2. "13 Numara"

 Mavi Gri, Odamda Hayalin Saklı

Asya Yağmur Tunçbilek

Bitmişlik, tükenmişlik, vazgeçmişlik...

Bir de zihnimin dağınıklığına inat ucu bucağı görünmeyen bir boşluk.

Bunların toplamından fazlası değilim aslında.

Boşluk kadarım. Hem sonsuz, hem de bir hiçten ibaret.

Kendime yetiyorken kendi evrenimde, birinin gelip kapıma dayanmasıyla başladı her şey.

Sadece bununla kalmayıp boğazımı da sıktı sağ olsun.

"Geldik."

Başımı ona doğru çevirdim hafifçe. Dirseğini direksiyona dayamış, doğrudan bana bakıyordu. Her zaman ciddiye yakın bir ifade asılıydı yüzünde. Kafasının içini açıp baksam milyon tane şeyle karşılaşacağıma emindim. Kendi karmaşası vardı onun da herkes gibi.

Belki herkesten biraz fazla. Öyle hissediyordum sebepsizce.

Önce benim arabadan inmemi bekliyordu. Evden çıkarken önce benim çıkmamı beklemişti, marketin önündeyken de ben harekete geçene kadar öylece durmuştu karşımda.

Önceliği hep karşısındakine vermesi birilerinin arkasını kollamaya alışkın olduğundan mıydı yoksa önündeki kişiyi rahatça gözlemleyebilme fırsatı bulmak için mi yapıyordu bunu?

Öğrenecektim.

Arabadan indiğimizde bakışlarımı etrafta gezdirmeye başladım. Sitenin en dip tarafında kalıyordu önünde bulunduğumuz ev. Bahçesinde bir oyun parkı vardı. Diğer evlerden daha uzakta kalan bu evde ekip halinde yaşıyor olmaları da ilginçti doğrusu. Her şey neden bu kadar gizli kapaklı olmak zorundaydı ki?

Sakin ol, dedi aşina olduğum o ses. Her şey yolunda. Sorun yok.

"İçeri geçmeden önce sormak istediğin bir soru var mı?" diye sordu düz bir ifadeyle. Tepkilerimi ölçtüğünün farkındaydım. Daha bugün tanıştığım adamla, hiç bilmediğim bir yerdeydim. Üstelik bu adamla tanışmamız pek hoş bir şekilde olmamıştı.

Durumu kontrol altına almanın vakti geldi Yağmur.

"Yok," dedim net bir şekilde. "Sorum yok. Zırt pırt beni denemeyi tahmini ne zaman bırakırsın? Üzerimde psikolojik baskı kurmaya çalışıyorsun ama yemiyorum, haberin olsun."

Güldü. "Psikoloji benim alanım değil ama biz de yapıyoruz işte bir şeyler."

Arabayı park ettiğimiz yerin hemen arkasında ağaçlık bir alan bulunuyordu. Önümüzdeki ev ise iki katlı villa tipiydi. Krem ve siyah tonlarından oluşan bu evin giriş kapısı sağ taraftaydı, solda ise bir garaj bulunuyordu. O zaman neden arabayı garaja koymak yerine yola park etmiştik?

Sorularımı arka plana atarken buraya kadar gelmeme sebep olan teklifi ön saflara getirdim. Beni ekiple tanıştırmaya getirdiklerine göre iş oldukça ciddiydi, benim de onlardan biri olmama kesin gözüyle bakılıyor demekti bu.

Peki hazır mıydım? Kanın o kendine has kokusunu hayatıma bulamaya bir kez daha cesaret edebilir miydim?

"Biz hep kan kokarız."

Soyadı misali duman olup zihnimi işgal etti bu cümle.

Kaçışım yoktu. O koku beni nereye gidersem gideyim takip edecekti. O sıvı nerede olursam olayım üzerime bulaşacaktı.

Ellerime baktım. Bir çığlık patlak verdi kafamın içinde. Benim sesimdi bu. Çaresizliğim gizliydi, korkularım saklanmıştı haykırışıma.

Asla yalnız bırakmayacağım seni, dedi yine. Bırakmıyordu, bırakmamalıydı. Gerçek olmadığını bilsem bile yanımda hissetmeliydim varlığını.

"Asya," diye bir ses duydum uzaklardan. "Asya!" Bu sefer ses çok daha şiddetliydi, kulaklarımı acıtıyordu. Bir el omzuma dokundu. Başımı yukarı kaldırınca Görkem'i gördüm.

"Neyin var senin?"

"İyiyim."

İnsanlar ne yalanlar söylerken benim bu küçük yalanımı kimse sorun etmezdi herhalde.

Başını iki yana salladı. İkna olmadığının farkındaydım ama ısrar etmedi. Eve doğru adımlamaya başladığında peşine takıldım. Bahçenin sol tarafında iki tane zeytin ağacı ve diğer tarafta da sırasıyla bir erik, bir kiraz ve bir de çınar ağacı bulunuyordu.

Zeytin ağaçlarının dibine diktim gözlerimi. Yabani otlar veya dikenli bitkiler yoktu. Analizcilerin gizlilik konusuna ne kadar önem verdikleri bariz bir şekilde belliydi, o halde bir görevli yerine içlerinden birinin bahçeyle ilgilenme ihtimali daha olasıydı.

Görkem beş defa kapıya tıklattı, benim kapımı da aynı melodiyle çalmıştı: iki tık, tek tık, iki tık.

Kapıda beliren adam Görkem'den birkaç santim uzun olmalıydı. Üzerinde siyah bir sweat ve yine siyah bir eşofman vardı. Sweatinin kapüşonunu başına geçirmişti ama saçlarının da siyah olduğunu görebilmiştim. Koyu yeşil gözleri ön plandaydı ve bakışları oldukça sertti. Ellerini ceplerine sokup derin bir nefes aldı. "Al şunları başımdan."

Görkem onun bu haline gülümsedi. "Yine ne yaptılar?"

Bu sırada içeriden "Yehu!" diye bir ses geldi. Ardından bu sesi "Yiha!" diye bir ses takip etti. "Dıgıdık dıgıdık," nidaları eşliğinde bize doğru yaklaşan iki adama baktım. Daha doğrusu kuleye baktım demeliydim çünkü biri diğerinin sırtındaydı.

"Ne yapıyorsunuz?" diye sordu Görkem gayet sıradan bir şekilde. Sanırım bu durum garipsenmeyecek kadar normaldi onlar için.

"Daltonları kovalıyoruz," dedi tepedeki kıvırcık saçlı adam. "Bu, sadık beyaz atım Düldül."

Düldül kahkahalarla gülerken eliyle bize kapıyı açan adamı gösterdi. "Bu da sevimli kedimiz Rin Tin Tin."

Sevimli kelimesiyle yan yana gelebilecek son kişiydi yeşil gözlü olan.

"Sen de Red Kit'sin o halde?" Kıvırcık bir an dönüp bana baktı. Yüzündeki afallamış ifade kısa bir sürede silindi ve yerine kocaman bir tebessüm yerleşti. "Ben yalnız bir kovboyum, evimden uzaktayım."

"I am a poor lonesome cowboy, diyorsun yani," dememle birlikte alttaki adamın sırtından atlayıp koşarak yanıma geldi.

"Kalbim," dedi elini göğsünün sol tarafına bastırarak. "Al, senin olsun. Durma al."

Çok uzun zaman böyle içten güldüğümde sesim bana bile yabancı gelmişti. Yeşil gözlü adam başını öne eğip hızlı adımlarla içeri doğru ilerlerken Düldül de sırtını duvara yaslamış, bizi izliyordu. Görkem ise bana uzaylı görmüş gibi bakıyordu.

"Seninle günbatımına atımızı sürelim. Gölgemizden hızlı silah çekelim. İste, saçımı siyaha boyatayım." Büyük coşkuyla söylediği bu sözler karşısında gülümsememe engel olamıyordum. "Beyler!" diye bağırdı ismini bile bilmediğim adam. "Bu kovboy artık yalnız değil."

"Arda, üzgünüm ama henüz teklifi kabul etmedi."

"Çünkü henüz bana bir teklif sunulmadı," diye cevap verdim Görkem'e. Ekiple tanışmaya gelmiştim ama henüz aralarına katılıp katılmayacağımın belli olmaması da ayrı bir ironiydi.

"Sunarız," dedi Düldül. Yani kumral saçlı olan.

"Eğer kabul etmezsen Daltonlar saldırsın sana." Adının Arda olduğunu ögrendiğim kişi bunu bir beddua gibi söylemişti. Tonlaması 'Domuz gribi ol İnşallah' der gibiydi.

"İçeri geçelim," dedi kumral bir elini öne doğru uzatarak geçmemi işaret ederken.

Başımla onaylayıp gösterdiği yöne doğru ilerlediğimde ağırlıklı olarak siyah tonlarının, düzeltiyorum, tamamen mat siyahın baskın olduğu bir salonla karşılaştım. Bu odayı yeşil gözlü adamın dekore ettiğine yemin edebilirdim.

Siyah televizyon ünitesinin hemen yanındaki sehpada oyun konsolu bulunuyordu. İki tane üçlü ve iki tane tekli koltuk da siyahtı. Resmen içim kararmıştı ama asil durduğunu da inkar edemezdim.

Beni asıl şaşırtan şey salonun ortasındaki sandalyeler oldu. Bir sandalyenin etrafına dört sandalye yerleştirerek yarım daire oluşturmuşlardı. Sanırım ortadaki sandalyeye ben oturmalıydım.

Televizyon ünitesinin önünde duran sandalyeye geçtiğimde dördü sırayla karşıma dizildi. En sağda Arda, ortada Düldül ve Görkem, en solda ise yeşil gözlü olan oturuyordu.

Psikolojik bir testin içine çekilmiştim yeniden. Bu defa dördü birden üzerime gelip beni sıkıştırmaya çalışacaktı.

"Bir saniye bir saniye..." Arda heyecanla ellerini havaya kaldırdı. "Görkem'in dudağı patlamış ve ben bunu yeni fark ediyorum. Bir şok geçirmem gerekiyor, durun."

"Görkem'in ultra gelişmiş reflekslerini devre dışı bırakmayı başarmış olmalı Asya," dedi Düldül alttan alttan gülerken.

Aslında tam olarak bunu yaptığım söylenemezdi. Sağ gösterip sol vurmuştum sadece. Görkem ona yumruk atmamı bekliyordu oysaki ben onun dibine kadar girip dikkatini dağıtmayı seçmiştim.

"Konumuz ben değilim," dedi Görkem hafifçe öksürdükten sonra. Yine o ciddi tavrına büründü. "Televizyon ünitesinde kaç kitap vardı?" Bu beni sınamaktan çok, arkadaşlarına yeteneğimi kanıtlama çabası gibiydi.

Gözlerimi kapatıp salona ilk girdiğim zamana geri döndüm. Televizyon ünitesi tamamen gözümün önüne geldiğinde raflar boştu. Sol yumruğumu sıktım ve önce renklerini hatırlamaya çalıştım: yeşil, koyu yeşil, siyah, siyah, lacivert... Bütün renkleri sıraya dizdikten sonrası çok daha kolaydı. Resmin tamamı gözümün önünde belirmişti böylece.

"12 tane," dedim gözlerimi açarak. "Yedi tanesi üst rafta. İsimlerini saymamı ister misiniz?"

"Tutun beni," dedi Arda gözlerini irice açarak. "Düşüyorum."

Düldül gülümsedi ve gözlerini üzerime dikti. "Sol yumruğunu sıktın. Yapılan araştırmalar sonucu bir şeyi hatırlamak istediğimizde sol yumruğumuzu sıkmanın beyin fonksiyonlarına olumlu etkide bulunduğu söyleniyor. Bazı vücut hareketlerinin beynin işleyişini geçici olarak değiştirebildiğini biliyor muydun?"

"Sana psikoloji benim alanım değil demiştim ya, işte karşında bu alanın uzmanı duruyor," dedi Görkem.

"Can Günay," diyerek kendini tanıttı Düldül. Sanırım artık ona Düldül demeyi bırakmalıydım.

"Ona Three P de diyebilirsin. Psikopat, psikolog, polis..." Arda hep gülüyordu ve bu bana birini hatırlatıyordu.

"Peki sen?" diye sordum.

"Arda Gökmen." Elini sarı saçlarına geçirdi. "Şimdi sana çok önemli bir soru soracağım."

Derin bir nefes alarak kendini hazırladı. "Edison mı, Tesla mı?"

"Tesla," dedim anında. Ancak birkaç saniye sonra bu soruyu durduk yere neden sorduğunu düşünmeye başlayabildim.

Arda'nın kahverengi gözleri ışıl ışıl oldu, hayranlık kapladı bakışlarını. "Bundan sonra dünya ahiret bacımsın."

Can gülerek açıklamaya başladı. "Görüp görebileceğin en büyük Tesla fanı duruyor karşında. Ayrıca Edison'ı hiç sevmez."

"Hiç sevmez de ne demek?" diye sordu Arda şaşkınlıkla. "Nefret ederim. Tesla gelmiş geçmiş en zeki adamdır. Aksini iddia eden etmesin bir zahmet."

"Senin ilgi alanın da fizik mi?"

Onaylarcasına salladı başını. "Evet ama sadece fizik değil. Kimya ve biyoloji de dahil. Formüller, karışımlar, insan fizyolojisi, icatlar, mucitler..."

"Tamam, hepsini saymaya kalkarsan sabaha kadar sürer," diyerek onun lafını kesti Görkem.

Gözlerimi hâlâ tek bir kelime etmemiş olan kapüşonlu adama çevirdim. "Senin adın ne?"

"Kaya." Gözlerini hafifçe kıstı. "Kaya Eroğlu."

"O bir hacker," dedi Görkem. "Yazılımlar ve kodlar uzmanlık alanı. Şifreli her nesne, kablolu her obje, kilitli her kapı ondan sorulur. Bir nevi bizim anahtarımızdır."

"Bir illegallik sezdim."

Kaya gülümsedi. Buna şaşırdım çünkü onun bir heykel olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Görkem, "Biz illegal sayılırız zaten," dediğinde şaşkınlığım üç katına çıktı. "Emniyetle en az bağlantısı olan ekip bizimki diyebiliriz. Bizden sadece sonuç beklerler. Sonuca varana kadar ne yaptığımızla ilgilenmezler."

"Ajan gibi düşün," dedi Arda. "Hesap vermemiz gereken tek kişi Necip Amir'dir. Hocamız, şefimiz, baş tacımızdır."

"Hedefe çıkan her yol mübahtır bizim için," diye ekledi Can.

"Teklifi etsen mi artık Görkem? Benim kalbim daha fazla dayanmayacak çünkü. Lütfen kabul et, yoksa sonsuza kadar yalnız kovboy olarak kalacağım."

"Tam olarak ne iş yaptığınız hakkında fikrim yok. Sizi duydum evet, meslektaşlarım arasında Lacivert İplileri bilmeyen yoktur zaten. Fakat detayları bilmiyorum. En basitinden neden beni aranıza dahil etmek istediğinizi merak ediyorum mesela."

"Onu buraya açıklama yapmadan mı getirdin Görkem?"

Can'ın sorusuyla birlikte Görkem alt dudağını ağzının içine yuvarladı. "Bir şeyleri açıklama konusunda benden daha iyisin. Sahneyi sana bırakıyorum."

Can bakışlarını bana çevirdi. "Kriminalistik diye bir şey duydun mu hiç? İşimiz konusu itibariyle buna benziyor."

Benden bir cevap beklemeden devam etti konuşmaya. "Temelde suçun aydınlatılması ve suçlunun tespit edilmesi gayesini güder. Bunu fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimlerden yararlanmak suretiyle yani teknik olarak gerçekleştirir."

Özet geçerek anlattığı konuyu daha da açmaya başladı. "Bilimsel polis metotları, suçla ilgili delillerin elde edilmesi, değerlendirilmesi ve bulgulardan suçluya ulaşma dahil her türlü çalışmayı kapsar. Bir diğer adı izbilimdir. Adli bilimlerin teknik araştırma bölümü de diyebiliriz aslında."

"Yani geniş kapsamda bakacak olursak suçun izlerini bulma ve değerlendirmeyi mi içeriyor?"

"Kısacası iz sürme işte." Can'ın iki saattir anlattığı kompozisyonun özet cümlesi niteliğindeydi Kaya'nın bu dediği.

"Bir de ajanlıklar tabii..." dedi Arda keyifle.

"Peki bana teklif sunmanızdaki amaç ne?"

Can güldü. "Bunu da Görkem anlatsın."

"Üzerinde uğraştığımız bir olayı çözmekte bize yardım ettin," diyerek doğrudan konuya girdi Görkem.

Cebinden çıkardığı paketi açıp bir nane şekeri attı ağzına. Bir süre durup sadece önüne baktı.

"Benim neden haberim yok?"

"Vaka üzerinde aktif rol oynamadın. Amirin yalnızca sana birkaç fotoğraf gösterdi. Belki gözüne bir şey takılır diye. Bildiğim kadarıyla bu ilk sefer değildi, daha önce birkaç davaya da danışman dedektif gözüyle bakmıştın."

"Asya Holmes..." dedi Arda kendi kendine gülerken.

Ben ciddiyetimi bozmadım çünkü ne gibi bir yardımım dokunduğunu öğrenmek istiyordum. "Çokça kez bunu yapmışlığım var. Dediğin gibi, vakalarda aktif rol oynamadım. Olay yerlerinde de bulunmadım. Yalnızca fotoğraflar üzerinden yorumda bulundum ve büyütülecek bir iş değildi."

Bazılarında gözden kaçan ufak detayları fark etmiştim, bazılarında ise hiçbir faydam olmamıştı.

Fakat bu üstünkörü baktığım fotoğraflar kendimi geliştirmemde çok etkili olmuştu. Olay yeri veya maktulün hayatıyla ilgili hiçbir bilgim olmadan fikirler yürütmem objektif bir bakış açısı kazanmamı sağlamıştı.

Ayrıca fotoğrafların hikâyelerini kendi başıma ortaya çıkarmak hoşuma gidiyordu. Onların anlatacak çok şeyi vardı ve ben iyi bir dinleyiciydim.

"Büyütülecek bir işti," dedi Görkem. "Seni buraya çağırmamızdaki sebep de buraya dayanıyor. Kendi çapında ünlü bir insansın, dolayısıyla Necip Amir senin de adını duymuştu ve bizim çıkmaza girdiğimiz vakanın dosyasını senin amirine göndermişti. Özellikle senin incelemeni istemişti."

'Kendi çapında ün' kısmına gülmemek için zor tuttum kendimi. 'Fotoğraf Makinesi' olarak tanırdı beni çoğu meslektaşım.

Ne de havalı ama!

"Delil fotoğraflarının arasında bir kol saati vardı, hatırladın mı?"

Anlık bir aydınlanma yaşadım. "Akıllı kol saatinden mi bahsediyorsun?"

"Kimsenin fark etmediği bu detaydan bahsediyorum işte. Üzerine akrep veya yelkovan yoktu. Dijital bir saatti ama ekran açılmıyordu. Pili bitmiş veya bozulmuş diye düşünmüş, ve fazla üzerinde durmamıştık bu saatin. Ta ki sen saat sayesinde adamın öldüğü zamanı net olarak bulabileceğimizi fark edene kadar..."

Olayı hatırlıyordum. Karakolda iş yoğunluğum bittiğinde öğle arasına çıkmıştım, tek başıma kafeteryada otururken Kemal Amir gelmişti yanıma. Dosyayı masanın üzerine bırakıp bakmamı rica etmişti. Her zamanki gibi hiçbir detay vermeden yapmıştı bunu.

Ardından masadan uzaklaşmış, beni tek başıma bırakmıştı. Bir şeyler sipariş etmeyi unutup dosyayı açmıştım. Az fotoğraf bulunuyordu içinde. Kol saatinin fotoğrafına bakarken akıllı bir saat olma ihtimali gelmişti aklıma. Tansiyon ve kalp atışlarını takip eden, adım sayan saatlerden olduğuna karar vermiştim sonunda.

Bunun dışında elimde hiçbir bilgi yoktu. Yine de benden değerlendirme bekleyen amirime bir cevap vermeliydim. Akıllı saatin cep telefonu ile koordine çalıştığını düşündüğümü açıklamıştım.

"Hatırladın değil mi?" diye sordu Görkem. "Saatin topladığı verileri telefon uygulamasına gönderdiğini tahmin etmiştin. Bu sayede telefondan adamın kalp atışlarına ulaşabildik ve net olarak kalbinin durduğu anı, yani cinayet saatini bulduk."

Heyecanla anlatmayı sürdürdü. "Bu bomba gibi bir ipucuydu, çünkü bu saatten üç dakika kadar sonra ev telefonundan bir arama yapılıyordu. Biz bunun hep maktul tarafından yapılan son görüşme olduğunu düşünmüştük, oysaki aramayı yapan kişinin katil olduğunu öğrenmiştik sayende."

Demek her şeyden habersiz yardımcı olmuştum Analizcilere. Bu yüzden buradaydım.

"Vakayı aydınlatıp katili yakaladıktan sonra ipucunu senin bulduğunu anlattı bana Necip Amir. Daha sonra da biraz araştırma yaptık, hakkında bilgi sahibi olmamız gerekiyordu." Ellerini dizlerine yasladı. "Sen de bizim hakkımızda yeterince bilgi sahibi olduysan teklife geçiyorum artık."

Dudaklarından dökülecek kelimeleri beklemeye başladım.

"Biz seni aramızda görmek istiyoruz. Acaba diyorum, sen de ister misin ki?"

Kabul et.

Kabul et, kabul et.

Gözlerimi dördünün üzerinde teker teker dolaştırdım. "Bilmeniz gereken şeyler var."

"Evet," dedi Görkem. "Eğer reddedeceksen bize özelini açmak zorunda değilsin."

Birilerine kendimi anlatmaktan nefret ederdim aslında. İnsanların beni anlamayacaklarını bile bile kelimeleri arka arkaya sıralamak, nefesimi boşa yormak değil de neydi?

Fakat şimdi vermem gereken cevaplar vardı. Nereden başlamam gerektiği hakkında hiçbir fikrim yoktu oysa.

"O krizin sebebi neydi?"

Can'ın kaşları havaya kalktı. Bakışlarını yüzümde gezdirdi acele etmeden. "Ne krizi?"

"Sinir krizi gibi bir şey."

Görkem'in yanıtından sonra Can oturuşunu dikleştirdi. "Tam olarak ne olduğunu anlat bana."

"Onun anlatması daha uygun olmaz mı?"

"Hayır, kriz anında üçüncü bir göz olarak orada bulunmuşsun. Hiçbir detayı atlama. Onunla daha sonra konuşacağım."

Görkem dönüp bana baktı. Anlatmak için iznimi ister gibiydi. Başımı aşağı yukarı salladım. Eğer beni kabulleneceklerse bazı şeyleri bilmeleri gerekiyordu.

"Evine zorla girdim. Polis olduğumu öğrendikten sonra konuşmak için salona ilerlemek istedi. Başı döndü. Bana bakmıyordu, hatta birçok defa arkamda birinin olduğunu ve ona baktığını düşündüm. Onu sakinleştirmeye çalıştım ama titriyordu."

Arda pürdikkat olanları dinlerken Kaya ellerine bakıyordu ama kulağının konuşulanlarda olduğuna emindim.

"Özellikle dikkatini çeken bir şey oldu mu?" dedi Can.

"Ağlamadı ama birden titremesi kesildi ve burnu kanamaya başladı."

Can'ın alnı kırıştı. Gözlerini bana çevirdi ve uzun uzun baktı. Dile getirip getirmemek konusunda kararsız kaldığı sözcükleri yuttu.

Dümdüz bir ifadeyle gözlerinin içine baktım. "Ne soracaksan sor."

"Mete'den sonra mı böyle oldu?"

Hakkımda araştırma yaptıkları için bunu bilmelerine şaşırmadım. Gerçi, yapmasalardı da bilirlerdi. Kara haberin tez yayılma gibi bir özelliği vardı.

"Kelimelerini süzgeçten geçirmeden sor sorunu," dediğimde sesim ruhsuzdu.

Bunu benden duymayı beklemiyor olacaktı ki bakışları tuhaflaştı. Duymak istiyordum, bu gerçeğin farkındaydım ve kaçmak istemiyordum. Canım yanıyordu ama kaldırabilirdim. Dayanabilirdim.

Tişörtümün eteklerini avuçladım. "Söyle hadi."

Boğazını temizledi. "Mete'nin ölümünden sonra mı başladı krizlerin?"

"Mete," diye fısıldadım fakat sesim onlara ulaşmadı. Sesim kendi kulaklarıma da ulaşmadı. Sanırım bu fısıltı, içimden koparak yükselen bir çığlığın ayak sesleriydi sadece.

"Evet." Derin bir nefes çektim içime, göğsümde hapsettim birkaç saniye ve sonra yavaşça bıraktım. Ayaklarımdan başlayan bir karıncalanma hissi bacaklarıma tırmandı. Titrememeleri için onları birbirlerine bastırdım.

"Kelimelerini süzgeçten geçirmeden ver cevabını." Otoriter sesi yankılandı kafamın içinde. Benim davranışlarıma göre şekillendiriyordu kendi davranışlarını. Beni kendimle sınıyordu Can.

"Krizlerim ölümünden sonra patlak verdi. Yaklaşık iki haftadır boğuşuyorum bununla." Karşımda buz kesmiş yüzler duruyordu.

"Mete öldü." Yanağımın içini ısırdım. "Mete öldürüldü. Bak, süzgeç falan yok, ben bununla yüzleştim. Bir daha istiyorsan bir daha söyleyeyim: Gözümün önünde öldürüldü Mete. Son nefesini gözümün önünde verdi."

Yine o çığlık yankılandı zihnimin puslu duvarlarında. Mete'nin cansız bedenine sarılıp sesim kısılana, boğazım acıyana kadar haykırışım...

Bir parçamın kopup gittiğini hissetmiştim. Eksik kalmıştım tam anlamıyla. Yapboz parçalarından biri kaybolduğu zaman o yapbozu tekrar birleştirmek anlamsız gelirdi ya hani, Mete öldüğünden beri tam olarak bunu yaşıyordum.

Buradayım. Olmaya da devam edeceğim.

Gözlerimi sımsıkı kapattım. Birkaç derin nefesin ardından açtığımda doğrudan Can'la göz göze geldik. "Gerçekten yüzleştiğini mi düşünüyorsun?"

"Şahsen ben bu konunun fazla özelleşmeye başladığını düşünüyorum," dedi Kaya.

"Yalnız devam etmeniz daha iyi olur gibi geldi bana da," dedi Görkem.

Onları umursamadım. Tek seferde anlatıp kurtulmak istiyordum belki de. "Siz yüzleşmediğimi mi düşünüyorsunuz?"

"Her dile getirdiğimiz cümle, gerçekleri yansıtır mı sence?" diye sordu Görkem. "Dile getirmek sadece kabulleniştir. Yüzleştim denilince yüzleşilir mi ölümle?"

Şimdiye kadar hep yüzleştiğimi düşünmüştüm ama haklılık payı vardı. "Kabullendim," dedim net bir şekilde. "En azından bundan eminim, kabullendim."

"Onu en başında anlamıştım zaten." Nereden anladığını açıklamasını ister gibi gözlerimi kısınca devam etti cümlelerine. "Kabullenmek can yakar. Senin canın çok yanıyor belli ki."

"Çok normal değil mi? Ortağını kaybetmiş çok da uzun sayılamayacak bir süre önce." Arda'nın gözleri nemlenmişti.

"Canımın yandığını inkâr edecek değilim. Fakat size asıl söylemek istediğim şey bu değildi." Kısa bir an için duraksadım. "Bazen sesini duyuyor gibi oluyorum onun. Öyle gaipten sesler duymaktan ziyade sanki birinin kulağınıza fısıldaması gibi. Size korkutucu mu geldi bilmiyorum, açıkçası ne düşündüğünüzü umursamıyorum da."

"Kıza bak, Paranormal Activity'nin Türk versiyonu gibi," dedi Arda gülümsemeye çalışarak. Sesini her zamanki gibi tutmaya çalışsa da gerildiğini gizleyemiyordu.

Seni olduğun gibi kabul edecek hepsi, dedi Mete. Ona inanmak istedim.

"Ona aşık mıydın?" Sorudan çok bu sorunun Kaya'ya ait olması şaşırtmıştı beni.

Mete olsa buna birlikte gülerdik. Bu gibi ithamlara daha önce binlerce kez maruz kalmıştık.

"Hayır," dedim. "Ona aşık değildim. Ama çok yakındık, en yakınımdı."

Öyleydim tabii.

"Can, ne düşündüğünü bize de açıklar mısın?"

Görkem'in sorusundan sonra Can durumumu değerlendirir gibi birkaç saniye sessiz kaldı. Ben de düz düz ona baktım bu süreçte.

"Her ne kadar anlattığı zaman garip dursa da öyle değil aslında. Hepimiz bazen içimizden bir sesin bir şeyler söylediğini düşünmüyor muyuz? İç ses dediğimiz olay özellikle yalnızlık durumlarında daha sık ortaya çıkmaya başlar. Asya'nınki de bunun farklı bir türü sadece."

"Ne yalan söyleyeyim, dissosiyatif olduğumu düşünmenden korkuyordum," dediğimde hafifçe güldü.

"Dissosiyatif kişilik bozukluğu kendi kişiliğin dışında bir ya da birkaç kişiyi daha içinde yaşatma durumudur. Çoğu kişi Bipolar bozuklukla karıştırır ama ikisinin büyük bir farkı vardır. Bipolar bozuklukta kişi yine tek bir kişidir. Değişen şey davranışlar ve duygulardır. DKB'de ise sesler duyarsın, seni yönlendiren kişilikler yine senin içindedir fakat sen değilsindir."

"Yani?"

"Seninki böyle bir durum değil Asya. Sandığın kadar ciddi bir olay da değil bu. Hele ki travma sonrasında çıkmasını göz önünde bulundurursak normal sayılabilecek boyutta."

Tekrar, "Yani?" dedim. Ucunu açık bırakıp tam teşhisimi koymuyordu ve sabrım giderek tükeniyordu.

"Kendi iç sesinin yerini Mete'nin sesi almış. Bunun birçok örneğini görebiliriz aslında çevremizde. Kimi çocukluğuyla konuşur; kimi insanın içinde yaşlı biri vardır, ona öğütler verir. Bu saydığım insanların hiçbiri hasta olarak nitelendirilmezler. Kontrol sende olduğu sürece hiçbir sorun yok."

Biri omuzlarımdaki kırk tonluk yükü çekip almış gibi hissettim. Sırtımı sandalyeye yaslayıp kasılan bedenimin gevşemesini sağladım. Kendi aklımın esiri olmuş, birçok gece delirip delirmediğimi düşünmekten uyuyamamıştım. Şimdiyse özgürlüğe kavuşmuştum sanki.

"Peki neden burnu kanadı?" Bu soru benim de aklıma takılmıştı.

Can, Görkem'e çevirdi başını. "İnsan vücudu duygulara tepki verir. "Örneğin streslenen birinin dizini sallaması bir tepkidir. Sinirlenince gözlerinin dolması da istemsizce gerçekleşen başka bir olaydır. Kriz anlarında ise ağlamaya veya bir şeylere zarar vermeye yatkınızdır. Onun ağlamadığını, bunun yerine burnunun kanadığını söylemiştin. O an kendini çok fazla sıkmış olmalı, bir şekilde bunu üzerinden atması gerekiyordu. Vücudu böyle bir savunma mekanizması oluşturmuş kendince."

"Ben ikna oldum."

Kaya'ya başını sallayarak katıldı Arda. "Ben zaten dünden iknaydım."

"Benim de fikirlerim değişmedi, yine de ortak bir karara varmak için görüşünüzü soracağım. Ben hâlâ onu ekipte görmek istiyorum," dedi Görkem.

Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı.

Arda sırıttı. "Bana sormayın bile."

"Onu aramızda görmeyi çok isterim," dedi Can. Deli olduğumu düşünüp benden kaçmalarını beklerken bana kucak açıyorlardı.

"Peki," dedi Kaya.

"O zaman ikinci teklife geçiyorum." İkinci teklif de mi vardı? "Bizimle yaşamanı istiyoruz."

"Olur." Sanki söyledikleri basit bir şeyden ibaretmiş gibi hiç düşünmeden cevaplamıştım.

"Hep bu kadar net misindir?"

Görkem'in sorusuna omuz silkerek karşılık verdim. "Genellikle."

Hayatta en sevdiğin insanı kaybedince, çevrede olup bitenler eskisi kadar ilgi çekici gelmemeye başlıyordu sanırım. Ha kendi evimde ha başka bir evde yaşamaya başlamışım, Mete artık nefes almıyorken benim nefesimi nerede alıp verdiğimin önemi yoktu.

"Hepimizin bir arada olması işimizi kolaylaştırıyor," dedi Görkem açıklama ihtiyacı hissediyormuş gibi. "Ayrıca güvenliğimiz açısından da bize yarar sağlıyor."

Kaya oturduğu yerden kalkıp o uzun boyu ve heybetli vücuduyla bize tepeden baktı. "Her şey tamamsa ben odama gidiyorum artık."

Kapüşonlusunun iplerini çekiştirerek iki taraftakini de aynı hizaya getirirken kendi kendine söylendi. "Şunlar yetmiyormuş gibi bir tane daha çıktı başıma, sonum tımarhanede bitecek yemin ederim."

"Ben zaten çok meraklıydım sana."

Hiçbir zaman çeneni tutamayacaksın Yağmur.

Evet, tutmayacaktım. Yüzüme yerleştirdiğim şeytani gülümsemeyle ona baktım, gözlerimle 'ben artık buradayım' diyordum. Alışsa iyi ederdi.

"Asya'dan fena tırstım şu an." Arda'nın cümlesine Can da başını sallayarak eşlik etti. Görkem sadece sırıtıyordu.

"Ondan değil benden tırs," dedi Kaya kaşlarını çatarak Arda'ya bakarken. "Yine kazaklarımdan birini araklamışsın. Bir sal lan artık dolabımı!"

"Abi nasıl anlıyor olabilirsin ya? Hepsi siyah zaten. Hem ayrıca elli tane var aynısından, 'Birini de alsın kardeşim giysin.' demiyorsun. Ayıp."

"Bilgisayarını hackleyip Edison'ın biyografi videolarını açarım Arda, on saat uğraşsan da kapatamazsın. Kaşınma bence."

Arda oturduğu sandalyeye iyice sinerken gözleri fal taşı gibi açılmıştı. "Büyüksün reis, özür dilerim."

"Yarın yıkayıp geri getiriyorsun onu bana."

Başını hızla sallayan Arda, Kaya biraz uzaklaştıktan sonra: "Getirmeyeceğim ki!" diye bağırdı, üç defa omuzlarını kaldırıp indirerek. Kaya'nın ona dönmesiyle birlikte ayağa kalkıp koşmaya başladı. Kaya hızlı adımlarla onun peşinden giderken Arda bir elini kol saatine vurdu. "Şimdi kahramanlık zamanı. Omnitrix saatim, Şimşek Hız!"

Red Kit'ten sonra bir de Ben 10 mi olmuştu yani? Bu adam kaç yaşındaydı?

"Sence Kaya onu yakalayınca ne yapacak?" diye sordu Can, Görkem'e.

"Bu sorunun cevabını ikimiz de biliyoruz bence."

İkisinin bakışları kesişti ve aynı anda ağızlarından tek bir kelime döküldü: "Edison."

Arda'nın çığlıkları ve Kaya'nın homurtu sesleri geliyordu koridordan. Görkem ve Can'ın beni duyabilmeleri için sesimi biraz yükselttim. "Konuşacak başka bir şey kalmadıysa, biriniz beni eve bırakabilir mi? Eşyalarımı toparlayayım."

Can oturduğu yerden kalkıp avuçlarını birleştirdi ve Görkem de anahtarı sanki potaya basket atar gibi Can'ın avucuna attı. "Hadi gidelim." Görkem'i salonda tek başına bırakıp çıkışa doğru ilerlemeye başladık.

Arabaya bindiğimizde ona evimi tarif ettim. Gerçi adresimi zaten biliyordu. Acaba hakkımda başka neleri bulmuşlardı?

Eve gidene kadar hiç konuşmadı, yalnızca ara ara bana kısa bakışlar attı. Benim bakışlarım onun aksine daha derindi. Kadrajıma yakalanmıştı fakat o bunu fark etmedi, fark ettiyse de bana belli etmedi hiç.

Kim ne derse desin birini tanımanın ilk yolu dış görünüştü. Özellikle jest ve mimikler adeta o insanın farkında olmadan yazdığı bir otobiyografiydi.

Elleri direksiyonu çok sıkı kavramıştı. Dudakları gergindi. Bu da demek oluyordu ki ya trafiği sevmiyor ya da kalabalık ortamlardan hoşlanmıyordu. İkinci seçenek daha uygun geldi bana.

Çok yorgun görünüyordu. Arda'yı sırtında taşırken gördüğüm adamdan eser yoktu şimdi. Belki de o çok içine kapanık biriydi, Arda sayesinde kendini açabiliyordu. Bu yüzdendi ikisi arasındaki yakınlığın sebebi.

Çıkmaz sokağa girdiğimizi fark ettiğimde gözlerimi onun üzerinden çektim. Sokağın sonundaki evimin önünde durduk, ardından yine hiç konuşmadan içeri geçtik.

Evime ilk girdiğimiz zaman bir holle karşılaşıyorduk. Hemen sol tarafımızdaki kapı salona açılırken sağ tarafta mutfak bulunuyordu. Mutfağın üst tarafında bulunan ve sağa doğru uzanan koridora girdiğimizde sırasıyla tuvalet, banyo ve en uçta da benim odam vardı. Bir oda daha vardı aslında fakat orayı kullanmıyordum.

"Seninle gelebilir miyim?" diye sordu Can gülümseyerek. Başımı aşağı yukarı salladım.

Birlikte odama doğru adımlamaya başladık ve içeri girdiğimizde Can yatağımın ucuna otururken ben de giysi dolabımı açıp valizimi çıkardım.

"Asya, Mete'den bahsetsene bana."

Hazırlıksız yakalandığım bu istek karşısında küçük bavulumun fermuarını açan elim duraksadı. "Neyi bilmek istiyorsun?"

"Nasıl biri olduğunu, nasıl göründüğünü, senin için neyi ifade ettiğini..."

Gözlerimi kaçırdım. "Bunu neden soruyorsun?"

Eliyle yatağa vurdu. "Gel, otur biraz."

Dediğini yapıp yanına oturdum ve meraklı gözlerimi ona diktim.

"Açıkçası konuşmayı zaten istiyordum. Hele ki böyle bir fırsatı bulmuşken kaçıramazdım."

"Fırsattan kastın ne?"

"Burası senin evin, kendini en güvende hissedeceğin yer. Eğer bizim evde bu konuşmayı yapıyor olsaydık üstünlüğün bende olduğunu düşünüp rahatsız olurdun ama burada kontrol tamamen sende. Psikolojik olarak kendini en rahat ifade edebileceğin ortamda olduğumuzu düşünüyorum."

"İkna edici konuşuyorsun," dedim gülümseyerek.

"İşimin bir parçası." O da benim gibi güldü. "Bak, bana gerçekten güvenebilirsin. Benimle konuşmak istemezsen bunu da anlarım. O zaman Görkem, Arda veya Kaya'yla konuşma seçeneklerin de mevcut. Görüyorsun ya, müessesemizde birçok alternatif bulunuyor."

Bağdaş kurup sırtımı yatağın başlığına yasladım. Can da sırtını duvara yaslayıp ayaklarını ileri doğru uzattı. "Önce sen," dedim. "Önce sen sizinkilerden bahset."

"Ne anlatayım ki, değişik değişik görevler alıyoruz işte. Arda'nın deyimiyle 'ajanımsı işler'..."

"Ne gibi mesela?"

"Birinin ağzından laf almak için kılıktan kılığa gireriz mesela."

"Niye bunun yerine o kişiyi sorguya almıyorsunuz?"

"Aldıklarımız da oluyor tabii ama genelde tercih ettiğimiz bir yöntem değil bu. İşin içine yine psikoloji giriyor esasında. Bir insanı doğal ortamındayken sorguya çekmek, tabii bunu ona belli etmeden yapmak, o kişiyi savunmasız bırakır. Bu da bizim için müthiş bir şans. Rakibini alt etmek istiyorsan önce savunmasız kalmasını sağlayacaksın, kural bu."

Kendimi herhangi bir rolde hedefimdeki kişinin ağzını ararken hayal ettim. "Heyecan verici olmalı."

"Görevden göreve değişiyor aslında. Mesela Kaya, çok iyi bir manipülasyoncudur. Özellikle hedefimiz bir kadını konuşturmaksa bunun için fazla uğraşmaz bile, adam zaten yakışıklı olduğu için zorlanmıyor herhalde. Laf arasında cevabını almak istediği soruları soruyor, karşısındakinin ruhu bile duymadan bilgileri alıp işini bitiriyor. Bir de sonra havalı havalı çıkış yapıyor. Yani Kaya cool bir abimiz..."

Güldüm. "Anlatış biçimine hayran kaldım."

"Övünmek gibi olmasın, güzel konuşurum. Kendimi dinlettirmeyi beceririm yani."

"Haklısın."

"Görkem iz sürme konusunda iyidir. Hani 'karda yürür izini belli etmez' derler ya, öyledir işte. Adam K9 köpekleri gibi, utanmasa koklaya koklaya bulacak ipuçlarını."

Fıkra anlatıyor gibiydi Can. Sabaha kadar konuşsa, sıkılmadan sabaha kadar dinlerdim.

"Planlarımızı genelde o yapar. Ekibin lideridir bir nevi. Yöntemleri bazen uçuk kaçıktır ama her seferinde işe yarar. Ha bir de, doğaüstü refleksleri vardır kendisinin. Şimdi sana abartıyormuşum gibi geliyor olabilir ama kendi gözünle gördüğün zaman anlarsın ne demek istediğimi."

"Peki Arda?" diye sordum. "Sanırım sen en iyi onunla anlaşıyorsun."

"Arda bizim neşemizdir. Delinin teki, en küçüğümüz olduğu için şımarıyor." Can güldü. "Yirmi altı yaşında ama altı gibi davranıyor genelde."

Demek Arda'yla yaşıttık ama onun ruhu altı yaşındayken benimki kırk altıya merdiven dayamıştı.

Kahverengi gözlerini tavana çevirerek anlatmaya kaldığı yerden devam etti Can. "Arda bir ortama çok kolay uyum sağlar. Bukalemun gibidir, kimse onu yabancılamaz."

"Sen?" diye sordum bu kez.

"Ben..." Birkaç saniye duraksadı. "Ben arka plandaki oyuncuyum."

"Neden?"

"Diğerleri kadar iyi silah kullanamıyorum. Bir de yabancı ortamlarda stres oluyorum ben. Yani, nasıl anlatsam... Onların yaptığı rolleri yapamam mesela, mahvederim her şeyi." Buruk tebessümü kalbimde bir yere dokundu. "Benim de iyi olduğum bir alan var neyse ki. Sorgularda üstüme yoktur. Karşımdaki kişinin gizlediği ne varsa ortaya dökerim, iddialıyım bu konuda."

"Buna hiç şüphem yok. Birini çok rahatça konuşturabileceğine eminim. İki haftadır kimseyle bu kadar uzun süre konuşmamıştım."

Can bir eliyle saçlarını karıştırdı. "Analizciler arasında en tanınmaya müsait olan kişi benim aslında. Çünkü genelde ağzı sıkı olan insanları sorgulamak için beni çağırırlar karakola. Bir de ara sıra akıl hastanesine giderim."

"Ne?" dedim şaşkınlıkla. "Akıl hastanesi mi? Niye ki?"

"Arkadaşlarım var orada." Gülümsemesi genişledi. "Arda boşuna psikopat demiyor bana."

Nedenini bilmesem de Can'ın anlatmadığı şeyler olduğunu düşünüyordum. Üstelemedim, bana hemen güvenmesini bekleyemezdim sonuçta.

"Sıra sende." Ayağa kalkıp masanın üzerinde duran çerçeveyi aldı. Tekrar yatağa oturduğunda gözlerimi elinde tuttuğu çerçeveden ayıramıyordum. "Anlat bakalım, bu mu Mete?"

Yutkundum ve sırtımı dikleştirdim. "Evet."

Elindeki fotoğraf karakolda çekilmişti. Ben iki kupa kahve, Mete ise üzerine kırmızı kurdele takılmış bir kahve makinesi tutuyordu ve ikimiz de kahkahalarla gülüyorduk.

Ofisimizin bulunduğu kattaki koridorda bir kahve makinesi vardı. Mete'yle o kadar çok kahve içerdik ki diğer memurlar o makineyi kullanmak istediklerinde kullanamazlardı çünkü ya su bitmiş olurdu ya da kahve. Sonunda bizden bıkıp oraya yeni bir makine almış, eski makineyi de bize hediye etmişlerdi.

Bir vakayı bitirmiştik, son raporu hazırlıyorduk. Saat neredeyse gece yarısına geliyordu ve yalnızca sekiz kişi kalmıştık karakolda.

Odamızda yorgunluktan ölmek üzereyken altı polis memuru girdi içeriye. Biri kırmızı kurdele bağlanarak hediye haline getirilen kahve makinesini Mete'ye uzattı. Başka bir memur ise elime kahveleri tutuşturdu. Ardından kurdeleyi kesmesi için makas uzatan Barış'a makas kesmiyor esprisi bile yapmıştı Mete. Üstelik Barış, cebinden yirmi lira çıkarıp Mete'nin alnına yapıştırmıştı.

İstemsizce gözlerim doldu. Asla silemeyeceğim kalıcı bir iz bırakmıştı hayatıma. İyi ki vardı, iyi ki tanımıştım onu.

"Ne sıklıkla duyuyorsun sesini?" Can'ın sorusuyla birlikte geçmişten sıyrılıp bulunduğumuz ana geri döndüm.

"Ara sıra. Bana bir yol gösteriyor ve sonra kayboluyor." Duraksadım. "Can, Analizcilerin yanında söyleyemediğin bir şey var mı benim hakkımda?"

Güldü. "Duyduğun sesin gerçek olmadığını kabul etmeseydin işin ciddi boyutta olduğunu söylerdim ama sen her şeyin farkındasın. İnan bana, hasta değilsin ama seninle düzeltmemiz gereken bir sorun var. Vücudunun geliştirdiği savunma mekanizmasını, yani burnunun kanamasını engellemeye çalışacağız."

"İş çıkaracağım başına desene. Sizinle tanışır tanışmaz benimle uğraşmak zorunda kaldın."

"Hayır hayır," dedi telaşla. "Sen zorunluluk değilsin, bizdensin. Sana yardım etmeyip kime edeceğim?"

"Çok mu çabuk güvendin bana sanki?" dedim tebessüm ederek. Bundan memnundum. Yeni bir arkadaş edinmek, uzun zaman sonra birileriyle içimden geldiği gibi konuşmak hoşuma gitmişti.

"Canımı emanet edeceğim birine güvenmemek saçma olmaz mı sence de?"

Bunun üzerine diyecek bir şey bulamadığımda yataktan kalkarak bavulumu hazırlamaya devam ettim. Çok fazla kıyafetim vardı, muhtemelen birkaç bavula zar zor sığabilecektim. Şimdilik işimi görecek kadar almayı, daha sonra tekrar gelip iyice toparlanmayı düşünsem de bu da lazım olur diye diye üç bavul doldurdum yanlışlıkla.

Can irice açtığı gözleriyle beni izliyordu. "Bizim dörtlünün eşyalarını toplasan bu kadar etmez herhalde."

"Alışveriş yapmayı seviyordum." Cümlemdeki geçmiş zaman ekini fark edince gülümsemem buruk bir hal aldı. "Seviyorum," diye toparlamaya çalıştım ama karşımda psikoloji uzmanı biri duruyorken ne kadar başarılı olduğum tartışılırdı.

"Sevindim, çünkü bol bol alışveriş yapman gerekebilir."

"Neden ki?"

"Peruk, makyaj malzemesi, gözlük, kaban..."

"Resmen ajan olacağım, şaka gibi."

"Tehlikeyi ve aksiyonu seven biri olduğunu hissediyorum."

Yarı alayla güldüm. "Bayılırım."

Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar heyecanlandın Yağmur.

"Evrak işlerini ne zaman halletmeliyim?" diye sordum. "Yarın karakola gitsem iyi olur sanırım."

"Görkem halleder, dert etme sen."

"Nasıl yapacak ki ben olmadan?"

Can güldü. "Görkem yapar, dert etme sen."

"Peki," dedim üstelemenin bir faydası olmadığını anlayınca. "Rica etsem bavulları kapıya taşır mısın? Ben de diş fırçamı alayım banyodan."

"İstediğin zaman ne kadar da şeytan tüylü olabiliyormuşsun."

Neredeyse kıkırtıya yakın bir ses çıkardım. Bu sabahki yaşama hevesi kalmamış boş bakışlı Asya'nın şimdi tutunacak bir dalı vardı.

Banyoya gidip tarağımı ve diş fırçamı aldığım sırada aynada yansımamla göz göze geldim. Turuncu saçlarım omzumun tek bir tarafından dökülüyordu. Gözlerim elaydı ama göz bebeklerimin etrafında bu renk giderek açılıyor ve bal rengine dönüyordu. Uzun kirpiklerimin gölge düşürdüğü elmacık kemiklerimin üzerinde, sanki yüzüme yağmur damlaları düşmüş de her birinin izi kalmış gibi duran çillerim vardı.

Bazen Benekli derlerdi bana iş arkadaşlarım. Tabii bunu köpek çağırır gibi dalga geçerek söylediklerinde kulağa hiç de tatlı gelmiyordu.

Aynadan uzaklaşıp banyodan çıktım, bu sırada unuttuğum bir şeyin olup olmadığını düşünüyordum. Sanırım şimdilik bir eksiklik yoktu.

Bavulları yalnızca kapıya kadar götürmesini istediğim Can onları çoktan bagaja yerleştirmişti. Dış kapıyı çektikten sonra anahtarı üç kez çevirerek kapıyı kilitledim. Ardından yolcu koltuğundaki yerimi aldım.

Yola çıkalı belki on, belki on beş dakika olmuştu ki telefonumun melodisi sessizliğimizi bozarak arabanın içinde yankılanmaya başladı. Kimin aradığını tahmin etmek zor değildi, beni arayan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu zaten.

"Efendim Barış."

"Benekli? Sesin iyi geliyor, hatırladığım kadarıyla ölüydün en son."

"İyi sayılırım, uzun zaman sonra," dediğimde Can gülümseyerek bana attığı kısa bakışın ardından başını tekrar yola çevirdi.

"Kıyamet mi kopuyormuş? Göktaşı mı düşecekmiş? Mümkünse söyle ona, benim kafama düşsün."

Bir tebessüm peyda oldu dudaklarımda. Her zamanki Barış'tı işte. Enerjik, deli dolu, asıl hislerini içinde yaşayan... "Beni boş ver, sen nasılsın?"

"İyi değilim galiba." Benden hallice olduğunu bilmek içimi acıtıyordu fakat elimizden bir şey gelmiyordu maalesef. Ölenle ölünmüyordu, mutsuzluktan ölünmüyordu. Zordu, çok zordu ama hayat devam ediyordu. Akıp giden düzene ayak uydurmaya çalışırken yalpalayan kuklalardık biz de.

"Ofisinizin kapısı açık kalmış bu sabah." Duraksadı, sesli bir nefes aldı ve yavaşça verdi. "Bizimkilerden biri girmiştir muhtemelen. Kimse kimseye belli etmemeye çalışıyor ama herkes her şeyin farkında. Mete olmayınca tadı tuzu yok buraların. Asya, çok özledim ben onu. Sindiremiyorum hâlâ."

Kol saatime bakıp her zaman yaptığım gibi on beşe kadar saydım, Barış da bunu bildiği için sesini çıkarmadan bekledi öylece. "Yüz yüze konuşalım bir ara. Anlatacak çok şey var belli ki."

"Olur," dedi güçlü tutmaya çalıştığı sesiyle. "Şimdi gitmem gerekiyor, bir sorguya gireceğim. Müsait bir zamanda buluşalım."

"Kendine dikkat et."

"Sen de Benekli. Haydi, Allah'a emanet."

Telefonu kapattığımda Can'ın yüzünde samimi bir gülümseme vardı. "Ne oldu?" diye sordum merakla.

"Hoşuma gitti."

"Hoşuna giden ne?"

"Barış'la ilişkiniz... Mutluluğunu herkes seninle paylaşabilir, asıl önemli olan acını paylaşan kişilerdir. Barış da senin için öyle biri olmalı."

"Haklısın." Gözlerimi yoldan ayırmıyordum. "Peki onun sesini bile duymadan bu kadarını nasıl anladın ki?"

"Bana bir şeyleri nereden anladığımı sormayı bırakacaksın zamanla," dedi gülerek. "Anlıyorum işte, sorgulama."

Bu defa bizi bölen Can'ın telefon melodisi oldu. Ekranda 'Eylül' ismi vardı. "Hoparlöre alır mısın?" diye sorunca telefonu elime alıp aramayı cevapladım ve hoparlöre aldım.

"Çay koy, geliyorum."

Alo, değil.

Efendim, hiç değil.

Çay koy, geliyorum.

İlk söylediği şey buydu isminin Eylül olduğunu öğrendiğim kızın.

"Arabadayım ben, eve geçiyorum şimdi," dedi Can.

"Yeni kızı almaya mı gittin yoksa? Hayret, Görkem yapmadı mı o işi?"

"Evden alacağı birkaç eşyası vardı, onu almaya gittik beraber."

"Kabul etti mi? Sevindim. Bütün şartları iyice saydınız mı? Neyse, ben gelince konuşurum. Sonradan kaçmasın bir de kızcağız."

"Kaçmam, rahat ol," dedim.

Eylül bozulmak yerine sanki benim de burada olduğumu biliyormuş gibi rahat bir tavırla konuştu. "Selam Asya, ilk tanışmamızın telefonda olmasını istemezdim."

İsmimi nereden bildiğini sorgulamayacaktım ama kızın kim olduğunu iyice merak etmeye başlamıştım. "Evde tekrar tanışırız o zaman Eylül."

Güldü. "Olur, eve vardığınızda çay demler misin?"

Can araya girdi. "Bizim on dakikalık yolumuz daha var. Arda'yı ara, o koysun çayı."

Beni şaşırtan şey Can bunu söylerken siteye giriş yapmamızdı. On dakikalık yolumuz falan yoktu, gelmiştik işte.

"Uğraşamam onunla," dedi Eylül bıkkınlıkla.

"Neyse, kapatıyorum," dedi ve cevap beklemeden aramayı sonlandırdı Can. Arabayı bu defa garaja park ettik. İndiğimiz siyah araba dışında bir de koyu gri bir araba vardı garajda.

Kapıyı bize Kaya açtı. Ölü balık gibi bakıyordu. Kapüşonu yine kafasındaydı. "Sen hep böyle gelecek misin bizim eve?" diye sordu alayla karışık bir ciddiyetle.

"Farkında mısın bilmem ama ben buraya taşınıyorum."

"Aman ne güzel," dedi bize sırtını dönüp salona doğru ilerlemeye başlarken.

"Muşmula suratlı," dedim arkasından.

Anında yüzünü bana çevirdi ve korkutucu olduğunu zannettiği bir bakış attı. "Ne dedin sen?"

Ona doğru bir adım attım bavulumu da arkamdan çekiştirerek. "Muşmula suratlı dedim. Somurta somurta erken yaşlanacaksın."

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. "Aldık başımıza belayı."

Can aramızdaki konuşmayı sonlandırmak ister gibi, "Eylül gelecekmiş," dedi bağıra bağıra. Eylül'ün geleceğini komşular da mı duysun istiyordu, ne gerek vardı sesini bu kadar yükseltmesine?

Gerçi komşular isteseler de duyamazlardı. Bu sitede müstakil evlerin arası çok açıktı, hele ki bu ev hepsinden daha uzak duruyordu.

Arda koşarak yanımıza gelip Kaya'yı kenara ittirdi ve Can'ın önüne geçti. "Eylül mü geliyormuş? Çay koyayım ben o zaman."

"O da öyle söyledi," dedi Can. "Arda çay koysun, dedi."

Arda'nın yüzüne buruk bir gülümseme yerleşti. "Eylül öyle demez. Uğraşamam onunla, der."

Kaya'nın yüz ifadesi bir saniyeliğine değişir gibi oldu. Bakışları yumuşadı ya da ben öyle sandım. Elini Arda'nın omzuna koydu. "Hadi, çay koy sen."

Arda da başını sallaya sallaya gözden kayboldu. Kaya salona girerken biz de Can'la bavullarımı odaların olduğu koridora taşıdık.

"İlk oda Kaya'nın," dedi Can kapıyı gösterirken. "İkinci oda Arda'yla benim."

Orada Arda'nın kaldığını tahmin etmek zor değildi çünkü kapının üzerinde Daltonlardan tutun da Marsupilami'ye kadar türlü türlü çizgi film karakterinin çıkartmaları vardı.

"Üçüncü odada ıvır zıvırlar var. Elbette onları toparlayacağız ve orası da senin odan olacak. Görkem son odada kalıyor."

"Üçüncü oda niye boş?" diye sordum. Madem dört odaları vardı, o halde neden Arda ve Can birlikte kalıyordu?

"Arda'nın yalnız kalmasını istemedik diyelim. Veya benim yalnız kalmamı istememiş de olabilirler, çok emin değilim. Bu Görkem'in önerisiydi, açıkçası nedenini sormadık. Bizim de işimize geldi."

Sesini alçaltarak sır verir gibi bir edaya büründü. "Görkem son odayı istedi, orası onun inzivası. Bütün gün bir aradayız ama eğer Görkem odasına kapandıysa onunla iletişime geçmeye çalışmıyoruz. Kendini soyutluyor, bir garip."

"Belki de Arda ve sen çok ses çıkarıyorsunuzdur, bu yüzden üçüncüyü boş bırakıp son odayı seçmiştir."

"Düz mantık, sevdim bunu." Güldü. "Ama sesten rahatsız olduğunu sanmıyorum. Matematik sorusu çözerken son ses müzik dinlediğine birçok kez şahit oldum."

"Matematik mi çözüyor?"

"Deli gibi hem de. Odası test kitaplarıyla dolu Asya!"

Dudaklarımı birbirine bastırıp omuz silkerken "Tuhaf," dedim. "Ama hepiniz tuhafsınız. Hepimiz tuhafız. Nasıl bir ekip olacağımızı hayal edemiyorum."

"Biz Analizcileriz, olayımız tuhaf olmak."

Hafif bir tebessüm yer edindi dudaklarımda. Üçüncü kapıya ilerleyip onu açtım. Can iki eliyle iki bavulumun sapını tuttuğu için kafasıyla açtı lambayı.

Sarımtırak ve göz yoran ışık odayı aydınlatırken ilk fark ettiğim şey odanın oldukça geniş olmasıydı. En köşede üst üste yığılmış koliler vardı. Bunun dışında bir tane de gri dolap bulunuyordu odada. Dolaptan taşan kağıtlar yere düşmüştü, oldukça dağınıklardı.

En çok ilgimi çeken ise arka taraftaki parka açılan kapı oldu. Elimde tuttuğum bavulu arkamdan sürüklerken camlı kapının önüne ilerledim. Başımı önce sağa sonra sola çevirdim. Bu kapının ardında zeminden yalnızca birkaç santim yüksekliğinde balkon gibi bir yer vardı. Yalnızca iki merdiven inince ise doğrudan parka ulaşıyordunuz.

"Her odanın bu tarafa bakan bir kapısı var."

"Burada çok ses olmuyor mu?" diye sordum. "Çocuklar gelmiyor mu hiç?"

"Çocuklar genelde sitenin diğer tarafındaki büyük parka giderler. Burası Arda'nın parkı ve inan bana, Arda istediği zaman çocuklardan daha fazla ses yapabiliyor."

Bundan şikayetçi gibi durmuyordu. Zaten aynı odayı paylaştıklarına göre ona alışmış olmalıydı. Analizcilerin iki buçuk yıl kadar önce bir araya geldiklerini biliyordum. Bu süreçte birbirlerini benimsemiş olmalılardı.

Ve ben de iki buçuk yıllık düzenleri olan bir ekibe dış kapının dış mandalı olarak dahil oluyordum. Belki de Kaya'nın bana böyle davranmasına şaşırmamalıydım. Kurulu bir düzeni bozacağımı düşünüyor olabilirdi.

"Bu odaya geniş bir dolap gerekiyor. Haliyle bir de yatak. Onun dışında fazla eşyaya ihtiyacım yok. Evimden bunları aldırmamız yeterli."

"Görkem çoktan siparişlerini vermiştir. Dert etme sen."

Kaşlarım istemsizce havalandı. "Teklifi kabul edeceğimden bu kadar mı emindiniz?"

"Necip Amir seni bırakmazdı. Uzun zamandır aramızda görmeyi istiyor."

"Necip Amir de bir tuhaf," dedim bu defa. "Gayet başarılısınız, sizin namınızı duymayan yok karakolda. Ne diye bana ihtiyacınız olsun ki?"

Can sırıttı. "Biz meşhursak sen de meşhursun, Fotoğraf Makinesi."

Bence hafıza kartı olarak da tanınabilirdin ama olsun, fotoğraf makinesi de güzel. Şanın yürüsün be Yağmur.

Hem Can'a hem Mete'nin sesine gülümseyerek karşılık verdim ve ardından tekrar kapıya yöneldim.

Salona geçtiğimizde Arda üçlü koltuğa yayılmış ve elindeki çikolatayı yiyordu. "Sizinkiler de burada," dedi sehpanın üzerindeki paketleri işaret ederek.

Tekli koltukta oturan Görkem ve diğer teklide oturan Kaya aynı anda paketlere uzandılar. Kaya bitter çikolatayı alırken, Görkem Antep fıstıklı olanı aldı. Can da masanın üzerindeki diğer Antep fıstıklı paketi alıp Arda'nın ayaklarının dibine oturdu. Masanın üzerinde kalan son paketi alıp karşıdaki üçlü koltuğa oturdum ve fındıklı çikolatamı açmaya başladım.

"Biliyor musun, ben çok severim çikolatayı," dedi Arda neşeyle. Daha sonra baton çikolatanın yarısı durduğu halde paketi kıvırıp sweatinin cebine soktu.

"Madem o kadar çok seviyorsun, niye hepsini yemiyorsun?" diye sordum kendi çikolatamı bitirdikten sonra. Kaya, Görkem ve Can bitmiş paketlerini gelişigüzel sehpanın üzerine fırlatmışlardı, bense düzgün bir şekilde kenara koymuştum.

Yanlış bir soru sormuş gibi hissettim çünkü Arda dışındaki üçlünün bakışları farklılaştı, hepsi Arda'ya döndüler. Şimdiye kadar hep çok konuşan Arda bu defa sorumu cevapsız bıraktı.

"Eylül gelmedi hâlâ," dedi Görkem.

"Üç dakika sonra gelecek," dedi Arda yattığı yerden doğrularak.

Saatime kısa bir bakış attım. Saat 18.16'ydı ve tam 18.19'u gösterirken zil çalmaya başladı.

Arda ve ben aynı anda kalktık, diğerleri ise hiç pozisyonlarını bozmadan oturmaya devam ettiler. Neredeyse koşarak kapıya vardı Arda. "Hoş geldin!" Bunu söylediğinde henüz kapıyı açmamıştı.

"Önce kapıyı aç aptal!" dedi Eylül bağırarak. Kapı hâlâ kapalıydı ama sesi net bir şekilde duyuluyordu.

"Evet, açayım!" diye bağırdı ve nihayet kapıyı açtı.

Açık sarı saçlarını tepeden bir at kuyruğu yapmıştı Eylül. Boyu benden üç santim kadar uzun olmalıydı, ki ben 1.72'ydim. Gözleri kahverengiydi, köşeli yüz hatlarına sahipti ve hafif çekik gözleri vardı. Oldukça güzel bir kadındı. Önce sırt çantasını, sonra da üzerindeki lacivert hırkayı çıkarıp Arda'nın eline tutuşturdu. İçinde siyah askılı bir badi ve altında da yine siyah bir eşofman vardı.

"Eylül Ayyıldız," dedi elini bana doğru uzatırken.

Elini sıktım. "Asya Yağmur Tunçbilek."

"Oh, tekerleme gibi isim mübarek. Sınavlarda kodlarken zorlanmıyor muydun?"

Ne sınavı, ben ismimi insanlara söylerken bile zorlanıyordum. Sırf üşendiğim için kendimi Asya Tunç olarak tanıtmışlığım vardı.

Güldüm. "Alıştım artık."

"Peki hangisini kullanıyorsun?"

"Asya der herkes."

Ben hariç.

Evet, Mete hariç herkes.

"Ben de öyle diyeceğim çünkü daha kısa."

Yanımdan geçip salona doğru ilerlemeye başladı. Arda'nın iç geçirdiğini duydum. Eylül'ün arkasından bakakalmıştı.

"Arda, çantamı getir," dedi Eylül gözden kaybolmadan önce.

"Getireyim."

Hep beraber salona döndüğümüzde Eylül az önce Arda'nın yattığı yere kendini attı kendini. Bacaklarını Can'ın dizlerinin üzerine uzatıp bir kolunu başının arkasına aldı.

"Ne habersiniz beyler? Beni çok özlediniz değil mi?"

Kaya somurttu. "Her gün buradasın zaten."

Bu sırada Arda'nın dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. 'Çok.' dediğini anlamıştım, dudak okuyabiliyordum.

"Sen sus taş bozuntusu." Eylül ayağıyla Can'ın dizini dürttü. "Sen nasılsın Three P?" P harfini İngilizce olarak okumadığı için söylediği kelime 'trip' gibi çıkmıştı. "Kesin beni özlemişsindir."

"Yoo," dedi Can gülerek.

Eylül başını Görkem'e çevirdi. "Duman'ım, bari sen özlemiş ol be."

"Bana bulaşma Eylül."

"Ayıpsınız gerçekten. Hiçbir şey demiyorum size."

Arda'ya sormamıştı. Sebepsiz yere üzüldüm buna.

"Çay koyayım ben," dedi Arda yüzündeki ufak tebessümle. Şimdiye kadar gördüklerim gibi değildi, buruktu bu seferki.

Eylül, başını karşı koltukta oturan bana çevirdi. "Bak, sana neyi ne kadar anlattılar bilmiyorum ama onlara katılmak istiyorsan bazı şeyleri tam olarak bilmen gerekiyor."

Karşımda iki seksen uzanıyorken onu ciddiye almakta zorlanıyordum. Sesimi toparlayabildiğimde, "Sen kimsin ki?" diye sordum. "Kendini tanıtarak başlayabilirsin anlatmaya."

"Karakol ve Analizciler arasındaki bağlantıyım. Necip Amir'in sağ koluyum diyebiliriz. Bu sitede oturduğum için neredeyse her gün buraya gelirim çünkü Analizciler benim sadece ekibim değil, arkadaşlarım."

Son söylediği şeyle birlikte duraksadı. Kendi kendine gülümsedi Eylül. "Sadece arkadaş diye nitelendiremem onları. Yalan yok, bu dört adam benim her şeyim. Ama duygusal konuşmalara gelemediğim için onlardan bahsederken salaklar falan dersem şaşırma."

"Anlıyorum," diye mırıldandım. Onun hakkındaki ilk gözlemim mizacının alaycı cinsten olmasıydı. Muhtemelen dertlerini de alaya vuruyordu.

Hayatı ciddiye almadığını düşündüğümüz insanların içlerindeki yara büyük olurdu ve biliyordum, herkes en az iki karakter taşırdı. Dışa yansıtılan ve içte olan aynı olmazdı hiçbir zaman.

"Kendimi nasıl tanıtabilirim bilmiyorum," diye devam etti Eylül. "26 yaşındayım ama Arda'dan daha büyük olduğuma yemin edebilirim. Neyse, beni bir kenara bırakalım da ekipten bahsedeyim sana."

Derin bir nefes aldı ve yavaşça bıraktı. "Analizcilerin çalışma saatleri yoktur; her an, her saniye, her şeye hazırlık olmak zorundadırlar. Bazen gecenin bir vakti göreve giderler, bazen bir hafta boyunca evde yatarlar. Belli bir düzen yok ve dolayısıyla kural da yok yani."

"Buna kolay uyum sağlayabilirim," dedim başımı sallayarak.

"Her daim tehlikenin içinde olacaksın. Kimliğini bilecek kişi sayısı az. Bir gün başın belaya girerse, ki eminim girecektir, sana arka çıkacak kişi sayısı çok az demek oluyor bu."

"Kimler mesela?"

"Eski karakolundakiler öğrenecekler, bizim karakol da biliyor kimliklerimizi. Bunun dışında ailene bir yere kadar bahsedebilirsin." Duraksadı. "Seni üzecek bir şey söylemedim umarım?"

"Hayır, söylemedin." Düşünceli olması hoşuma gitmişti. "Ailem yurt dışında, pek sık görüşemiyoruz."

"Sebebini sorsam çok mu özel bir soru olur?"

"Annem ve babam gezi programları ve belgeseller çekiyorlar."

"Bir saniye," diyerek elindeki çay tepsisiyle içeri girdi Arda. "Tufan Tunçbilek senin baban mı yoksa?"

Demek ki programları Arda da izliyordu. "Evet."

"Yeşim Tunçbilek de annen o halde?"

"Çok zekisin Maşallah," dedim gülerek.

"Hiç soyadına dikkat etmemiştim senin. Aslında annene de benziyorsun, nasıl fark edemedim bunu? Ben büyük fanıyım onların, özellikle gezi programlarının!"

"Vay be," dedi Görkem. "Milletin babası yurt dışında belgesel çeker, benimki de dönerci işte."

Arda tepsiyi sehpaya bırakıp yanıma oturdu. "İsminin bir hikayesi var mı Asya?"

"Asya'nın Yağmur Ormanları'ndan esinlenerek koymuş olabilir ailesi, ben şu an böyle bir hikâye bekliyorum," dedi Görkem tahminin doğru olup olmadığını öğrenmek istercesine bana bakarken.

Gülümsedim. "Belki biraz ilham almış olabilirler."

"Sen Türkiye'de mi büyüdün?" diye sordu Can.

"Evet ama çok ülke gezdim."

"Kaç dil biliyorsun?"

"İngilizce ve İspanyolcaya hakimim. Biraz da Fransızcayla Almanca biliyorum ama ileri seviyede değil."

"Maşallah," dedi hepsi aynı anda. Dil öğrenmek benim için kolaydı, ezber yeteneğim kuvvetli olduğundan zorlanmıyordum. Ülke gezmek bir yana, izlediğim yabancı dizilerin de payı vardı. Kelimeler bir şekilde aklıma kazınıyordu.

"Annenler ne zamandır yurt dışında yaşıyor?"

"On yılı geçti," diye cevapladım Arda'yı. "On beş yaşındayken teyzemle yaşamaya başladım. Bulduğum her fırsatı da yurt dışında değerlendirdim ama onlarla kalmaktansa ülkeme döndüm her seferinde."

Eylül boş çay bardağını sesli bir şekilde masaya bıraktı. Ne ara içtiğini fark edememiştim bile.

"Kim dolduruyor çayları?" diye sorduğunda önce Can'a baktı. Can arkasına yaslanarak bacak bacak üzerine atıp mutfağa gitmeyeceğini net bir şekilde belli ettiğinde bu defa bakışlarını Kaya'ya çevirdi, üç saniye geçmeden başını iki yana sallayıp ondan da hayır gelmeyeceğini kabullendi.

Görkem de başını tavana çevirince gözleri beni buldu. "Sen yenisin. İlk günden iş yaptırmak olmaz. Yine Arda'ya kaldık mecburen."

Arda yerinden kalkmadı. Arkasına yaslandı, pek mutlu görünmüyordu. "Kalk kendin koy," dedi sertçe.

Sanırım bu tavrı normal değildi çünkü herkes uzaylı görmüş gibi ona bakıyordu. "Ne oluyor be sana?" diye sordu Eylül hayretle.

"Hep son seçenek olmaktan sıkılmışımdır belki de."

Eylül boş boş baktı Arda'ya. Daha sonra hızlıca kalkıp bardağını aldı ve mutfağa gitti.

Kaya, Arda'ya yaklaşıp sessizce konuşmaya başladı. "Sinirini kızdan çıkarma. Her seferinde pişman oluyorsun çünkü."

"Kaya, inan ki nasihat dinleyecek halim yok."

"Ne halt yersen ye o zaman. Çok da umurumdaydı sanki."

Umurunda olduğu belliydi ama Arda'yı daha fazla üzmemek için konuyu kapatmıştı Kaya.

Eylül tekrar salona giriş yapıp çayını sehpaya bıraktı. "Cengiz, Görkem'in fotoğraflarını Hasan'a satacakmış yarın."

"Ne?" diye sordu Can.

"Belliydi o alçak herifin böyle bir şey yapacağı," dedi Görkem sesli bir şekilde nefesini verirken. "Hasan'ı nereden tanıyor olabilir bu adam?"

Boğazımı temizleyerek dikkatleri üzerime çektim. "Konuya Fransız kaldım biraz."

"Haklısın," dedi Eylül. "Özet geçiyorum hemen. Bir süredir peşinde olduğumuz biri var. İsmi Cengiz Aksoy, uyuşturucu işleriyle uğraşıyor. Bize gelen emir onu tutuklayıp hapse tıkmaktı. Görkem'i müşteri gibi adama sunduk fakat Cengiz bir şekilde şüphelenmiş olmalı. Peşine adam takmış Görkem'in. Şimdi de elinde bir sürü fotoğraf var. Aslında şantaj yapmasını bekliyorduk ama o, fotoğrafları satmayı hedefliyormuş."

"Almalıyız onları," dedi Görkem. "Hasan beni gördü fakat kimliğimi bilmiyor. Eğer ben ifşa olursam hepiniz tehlikeye girersiniz."

"Hasan kim?" diye sordum bu defa.

"Kumarhane işletiyordu eskiden," dedi Kaya. "Görkem oraya baskın yaptıktan sonra ortadan kaybolmuştu."

"Cengiz, Hasan'dan yardım istemiş seni bulması için," dedi Can, Görkem'e. "Hasan'ın eli kolu uzundur, çevresi de geniş haliyle. Belki seni de tanıyordur diye ona gitmiştir Cengiz. Hasan da fotoğrafı görünce kumarhane baskını yapan adam olduğunu anlayıp diğer fotoğraflarını satın almak istemiştir."

"İki dakikada olayın nasıl gerçekleştiğini anlatıp bir de hiç çaba harcamadan buna ikna ettin beni," dedi Arda. "Helal olsun sana Can'ım." Can gözlerini devirip güldü.

"Sizce kim satışın gerçekleşeceği yeri buldu?" diye sordu Eylül göğsünü kabartarak.

Görkem'in dudağı yukarı kıvrıldı. "Aslansın, biliyorsun değil mi?"

"Teveccühünüz efendim." Eylül saçlarını savurduktan sonra devam etti. "Cengiz'in sanat sergisi var yarın akşam. Satış orada gerçekleşecekmiş. Ayrıca sergisinin üst katı da kendi ofisi!"

"Fotoğrafları eve götürme riskine girmez. Ofisinde saklıyor olmalı," dedi Can.

"Aynen öyle. Şimdi söyle bakalım Görkem, planımız nedir?"

Eylül'ün cümlesinden sonra Görkem çenesini sıvazladı. Koltukta öne doğru eğilerek dirseklerini dizlerine yasladı. "Mekânın taslağına ihtiyacımız var. Bir de elimizde ofisin birkaç fotoğrafı olsa iyi olur." Gözlerini Arda'ya çevirdi. "Sen gazeteci olarak içeri sızacaksın. Röportaj ayağına etrafın fotoğraflarını çekersin."

Arda elini başına götürüp asker selamı verdi. "Emredersiniz komutanım."

"Gerisini sen döndükten sonra ayarlarız."

"Ben de giderim Arda'yla," dedi Eylül.

"Gerek yok," dedi Arda yine sertçe.

Eylül onun yanındaki boşluğa oturdu. Elini omzuna koyup kedi gibi bir bakış gönderdi. "Trip atma bana. Zaten bütün gün Buğra'nın tribini çektim. Ne olur bari sen yapma."

Kaya, Eylül yanlış bir şey söylemiş gibi gözlerini yumdu sıkıca. Görkem'in çenesi kasıldı, Can'ın ise gözleri iri iri açıldı.

Bakışlarımı tekrar Arda'ya çevirdiğimde burukça güldüğünü gördüm. "Şaka gibisin." Omuzlarını silkip Eylül'ün temasından kurtuldu. "Uykum geldi benim. Yatıyorum."

Oturduğu yerden kalkıp birkaç adım ilerlemişti ki bir şey hatırlamış gibi tekrar arkasını döndü. Üzerindeki sweatin cebinden yarım çikolata paketini çıkarıp Eylül'e uzattı. "Yersin."

Tekrar arkasını döndü ve hızlıca uzaklaştı. Eylül yüzündeki sıcak gülümsemeyle gözden kaybolana kadar onu izledi. "Bunu hep yapıyor," dedi sakince. "Her zaman çikolata bırakıyor bana. Kızgın olsa bile."

Arda'ya sevdiği halde neden çikolatasının tamamını yemediğini sormuştum.

Cevabımı aldım.

Arda çok sevdiği karamelli çikolatasının yarısını her zaman Eylül için ayırıyordu.

•⚓•

Ah Eylül, Arda'nın karamelli çikolatası...

Belki ileride fikriniz değişir ama yine de sormak istiyorum. Kendinize en yakın bulduğunuz Analizci hangisi oldu, neden?

Instagram'da paylaştığım afişlerden sonra Kaya'ya düşenler hâlâ aynı fikirde misiniz ses verin. Ksjdjsjjd

Geçen bölümde yalnızca dışarıdan gördüğümüz Asya'nın derinlerine indik bugün. Bir yarası var, adı Mete...

Siz hiç ölü bir iç ses gördünüz mü? Artık gördünüz. Asya aracılığıyla Mete'nin sesini duymaya devam edeceğiz ilerleyen zamanlarda da.

Çünkü kuvvetli bağ kurduğunuz insanın son nefesini vermesi, o insanı kafanızın içinde öldürmeye yetmez.

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Seviliyorsunuz... ❤

Instagram: azraizguner

Yorumlar

  1. Ben yeni geldim buralara da karakterlerin afişlerini nasıl nerden görebilirim

    YanıtlaSil
  2. yine döndüm buraya. güvenli bi ev gibi benim için analiz. buraya yüklendiğinden beri 4. başlayışım yanlış saymadıysam. bayılıyorum ya şu hisse. tanışmaları ve birbirleri için ölecek kadar değer verdikleri zamanlar arası çok keyifli geliyor.
    soruna cevap verirsem kendimi en yakın asya ya hissediyorum aslında. ilk okuduğumda olan fikrim bu. yüzündeki hissizlik, çektiği acı ve tepkilerini kendimde görüyorum binevi. üstüne adımın da yagmur olması da cabası
    _rnkeem

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

40. "Eşik"

39. "Senden Daha Güzel"

57. "Şarampol"