1. "VİSAL KÖŞESİ"
O gün günlerden 15 Ocak'tı, birileri için kışın tam ortasıyken benim için yazın başlangıcıydı. Takvim yaprakları değişecek, mevsimler geçecek, ben büyüyecektim ama hiçbir gün hayatımı o günkü kadar etkilemeyecekti.
Bir romanın ilk satırına, bir şiirin ilk dizesine, bir dizinin ilk bölümüne, bir genç kızın ilk aşkına denkti bu. 15 Ocak onu ilk gördüğüm gündü. Kaderlerimizin kesişim noktasıydı. Birbirimize rastladığımız sokaktı. Visal, kavuşmak demekti ve ben hasretini duyduğumu bile bilmediğim o hisse gül kurusu rengindeki tabelanın altında kavuşacağımın hayalini bile kuramazdım.
Dükkânın kapısını kilitleyip yürümeye başlamıştım yıldızsız gökyüzünün altında. Bugünkü rutinimi 22.15 otobüsüne yetişerek tamamlayacak, ardından bugünkünün aynısı olan bir yarın yaşayacaktım. Hep böyle olurdu.
En büyük aksiyonum bu saatlerde gerçekleşiyordu. Bir Hollywood starı olduğumu hayal edip koşuyordum sokağı boydan boya. Bazen elimde dünyayı kurtaracak bir iksir oluyordu, bazen tüm eyaletlerin aradığı ama asla bulunamayan suçluydum, bazense hapishaneden firar eden kaçkın. Kimisi para için, kimisi sevdiği kadın için, kimisi özgürlük için yapıyordu bunları. Ben, evime giden otobüse yetişmek için yapıyordum.
Başımdaki şapkayı düzeltip çantamın kolunu daha sıkı kavradım. Atkım koştuğum için bir çeneme bir burnuma çarpıyordu. Beş dakika erken çıksam kimse bana bir şey demezdi çünkü burayı açan da kapatan da bendim ama bunu yapmıyor, son saniye yetişmeye çalışıyordum.
Ufak çaplı heyecanlar katıyordum hayatıma. Fena mı oluyordu?
Köşeyi dönüp durağın olduğu caddeye varacağım sırada bıçak gibi kesildi adımlarım. Sabahtan akşama kadar aynı müzik kanalının açık olduğu o televizyonun fişini çekmiş miydim çıkarken? Peki ya ısıtıcıyı kapatmış mıydım?
Geri dönersem yetişemeyecektim, geri dönmezsem aklım kalacaktı. Durup soluklanırken verdiğim nefesler buhar olup karışıyordu havaya. Dönmek zorundaydım. Eve geç kalabilirdim ama bu soruların cevaplarını almadan uyuyamazdım.
Otobüse yetişmeyi kafasında bitirmiş biri olarak yavaş adımlarla geldiğim yolu dönmeye koyuldum. Köklü bir tarihi olan Kafe Visal, bu sokağa giren birinin dikkatini doğrudan çekecek şekilde restore edilmişti. Sokağın en köşesindeydi. Kırmızı dış yüzeyi telefon kulübesini andırıyordu. Her gördüğümde ilk kez görmüşüm gibi bir süre bakakalıyordum rengine. O kafede çalışmak kadar bana keyif veren hiçbir şey yoktu.
En çok da tanık olduğum hikâyeleri seviyordum. Bazen ellili yaşlarda çiftler gelip birer Türk kahvesi içiyorlardı. Yıllar önce Visal Köşesi'nde buluşmaya sözleşmiş iki gencin şimdilerde torun sahibi olduğunu, buraya gelip sokağa uzun uzun baktıklarını ve birer kahve içip anılarını yad ettiğini görmek, kenardan sessizce izlemek çok özel hissettiriyordu bana.
Annemle babamın burada tanışmış olmasının payı da çok daha özel kılıyordu her şeyi benim için.
Derdim ki, benim de bir hikâyem olsun. Yıllar sonra benim yerimdeki bir kız bana imrenerek baksın tıpkı benim o çiftlere baktığım gibi. O kadar mutlu olayım ki gözlerimin içi bile gülsün. Hayaldi bunlar. Kahve hazırlarken veya kurabiye pişirirken düşlediklerimdi öylesine.
Bir kitabın ilk sayfasıymış o gece. O gece televizyonun fişini çekip çekmediğimi hatırlamamam gerekliymiş. Yaşanan hiçbir olay boşuna değilmiş ve bazı şeyler kadermiş. Bazı hikâyeler 22.15 otobüsünü kaçırarak başlarmış.
Kabanımın cebinden anahtarları çıkarırken kaldırıma çökmüş birini görmeyi ben de beklemezmişim ama her şey zamanını beklermiş.
Geç saatlere kadar çalıştığım için annemden ve babamdan ayrı ayrı aman dikkatli ol kızım temalı sözlerle uğurlanırdım evden hep. Hayat şartlarını da bildiğimden ben de temkinli davranırdım. Tanımadığım bir erkeğin yanına gidip bu saatte onunla konuşmak kolay kolay yapacağım bir şey değildi.
Ama o içine içine ağlıyordu ve sessiz hıçkırıkları içimde bir şeyleri parçalıyordu beraberinde.
Beni fark etmedi bile. Kırdığı dizlerinin üzerine dirsekleri yaslıydı. Ellerini yüzüne kapatmıştı. Üzerinde siyah bir mont vardı, kapüşonunu başına geçirmişti. Onu rahatsız etme ihtimalimi düşünecek sürem olmadı. Öylece dökülüverdi ağzımdan birkaç kelime.
"İyi misiniz?" diye sordum hafifçe eğilerek. Sesimdeki çekingenlik hem onu korkutmak istemememden hem de biraz korkmuş olmamdan kaynaklanıyordu.
Yabancı, ellerini yüzünden çektiğinde bir süre başı yere eğik kaldı. İlk önce siyah çizmelerime değen bakışları yavaşça yüzüme tırmandığı an o kıpkırmızı olmuş gözleriyle yüzümü seçmeye çalıştı.
Kenarda kalan sokak lambasından dolayı üzerine gölgem düşüyordu. Bir adım sola atıp onun ışığın altında kalmasını sağladım fakat o, kaldırımda benimle aynı tarafa kayıp yeniden gölgemin altına sığındı.
"Ben mi?" Sesi ağladığı için boğuk çıktı. Genç bir erkekti. Göz rengini ve yüz hatlarını ayırt edememiştim henüz.
"Evet." Yüzüme bir gülümseme astım. Öyle bir ben mi demişti ki ona iyi olup olmadığını soran ilk kişi benmişim gibi hissetmiştim. "Yardımcı olabileceğim bir durum var mı? Önünden öylece geçip gidersem içim rahat etmeyecek."
"Ben... Hiç iyi değilim." Ellerini yüzüne kapattı utanarak. Savunmasızdı. Kimse savunmasız haldeyken birine yakalanmak istemezdi. Tek bir damla gözyaşını sertçe silip ellerini dizlerine bastırdı ve alttan alttan baktı bana. "Benim..." dedi omzunda taşıdığı yüklere dayanamıyormuş gibi. "Çok zoruma gitti."
"Hava soğuk," dedim boynumdaki atkıyı düzelterek. Nefesimi toparlayabilsem de az önce koşturuyor olduğumdan yüzüm biraz kızarık olabilirdi. "Arkandaki kafede çalışıyorum. Belli ki birinin seni dinlemesine ihtiyacın var. İçeri geçmek ister misin?"
Annem böyle bir cümlenin ağzımdan çıktığını duysa kalp krizi geçirebilirdi. Gündüz kuşağında yayınlanan bir programı izliyordu ve ben işten eve dönene kadar bin çeşit senaryo kuruyordu kafasında. Akşamdan kalan yemeği ısıtıp önüme koyduğundaysa karşımdaki sandalyeyi çekip anlatıyordu bir de bana bunları.
Kaldırımdaki yabancı, "Nesin sen?" diye sorarken yorgun bir gülümseme çekiştirmişti dudaklarını hafifçe iki yana. "Melek misin başıma gece gece?"
"Bilmem." Ona iyi hissettirirsem kendimi iyi hissedeceğimi biliyordum. Böyleydim ben biraz. Sırtımı dönüp gidemezdim. "Öyle miyim? Sen nesin, Allah'ın sevgili kulu mu?"
Gülmeye başladı kendi kendine. Güzel bir gülüşü vardı. Dişleri çok düzgündü. Ellerini iki yanından kaldırıma bastırıp ayağa kalktığında onun hakkında ilk düşündüğüm şey ne kadar kolay perde asabileceğiydi.
Sen nesin sorusuna cevap bulmuştum: o bir elektrik direğiydi. Kesinlikle çok güzel perde asardı. Hatta annemin inatla en üst rafa koyduğu ve benim makarna yapmak için her seferinde aşağı indirmeye çalıştığım tencereye bile zorlanmadan uzanabilirdi.
Başımı kaldırarak ona baktım. Biraz daha bakarsam boynum tutulur, felç geçirir, fıtık olurdum da ameliyata sokarlardı beni.
Bana mesafeli duruyordu rahatsız hissettirmemek adına. Aramızdan neredeyse bir otomobil geçecekti. Anahtarı çıkarıp dükkânın kapısını açtım ve atkımı girişe, camın kenarındaki sandalyeye bıraktım. Işıkları yaktığımda sandalyeleri işaret ettim. Öylece kapıda dikilip beklemişti ben yer gösterene kadar.
"Bizimkilere geç kalacağımı haber vermem gerek," dedim telefonumu cebimden çıkarırken. "Bir yabancının derdini dinleyeceğim. Mühim işlerim var bu akşam."
Gülen bir yüzün her yüzü güldürebileceğine inananlardandım. Gülen yüzüm, az önce kaldırıma çökmüş ağlayan çocuğun gözlerini kısarak gülmesini sağlamıştı.
Aileme otobüsü kaçırdığıma dair hızlı bir mesaj çektikten sonra gözlerim duvara sabit televizyona kaydı, fişini çekmiştim. Isıtıcıya baktım, onu da kapatmıştım. Eğer bu yabancı olmasaydı buraya boşu boşuna dönmüş olacaktım.
Yönümü yeniden ona dönerken içimde anlamsız bir yüzünü inceleme isteği vardı ama bunu bastırdım. "Bir şey içer misin?" dedim parmağımla tepemdeki menüleri göstererek. "Tatlı servisimiz bitti ama kahve yapabilirim." Şapkamı çıkarıp saçlarımı düzelttim bir elimle bu sırada.
"Şey..." Başını eğdi hafifçe. "Nakit yok yanımda. Cüzdanım... Şeyde kaldı. Sikeyim, yalan bile söyleyemiyorum."
"Müessese ikram edecek."
"Özür dilerim," dedi beni duymamış gibi. Anlayamadığım için kabanımı da sandalyeye bırakırken ona baktım. O, montunun fermuarını açmaya bile yeltenmemişti. "Küfür kaçtı ağzımdan. Erkek ortamındayım da ben sürekli, ayarı yoktur dilimin biraz."
"Önemi yok." Tezgâhın arkasına ilerledim ve önüme iki büyük boy bardak koyup kahve makinesini çalıştırdım. "Nasıl seversin sen onu söyle."
"Zahmet etme," dedi zaten ucunda oturuyor olduğu sandalyeden ayaklanarak. Sesi toparlanmıştı. Aslında gecenin bu saatine sokakta ağlayan birine göre oldukça hızlı toparlanmıştı sanki buna alışkınmış gibi. "Lütfen, yorulma gece gece. Zaten neden buradayım onu bile anlamadım sen kalktın kahve yapıyorsun tanımadığın birine."
"Tanışalım," dedim tezgâhın arkasından elimi uzatıp gülerek. "Feyza Feza Falez. Annemle babam isim konusunda zıtlaşıp ortak karara varamayınca iki ismi de koymuşlar kızlarına. Nasıl ama?"
"Seninki gibi afili bir isim hikâyemin olmayışı sebebiyle kıskandım biraz," dedi gülümseyerek. "Dorukhan Falay ben de. Memnun oldum."
Elimi kavradı soğuk parmakları. Avucum, onun avucunun içinde kaybolmuştu. Kısa bir tokalaşmanın ardından bar taburelerinden birini tezgâhta bulunduğum yerin önüne çekip dirseklerini tezgâha yaslayarak bana bakmaya başladı.
Burnunun ucu kızarmıştı belki soğuktan belki ağladığından. Gözleri hâlâ nemliydi ama omuzları dikti. Bana iyiyim pozu kesmeye çalışır gibi bir hali de vardı yüzüme karşı kötü olduğunu haykırır gibi bir hali de.
"Krema ister misin Doruk?" diye sordum. "Süt veya karamel? Herhangi bir şey?"
"Beş kuruşu olmayan bir adama spesiyal hazırlayamazsınız Feza Hanım," dedi alaycı bir ifadeyle.
"Sevaptır," diye karşılık verdim kendimden emin bir tavırla. "Garibanın hayır duasını alamayacaksam niye yaşıyorum ki bu hayatı?"
"Ben miyim gariban?
"Ben miydim kaldırıma çöküp ağlayan?"
Başını iki yana sallayıp gülmeye başladığında dudaklarının kenarındaki çizgileri inceleyen gözlerim daha fazla dayanamadı ve onu süzmeye başladı. Elayla yeşil arası bir renge sahipti gözleri. Sık kirpikleri kahverengiydi. Genç yüzünde yorgunluk izleri vardı. Omuzları çok genişti. Dudaklarının rengi solmuştu soğuktan.
Onu izlediğimi fark edince elini kapüşonuna atıp onu çıkardı başından ve saçlarının koyu kahverengi olduğunu fark ettim. Oldukça dalgalıydı ve dağınık duruyorlardı. Sanki biraz nemliydi, normal hali kıvırcığa kayıyor bile olabilirdi belki de.
"Mesele nedir?" diye sordum kahvesini önüne iterken. Benim kahvemi de yakalayıp ayağa kalktı ve atkımı bıraktığım sandalyeye ilerledi. Burada dikilmeye devam etmemi istememişti. Böyle yaparak müşteri ve tezgâhtar ilişkisinden sıyırmıştı bizi sanki. "Kız mevzusu falan mıydı seni o hale getiren?"
"Yok." Kahvesini önüne çekti ama ona dokunmayı kendine yediremiyor gibiydi. "Bu borcum olsun mu? Daha sonra gelip öderim."
"Bu ikram," dedim karşısındaki ahşap sandalyeye otururken. "Ama adresi biliyorsun. Gelirsen beklerim."
Küçücük bir gülümseme belirdi dudaklarında. "Ben altyapıdayım," diye girdi konuya zamanımı harcamaktan korkarcasına. Anlamaz bakışlarım devam etmek zorunda hissetmesine neden oldu. "Basketbol oynuyorum. Dokuz yaşından beri aynı takımda büyüdüm. Şimdi önüme çok büyük bir fırsat çıktı ama benim için yanlış bir döneme denk geldi. Bocaladım, bana geri dönüşü ağır oldu biraz. Hak etmiştim gerçi."
O boyun sebebi anlaşılmıştı şimdi.
Bana kendini ne kadar rahat bir şekilde anlatabildiğini fark etti. Bir yabancı, bir arkadaştan fazlası edebilirdi çünkü sizi yargılamaz, sizin hayatınıza müdahalelerde bulunup kararlarınıza karışamazdı. Yani en azından ben bunların hiçbirini yapmazdım ilk kez gördüğüm bir insana. Belki de bana bu kadar hızlı güvenmesinin sebebi buydu.
Belki de, benim ona bu kadar hızlı güvenip onu iş yerime davet etmem ve önüne bir bardak kahve koymamdan kaynaklanıyordu. Bilmiyordum, hayatın akışı bir şekilde bizi buraya getirmişti.
"Sen öyle zoruma gitti falan deyince ben bir kızdan ayrılık konuşması dinledin zannetmiştim," dedim kahvemden bir yudum alıp. Yeteri kadar ısınmasını beklemediğim için ılık olmuştu. Fikir olarak güzel bir eylemdi ama icraati o kadar da güzel olmamıştı. Yüzümü buruşturmamaya çalıştım, o ise koca bir yudum aldı kahvesinden yüzünde hiçbir mimik değişimi olmadan.
Aksine beğenmiş gibiydi. Hayatında ilk kez kahve içiyordu herhalde. Asla güzel olmamıştı. Ben içmeye devam etmeyecektim sanırım.
"Koçum çok sağlam fırçaladı beni." Başını öne eğdi. "Son zamanlarda biraz salmıştım bazı sebeplerden. Aldı beni bugün karşısına. Ne varsa söyledi yüzüme yüzüme. Kendime gelmem için ağır konuştu bayağı. Kendime geleceğim yerde kendimden geçmek benim sorunum tabii."
"Hangi takım bu?" diye sordum düşünüp üzülmesini istemeyerek. Koçunun neler söylediğini de öğrenecektim elbet ama her şeyin bir sırası vardı. "Biliyor muyumdur ben?"
"Efes," dedi basit bir şeyi dile getirir gibi.
"Anadolu Efes?" Şok içindeydim. "Ben de okul takımı falan sanıyorum! Dalga mı geçiyorsun? Türkiye'nin en büyük basketbol kulüplerinden birinin alt yapısında mı yetiştin sen?"
Kafasını sallarken halime gülüyordu. Yüzüne kısık bakışlar atarak onu daha önce bir yerlerde görüp görmediğimi düşünürken o sessiz kalıp sindirmemi bekledi.
İnsanın ne zaman, kiminle yolunun kesişeceği hiç belli olmuyordu işte.
Yarın Naz'a ben Efes'in altyapısından birinin derdini dinledim diye bol bol anlatabilirdim. En azından benim de anlatacak bir şeyim olurdu onun anlattıkları karşısında.
"Ay," dedim ve ellerimi birbirine vurdum. "Seninle arkadaşıma hava atacağım." Düşünmeden verdiğim bir tepki, düşünmeden kurduğum bir cümleydi. Dudaklarımı birbirine bastırıp susmayı denedim ama o konuşmamı ister gibi bakıyordu.
Kahve bardağını bir eliyle sıkıca tutarken diğer eliyle saçlarının ön kısmını düzeltti. Arkasına yaslanıp kahveden bir yudum aldı ve gözlerime baktı ben yeniden konuşana kadar.
"Koçunun sana ne dediğini sormalı mıyım?"
Derin bir nefes aldı. Az önceki ifadesi silindi, artık huzurlu değil sıkıntılı görünüyordu. "Basketboldan başka neyin var oğlum? Tutunacak neyin var başka? Yeteneğin olmasa bu hayattaki yerin ne senin? Eve otobüsle dönecek para bulamıyorsun, cebinde beş kuruşun yok. Paşama bak, antrenmana gelmiyor. Tek kurtuluşun burası. Anladın mı beni? Sok şunu kafana. O top elinde değilken hiçsin sen. Hiç mi olacaksın? Bu mu istediğin? Harcayacak mısın kendini?"
Doruk'un sesini bir ton yükselterek kurduğu cümleler gözlerimi iri iri açmama sebep oldu. Masaya diktiği gözleri beni bulduğunda durdu, fazlası da vardı ama bu kadarını aktarmak istemişti. "Bunun gibi bir konuşmaydı işte," dedi omuzlarını silkerek. Takılmamamı söylüyordu sanki.
"Kötülüğünü istediğini sanmıyorum." Dinlediklerim doğrultusunda yaptığım bir tahmindi. "Kendine gelmen için yapmış. Hayatımıza giren herkes sırtımızı sıvazlayacak değil, bazılarının görevi gerçekleri yüzümüze vurmaktır."
"Zoruma giden bu zaten." Kahveye bir kurtarıcı gibi sarıldı. Bir yudum daha alıp masaya bıraktı ve gözlerini kaçırdı. "Söylediklerinin gerçekler olması. Tek çıkış yolumun bu olduğunun farkındayım ama şu kafamı bir türlü toparlayamıyorum. Hayatımın fırsatı elime geçmişken bu şekilde davranırsam beni bu takıma paspas olarak bile almazlar Feza."
"Davranma canım sen de," dedim gülerek.
Şakaya vurup işlerin içinden çıkabileceğine inanmak eski moda mıydı? O halde ben Vintage bir insandım. Naz'ın söylediği bazı kelimeleri de böyle ara sıra kullanmayı severdim. Havalı hissettiriyordu.
Çabam işe yaradı. Gözlerinin etrafına konuşlanan sis bulutları dağıldı. Pek bir şey yapmıyordum ama o bakışlarda minnet görüyordum.
"Bu hayatımın fırsatı diye sayıkladığın nedir? Ben çok fazla basketbol takip eden biri değilim, salağa anlatır tarzda anlatmanı rica edeceğim senden."
"Kendine ettiğin hakareti duymadığımı varsayacağım." Ellerini masanın üzerinde birbirine kenetleyip masaya doğru hafifçe eğilerek bir şeyler anlatacak pozisyona geçti. "Ben şu an Basketbol Gençler Ligi'nde oynayan bir Efes oyuncusuyum." Kaşlarımı çatarak dinlediğimi fark ettiğinde daha yavaş olarak devam etti konuşmasına. "Olur da A takımla sözleşme imzalarsam Basketbol Süper Ligi'nde ve hatta belki de Euroleague'de oynama şansı yakalayacağım."
"Aaa..." dedim. "Euroleague'yi biliyorum. Geçende Barcelona ve Efes maçı izlemiştik babamla. Gerçi ben telefondan dizi açmıştım ama ara sıra bakmıştım maça."
Benim heyecanlı şekilde anlattığım şeylerden sonra küçümser gibi bakar sandım. Televizyonda izlediğim o adamları muhtemelen bireysel olarak tanıyordu ama aksine, sadece daha derin bir gülümseme yerleşti yüzüne.
"İşte beni de o maçların birinde görebilmeniz için A takıma yükselmem gerekiyor." Başımı salladım devam etmesini isteyerek. "Şöyle bir durum oldu. Türk rotasyonunda bir oyuncu sakatlandı. Yaklaşık bir yıl parkeden uzak kalacağı konuşuluyor ve altyapıdan bir ismin takıma alınması bekleniyor."
"Ve o sen misin?" diye sorarken cevabın evet olması için sol böbreğimi ortaya koyabilirdim o an. Kendimi çok kaptırmıştım anlattıklarına.
"O kadar kolay olsaydı keşke," dedi. "Ben, konuşulan adaylardan biriyim. Gençler Ligi'nde istatistiklerim hiç fena değil. Bir haftaya kalmadan karar netleşir diyorlar. Bir yanım çok umutlu çünkü gerçekten iyi bir oyuncu olduğumu biliyorum." Çenesini azıcık eğerek alttan alttan bana baktı. "Bu biraz egoistçe mi geldi sana?"
"Ben belli bir derece egoyu sporculara yakıştırırım," dedim. Futbolun veya basketbolun sıkı bir takipçisi değildim ama babam sıkı bir taraftardı. Çok fazla maça maruz kalmıştım. Milli takım maçlarının olduğu günler genelde telefonlarımızı toplayıp bizi ekranın başına geçiriyor, mehter marşı açarak hem totemini uyguluyor hem de milli duygularımızı kabartmaya çalışıyordu. Yani, o bu şekilde açıklıyordu hareketlerini. Oyunun kurallarını ve kullanılan terimleri az çok biliyordum onun sayesinde.
"Ben bir süperstar değilim," dedi. "Ben tutunacak başka dalı olmadığı için başarılı olmak zorunda olan biriyim. Ama dediğim gibi disiplinden yoksun, antrenmanları eken biri o formayı hak etmez."
"Bırak şimdi dalı malı," dedim ellerimi masaya yaslayarak. "Dokuz yaşında girdim kapıdan diyorsun. Bu hayalin değil miydi senin? Oradaki her çocuk A takıma çıkmayı hayal etmez mi? Ne dalı ne zorunluluğu? Buna gerçekleşmesi mümkün olan bir hayal olarak bakman gerekiyor."
"Kusura bakma." Biraz sert çıkmıştı sesi ilk defa. "Sırtımı yasladığım adamdan elindeki top olmasa sen bir hiçsin ayarı yerken hayal kurmaya fırsatım olmadı."
"Beni tersle diye oturmuyorum karşında," dedim geri adım atmadan. Başkasına olan öfkesini bana yansıtmasını alttan alacak kadar bir samimiyetim yoktu onunla. Çizgiyi doğru şekilde görmesi gerekiyordu.
"Özür dilerim, öyle bir şey yapmak istememiştim." Elini saçlarının arasına atıp onları sertçe karıştırdı. Parmakları şakaklarını ovaladı. "Böyle böyle her şeyi mahvediyorum işte," dedi. "Çok fazla beklenti var benden, benim de kendimden aynı şekilde. Baskı altında hissediyorum ve gerçekten tek başımayım. Hal böyle olunca kendimi dibe çekiyorum, durduramıyorum. İyi şeylerin olacağına inancımı da kaybedeli uzun süre oldu zaten. Bu yüzden o forma için heveslenmek istemiyorum."
Bana anlatırken yüzünde oluşan o heyecan, ne kadar hevesli olduğunu belli etmişti yeterince. Belli ki hayatı boyunca çok fazla hayal kırıklığı yaşamıştı. Bir yenisini kaldıramayacağı için kendini dizginlemeye çalışıyordu.
"Hayatı toz pembe yaşayanlardan değilim ve her istediğimizin olmayacağını biliyorum," dedim beni dikkatle dinleyen ifadesi karşısında. Her söylediğimi aklına kazıyor gibi bakıyordu. "Başarılı olmanı çok isterim Doruk. O formayı senin almanı, A takıma yükselmeni çok isterim ve gurur duyarım seninle."
Gülümsediğinde küçük bir utanç hareketiyle başını eğip yeniden bana bakmaya başladı. "Bunun bir ama'sı var değil mi?" dedi merakla.
"Olur ya, çok çabalasan da olmaz bazen. Kısmet değildir, zamanı gelmemiştir henüz. Bir sürü sebebi olabilir yani. Doruk, o formayı alamama ihtimalin de var. Buna hazırlanman gerekiyor daha da batmamak için. Diyeceğim o ki, elinden geleni yaptığına ben eminim."
Hepi topu yarım saattir tanıdığım çocuğa nasıl bu kadar güvendiğimi ben de bilmiyordum ama çok güçlü bir histi bu.
"Tek başımayım dedin, beni tanıdın, arkana bir destek almış oldun böylelikle. Bu hayatta başaramamak da vardır ve böyle anlarda kimse dönüp bakmaz sana. Ama sen başaramazsan da bu kapıya gelebilirsin. Bunu söylemeye çalışıyorum."
"Feza..." Gözlerine değişik bir ifade oturdu. Hüzünlü bir parıltı olarak tanımlayabilirdim belki bunu. Kekeler gibi adımı söylemesi, söylediklerime inanamadığını ortaya koyuyordu. "Sen nereden çıktın benim karşıma?"
"Doruk," dedim. Adını söylemek hoşuma gitmişti. "Sana inanmadığımı söylemedim. Beni yanlış anlamadın değil mi? Başaracağına inandım bile ben. Çok yürekten hem de. Ama olmaz ya, olmaz işte bazen. Sadece bunu dünyanın sonu bellemeyeceksin, tamam mı? Çok gergin olduğun anlaşılıyor. Sonuç her ne olursa olsun, önüne bakmak zorundasın. Anlatmaya çalıştığım bu."
"Kimse söylemedi biliyor musun?" dedi bana bakmadan. Bilmesem de anlamıştım. Başka çaresi yokmuş gibi davranılmıştı ona, o da kendini bu yüzden bu kadar dipte görüyordu. "Tek bir kişi bile alamazsan sağlık olsun demedi bana. Ne koçlarım ne antrenörlerim ne takım arkadaşlarım ne de başka biri. Seni birkaç dakikadır tanıyorum ve bu söylediğinin nasıl bir anlam ifade ettiğini tahmin edemezsin."
"Ağlama bir daha," diye bir cümle öylece döküldü dudaklarımdan. "Ne yaşadığını, neden bu kadar çaresiz hissettiğini anlamam mümkün değil tabii ki. Yine de birkaç gün daha dişini sıkabilirsen belki de yepyeni bir sayfa açmış olacaksın, yanılıyor muyum? Böyle kritik bir dönemde gözden düşmemen gerekiyor."
"Aynen öyle," dedi. "Gerçekten böyle bir konuşmaya ihtiyacım varmış."
Kahvesini fondipleyip bardağı bir kenara bıraktı. Gözleri peçeteliğin üzerinde yazan masa numarasına takıldı nedense. 15 Numara'daydık o gece. Yeniden bana döndüğünde dile getirmese de teşekkürlerinin hepsini hissettirdi bir bakışıyla.
"Gece gece seni oyaladım," dedi mahcup bir tavırla. "Bu devirde kolay kolay kimse kimseye yapmaz senin yaptığını. Tanımadığın birinin önüne sıcak kahve koyup derdini dinler misin sen hep böyle?" Dudaklarının iki kenara oldukça fazla şekilde kıvrılmasıyla birlikte yanağında derin bir gamze belli etti kendini.
"Yaa..." dedim alayla başımı sallayarak. "Her Allah'ın günü yaptığım şeydir." Durdum. "Kahve de sıcak değildi bu arada. Yeterince ısıtmamışım, beğenmedim ben."
"Sana yemin ederim hayatımda içtiğim en özel kahveydi." Dudaklarım iki yana kıvrıldı istemsizce. Çok içten söylemişti. "Bu aşamada seni arabamla eve bırakmayı teklif etmek isterdim ama şartlar malum..."
"Borcun olsun." Masaya parmağımı bastırdım. "Yazdım kenara." Durdum bir süre. Sonra, "Evden çıkarken hangi arabaya bineceğine karar veremeyip yürüyerek mi gittin antrenmana?" diye sorduğumda küçük bir kahkaha sıyrıldı dudaklarından. Keşke ses kaydı alabilseydim diye düşündüm.
"Tabii..." Beni hiç bozmadı. "Ferrari'min anahtarını kaybetmişim, yenisini alacağım yarın."
"Üstü açılıyor mu?" dedim hevesle. Sahte bir senaryoya tutunmuştuk ikimiz o an. "Bazı arabaların tepesinde pencere gibi bir şey oluyor ya, onlardan almalısın bence. Siyahı yakışır sana."
"Sunroof," dedi. Kaşlarım çatıldı. Gülmeye başladı tekrar. "O kısmın adı yani."
"Tamam," dedim alınmış gibi yaparak. "En kültürlü sensin. Ben köylüyüm sen prenssin. Tamam."
"Ya ben öyle bir şey mi dedim şimdi?" Şok içinde kaşları ve omuzları havalanmıştı. Kendimi daha fazla tutamayıp gülmeye başladığımda gözlerini kısıp izledi beni. Kahkahalarıma katılmadı ama genişçe gülümsedi.
"Otobüse yetişmem gerekiyor," dedim telefonumdan saate bakarak. Hızlıca ayağa kalkıp kabanımı giymeye çalıştım acele hareketlerle. "Hayatın gerçeklerine dönme zamanım, sana kalan hayatında başarılar diliyorum. Benim kaçırmamam gereken bir otobüs var. Biraz daha geç kalırsam annem sabah kuşağındaki o televizyon programına çıkacak diye korkuyorum."
Aceleyle şapkamı başıma geçirirken kurduğum cümlelerin üzerine ayaklandı ve sandalyeden atkımı alıp yanıma geldi iki büyük adımda. Saçlarımı kabanın içinden çıkarıp düzelttiğim sırada iki ucundan kavradığı atkımı boynuma geçirip beni çok hafifçe kendine doğru çekti.
Başım göğüs hizasına anca eriyordu, çenemi kaldırıp yüzüne doğru şaşkın şaşkın bakarken atkımın sol ucunu sağ omzumdan geriye doğru attı. "Teşekkür ederim," dedi. Biraz eğilmesi gerekmişti bana bakmak için. Ben hâlâ hareketsizce dikiliyordum karşısında. "Şimdi seni otobüsüne yetiştirelim hadi."
Bir adım geri attı, sonra bir adım daha. Masadaki kahve bardaklarını yakalayıp tezgâha götürdü. Sadece benim dolu olan bardağımı tezgâha bıraktı. Kendisininkini elinde tutmaya devam ediyordu. Bana kapıyı gösterirken önünden yürüdüm. Çıkmadan önce kafenin ışıklarını kapattı. Sokağa adımımızı attığımızda ise kenara çekilip kapıyı kilitlememi bekledi.
"Durak ne tarafta?" dedi sırtını yasladığı duvarda bana doğru çevirerek gözlerini.
"Ben giderim," derken saati bir kez daha kontrol ettim. "Sen yoluna devam edebilirsin."
"Yolum değişti," dedi hızlıca. Israrcı olduğunu anladığımda köşeyi dönüp ilerideki sokağa yöneldim ve hızlı adımları beni takip etmeye başladı. "Otobüsün saatini biliyor musun?"
"Dört dakika sonra gelecek," derken adımlarımı hızlandırmıştım. Ben neredeyse koşar adımlarla gidiyordum, o sadece normal şekilde yürüyordu ama aynı hizadaydık. "Koşarak üç buçuk dakika sürüyor bu yol."
Başını bana çevirip neden bu bilgiyi bildiğimi sorguladı birkaç saniye. Ardından elini montunun cebine sokup dirseğiyle bedeni arasında kalan boşluğu işaret etti çenesiyle. "Gir koluma."
Fazla düşünmeden söylediğini yaptım. Bir anda koşmaya başlayınca adımlarımı ona uydurmaya çalıştım. Benim yetişebileceğim bir tempoyu ayarladığında ıssız sokakta, hiç durmadan koşmaya başladık birlikte.
Biraz geride kalıyordum ama koluna sıkıca tutunduğum için daha kolay oluyordu bu şekilde koşmak. Beni çekiştiriyordu aslında bir bakıma. Arabanın arkasına bağlanan teneke kutular gibi görünüyor olabilirdim dışarıdan.
"Caddeye mi çıkacağız?" diye sordu. Ben çoktan nefes nefese kalmıştım ama o normal tondaydı. Topçuydu tabii, kondisyonu yüksek olmalıydı. Başımı sallayarak cevap verdim ona. Birlikte caddeye döndüğümüzde durağı gördü, bizimle aynı anda giden otobüsü de öyle.
"Bu!" diye bağırdım. Bizim biraz daha yolumuz vardı ve otobüs yanımızdan geçip ilerliyordu durağa doğru.
Cebindeki elini çıkarıp parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdi ve elimden çekerek daha da hızlı koşmamızı sağladı. Diğer elinde kahve bardağını tutuyordu hâlâ. O elini kaldırıp otobüse işaret etmeye çalışıyordu koşmayı bırakmadan.
Otobüs durakta durdu, dört saniye sonra biz de durağa varmıştık ve ben mahvolmuş durumdaydım. Bu geceki aksiyonum diğer gecekilerden çok daha farklı olmuştu. Cebimdeki kartımı çıkarmak için sıkıca tuttuğum elini bıraktım. "Hoşça kal Sayın Falez!" diye bağırdı anın adrenaliyle oldukça yüksek bir sesle.
Şoför tuhaf tuhaf ona bakarken otobüsün basamağını çıkıp kartımı okuttum. Sarı direğe tutunduğumda nefeslenmeye çalışıyordum zorlukla. Kapıya doğru döndüm yüzümü. Perişan halde olmalıydım ama aynı şekilde karşılık verdim. "Hoşça kal Sayın Falay!"
Gülümseyerek el salladı. Otobüsün sağ tarafında kalan en ön koltuğa kendimi atıp camdan dışarı çevirdim başımı. Elimi kaldırdım ve ben de gözden kaybolana dek ona el salladım.
O gün, günlerden 15 Ocak'tı. Onu ilk görüşümdü ama biliyordum ki son olmayacaktı.
🏀🧁🏀
Dört Çeyrek'e hoş geldiniz! Başlangıç tarihinizi buraya bırakabilirsiniz. (15 Haziran 2024)
Sıcacık hissettirecek çıtır çerezlik bir gençlik hikayesi yazma hedefiyle çıktım bu yola. Çok da heyecanlıyım. Dilerim bu evreni siz de benim kadar seversiniz.
O halde hazırsanız formalarınızı giyin çünkü biz, gümbür gümbür geleceğiz. 🧡
Mükemmelll
YanıtlaSil24 Ağustos
YanıtlaSilSadece bu kitabı okumak için açmıştım meraktan ve bayıldım mükemmel ötesi
YanıtlaSilÇok güzel başladııı
YanıtlaSilÇok güzeldi.
YanıtlaSilHayatım boyunca daha safe place hissettiren bir kitap okuduğumu sanmıyorum daha ilk bölümden gülmekten yanaklarım ağrıdı çok tatlı bir hikaye 🤍
YanıtlaSilBaşlangıç tarihi: 15 Eylül Pazar 2024
YanıtlaSilo kadar guzel bir kitap ki gozlerime inanamıyorum
YanıtlaSilCok guzeldi
YanıtlaSilAyyyy kaç gündür yana yakıla bölümleri nerden okuyabilirim diye bakıyorum blog paylaştığın için teşekkür ederimmm mükemmel bir ilk bölüm
YanıtlaSilYa sen napıyorsun yazarcan ya ahhh harikaydı
YanıtlaSil21 Ocak 2025
YanıtlaSil23 Şubat 2025
YanıtlaSilBu kurgudaki özel sayımız 15 galiba
YanıtlaSilya bu kitap gibi böyle safe place kitap biliyosanız önerir misiniz
YanıtlaSil21 mart
YanıtlaSil