gerçekten komik bir duruma düştüğüm için mi olduğunu kestiremedim. Bir yemeğe tav olmuştum, başıma gelmeyen kalmamıştı.


Bana baktı, derin bir ifade yerleşti yüzüne. Ağaca yasladığım elime değdi gözleri, yeniden gözlerini benimkilerle buluşturduğunda ciddi bir şey söylemesini bekliyordum. Elini omzuma yerleştirdi ve sadece şunu söyledi: "Hadi baba, sen yaparsın."


Gözlerim irileşti, bir anlığına idrak edemedim ve sonrasında koca bir kahkaha attım. Birkaç yaprak sesi geldi önünde durduğum ağacın üstünden. Sanırım bir kuşu korkutmuştum. Ben olduğum yerde gülmeye devam ederken Görkem tempo tutturmuştu. Az önceki kadar hızlı değildi.


"Verecek cevabın olmayınca kaçar mısın böyle?" diye sordum harekete geçtiğimde. "Bana karşılık vermeni beklerdim, biraz atışırdık."


"Şimdiye dek gördüğün kadarıyla beni analiz ettin," dedi. "Ben senin hakkında bir şeyler söylediğimde ise seni analiz etmemem gerektiğini söyleyip duruyordun." Haklıydı ve sürekli haklı haklı konuşması sinir bozucuydu. "Sen de yapamadan duramıyorsun," derken omzunun üzerinden bana bakıp gülümsedi. "Başından beri senin için ayrılan yere uyum sağlayacağını biliyordum ama tek eksiğimizi senin kapatacağını tahmin edemezdim."


"Seni biraz tanıdıysam şu kısacık dönemde, benden eğer bu kadar eminsen peşimi bırakmayacağını düşünüyorum. Ekip kurulmaya başladığında benimle konuşmaya çalışır, ikna etmek için çabalardın. Seni görmedim. Görsem unutmam. Neden hiç çıkmadın karşıma?"


"Doğru zamanı kolladım," dedi sadece. "Doğru insan olman yetmezdi."


"Zaten gelseydin de seni geri yollardım."


"Biliyorum."


"Daha ne kadar var?"


Bir anda konuyu tamamen değiştirmeme sebep olan bu soruyla birlikte meydan okurcasına kaşlarını kaldırdı. "Yoruldun galiba?"


"İnsan olan yorulur Görkem." Koşmayı bırakmadım, o kadar değildi ama soğuğa rağmen çok terlemiştim ve haliyle evden çıkarken böyle bir şeyden haberim olmadığı için yanıma su da almamıştım. Normal şartlarda kötü bir performans gösterdiğimi düşünmüyordum, şimdiye dek gayet iyi idare etmiştim ama işler giderek zorlaşıyordu. Bir de terlediğim için yapış yapış hissediyordum ve bu iğrenç bir duyguydu.


"Burada sen insan değilsin mi demek istedin bana?" Yüzünü buruşturup kırılmış gibi bir ifade takınırken alttan alttan benimle eğleniyor olduğunu da gizleyemiyordu.


Kulaklığıyla onu boğabilecek gibi bakmış olmalıydım. Bir anda dalga geçmeyi bırakıp ciddi açıklama yapmasını buna bağladım. "Şu tarafta merdivenler var, ana caddeye iniyor. Az kaldı yani."


Başka bir şey sormadım, bacaklarımda kalan enerjinin son kırıntılarını Görkem'in önüne geçmek için harcadım. Merdivenlerden inerken aşağı yuvarlanmamak için hızımı yavaşlattım ve bunu fırsat bilip yeniden önüme geçti.


Ana caddeye çıkmıştık. Ormanın sessizliğinden sonra şehir her zamankinden fazla gürültülü gelmişti kulağıma. Birkaç metre ötemizdeki tafik lambasında araçlar için kırmızı ışık yanıyordu. On yaşlarında bir kız çocuğu geçiyordu yaya geçidinden, gri asfalta basmamaya özen gösteriyor ve beyaz şeritlerden zıplaya zıplaya ilerliyordu. Üzerinde bulunduğumuz kaldırımda bir simit tezgahı kuruluydu. Etrafıma bakmayı sürdürürken döner dükkanının kırmızı ve yeşil ışıklardan oluşan tabelası çarptı gözüme.


Nevrin Döner.


Türk esnafı yine şaşırtmıyordu.


Hâlâ iddia devam ettiğinden yeniden adımlarımı hızlandırdım. Sadece birkaç dükkanlık mesafe kalmıştı ve bu benim Görkem'i geçebilmem için gayet yeterliydi. Fakat onun adımlarının dükkandan birkaç adım uzaktayken bir anda durması, neredeyse çarpışmamıza neden oluyordu.


"Niye durdun?"


Panik mi olmuştu ben mi yanlış anlıyordum? Elini ensesine attı, dokunduğu yeri kaşırken derin nefesler almaya başladı. Kaldırımın kenarına doğru geçtiğinde dikkatle ona bakıyordum.


"Bir şey mi oldu?" diye sordum beni duyabilmesi için yanına yaklaşarak. "İyi misin?"


Kulaklığını kulağından çıkarırken şoka uğramış gibi bakıyordu yüzüme. "Şarkı bitti."


Kaşlarımı havaya kaldırdım çünkü hiçbir anlam veremiyordum şu an yaşanan şeye. "Yani?"


"Kapıdan içeri ilk attığım adımla birlikte bitmesi gerekirdi şarkının. Geç kaldık."


Biz çok manyak gördük ama izninle tacı Görkem'e veriyorum Yağmur.


'İzin senindir.'


"Dalga mı geçiyorsun?" diye sordum hayretle. "Yürü geçelim içeri."


"Olmaz," dedi net bir sesle. "Liste ona göre ayarlı. Biz biraz oyalandık. Ondan geç kaldım. Giremem şimdi."


Ben o kadar şaşkındım ki tepki bile veremedim ilk birkaç saniye. "Bir şarkı daha aç o zaman. Bitmesine yakın içeri girelim."


"Olmaz dedim 13."


Parmaklarımla burun kemerimi sıkarken başım yere eğikti. Düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum. Beni sabahın köründe buraya kadar koşturmuştu. Şimdi sırf dinlediği şarkı içeri girmeden bitti diye aç aç geri mi dönecektik?


Yüz ifadesini kontrol etmek için başımı kaldırdığımda onun da parmakları burnunun üzerindeydi ve sıkıyordu tıpkı benim gibi. Dahası, elimle çeneme dokunduğumda o da kendi çenesine dokundu. Gözlerini sımsıkı kapatırken kendine kızdığını hissettim.


Çenesi kasıldı, yüzüne çaresiz bir ifade yerleşti. "Yapmıyordum artık," dedi mırıldanır gibi. Gözleri hâlâ kapalıydı. "Kurtulmuştum. Durduruyordum kendimi." Elini alnına vurdu sertçe. "Niye tekrarladı? Niye yaptım yine?"


Geçmişten gelen takıntıları vardı. Bunları sildiğini sanıyordu ama sadece baskılıyor olmalıydı.


"İçeriden babanı çağırmam fayda sağlar mı?" Başını iki yana salladı. Gözlerini inatla açmıyordu. Her zamanki gibi yine başının ağrıdığına emindim. "Geri mi dönüyoruz yani öylece?"


"Sen gir, ye. Ben beklerim burada."


"Saçmalama." Ellerimi kulaklıklarına uzattığım anda, göz kapakları aralandı. Onun boynundan alıp kendiminkine geçirdim, sonra elimi uzatıp telefonunu bana vermesini bekledim. Kaşları çatıldı, telefonunu avucumun içine bırakırken ne yaptığımı sorguluyordu. "Buraya gelirken şarkı falan dinlemedin," dedim çocuk kandırıyormuş gibi. "Bak, kulaklığın da yok. Benim bu."


Çabam o kadar komikti ki ikimiz de gülmeye başladık. Görkem'e iki yaşında muamelesi yapmam belli ki kafasını dağıtmamı sağlamıştı. Telefonunu cebime atarken bir yandan da onun elini tuttum ve o gülmeye devam ederken kaşla göz arası onu da peşimden dükkana sürüklemeye başladım.


Açtım ve o döneri yemek zorundaydık. Yoksa bayılacaktım.


"Hayır," dedi kapının önüne vardığımızda. "Giremem. Başımıza kötü bir şey gelir. Huzursuz hissederim. Sen git."


Omzumla kapıyı ittirerek açtım ve iki elimle birden kavradığım kolunu tutarak dükkanın içine çektim onu. Boş boş konuşmaya devam ediyordu. Dükkanda başımıza en kötü ne gelebilirdi? Meteor mu düşerdi mesela?


"13, çıkayım ben lütfen."


Cevap verme tenezzülünde bile bulunmuyordum, nihayet o da pes etmişti zaten. Az önce onu içeri sokmakta zorlanmıştım ama şimdi hafifçe elinden çekmeme rağmen beni takip ediyordu.


Kapı ardımızdan kapandığında, karşımızdaki duvarın sol tarafından bir adam çıktı. Benim boylarımda olmalıydı, göz rengi Görkem'inkinden çok daha açık bir maviydi. Siyah saçlarının arasına griler düşmüştü. Tahminimce Necip Amir'den beş altı yaş büyüktü.


Bir de, elinde kocaman bir döner bıçağı tutuyordu. Bu saatlerde dükkana fazla müşteri uğramadığından mıdır nedir, koşarak çıkmıştı az önce olduğu yerden. Her an saldırıya hazırmış gibi sımsıkı kavramıştı bıçağın sap kısmını.


"Aa Görkem!" dedi, döner bıçağını rahatlamış bir ifadeyle yere indirerek. Gözlerini spor ayakkabılarıma dikti ve ardından yavaş yavaş yüzüme çıkardı bakışlarını. Kıpkırmızı olmuş suratımda fazlaca bir süre oyalandı. "Aa," dedi yeniden. "Bir kız!"


Bu defa bakışlarının hedefi elim olmuştu ve ben adamı izlemeye o kadar dalmıştım ki elimi geri çekmeyi unutmuştum. "Aa, Görkem'in elini tutan bir kız."


Elimi anında Görkem'in elinin üzerinden çektim. Burada kendimi savunmak gibi bir harekette bulunmayacak, telaşla olayı açıklamaya çalışmayacaktım çünkü elini tutma sebebim, Görkem'in takıntısının bir anda ortaya çıkmasıydı. Eğer babasının bundan haberi yoksa boş yere pot kırmış olurdum bu yüzden sadece sustum ve Görkem'in konuşmasını bekledim.


"Aa, boynunda da oğlumun kulaklığı duruyor."


'Bu adam niye aa'layıp duruyor?'


Hiçbir fikrim yoktu.


"Oğlum, sen niye kireç gibisin bakayım?" Gülümsedi adam. "Bu kız seni zorla yanında tutuyorsa iki kez göz kırp." Abartılı yüz hareketleriyle bir gözünü iki kez kırptı ve ardından kaşlarını da iki kez kaldırdı gülerek.


Çocuklar hastanede karışmış olabilir miydi? Çünkü bence bu adam Görkem'in değil Arda'nın babasıydı.


"O yeni Analizci," dedi Görkem. Adımı söylemeyeceğini bildiğimden kendimi tanıtma görevi bana kalmıştı. "Asya Yağmur Tunçbilek," dedim.


"İyi, ne güzel," dedi adam, bana bakmaya devam ederken. "Ben de Arif Ahmet Duman. Analiz yapamam, döner yaparım. Yeni de değilim, ata sporu bizde dönercilik." Konuşuyordu ama konuştuğunun farkında değildi sanki. "Ee, öbür oğlanlar gelmeyecek mi?"


"Uyuyorlardı," dedi Görkem, sesinden tedirginlik akıyordu. Mekânın sınırları içinde durabilmek için kendi içinde büyük bir mücadele veriyordu, her halinden belliydi bu.


"Peki," dedi Arif Ahmet Bey. "İçeriden test kitaplarını getireyim mi?"


Hansel'le Gratel'in geçtiği yollara ekmek kırıntısı bırakması gibi, Görkem de geçtiği yerlere test kitabı mı bırakıyormuş Yağmur?


Şaşırmamıştım, ondan beklenen bir hareketti. Karakolda da kitapları var mıydı acaba?


"Yok. Sen dönerleri hallet, ben de buraları ayarlayayım."


"Aman oğlum, daha sabahın körü. Ben yaparım işleri, geçin oturun siz."


Görkem bir çocuk gibi omuz silkti arka arkaya. Babası da bu çocuk iflah olmaz der gibi baktı bana. Ardından ikisinin arasında sözsüz bir bakışma daha oldu ve durup dururken ikisi de gözlerini şaşı yaptı. Ardından da kahkaha atarak iki yöne ayrıldılar. Arif Ahmet Bey tezgahın arkasına yönelirken, Görkem de arka bahçeye açılan kapıya doğru ilerledi.


Büyük bir yer sayılmazdı, en azından içerisinin bahçeye göre çok daha geniş olduğunu söyleyebilirdim. Bahçenin köşesinde süpürge ve yanında da paspas duruyordu. Paspası kolunun altına sıkıştırdı Görkem, sonra da içeriye geri dönüp babasının biz kapıdan girdiğimizde çıktığı bölüme girdi. Birkaç dakikanın ardından bir kova suyla geri geldi.


Ondan aldığım kulaklığı ve telefonu çıkarıp masalardan birinin üzerine bıraktım. Bu sırada içeri koşar adımlarla iki çocuk daldı, ortaokul öğrencisi gibi duruyorlardı. "Arif abim, abim, ciğerim!"


"Gelmiş benim tosunlar," dedi Arif Ahmet Bey, döner bıçağını bir kenara bırakıp kocaman gülümsemesiyle çocuklara dönerken. "Yine geç kaldınız değil mi?"


Diğerine göre biraz daha fazla kiloya sahip olan çocuk girdi söze. "Abim, sen bize iki tane sarsan şöyle en hızlısından. Yolda kıvırırız."


Ergen jargonu da bir başka oluyordu.


"Geçin oturun, halledeyim hemen."


Oturacak sandalye olmadığını fark ettiğimde onlara yakın olan masaya doğru ilerledim ve ters bir şekilde masaya kapatılmış olan sandalyeleri tek tek indirdim aşağı. Görkem aniden omzunda bir bezle arkamda belirdi. Ben masadan birkaç adım uzaklaşınca temizlik reklamlarındaki gibi bir ciddiyetle, hızlıca masanın üzerini sildi ve tekrar paspas kovasının başına döndü.


"Aa," dedi alnında yaşı dolayısıyla oldukça doğal olarak sivilceleri bulunan çocuk. "Bu dükkana kadın da girebiliyormuş. Genelde hep kıraathane gibi oluyor burası."


İri yapılı çocuk yüzünü çevirip gülümsedi bana. "Saçlarının rengi çok güzel."


"Teşekkür ederim," dedim. Beklemediğim bir anda aldığım bu iltifat beni de gülümsetmişti.


"Sizin dönerleri onlara sardım, aceleleri varmış. Siz mecbur bekleyeceksiniz," diyerek araya girdi Arif Ahmet Bey. "Ayran da vereyim mi?" diye sormayı da ihmal etmedi çocuklara.


"Olur," dedi çocuklar aynı anda.


"Olmaz," dedi Görkem, çocuklarla aynı anda. "Açım ya ben! Benim hakkımı niye veriyorsun şu veletlere?"


"Sen ağlıyon." dedi soldaki, gülmemek için kendini tutarken. Öbürü tutamadı, Görkem'in suratı da sahte bir ifadeyle bozulunca kahkahasını patlatıp "Zort," dedi.


Galiba birbirlerini daha önce de görmüşlerdi. Gayet samimiydi iki taraf da. Sağdaki çocuk Arif Ahmet Bey'e parayı uzatırken, soldakinin kolunu yakalayıp cebinden para çıkarmasını engellemişti. Bugün o ısmarlıyordu anlaşılan.


Tezgahın üst tarafındaki resimli menülere baktığımda, öğrenciler için fiyatların çok daha uygun olduğunu gördüm. Bir yanda öğrenciye ev vermeyenler varken diğer yanda kendi kârından kısıp onları düşünen bir kesim vardı. İki taraf da bir şekilde hayata devam ediyordu ama biri hayır dualarıyla anılırken diğerinin arkasından sövülüp sayılıyordu. Gayet adildi, neticede insan hangi kesimden olacağını kendi seçiyordu.


"Allah zihin açıklığı versin," dedi Görkem, çocuklar dükkândan çıkarlarken. Kolunu paspasın sopasına yaslamış öylece dikiliyordu. Omzunda da bez asılıydı. Bir an için Analizcilerin haftalık olarak düzenledikleri iddiayı Görkem'in kaybetmesini ve evi temizlerken onu görmeyi istemiştim. Paspas pek yakışmıştı eline.


Sandalyeyi çekip oturdum, o kadar yolu koşmuş olmanın yorgunluğu bacaklarıma vurmuştu. Uzun zamandır alışık olmadığım bu tempoya sabahın köründe maruz kalmak ise işkenceden farksızdı. Katlanma sebebimin tavuk döner olması, durumu daha da ironik yapıyordu.


"Dönerimi çocuklara verdin baba ya!" dedi Görkem, çok sinirliymiş de sinirini yerlerden çıkarıyormuş gibi hızlı hızlı paspas yapmaya başladıktan sonra. "Evlat kontenjanından bile faydalanamıyorsam niye babam dönerci ki benim?"


"Sus da işine bak," dedi Arif Ahmet Bey, şen bir kahkahanın ardından. Görkem bahçe tarafına yakın olan köşeyi siliyordu, bu yüzden sesini yükseltmesi gerekmişti. "Sana öğrettiğim gibi yapıyorsun İnşallah? Cilala, parlat. Cilala, parlat."


Onların üzerindeki dikkatim, oturduğum masanın yaslı olduğu duvardaki saatle buluşunca tamamen dağıldı. Buranın müdavimi olduğunu tahmin ettiğim kişilerle Arif Ahmet Bey'in çektirilmiş fotoğraflarının bulunduğu ceviz renkli çerçevelerin hemen yanındaydı. Duvar saatlerinden nefret ediyordum. Artık konuşmayı duyamadığımdan ve sadece dönen saniyeye odaklandığımdan saatin ses çıkardığını da fark etmiştim.


Gözlerimi yumdum, geri açtım. Yumup bir kez daha açtım. Mete bile konuşmuyordu içimde. Bütün sesler susmuş, sadece saat kalmıştı. Refleks olarak hırkamın yaka kısmını düzeltmiştim.


Gözlerimi asla ayıramadığım saatin üzerine bir şey çarptı, ardından o şey masaya düştüğünde bunun az önceki bez olduğunu anladım. Sonra ayak sesleri yaklaştı, bakmadığım tarafta bir şey yere düştü. Görkem saate uzanırken ben gözlerimi önümdeki bezden yeni çekebilmiştim. Önce dükkanın öbür köşesinde yerde duran paspas sopasını gördüm, sonra Görkem'in saatin pilini çıkardığını.


"Bahçeye çıkalım mı?" diye sordu. Saati ters çevirip arkasındaki masaya bırakmış ve sonra önüne geçip görüş açımı kapatmıştı.


Tik ve tak. Devamlı olarak. Kulaklarımda çınlayıp duruyordu. Saatler sürmüştü. Saatleri sevmiyordum. Ve aynaları. Aynaları da sevmiyordum. Kan var mıydı? Kontrol etmek zorunda hissettim. Ellerime baktım. Omzum acıdı. Yoktu. Kalbim çok hızlı atıyordu.


"Ayağa kalk." Soru sormamıştı, komut vermişti çünkü kendimde değildim. Verecek cevabım yoktu. "Baba, su getirir misin?" Sesinde tuhaflık yoktu, her zamanki gibiydi. Beni her zaman böyle görüyordu sanki. Sanki çok olağan bir durumun içindeydik.


Ayağa kalktım, gözlerim sadece bir anlığına kararmış ama yalpalamadan öylece dikildiğim için dışarıdan anlaşılmamıştı. Parmağımı burnuma götürdüm, kanayacağını hissetmiştim ama öyle olmamıştı. Yaşlı bir el, bana bir bardak su uzattı. Ağzını açıp tek kelime bile etmemişti. İyi olup olmadığımı bile sormadan hatta bardağı geri vermemi dahi beklemeden işine geri dönmüştü.


Saniyeler içinde boşalan bardağı masaya bıraktım ve bahçeye ilerledim tepki vermeden, kafamı yerden kaldırmadan. Soğuk, kurumaya başlayan terime çarpınca ensem ürperdi. Bu kendime gelmemi sağladı.


Bir sandalye çekip oturdum. Ellerim titremesin diye ikisini birbirine kenetlemiştim ve onları da dizlerimin arasına sıkıştırmıştım. Ben böyle bir haldeyken önüme bırakılan döner tepsisi bütün dikkatimi dağıtmıştı.


"Afiyet olsun," dedi Görkem, kendi tepsisini de sertçe masaya koyup tok bir ses çıkmasını sağladıktan sonra. Karşıma geçip oturduğunda bakışlarımı kaçırmaya çalışmadım çünkü öyle güzel hiçbir şey olmamış gibi yapıyordu ki hiçbir şeyin olmadığına inanmak üzereydim.


"Sen bir şey diyene kadar ağzımı açmayacağım." Dönerinden bir ısırık almış, biraz çiğnedikten sonra da kolasını yudumlamıştı.


Şu an maruz kalacağım bir sessizlik beni daha da boğardı. Zaten ne iç sesim ne de Mete çıtını çıkarmıyordu ve ben dissosiyatiften hallice olan kişiliğimin baskın karakteri olan Asya olarak kalmıştım sadece. Kafamın içindeki gürültüye o kadar alışkındım ki bu sessizliğin hayra alamet olmadığını gayet iyi biliyordum.


"Bir şey."


"Şakacı," dedi Görkem, sahte olduğunu düşündüğü ama aslında gerçek olan bir sırıtış eşliğinde. "Sana bir şeylerin yolunda gitmeyeceğini söylemiştim. Şarkı bittikten sonra kafeye girişimden belliydi daha."


"Hâlâ meteor düşmedi," dedim. "Sakin ol, ölmüyoruz."


"Aklıma takılan bir şey var," dedi. Yani konuyu anında kapattı. Aç karınla onca yolu koştuğum için daha da acıkmıştım. Bu nedenle anlatacaklarını beklerken sıcak dönere gömülmüş durumdaydım. "İşin içinden çıkamadım."


"Kaya senin her zaman bir fikrin olduğunu söyledi. Yine vardır." Hayatımın en iyi kahvaltılarından birini yapıyordum. Arif Ahmet Bey belli ki işin ehliydi. Karşı taraftan ciddi bir şey geleceğini bildiğimden döneri istemeyerek de olsa tepsiye geri bıraktım ve odağımı tamamen Görkem'e verdim.


"Fikrim var. Danışmam gerekiyor."


"Neden ben?"


"Diğerleriyle konuşmam zaman kaybı olur." Parmakları daha önce de birkaç kez fark ettiğim gibi masada ritim tutuyordu. "Onların vereceği cevapları biliyorum. Sen yeni bakış açımsın."


"İyi bakalım," dedim. "Yolla gelsin."


"Peşimizde olan biri var. Bir takipçi. Üstelik bunu saklamayacak kadar da psikopat biri. Apaçık oyun oynamak istiyor." Durdu, soluklandı. "Diğer bir tarafta uyuşturucu işlerinin başına geçen ve bizi tepedeki adama götürecek olan Hasan var. Aynı zamanda Hasan batırdığım kumarhanesi için benden intikam istiyor. Bir de, senden şüphelenmesi an meselesi. Bu işin de halledilmesi gerekiyor."


"Ve bir şey daha var?"


Başını salladı hafifçe. "İntihar denilip kapatılan ama Can'ın inatla araştırmaya devam ettiği şu dosyalar... Panosunda da görmüştün hani."


"Bir gelişme mi oldu?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak.


Cümleyi kurarken yapılan kelime seçimleri insanın bilinçaltından dökülen ipuçlarıydı. Okumasını bileni sonuca götürürdü. İntihar dosyaları dememişti, intihar denilip kapatılan dosyalar demişti. Benim Görkem hakkında çıkardığım sonuç, bu konuda Can'la aynı fikirde olduğuydu.


"Olmadı fakat olacaktır. Çıkan yeni bir intihar haberi Can'ın kafasını komple dağıtır. Hele ki her yerden gelecek saldırılara karşı hazırlıklı olmamız gereken bir durumda bu bizim dezavantajımız olur. Ayrıca Can, öncekilere benzeyen bir olay daha gördüğü takdirde benden ekibi bu olaya yönlendirmemi isteyecektir. Bu da yepyeni bir soruşturma demek. Yani başımız epey kalabalık son zamanlarda."


Beynim akmış gibi bakıyor olmalıydım suratına çünkü halime gülümsedi. Bana zaman tanıdı. Çatılan kaşlarım ve buruşturduğum yüzümle onu izlerken o büyük bir rahatlıkla dönerini yemeye başladı.


"İyi de," diye girdim söze, "bu gerçekleşmemiş bir olay. Belki de gerçekleşmeyecek. Kafanda kurdun bütün senaryoyu."


"İhtimaller 13," dedi. "İhtimalleri görmezden gelirsen hata payın yükselir."


"Sen cidden değişiksin." Bence de öyle Yağmur. "İnsanlar atacağı adımı hesap eder. Ölçer biçer, bunlar normal. Sen o adımı atmadan önce hangi ayakkabıyı giyeceğini bile düşünüyorsun."


"Her şeye hazırlıklı olmazsam tökezlerim."


Bu kadar mükemmelliyetçi olmak onu oldukça zorlayan bir eylem olmalıydı. Hatta belki de sürekli olarak başının ağrımasının sebebi buydu. Kafasının içinde inşa ettiği düşünceleri yıkıp yıkıp yeniden kuruyordu ve bu da iş makinelerinin fazlaca çalışmasına sebep oluyordu.


Ben de anlamsız bakışlarla saatlerce iş makinelerini seyredebilme yeteneğine sahip o amcaydım.


"Nasıl yardımcı olacağım sana?"


"Önce kendine dikkat edeceksin," dedi ve bunu değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek bir anayasa maddesini dile getiriyormuş gibi tonladı. "Analizcilerin yanında panik havası oluşturmamak için üzerinde durmadım ama Hasan çok tehlikeli bir adam. Zeki olması da cabası."


"Hislerine güvenmekle ilgili bir problemim yok ama..." Kolamdan bir yudum alıp boğazımı ıslattım. "Sence de azıcık abartıyor olabilir misin?" Baş ve işaret parmağımla küçük bir miktar işaret etmiştim bunu söylerken. "Sergiye katılan bir misafirdim. Herhangi biri... Sadece Cengiz'i görüp görmediğini sordum adama. Bu hareketimin onu şüphelendirmesi için ortada bir sebep göremiyorum. Üstelik, onunla tanışmamın senin eline bir koz geçirdiğini söylemiştin. Bir taşla iki kuş vurduk demiştin."


"Elimdeki koz hâlâ duruyor, orada sıkıntı yok." Gözlerini üzerimden çekip yola çevirdi. "Ve benim hislerime güveniyorsan hata yapıyorsun demektir." Yeniden bana döndü yüzünü. "Düşüncelerime güven, kafamın içine güven, yaptığım planlara güven. İşin içinde aklım varsa güven bana."


İşin içinde aklı yokken kontrolsüzleşiyor bu adam Yağmur. Bence de, aklı yoksa güvenme ona.


"Seni dinliyorum," dedim ne anlatacaksan anlat artık dercesine.


"Zamanı geldiğinde onu yakalayacağız," dedi. Öylesine söylediği bir şey değildi, bu planın üzerinden de kim bilir kaç defa geçmişti. "Analizcilerin dediği gibi olacak. Kumar oynadığı gecelerin birinde seni yem olarak kullanacağız. Onayını almam gerekiyor."


"Saçmalıyorsun." Söylediğim tek kelime bir an için onu afallattı. Yem olarak kullanılmayı saçma bulduğumu, ona karşı çıktığımı sandı ve bunu beklemediğinden irice açtığı gözlerini dikti suratıma. "Ben işin başında da demiştim benim için sorun olmadığını. Fikirlerim değişmedi. Ne onayı? Bana ihtiyaç duyduğunuz anlarda size yardım etmek için buradayım zaten."


Yüzüne yeniden rahat ifadesi yerleşmişti. "Aklına takılan bir şey varmış gibi bakıyorsun bana," dedi soru sorar gibi.


Bunu mimiklerimden okumuş olması onun yeteneklerini hafife almamam gerektiğini bir kez daha hatırlattı bana. "Bu işin en başındaki adama ulaşmak için Hasan'ı basamak olarak kullanacaktık. Şimdiyse onu yakalamaktan bahsediyorsun. Sorgu odasında konuşacak biri olmadığını anlamak zor değil. Neden bir anda onu içeri almaya karar verdin?"


"İçeri almayacağız. Yanına sızacağız."


"Nasıl olacak?"


"Zamanı gelince onu da detaylıca konuşuruz."


Şakağında belirginleşen damarlar dikkatimi çekti. Gözlerimi kısıp onlara bakarken içlerinden akan kanı bile görebilecek kadar netleşti kafam bir anda. Çamurlu suyun dibinden yukarı yüzmüştüm, önce gün ışığının izlerini gördüm, sonra berrak suya ulaştım.


"Onu meşgul etmen gerekiyor." Yaptığım saptama tamamen doğru olmasa bile doğrunun kıyılarında bir yere sahipti. Şaşkınca ama nereden çıkardığımı da merak ediyormuş gibi çenesini hafifçe eğip devam etmemi işaret etmesinden anladım. "Şu fotoğraf olayının arkasında Hasan'ın olabileceğini düşünüyorsun. Seni apaçık tehdit eden kişi o mu diye kontrol edeceksin ve gerekirse bunun için tepedeki adamdan bile vazgeçip Hasan'ı içeri atacaksın. Çünkü sizin kimliklerinizin ifşa olmaması, üzerine büyük bir darbe indirdiğiniz bu yüzden de yıkıma uğrayan uyuşturucu tacirini bulmaktan daha önemli."


Bir anda yerdeki yaprakları uçuracak güçte bir rüzgâr esti. Karşımda uzanan ve saatin hâlâ erken olması sebebiyle boş olan yola bakarken kendimi iyi hissediyordum. Bulmaca çözmek zihnimi açıyordu. Bu hissi seviyordum. Küçükken babamın bana aldığı resimli kitap gibiydi aslında bütün olay. Her yerde noktalar vardı, ancak kalemimle onları doğru bir şekilde birleştirdiğim takdirde ortaya anlamlı bir resim çıkıyordu ve Görkem'in yüz ifadesi bunu başardığımı haykırıyordu adeta.


Ardından dudaklarında beni takdir ettiğini belirten bir tebessüm belirdi. Sadece onayımı alması için yapmamıştık bu konuşmayı. Yapmıştık çünkü ben kendi yolumu bulmaya çalışırken onu aydınlatmıştım. Bir şekilde ilham vermiş olmalıydım, ya da düşüncelerinin üzerinden geçmesine yardımcı olmuştum. Kafasında oturtamadığı şey her neyse onu bir sıraya sokmuştu.


Ve sonra bir anda daha da fazla gülümsediğinde işin altında başka bir şey olduğunu anladım ama ne olduğunu kestiremedim. Tekrar ışık yandı zihnimin gerilerinde. O ışığın oluşturduğu gölge, içerideki duvar saatinin üzerine düştü.


Kafam dağılsın diye bana bir bulmaca mı sunmuştu?


Yani aslında beni buraya getirirken kurduğu planları anlatmak aklında yok muydu? İşin içinden çıkamadığını söylerken aslında beni kandırıyor muydu?


Gerçekten kestiremiyordum.


Neyi niye yaptığını, hangi hamlesinin altından ne çıkacağını bilemiyordum ve bilinmezlik yüzünden çığlık atasım gelmişti birden. Anladı. Ama ben ağzımı açmadım. Soru sorup onu keyiflendirmeyecektim. Yemeğime geri döndüm sessizce.


"Eylül, Hasan'la ilgili ulaşabileceği her şeye ulaşacak. O bizim gazetecimiz gibidir. Bize elle tutulur bir haber başlığı sunana dek beklemede kalacağız. Bu süreçte sana kumar oynamayı öğretmemiz gerek. İhtiyacın olabilir."


"Beni kötü yola mı düşüreceksiniz?" diye sorarken istemsizce güldüm. "Lacivert İplileri böyle bilmezdim."


"Daha neler neler bileceksin," dedi kolasına uzanırken. Kafamı tamamen dağıtabilmiş olmanın, belki biraz da beni bu ekibin içine dahil edebilmiş olmanın gururunu yaşıyordu.


"Neleri bileceğim?"


Kolasını yudumlarken durdu, bardağı dudaklarından ayırmadan çenesini aşağı eğerek benimle göz teması kurdu. Sonra güldü. "Mesela benim oynadığım oyunları hep kazandığımı," dedi ukala bir tavırla.


"Yani kumarbazın tekisin?" diye sordum sırıtarak. "Ayrıca bağımlısın, saçma sapan takıntıların da var. Şimdi fark ediyorum da, bayağı korkutucuymuşsun sen."


"Bomboş bakıyorsun, kimi zaman ellerinde kan olduğunu düşünüyorsun ve bir ölünün sesini duyuyorsun," diye karşılık verdi. "Kim daha korkutucu tartışmayalım istersen."


Onu denemiştim, canını yaktığımda canımı yakar mı diye. Bir saniye bile düşünmeden yapmıştı bunu.


Sustum, bir gülümseyişle kabullendim ve tamamen karnımı doyurmaya odaklandım. Önümdeki her şeyi silip süpürdüğümde, o can sıkıntısından dönerin sarılı olduğu kağıdın köşelerini kıvırmaya vermişti kendini. Babasının adımlarını duymamız ikimizin de ilgisini o yöne çevirmişti. Arif Ahmet Bey, Görkem'in telefonunu elinde tutuyordu. "Mesaj sesi geldi. Önemlidir belki, bir bak."


Görkem telefonu babasının elinden aldığı gibi ekranı açtı. Bu sırada Arif Ahmet Bey önümüzdeki boşları toplayıp sessiz sedasız uzaklaştı yanımızdan. Bunu oldukça hızlı bir şekilde yaptığını fark ettim. Yılların tecrübesinin yanında el çabukluğunun da etkisi olduğunu düşünüyordum.


"Kaya ses atmış," dedi Görkem, gerekmese de bana açıklama yaparak. Ardından oynatma tuşuna bastı.


"Eylül aradı, evet sabahın köründe aradı. Bugün karakolda çok işi yokmuş, Buğra'yla görüşeceklermiş. Onu Asya ile tanıştırmak istiyormuş, bize geleceklerini söyledi."


Bir yanım Arda'yı düşündü ve o yanıma büyük bir acı sızdı. Öbür yanımsa o acıyı nötrleyecek şekilde yumuşaktı çünkü Eylül, sevgilisini benimle tanıştırmak istemişti. Eylül başından beri yanımda duruyordu, Eylül'ün beni ilk gördüğü andan beri sevdiğini hissetmiştim ve onun için değerli olan birisini bana göstermek istiyordu. Hayatım boyunca fazla arkadaşım olmamasına rağmen Eylül bunun için adaylığını koymuştu şimdiden.


Kayıt bitti sanıyordum ama bir ses kaydı daha vardı: "Evde yokuz dedim."


Ve bir kayıt daha: "Yok olmamız gerek."


Görkem de kayıt tuşuna bastı: "O halde Analizcileri topla, vakit antrenman vaktidir."


Ardından bana çevirdi yüzünü. "Buna hiç mutlu olmayacaklar," dedi. "Antrenmanlarda onların pestillerini çıkarırım. Son seferkinde Arda'yla Can odalarına bile gidemeden aynı koltukta uyuyakalmışlardı. Kaya ağrıyan kolları yüzünden bana sövmüştü bütün gece."


"Gözümü mü korkutmaya çalışıyorsun?" diye sordum.


"Her şeyi de anla." Sandalyesini geriye ittirip gülerek ayağa kalktı. "Bu arada, gözün gerçekten korkmalı. Acımasız bir antrenörümdür."


"Tahmin etmesi zor değil." Onun gibi ayağa kalktığımda Arif Ahmet Bey'in yanına ilerledim. Ücreti ödemek için ellerimi cebime attım fakat cüzdanım yanımda değildi. Uyku sersemliğiyle yanıma hiçbir şey almamıştım.


Görkem, "Saçmalama," dedi sadece. Ellerim hırkamın ceplerinde duruyordu ve bana bakıp aklımı okumuştu yine. "Görüşürüz baba," diye ekledi kapıdan çıkmadan önce. "O hayırsız seni ararsa beni haberdar et. Kendisini bir miktar özlemiş bulunuyorum. Çok az bir miktar ama."


"Aramaz," dedi Arif Ahmet Bey. "Bir gün gelir çatkapı. Yoğundur işleri, vakti yoktur şimdi. Takılma sen."


"Takılmam," dedi ama o hayırsız her kimse gerçekten sevdiği biri olduğu yüzünden okunuyordu. Hayırsızı özlemişti. "Allah'a emanet."


"Sen de oğlum," dedi babası. Sonrasında ben, Görkem ve lacivert kulaklığı dönerciden çıktık hep birlikte.


"Terin kuruduysa yine koşalım."


Ona uzaylı görmüşüm gibi baktım. "Ya da taksi çevirelim, zaten günün geri kalanında pestilimi çıkaracağını söylüyorsun."


"Zaten oraya kadar koşamayız," dedi Görkem. Bana dönüp sinsi sinsi gülmeye başladı. "Yani ben koşarım da, sen yorulursun diye diyorum."


"Sinirlenmeyeceğim," dedim gayet sakin bir şekilde. "Seni sinir etmeye çalışan insanı sinir etmenin en iyi yolu sakin kalmaktır."


"Ha?"


"Yani diyorum ki eksi sensin. Ben artı. Topla eksiyle artıyı, yine eksi. Ben pozitif olursam sen ettiğini bulursun. Anladın mı şimdi?"


"Ama sen de eksime eksi ile gelsen, bu sefer sonuç pozitif çıkar. Kârlı çıkan ben olurum demek istiyorsun. Vallahi anladım şimdi." Sırıtmaya başladı. "Hayat felsefesi yapılacak söz yalnız. Adının tarihe yazılmasını talep ediyorum."


"Tarihe geçecek kadar havalı bir filozof ismim yok maalesef."


"Niye? Sana Konfüçyüs deriz." Yüzüne boş boş baktığım için açıklama yapmak zorunda kaldı. "K-on-f-üç-yüs"


Kusuyormuş gibi yaptım.


Başka tepki veremezdim çünkü.


Karşımda kahkahalarla gülüyordu. Arda'nın mizah seviyesi bile daha yüksekti bence.


Yaklaşık beş dakika o dükkânın önünde taksi bekledik. Görkem kendi esprisine gülmeye devam etti. Ara ara da gruba gelen bildirimlere baktı. Ben de okumuştum, evdeki üçlü bir olmuş Görkem'e işkence çektirmekle alakalı planlar kuruyorlardı. Görkem kan dondurucu ölüm şekillerini okurken gülmeyi bir an olsun kesmemişti.


En yaratıcı bulduğum fikir Arda'ya aitti. Kan dökmek yerine Görkem'in parmaklarını kırmayı seçmişti. Çözdüğü soruları işaretleyemeyeceği için kendi kendine kahrından ölecekti. Böylece Arda katil bile sayılmayacaktı. Gayet zekiceydi.


Ön koltukta oturan Görkem'in taksiciye söylediği adrese geldiğimizde Arda'yı neşesi içinden hortumla çekilmiş gibi bir halde buldum. Sırtını spor salonunun grafitili duvarına yaslamıştı. Arkasındaki renkli resimlerin yanında yüzü oldukça sönük kalmıştı. Parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı içine çekerken yanında ne Kaya ne de Can vardı.


"Öğrenmiş," dedi Görkem. Taksi yanımızdan uzaklaşırken kulağıma doğru eğilip söylemişti.


Bu kadar az süredir tanıdığım bir insan için nasıl bu kadar içim giderdi? Kendime yabancıydım o an. Arda diğerleri gibi benim için de bambaşka bir yere sahip olacaktı bu gidişle. Yüzünü düşük görmek istemiyordum, hep gülsün istiyordum.


"Sen geç içeri," dedim Görkem'e. Onu daha da fazla üzmemden korkar gibi baktı yüzüme. Güven vermek istercesine gözlerimi kaçırmadım. Bir baş hareketiyle kabullendi, büyük kapıdan geçip gözden kayboldu. Ben de adımlarımı dünyadan oldukça uzaklarda olan Arda'ya doğru yönlendirdim.


Altında siyah bir eşofman, üzerinde aynı renk bir sweatshirt vardı. "Bu Kaya'dan çaldığın kazak mı?" diye sordum kolumu duvara yaslayıp yüzümü ona dönerek.


Gözleri karşıdaki evin kapısındaydı. Aynalı olan kapılardandı, kendini izlediğini düşündüm. Odağını bana çevirdiğinde sigarasını duvara bastırıp söndürdü. Rahatsız olmamdan korkmuştu sanki. İzmariti avucunun içinde tutuyordu. "Evet," dedi gülerek. "Geri götürmeyeceğimi söylemiştim."


"Gerçek kovboylar her daim sözlerinin eridir," dedim ve bozuntuya vermemek adına gülümsedim.


"Tabii ki..." dedi kendinden emin bir şekilde. "Kovboyluk kitabı, sayfa 82. Dokuzuncu maddenin beşinci fıkrasıdır bu."


"Doğru," dedim. "Hatırlıyor musun, sizin eve ilk girişimde bana bakıp bu kovboy artık yalnız değil demiştin." Hatırlıyordu, unutmuş olamazdı daha birkaç gün önceydi. "Anayasana madde olarak eklemeni isteyeceğim senden."


"Yalnız değilim." Dudakları yukarı doğru kıvrılırken acı çekmişti ve ben bunu bizzat görmüştüm. "Saçma," dedi. "En istediğin kişi yanında olmayınca, yanında bin kişi bile olsa yalnız hissediyorsun."


"Hayat."


Ömrümün sonuna kadar göğsümde taşıyacağım yalnızlık hissinin sebebini açıklamıştı ve ben ağzımı açıp hayat diyebilmiştim sadece.


"Hayat korkutmaz beni!" dedi ve kolunu omzuma attı. "Yanımda sen varsın. Düşersem sen kaldırırsın." Girişe doğru yürümeye başladığında beni de sürüklüyordu peşinde. Çöp kutusunun yanından geçerken izmariti içine attı ve sonra büyük kapıdan geçtik birlikte. "Ağlasam ilk sen duyarsın! Sarılıp sarmalar, düşlerden uyanmayız."


Onu tanımasam, bu neşesinin gerçekliği konusunda şüphe dahi duymazdım. Halbuki neşesi falan yoktu, acısının üzerine toprak atmaya çalışıyordu sadece. "Sıkılırsak saçmalar mıyız?" dedim. Kafası dağılsın diye bağıra bağıra şarkı bile söyleyebileceğimi fark ettim.


"Ben hep saçmalarım zaten," dedi ve kolumu sarstı. "Kimseden utanmadan hem de."


Günlük şarkı dozumu geç de olsa almıştım çok şükür. Sarmaş dolaş ve kıkırtılar eşliğinde diğerlerinin yanına vardığımızda üç çift göz üzerimize çevrildi. Siyah bir deri koltukta yan yana oturuyorlardı. Bir de masa bulunuyordu içinde bulunduğumuz odada. Çevremizi saran dört duvar da basketbolcuların posterleriyle kaplıydı. Tek bir boşluk bile yoktu, duvarın ne renk olduğunu göremiyordum.


"Sayın yolcularımız!" diye bir ses duydum, odanın dışından geliyordu. "Kaptanınız konuşuyor." Stor perdeli camdan bize doğru yürümekte olan iri adamı gördüm. Odanın kapısına vardığında zıplayarak içeri girdi. "Işıltımdan gözleriniz kamaşmasın diye önden anons geçmek istedim my men."


Yönünü bana çevirdiğinde gözleri irileşti. Arda kolunu omzumdan çekmiş, bir adım geriye çekilmişti. Beni büyük bir dikkatle izleyen adamın kaslarına bakarak buranın müdavimlerinden biri olduğuna karar kıldım. Sonra bu odaya elini kolunu sallayarak girişini ve spor salonundaki kasıntı kas yığınlarından oluşan müşterilerin aksine çok daha içten olan gülümsemesini görünce ise mekanın sahibi olabileceğini düşündüm.


Boyu gerçekten uzundu ve omuzları çok genişti. Üzerinde siyah yarım kollu, baskılı bir tişört vardı. Gözleri biraz çekik gibiydi, kumral saçlara sahipti. Benim onu incelediğim otuz saniye boyunca o da bana bakmıştı.


"And my yenge," diye bitirdi cümlesini. "Bendeniz dünyanın en mükemmel insanı. Sen kısaca Sarp diyebilirsin."


"Ben..." Adımı söyleyip söylememe konusunda emin olamadım. Belki de Analizciler sahte isimlerle kendilerini tanıtmışlardı. Sorgular gibi Görkem'e döndüğümde bana rahat ol dercesine bir işaret yaptı. "Asya," dedim. "Düz Asya. Yenge olmayan Asya."


"Yalnız," diye mırıldandı Sarp. "Benim yenge dediğim insanlar genelde gelecekte yengem olurlar. Tecrübeyle sabit." Üçlü koltukta oturan tayfaya döndü. Kafasını bir pinpon topu gibi hızlı hızlı bir Görkem'e bir Kaya'ya çevirdi. "Allah'ım hangisi..." Parmağını tehditkâr bir ifadeyle havada salladığını gördüm. "Çabuk söyleyin, esas oğlan hanginiz?"


Kaya'yla Görkem aynı bir duvara bakar gibi Sarp'a bakıyorlardı. "Karar veremiyorum," dedi Sarp. "İkisi de olabilir gibi geliyor. Çıldıracağım!"


Bu saçma anın içinden ilk sıyrılabilen Can olurken, "Sarp, boşu kes artık," diyerek bizi de o andan çekip çıkardı. "Sabahın köründe gelmişiz, katilim yanımda bana edeceği işkenceleri düşünürken yemek görmüş sinek gibi ellerini birbirine ovuşturuyor. Sen burada anca kafa ütüleyip duruyorsun. Bir sus artık ya!"


"Sineklerin ağızlarında proboscis denilen bir uzantı bulunur," dedi Arda, masanın ucuna oturduktan sonra ellerini iki yanına yaslayarak. "Ellerini birbirine sürtüyormuş gibi göründüklerinde aynı zamanda o uzantıya yapışan polenleri temizlerler."


"Ney cis?" diye sordu Sarp kaşlarını çatarak.


"Proboscis. Omurgasızların beslenme ve emme için kullandıkları ağız parçası. Omurgalılarda da sizin anlayacağınız dilde söylemem gerekirse uzamış burun."


Arda'yı ağzım açık dinlemiştim. Her konuda bilgisi olduğunu birkaç farklı kişiden duymuştum ama buna gözümle ilk şahit olduğum anlardan birindeydik.


"Hoş geldin ayaklı Wikipedia. Türkiye'ye erişim engelin kalktı mı senin?"


"29 Nisan 2017'de gelen o karar, 15 Ocak 2020'de Resmi Gazete'de yayınlanan başka bir kararla birlikte kaldırıldı," dedi Görkem, Sarp'ın sorusuna karşılık olarak.


"Allah'ım ne oluyor şu an?" diye bağırdı Sarp, başını avuçlarının arasına alırken dehşete kapılmış gibiydi. "Dünya ötesi bir varlığım ama bana salakmışım gibi hissettiriyorsunuz! Nefret ediyorum sizden."


Arda kıstığı bakışlarını Görkem'in üzerine dikmişti. "Bunu ben de biliyordum. Resmen şovmenlik yapmak için lafımı çaldın."


Sarp, ellerini Arda'nın kazağının yaka kısımlarına götürdü. Sıkıca tutup sarstı onu. "Niye bunu biliyorsun be adam? Neden biliyorsun bu bilgiyi?"


Aynı saniye içinde Kaya'nın oturduğu yerden ayağa kalktığını gördüm. Sanırım kalkmak kelimesi bu fiili tam olarak karşılamıyordu, daha çok fırlamak gibiydi. Elini Arda'nın yakasına yapışan Sarp'ın bileğine sardığında bunun bir refleks olduğunu anladım. Sarp sadece şaka yapıyordu ama Kaya sebebini bilmediğim bir şekilde savunma pozisyonuna geçmişti.


Sarp neye uğradığını şaşırmış bir vaziyette birkaç adım gerilediğinde Kaya, Arda'nın tamamen önüne geçmişti. Arda hiç hareket etmemişti. Elleri hâlâ masanın kenarlarına yaslı şekilde duruyor ve egoist bir şekilde Sarp'a gülümsüyordu.


"Önüne geçen koca adam yüzünden elimden kurulabileceğini mi sandın Lülük?" Arda, kıvırcık saçlarını düzeltirken kaşlarını çatmıştı ama Sarp susmadı. "Seni haşat edeceğim."


"Yavaş et," dedi Kaya korkutucu bir sesle.


"Bana en çok kızan senken en çok koruyan da hep sensin," dedi Arda. "İtiraf et artık, en çok beni seviyorsun. Ben olmasam ölürsün. Yaşama sebebin benim."


Kaya'nın anlık olarak Görkem'e baktığını gördüm ya da zihnimin bana oynadığı bir oyundu. Görkem'in güldüğünü fark ettim. Ardından Can bir kez hapşırdı ve burnunu çekti. "Çok yaşa," dedik planlamışız gibi hep bir ağızdan.


Can, "Hep beraber," dedikten bir saniye sonra Kaya yeniden, "Çok yaşa," dedi daha kısık bir sesle. Bu cümlesinin hedefinde Arda vardı belli ki.


Sonra Arda, Kaya'nın sırtına atladı. Kaya çok normal bir durummuş gibi bozuntuya vermeden Arda'nın bacaklarına sardığı elleriyle düşmesin diye onu sağlama aldı ve ikisi birlikte önümden geçtiler. Kapıdan çıkmaya çalışırlarken Arda'nın kafası duvara vurdu, Kaya bir küfür savurup geri geri geldi. Dizlerini bükerek yeniden kapının eşiğinden dışarı adımladı. Arda başını ovalarken kahkaha atıyordu.


"Ya benim sorum araya kaynadı ama..." Sarp omzuma dokundu. "Söylesene. Hangisiyle shipleyeyim seni?"


"Sal şu kızı!" dedi Can ve yeniden burnunu çekti.


"Can haklı," dedi Görkem. Oturduğu yerden kalkmış, uyarır gibi Sarp'ın omzunu sıkmıştı. "Uzatma, boş yapma, arada çeneni kapalı tutmayı dene Sarpçığım."


"Siz beni üzüyorsunuz, kırıyorsunuz," dedi Sarp alınmış gibi yaparak. "Batu üzmüyor. Ateş de üzmüyor."


"Batu kim?" diye sordum konu dağılsın diye.


"Kardeşim," dedi.


"Ateş?"


"O da kardeşim." Duraksadı. "Sonra Pelikan var, Klavye Delikanlısı var. Onlar da üzmüyor. Bir de Godzilla var, bak o arada üzüyor. Lisede beni bilek güreşinde yenebilen tek kişiydi. Çok üzülmüştüm."


"Anladım," dedim. Görkem yine güldü. "Kalk artık Can," dedi elini ona doğru uzatarak. "Kaçacak yerin yok, beni biliyorsun."


"Haksızlık! Kapışacaksak sorgu odasında kapışalım, spor salonunda değil. Cani bir lidersin sen."


"Huyum kurusun." Kapıdan çıkmadan önce omzunun üzerinden bana döndü. "Hadi 13, korkma bu kadar."


Bu adamın meydan okuma sevdası beni delirtiyordu. Onlar da odadan çıktıklarında geride Sarp'la kalmıştık. Yüzünde anlamayan bir ifade asılıydı. "13 mü?" diye sordu ama daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi. "Neden 13? Siz beni çıldırtacak mısınız? Ne 13'ü? Ne diye sana sayıyla sesleniyor bu adam? Sizden nefret ediyorum ben ya!"


Odadan söylene söylene çıktığında en geride kalan yine ben olmuştum.


Yolu bilmiyorsun Yağmur. Sarp gözden kaybolmadan onun peşine takılman gerek.


Mete her zamanki gibi haklı olduğundan zaman kaybetmeden Sarp'ın peşinden yürümeye başladım. Yürüdüğümüz uzun koridor boyunca spor salonunda tek bir ses dahi duyamadım. Acaba bugün burası kapalı olabilir miydi? Ya da daha açılmamış da olabilirdi.


Bundan sana ne Yağmur?


Her şeyi düşünmekten beynim çatlayacaktı. Bu da benim huyumdu. Yapacak bir şey yoktu.


Koridorun sonundan sola döndüğümüzde her çeşit spor aletinin olduğu ve içeride bizimkilerin haricinde kimsenin olmadığı oldukça geniş bir antrenman odası karşıladı bizi.


"Ben ringe çıkacağız sanmıştım," dedi Arda. Kaya'nın sırtından inmişti. "Yalnızca burada takılacaksak iyi."


Kaya başını iki yana sallarken çenesiyle Görkem'in gülüşünü işaret etti. "Günün sonunda kendine sövdürecek, anlayın artık."


"Siz sövmek için gün sonunu mu bekliyorsunuz gerçekten?" diye sordu Can. "Ben buraya geleceğimizi duyduğum an başladım."


"Ben şahidim," diye mırıldandı Arda spor aletlerinden birine oturarak. "Odada üzerimizi değiştirirken birlikte sana sövüyorduk."


Görkem kollarını iki yana açıp gülerek başını havaya kaldırdı. "Ben ve beni hep destekleyen arkadaşlarım..."


Sarp güldü. "Ee beyler," dedi, muhtemelen ağız alışkanlığıydı. Ya da beni yok saymış da olabilirdi. "Neler yapıyorsunuz bugün?"


Kaya sweatinin kapüşonunu başına geçirdikten sonra birkaç adım ilerledi ve arkadaki koşu bandının üzerine oturup bağdaş kurdu. "Ben, Görkem'e meydan okumayı seçiyorum," dedi koşu bandına kolunu yaslamış olan Görkem'e alttan bir bakış fırlatarak. "İddiam büyük," diye devam etti. "Ne derse desin kılımı dahi kıpırdatmayacağım. En fazla ne yapabilir ki? Söylenir söylenir pes eder. Şuradan şuraya bile hareket etmeyece-"


Cümlesini tamamlayamadı çünkü Görkem koşu bandını çalıştırmıştı.


Bir saniye önce havalı havalı atıp tutan Kaya bir saniye sonra banttan bağdaş kurmuş bir vaziyette düşmüştü ve canı yandığından ötürü yüzünü buruşturmuştu. Sarp ve Arda aynı anda kahkaha atmaya başladılar. Az önce yaşanan sahne öyle komikti ki Can'ın bile nefesi kesilmişti gülmekten. Kaya onlara sövdükçe onlar daha da fazla gülüyorlardı.


Görkem, "Hadi oradan," dedi Kaya'ya. Koşu bandını durdurmuştu ve doğrudan yerde oturan arkadaşına bakıyordu. "Şuradan şuraya gitmezmiş. Kıçımın kenarı."


"Kıç deme ona," dedi Arda. Gözlerinden yaş geliyordu. "Çanağını kırdın zaten."


Kaya öldürücü bakışlar atmaya çalışsa da kendine hakim olamadı ve gülmeye başladı bir anda. Görkem de gülüşüne eşlik ederken elini ona doğru uzattı. Kaya, Görkem'den güç alarak kalktığında gerçekten beklenmedik bir anda dirseğini Görkem'in karın boşluğuna geçirdi ve karşı bir hamle gelmesine izin vermeden koşarak Arda'nın yanına ilerledi. Arda o kadar çok gülüyordu ki neredeyse yere düşecekti.


"Ah benim Refleksman'im, karizmanı çizdirip duruyorsun son zamanlarda. Yediğin kroşeler mi dersin... Dirsekler mi dersin..." Çok güldüğü için nefesi kesile kesile konuşuyordu. Bu derece gülmesi, bazı hislerini bastırabilmek için kullandığı maskesiydi. Artık daha iyi anlıyordum. "Eskisi kadar havalı değilsin. Yaşlanıyor musun yoksa biraz?"


Görkem karın boşluğunu tutarak soluklanırken az önceki yediği darbeye kızmış değildi. Gayet keyifliydi. "Hepinize tek tek yedireceğim yaptıklarınızı ve söylediklerinizi."


Can dikkat çekmek ister gibi boğazını temizledi ama bu öksürmesine neden oldu. Hepimiz ona döndüğümüzde ise konuya girdi. "Kaya sana vurdu, Arda yaşlı dedi, Asya da yumruk salladı. Kabul. Ya ben? Benim ne suçum var? Hem ben hastayım! Sal beni gideyim, n'olur."


"Sen niye Görkem'e yumruk salladın ve onlar neden bu durum karşısında seni öldürmek yerine yanlarına aldılar?" diye sordu Sarp şok olmuş vaziyette.


"O da beni boğmaya çalışmasaymış," dedim omuz silkerek. Bu Sarp'ı daha da dehşete düşürmüştü.


"Burada zorla mı tutuluyorsun? Hayatın tehlikedeyse iki kez göz kırp!"


İki kez göz kırptım.


"Artık seni zorla tutanlardan biri de benim." Bu tepkiyi kesinlikle beklemediğim için afalladım. "Ne?" diye sordu şaşırmama şaşırarak. "Onları karşıma alabilecek güçte miyim ben sence? Teke tek gelseler hepsini gömerim ama bir aradayken Avengers oluyorlar."


Bir anlığına her şeyden sıyrıldım. Sadece birkaç saniyeydi. Burada olmaktan ne kadar mutlu olduğumu fark ettim ve bu beni şaşkına çevirdi. Onların yanında, bu spor salonu sınırları içinde mutluydum.


Çünkü senin yerin burası, Yağmur.


Sesini duymaya alışmıştım ama bu defa Mete'nin güldüğünü hissettim. Buna inanmazdım ama eğer ölüler bizi görebiliyor olsalardı Mete şu an karşımdaki duvara yaslanmış, geride bıraktığı enkazın toparlanmaya başladığına şahit olduğu için otuz iki diş sırıtarak beni izliyor olurdu.


Bileğime bağlanan lacivert ipin beni hayata bağlayacak güce sahip olduğunu bu ana kadar fark etmemiştim. İçimde bir yaprak kımıldadı ve buna sebep olan esinti, daha nice yaprakların kımıldayacağının habercisiydi.


"Asya Avengers izlemiş olsun. Asya izlemiş olsun Avengers. İzlemiş olsun Avengers Asya..." Arka arkaya, kelimelerin sıralarını değiştirerek kurduğu cümleler yönümü Arda'ya çevirmemi sağladı. Bir şeyi kırk kere söylerse gerçek olacağına inanıyordu sanırım.


"Kırk kez söylemene gerek yok," diyerek durdurdum onu.


'Kaçıncı söyleyişinde durdurdun acaba?'


"Henüz dokuz olmuştu," dedi Görkem bana cevap verir gibi. "Erken davrandın."


"İzledin mi demek oluyor bu?"


"İzledim Arda."


"Sen ve benim göbek bağımız bir kesilmiş bence," dedi yumruk yaptığı elini bir tur havada salladıktan sonra geri kucağına çekerken. "Belki aynı hastanede doğduk, ya da belki tombul ayaklarımızı market arabalarından sallandıran bebeklerken aynı cipse uzandık seninle. Bilemiyorum. Çok kuvvetli bir bağ var aramızda Asya. Hissedebiliyor musun bunu?"


"Ne kurgu yaptın be birader," diye sitem etti Sarp. "Az sus da motorun soğusun."


Arda, ona dil çıkarıp bana hayranlıkla bakmaya devam etti.


"Bu kadar çene çalmak yeter," dedi Görkem kollarını göğsünde bağlayarak. "Ağırlık kaldırarak başlayalım. Burada biraz ısınalım, sonra hemen ringe geçelim. Hepinizi yerle bir etmek için sabırsızlanıyorum."


"Doğrudan ringe geçmeyi talep ediyorum," dedi Can. "Zaten hastayım, bir an önce beni ez ve olsun bitsin bu iş. Kolumu kaldıracak gücüm kalmayacak birkaç saate."


"Hım... Oylamaya sunuyorum. Can'ı destekleyenler?"


Bütün ekip, Sarp dahil, elini kaldırmıştı. Görkem bizden utanıyormuş gibi baktıktan sonra buranın çıkışına doğru yürümeye başladı. Ecelimiz olacak ringe doğru yöneldik hep birlikte.


Sarp işleri olduğunu söyleyip özür dileyerek bizi yalnız bırakmıştı. Görkem'in yüzünde kurbanlarını izlemekte olan avcının sırıtışı vardı. Kaya devamlı olarak göz deviriyor, Arda ise Can'a bu sefer Görkem'in hakkından geleceğini söyleyip duruyordu ama kendisi de söylediklerine inanmıyordu. Ben de yanlarında öylece dikiliyordum.


İçinde bulunduğumuz alanın ortasında yerden yüksek bir ring vardı. Mekânın havası burada kaçak kafes dövüşlerinin yapıldığını hissettirmişti bana. Duvarlar siyahtı, ringin çevresinde düzenli aralıklarla tavandan boks torbaları sarkıtılmıştı. Bize uzak olan köşede eldivenlerin ve çeşitli ıvır zıvırların olduğu büyük raflar vardı.


"Burayı gerçekten sevdiğime inanamıyorum," dedi Kaya, yine göz devirerek. "Ortamın boğucu, kasvetli bir havası var. Tam benlik."


"Burası sana benziyor," dedi Görkem.


Arda ringe tırmanıp el çırptı. "Hadi bakalım, cesareti olan çıksın karşıma." Bu apaçık Görkem'e meydan okumaydı. Görkem ise ringe Can'ın çıkmasını istedi. Kendisi de ikisinin yanına çıktı ama köşeye bağdaş kurdu. Kaya da aynı Görkem gibi kenara oturunca benim de öyle yapmam gerektiğini anladım. Üçümüz minderlerin üzerine oturmuş, Can ve Arda'ya bakıyorduk.


"Rakibini nakavt eden kişiye bugün dokunmayacağım," dedi Görkem. Dalga geçmiyordu, ciddiydi. "Kaybedenin burnundan getiririm. Şimdiden uyarayım."


"Hadi ama..." dedi Arda. "Dostu dosta düşman ediyorsun resmen. Pis bir lidersin sen."


"İşine gelirse."


Can hiç şansı yokmuş gibi Arda'ya bakıyordu. Arda ise tamamen Görkem'e kötü bakışlar atmakla meşguldü.


Can bu anı fırsat bilerek Arda'nın karın boşluğuna dirseğini geçirdi. Hiç şüphesiz ki bunu Kaya'dan çalmıştı. Arda dehşete kapılmış bir halde, "Sen benim oğlumdun," dedi aynı o meşhur dizideki gibi.


Ve ikisi arasındaki rekabet resmi olarak başlamış oldu.


Eldiven yoktu, bu yüzden boks maçından çok sokak dövüşü izliyor gibiydim.




"Can sürekli olarak Arda'nın sağını hedef alıyor," dedi Görkem fısıldayarak. "Arda'nın sağı, sol tarafına göre hâlâ daha savunmasız. Bunu düzeltmem gerekiyor." Sanırım bizimle konuşmuyordu, sadece sesli düşünüyordu. "Can istese bambaşka biri olabilir. Yumruklarını indirdiği yerler hep Arda'nın zayıf noktaları, onu yerle bir edebilecek güce sahip ama özgüveni eksik. Bunu yıllardır değiştiremedim."


"Bizi mükemmel yapamazsın," dedi Kaya. "Ve bunun için kendini suçlaman kadar saçma bir olay daha yok."


Ben buna mükkemmel yapmak demezdim sanırım. Görkem sadece onları daha iyi bir hale getirmek için uğraşıyordu ve muhtemelen birçok defa başarılı da olmuştu. Çok fazla lider görmüştüm ama lider karakterine bu kadar uygun birine az rastlamıştım. Görkem bunun için doğmuş gibiydi.


"Kendimi suçladığım yok. Gelişme kaydettiğimizi izlemeyi seviyorum." Görkem, yüzünü Kaya'ya çevirmişti. "Buraya ilk geldiğimiz anı hatırlıyor musun? Can sorgu odalarına o kadar hapsedilmişti ki kendini savunmayı unutmuştu resmen. Bir yeteneğini geliştirirken öbürünü tamamen köreltmişlerdi. Ben bunu başarı saymıyorum."


"Hatırlıyorum," dedi Kaya. "Bize birbirimizin zayıf noktalarını öğrettin. O zaman buraya gelme amacımızın sadece bu olduğunu düşünmüştüm."


"Amaçlarımdan biri buydu. Birbirimizin zaaflarını bilirsek birbirimizi kollamamız daha kolay olur diye düşünmüştüm. Haklı da çıktım, bunu biliyorsun."


"Haklı çıktığın her an senden nefret ediyorum."


"Yalancı," dedi Görkem ve ikisi de güldüler.


Bu sırada arka planda birbirlerini alt etmeye çalışan Can ve Arda'nın sesleri çınlıyordu. İkisi de dizlerini bükmüş oldukları yerde yaylanarak karşı taraftan gelecek hamleyi bekliyorlardı. Ter içinde kalmışlardı. Can'ın yüzü kızarmıştı, Arda da dizine sert bir darbe aldığından ötürü yüzünü ekşitmişti.


"Arda kazanacak," dedi Görkem sessizce.


"Arda yenilecek," dedi Kaya.


Can kazanacak demedi, Arda yenilecek dedi ve bu bana Arda'nın bilerek yenileceğini düşündürdü.


"Saçmalıyorsun."


"İddiaya girelim," diyerek serçe parmağını Görkem'e uzattı. "Kazanırsam siyah kabanını alırım."


"Kabanımda gözün olduğunu biliyordum!" Serçe parmağını tutarak iddiayı kabul etti Görkem. "Kazanırsam zekâ küpü koleksiyonuma yeni bir parça eklersin."


"Anlaştık."


"Anlaştık."


Kısa süre içinde Arda yumruklarını ardı arkasına Can'ın omuzlarına indirmeye başladı. Tam onun kazanacağını düşünmeye başladığımda ise Can onun kolunu yakaladı ve bir anda Arda'nın bedenini ters çevirerek sırtını, kendi göğsüne yaslamasını sağladı. Sonra kolunu boğazına sardı, dizine hafifçe vurup diz çöktürdü. Arda yalnızca bir kez boynuna sarılı olan kola vurduktan sonra "Pes," dedi. "Hakladın beni."


"Aynısını Arda'ya yaptığımda elimden kolayca kurtulmuştu," dedi Görkem. Sesinde kabanını kaybetmiş bir adamın üzüntüsü vardı. "Neden pes etti? Onu yenebilirdi."


Arda ve Can birbirleriyle uğraştıkları için bizi duymuyorlardı. Kaya yine de sesini alçaltarak, "Bu da senin zayıf noktan," dedi. "Arda'nın Can'dan daha iyi dövüştüğünü biliyorsun ve kazanma ihtimalinin daha yüksek olduğunu hesap ediyorsun. Ama Can'ın hasta olduğunu ve Arda'nın kendisinden önce hep onu düşüneceğini unutuyorsun."


"Bilerek yenildi," dedi Görkem. Bunu geç fark ettiği için sarsılmış gibi duruyordu.


"Akıldan ibaretsin Görkem."


Bu Kaya'nın Görkem'e kalpsizsin deme şekliydi sanırım. Açıkçası tam tersi olması gerektiğini düşünürdüm bu yüzden benim için bir aydınlanma teşkil ediyordu şahit olduğum diyalog.


"Kazandım!" diye haykırdı Can. Diğerleri fark etmiş miydi bilmiyordum ama bundan yalnızca birkaç saniye önce teşekkür eder gibi Arda'nın sırtına vurmuştı.


"Ben de kaybettim," dedi Görkem. "Beni yenebilecek tek kişiye."


"Seni yenen ben bile olsam senin kaybettiğini kabullenemiyorum. Her zaman kazanırmışsın gibi bir düşünce işlemiş bilinçaltıma," dedi Kaya. "Kabanını yatağıma bırakırsın bir ara."


Görkem elleriyle yerden destek alıp ayağa kalkarken bir çocuk gibi omuz silkmişti. Kaya da başını öne eğip güldü bu hareketine. Can, boşalan yere otururken Arda gardını almış bir vaziyette Görkem'i bekliyordu.


"Kaya," dedi Görkem. "Bana bir yardımcı olsana."


Kaya ikiletmeden ayağa kalkıp ringin ortasına doğru yürüdü. Görkem ondan Arda'nın sol kolunu sabitlemesini istedi. Arda kaçacak delik ararken Kaya onu yakalamış, sol kolunu belinde sabitlemişti. Arda'nın tepinmeleri hiçbir işe yaramıyordu çünkü Kaya sarsılmaz bir kaya gibiydi.


Böylece Arda'nın kendini savunabilmek için sadece sağ kolu kaldı. Yani zayıf tarafı.


"Doğrudan karnına çalışacağım," dedi Görkem, bir eğitmen gibi Arda'nın gözlerine bakarken. "Kolunla hamlelerimi savuşturacaksın. Savunamadığın her yumruğumu da yiyeceksin haliyle."


"Asya!" diye bağırdı Arda. Burada benim de olduğumu fark eden ilk kişiydi belki de. "Rica etsem seninle takım olabilir miyiz? Yoksa Görkem beni çiğ çiğ yer."


Güldüm. "Bedavaya çalışmıyorum."


"Sen benim dostumdun!"


"Hazır mısın?" sorusuna Arda tarafından bir baş sallamasıyla cevap alan Görkem yumruğunu direkt olarak Arda'nın yanağına geçirdi. Arda'nın kafası yana savrulurken şaşkınlıkla gözlerini açmıştı.


Boşta kalan elini yanağında muhtemelen moraracak olan yere bastırdı. "Hani karnımı hedef alacaktın?"


"Operasyondayken düşmanının nereyi hedef alacağını bilecek misin?" Görkem sabır testi gibi bir insandı. Haklı haklı konuşarak sürekli üste çıkıyordu ama bu onun sinir bozucu oluşunu değiştirmiyordu. Beklenmedik hamlesinin hepimizi şaşırtması bir yana, Arda'ya yumruk atarken insaflı da davranmamıştı. Ya da belki bu onun insaflı haliydi.


"Operasyonda bir kolum arkada bağlıyken mi dövüşeceğim?"


"Bilmem, belki de." Görkem'in yüzü yumuşadı. Elini Arda'nın yanağına sürttü, acıttığı yeri iyileştirmek ister gibi. "Çok mu kaçtı?" diye sordu masumca. "Tamam sen de vur, ödeşelim."


Arda'nın vurmayacağını düşünürdüm ama belli ki Analizciler beni şaşırtmaktan asla vazgeçmeyeceklerdi. Doğrudan sağ elini yumruk yapıp Görkem'in yüzüne hareketlendirdi ve Görkem müthiş bir refleksle eğilerek bu hamleden kurtuldu. "Saf," dedi. "Hemen de inan."


"Senden," dedi Arda. Karnına gelen bir yumruğu savuşturdu. "Nefret," dedi. Başka bir yumruktan kaçtı.


"Ediyoruz," dedi Kaya ve Arda'nın kolunu bıraktı. İkisi omuz omuza verip Görkem'e doğru atıldılar.


Can bir kez hapşırdı ve ardından kahkaha atmaya başladı. "Görkem ikisini de devirecek şimdi," dedi beni koluyla dürterek. "Ben orada olsam beni de üstlerine devirirdi."


Hem bütün darbelerden kaçınıyor hem de ıskalamadan Kaya ve Arda'ya vuruyordu Görkem. Konsantrasyonu maksimum seviyedeydi. Bir an gözümü kırptım, öbür an Arda sırt üstü yere serilmişti. Parmağıyla havaya görünmez bir halka çiziyordu. "Çizgi filmlerde uçuşan yıldızlar gerçekmiş," diye mırıldandı. "Altın sarısı yıldızlar kutu kutu pense oynuyorlar gözlerimin önünde."


Can onu ayaklarından yakalayıp bizim tarafa doğru çekti ve böylece Kaya ve Görkem için alan açmış oldu. Arda da sürüne sürüne dibimize kadar gelip kafasını Can'ın bacağına yasladı. "Karnıma vurdular, karnım ağrıyor," dedi. "Böğrüme vurdular, böğrüm ağrıyor."


"Ah böğrünü yediğim..." diyen Can onun saçlarını sevmeye başladı. Ben de bu sırada Görkem vs Kaya düellosu izliyordum.


İki inatçı keçi, köprüde karşılaşmış gibiydi. Birbirlerini itmeye çalışıyorlardı şu an. "Kabanını vereceğini kabul ettiğini söylersen direnmeyi bırakırım," dedi Kaya.


"Oha, Görkem'in siyah kabanı mı?" diye sordu Arda. "Benim de onda gözüm vardı. Ayağa kalkabilseydim kanımın son damlasına kadar savaşırdım."


"Lan, hepiniz mi talipsiniz kabanıma?"


"Valla ben de çok beğenmiştim. Yalan yok," dedi Can. "Onu giyince yakalarını da kaldırıyorsun. Sherlock gibi geziyorsun ortalıkta. Dehşet havalı geliyor bana."


Bu konuşmalar dönerken o ikisi hâlâ itişiyordu. Görkem bir adım geriye gitti ve bu saniyelik olarak Kaya'nın dengesini bozdu. Sonra Görkem tamamen geri çekildi, elini bir anda Kaya'nın ensesine attı ve dizini onun karnına geçirme imkanı yakaladı. Vurmadı, sadece dokundurdu ve onu yendiğini kanıtladı. Kaya dakikalardır itişiyor olmanın getirisi olan nefes nefese haliyle kendini yere bırakırken gözlerini devirmişti.


"Vermiyorum kimseye," dedi Görkem. "Günün birinde beni yenen olursa yemin ederim kabanımı ona vereceğim."


"Daldık yine hayallere..." dediğini duydum Arda'nın.


Görkem dağ gibi üç adamı da devirmiş olmasına rağmen ayağa yeni kalkmış gibi dikiliyordu ringin ortasında. Kimse dile getirmese de hepimiz sıranın bende olduğunu biliyorduk. Defalarca kez dile getirmesinden dolayı da kroşemin kinini tuttuğunun farkındaydık ve bugün intikam almayı deneyebilirdi. Bu yüzden öncelikli hedefim yüzümü korumak olmalıydı.


Gerçi, boğazıma sarılmayı hobi edinmiş bir insan karşımda durduğu için öncelikli hedeflerim arasına boğulmamayı da eklemem gerekiyordu.


Yavaşça ayağa kalktım. Kaya benim yerime geçti, ben Görkem'in yanına. Sabah bir ton koşmamız yetmemiş gibi yine yoracaktı beni. Sanırım içinde bulunduğum olayın tek iyi yanı, benim bile farkında olmadığım zayıf noktalarımı tespit etmesi olacaktı. Diğerlerine yaptığı gibi beni de geliştirmeye çalışacaktı.


"Değişen bir şey yok," dedi. "O gün de böyle ruhsuz ruhsuz bakıyordun."


"Boş zamanlarımda ruhsuzumdur."


"Bakışlarının bir önemi yok zaten, önemli olan ne gördüğün." O an yeniden kafasında canlanmış gibi kısa süreliğine gözü daldı. "İç organlarımı betimlemeye başlayacaksın diye korkmuştum. Pis röntgenci."


"Bir kez daha dudağını patlatmamam için suyuma mı gitmeye çalışıyorsun sen?" Onu gaza getiriyordum. Yangına körükle gitmeyi severdim. "Korkma Duman, arkadaşlarının yanında rezil etmem seni."


"Ooooo...." diye bağırdı Arda. Yüksek ihtimalle ellerini ağzının kenarına yaslayıp küçük çaplı bir hoparlör oluşturmuştu bu sesi çıkarırken.


"Üstüme iyilik sağlık," dedi Görkem. "Sabah seni koşturduğum için daha bir hırslı geliyorsun gözüme. Beni öldürmek istiyorsan bunu bir silahla yap 13."


"Tarzım değil." Ellerim hırkamın ceplerindeydi. Psikolojik bir savaş açacaktım şimdi ona. "Bugün kulağındaki şarkı bittikten sonra babanın dükkânına girdin. Her şey ters gidecek. Kendine çok da güvenmesen mi acaba?"


"Bu kız çok fena," dedi Arda. "Yatarken kapımı kilitleyeceğim bugünden itibaren."


"Sen de sabah kâbus görmüştün." Savaşıma başka bir savaşla karşılık veriyordu. "Çabuk toparladın neyse ki." Durdu, bana doğru bir adım attı. "Sahi, kim toparladı seni?"


O yapmıştı.


Kabul ediyordum, psikolojik mücadelemizden galip ayrılan Görkem'di çünkü kafamın içine beklemediğim bir anda minnet duygusu yerleştirmiş ve gardımı indirmemi sağlamıştı.


Analizcileri işaret ettim. "Senden nefret ediyor olmalarına hak veriyorum."


"Meyve veren ağaç taşlanmaya mahkumdur." Eli, tıpkı bir kelepçe gibi boğazımı sardı. Anladım ki onun yaptığı her hamle beklenmedik olacaktı. "O zaman," dedi, ben tepki vermeksizin ona bakarken. "En başa dönelim."


Ricasını şimdilik kırmak istemedim. Elimi, kolunun üzerine koyup büyük bir kuvvet harcayarak boğazımı serbest bırakmasını sağladım. "İlk seferinde bileğinin bu kadar güçlü olmasına şaşırdığımı itiraf etmek istiyorum."


"İçeride gözümü korkutmaya çalıştığın spor aletleriyle az zaman geçirmedim ben," dedim. Cılız bir çocuktan, güçlü bir kadına dönüşmem yatarak gerçekleşmemişti. Her başarı, çaba gerektirirdi benim dünyamda.


"Ne tesadüf," der demez yumruğumu havada yakalayarak beni durdurdu. "Ben sana o bir kez olur demiştim."


Nefes bile almadan arka arkaya yumruklarımı sallamaya başladım. Geri adım atmıyor, aksine Görkem'in üzerine yürüyerek onun gerilemesine yol açıyordum. Kollarıyla beni savuşturuyordu, konsantrasyonu yine zirve yapmıştı ama şu an aklından geçen şeyi okuyabiliyordum. Bir planım olmadan, bodoslama ve kontrolsüzce hareket ettiğimi düşünüyordu çünkü nefes almama sebebim öyle düşünmesini sağlamaktı.


Hareketlerimi analiz etmesini engelleyemezdim ama onun kafasını kendi istediğim şekilde doldurursam yaptığı analizlerin hiçbiri işe yaramazdı.


Ringin kenarına dek bu şekilde ilerledik. Bileklerimin yorulmuş olmasının önemi yoktu, neticede rakibimi de yormuş oluyordum ve eşitleniyorduk.


Yani, karşımdaki adam bir makine değilse öyle olması gerekirdi.


Karşımdaki adam bir makineydi.


Omuz hizasında açık olan bacaklarım, onun görüş açısında olmamasına rağmen beden dilimi okuyabildiği için kendine seçtiği hedef olmuştu. Ayağının topuğunu, ayak bileğime sertçe geçirdi. Düşmemi beklemedi, zaten düşmezdim. Sarsılmıştım sadece. Bunu biliyordu ve karşı saldırıya geçmek için de sarsılmamı bekliyordu. Arda'ya yaptığı gibi, karın boşluğumu hedef aldı ve önce sağ sonra sol yumruğundan olmak üzere arka arkaya iki darbe yedim.


Yer değiştirdik. Ringin kenarında ben vardım, sırtım iplere değiyordu. Bana yaklaştığında ellerim ikimizin vücudu arasında sallanıyordu. Bacaklarımdan gelebilecek her darbeyi aklından geçirmiş olmalıydı. Hiçbir şansım kalmadığını sanıyordu ve pes ettiğimi söylememi bekler gibi yüzüme bakıyordu.


"Görkem," dedim yüzümü yüzüne yaklaştırarak.


"Şimdi nefesini yüzüme vereceğin yerde miyiz?" diye fısıldadı diğerlerinin duyamayacağı şekilde. Elleri, kollarımı buldu. "Aynı şekilde sonlanmayacak. Kendini boşa yorma."


Sadece oflamak istemiştim, bunu yaparken nefesimi yüzüne vermiş oldum. Beklediği için güldü. Resmen pes edeyim diye ağzımın içine bakıyordu.


"Görkem," dedim tekrar. "Kafamı unuttun."


Muhtemelen bir daha asla unutmayacaktı.


Alnımı, alnının ortasına çaktığımda çıkan tok ses resmen salonda yankılandı. Başıma keskin bir acı saplanırken mazoşist olmasam da sırıtıyordum. Görkem'in geriye adımlayışı ve bozulan ifadesini tekrar tekrar başa sarıp izlemeyi çok isterdim.


Arda küfür etti, Can çığlığa benzer bir sesle tepkisini verdi. Kaya kahkaha atarken Görkem'i yuhluyordu. Yüzümü onlardan yana çevirdiğimde beni alkışladılar. Diz çöküp onları selamlıyordum ki, bu ayakta durduğum son saniye oldu.


Önce itilip onlardan uzaklaştırıldım, sonra yere yapıştırıldım. Sorun şu ki gülmeyi bırakamamıştım ve düştüğüm yerde de gülmeye devam ediyordum.


Görkem başımda dikildiğinde Analizcilerle arama perde çekmiş oldu. Bana nedenini anlayamadığım bir şekilde bakıyordu. Güldüğüm için mi böyleydi?


Gülüşüm yavaş yavaş soldu çünkü bakışlarının hedefinde yüzüm değil, yere düştüğümde hırkamın yakası açıldığı için ortaya çıkan sol omzum olduğunu anladım.


Önce parmak uçlarım uyuştu, sonra nefesim kesildi. O hâlâ anlamazca omzuma bakarken ben dünyadan koptum ve geçmişte bir güne ışınlandım. Kulağıma bağırışlar doldu. Kendime baktım. Kafamı çevirdiğim her noktadaydım o gün. Sağda ve solda, tavanda ve yerdeydim. O gün akrep ve yelkovan, asla kökünü kazıyamayacağım bir travma olarak alnıma raptiyelenmişti. Bir saatin tam ortasındaydım. Hayır, bir değil. On yedi.


"Sorma," dedim. Sesim zor çıkmıştı. Başımı yere gömmek istercesine yaslamış, yalvarır gözlerle Görkem'e bakıyordum. "Hiçbir şey sorma." Tek istediğim çığlık atmaktı ama sesim giderek yok oluyordu.


Gözlerini omzumdan çekip bana çevirdiğinde az öncekine göre iki kat daha sarsılmıştı çünkü gözlerim doluydu. Dikkat etmese görmezdi ama görmüştü. Dönüşü yoktu. Geri alamazdım.


Elini bana uzattığında dudaklarını aralamamış olsa da duyabileceğim her kelimeden korkacak durumdaydım. "Sormayacağım," dedi ve bundan korkmadım. "Kalk hadi. Soru yok."


Diğerleri kendi aralarında bir şeyler konuştukları için ilgi benim üzerimde değildi. Gülüştüklerini duyuyordum. Bense az önce gülen birine göre fazlasıyla ölüydüm şimdi.


Eli, ona uzattığım ve titremekte olan elimi yakaladığında beni yerden kaldırdı. Ayakta durabileceğimden emin olmadığı için de yanımda dikilmeye devam etti. Ellerimin titremesini durdurabilirsem toparlanacaktım. Sorun yoktu. Geçmişti. Burnum kanamamalıydı.


Omzuma doğru düşen hırkamı düzeltti Görkem. Ben de hırkamın fermuarını boğazıma kadar çektim refleks olarak. "Nane şekeri?" diye sorduğunda dalga geçiyor sanmıştım ama paketi cebinden çıkarıp bana uzatmıştı gayet ciddi bir şekilde.


Uzanıp bir tane aldım. Beynim zonkluyordu.


"Koca kafalıymışsın," dedi Görkem. Panik yoktu, şaşkınlık yoktu, sarsılmış ifadesi de kaybolmuştu ve tam önümde bir duvar gibi durduğu için Analizciler beni göremiyordu. "Kroşeden sonra bunu da yazdım kenara. Güzel hamleydi ama yine de ben kazandım, kabul et."


"Kabul ediyorum," dedim. "Nasıl yere yapıştığımı anlamadım. Yiğidi öldürsek de hak yemek olmaz."


"Yiğidi öldüremedin ki." Omuz silkti. "Dördünüzü de cebimden çıkarabilirim."


"Egoist."


"İyisin?"


"Hep," dedim. Takılmadı çünkü toparlandığımı gördü. Krizlerimin anlık gerçekleşmesine alışıyor gibiydi ama sıklığına henüz alışamamıştı.


Günün kalanı, gerçekten Analizcilerin abartarak anlattıkları kadar vardı. Görkem hepimizin canına okudu. Önce nefes bile almadan kum torbası yumrukladık. Sonra mekik çekme yarışı yaptık. Baktık ki kimse pes etmiyor ve dudak uçuklatacak sayılara gelmişiz, oy birliği ile bunun bir yere varmayacağına karar verip hepimiz aynı anda minderlere serildik.


Sarp bizi o halde yakaladığında bu fırsatı kaçırmayıp fotoğrafımızı çekti. Beşimiz de sefil haldeydik ve domino taşları gibi çıkmıştık.


Cebimizde bu anıyla eve vardığımızda ise odama gidemeyecek haldeydim. Daha doğrusu haldeydik. Koltuklara yığılıp kalmıştık. Görkem biraz olsun kendimize gelebilmemiz için bize sürahiyle su getirip masanın üzerine bıraktı. Masum masum sıramı bekliyordum.


Beklediğim şey kesinlikle Kaya'nın koca sürahiyi fondiplemesi değildi.


Arda'yla Can buna da gülmüştü ama benim gülecek halim kalmamıştı. Bacaklarım kopuyordu. Onlar benden daha avantajlıydılar, sabahın köründe kalkıp koşmamışlardı mesela.


"Duşa girmeniz gerekiyor," dedi Görkem. Sadece beş dakikalığına, biz ağrılardan sızlanmakla meşgulken ortalıktan kaybolmuştu ve şimdi saçlarının uçları ıslaktı. Ciddi ciddi insan olmadığını düşünmeye başlamak üzereydim. Zebani gibi tepemizde dikilmesi de cabasıydı.


"Hortum tutsana üstüme," dedi Arda. "Sesimi çıkarırsam şerefsizim."


"Hele bir şuraya gel." Eliyle bir adım ilerisini işaret ediyordu Can. "Üstüne hapşırayım da gör gününü. İnsafsız, haysiyetsiz, aşağılık adam."


"En son kum torbasının üzerinde senin kafanı hayal ettiğimi hatırlıyorum," dedi Kaya. Üçlü koltuğa yatmıştı. "Biraz daha konuşursan üşenmem ve bunu gerçekleştiririm."


"Daha bana vuramıyorsun bile."


"Ben vurabiliyorum," dedim. "Ve şimdi duşa gidiyorum. Sonra da uyuyorum. Sabah şarkı söyleyeni boğazlarım. İyi geceler."


Görkem gülümsedi.


"Sonra da uyuyorum."


Bu sabah, bir kâbustan uyanmıştım ve ona uykusuzluk rekorumdan bahsetmiştim.


Beni sabahtan beri yormaya çalışması bu yüzden miydi?


Tüm gün, gece ben kolay uyuyabileyim diye mi uğraşmıştı?


O gülümsemenin altında, hedefine ulaşmış olmanın keyfini çıkaran bir adam yatıyordu.


•⚓•


Anlayışınıza, samimiyetinize ve gösterdiğiniz sevgiye teşekkür ederek başlamak istiyorum. Çok yoğun bir dönemden geçiyorum ve siz of bile demeden, aylar geçmesine rağmen sabırla beni bekliyorsunuz. Sizden aldığım destek paha biçilemez, iyi ki varsınız.

Tamam, duygusallanmayın. Konumuza dönelim.

Ekip'ten bir karakteri burada görebileceğinizi söylemiştim bir zamanlar Instagram'da. Veee karşınızda dünyanın en mükemmel insanı Sarp! Ekip okurları için söylüyorum, itiraf edin Sarp'ı beklemiyordunuz.

Diğer bir önemli kısım da geçmişe gidip Mete Ölmez'i okumamızdı. Bunu yapmaya devam edeceğiz. Ciğerinizi çıkaracağım, özür dilerim. İnanın benim de farkım yok sizden. Güvercin şarkısını dinlerken kalbim ağrıyor.

"Sen de çekip gitme.
Dayan be umudum.
Dön gel, dön gel."

Asya'nın dinleyemediği şarkılardan sadece biri.

Bölümü okurken aklınıza takılan soru işaretlerini veya teorilerinizi buraya bekliyorum. Özellikle her bölümü beş altı kez okuyan ya da her kelimeyi didik didik inceleyen canım psikopatlarım var. Onlar verdiğim spoilerları yakalıyorlarmış gibi hissediyorum. Fikri olan yazsın, okuyalım.

O halde görüşmek üzere. Konuşmayı tamamen bitirmeden önce birkaç kelime daha yazmam gerekiyor ve böylece bölüm 13 bin kelimeye tamamlanmış olacak.

On üç bin. On üç. Ne yazacağımı bilemiyorum. Burayı boş yere okuyorsunuz şu an. Hayatınızdan çaldığım saniyeler için kusura bakmayın ben de böyle bir psikopatım. Yapacak bir şey yok. Az kaldı. Başarmak üzereyim.

Ta mam lan dı! Teşekkürler. İyi günler. Sevgiler.

🔵🤝🔵

Yorumlar

  1. bu bölümün yorumu yokmuş bende yorum yapayım bari dsjfjdshfkjahsdgadsjfsd
    ben baştan okuyorum bir kaç gün önce 52yi okudum ve bazı şeyleri şimdi daha iyi kavrıyorum.
    teşekkürler ve iyi günler D.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"