3. "KOL SAATİ"
Bölüm şarkıları:
Funda Arar, Yak Gel
Kaan Boşnak, Seni Buldum Ya
Mabel Matiz, Ahu
•🧁•
Ne olmuş yağmur yağdığı gün beyaz spor ayakkabı giymişsem?
Bence ben beyaz spor ayakkabı giydim diye yağdı yağmur. Giymesem yağmazdı kesin.
O sabah sadece beyaz kazak, kot tulum, beyaz ayakkabı kombini yapmak istemiştim. Sabahın köründe tam olarak otobüsten aşağı adımımı attığım an şiddetlenen yağmuru hak etmemiştim gerçekten.
Yine durakla Visal arasındaki o yolu koşmam gerekmişti. Bu benim kaderimdi.
Islak mendille verdiğim savaşın sonunda ayakkabılarımı yeniden adam edebilmiştim biraz da olsa. Ben kafedeki rutin sabah işlerimi hallettikten ve kurabiyeler raftaki yerini aldıktan sonra yağmur çat diye dinivermişti hiç yağmamış gibi.
Sabah müşterilerini karşılamış, okula giderken yarı baygın gözlerle kahve isteyen öğrencileri günaydınlamış, bu şekilde geçirmiştim günümün yarısını.
Naz içeri girdiğinde saat üçe yaklaşıyordu. Dersten çıkışı kaldığı yere bile uğramadan soluğu burada almıştı. Mutfağa geçip biraz dinlendiği sırada ben de azalan yoğunluğu fırsat bilerek yanına gittim. Saçımdaki mavi bandanayı çok beğendiğini söylerken beni baştan ayağa süzmeyi ihmal etmedi her zamanki gibi.
Beyaz ayakkabılarımdaki çıkmayan küçük çamur lekelerini gördüğündeyse yüksek sesli bir kahkaha atmıştı. Ocağın ortasında sırf kombini bozulmasın diye montsuz geziyorken benim ayakkabılarımın bu kadar olay olmasını hiç etik bulmuyordum. Bütün dünya onlara karşıydı bugün.
"Yine de iyi giyinmek iyi hissettiriyor, değil mi Feyza?" diye sordu elini çenesine yaslayıp. Sonra alayla bana baktı. "Böyle giyindin, süslendin, özgüven depolayıp evden çıktın ya Allah aşkına ne çalıyordu kulaklığında otobüsteyken? Çok merak ettim."
Bugün deri pantolonu, beyaz gömleğinin üzerine giydiği deri korsesi ve üçgen burunlu topuklu botlarıyla okuldan çıkıp buraya gelirken Serdar Ortaç'tan Ben Adam Olmam şarkısını dinlediğini itiraf etmişti.
"Herkesi kendin gibi sanıyorsun." Duraksadım ve çenemi kaldırıp ona havalı bir bakış attım. "Funda Arar, Yak Gel."
Aynı anda gülmeye başladık. Tarz olarak masum melek-sinsi şeytan uyumunda olsak da bazı huylarımız ortaktı işte. Vazgeçemediğimiz şarkılar vardı ikimizin de.
"Sözlerinde herhangi bir ima aramalı mıyım peki ben bu şarkının?" diye sordu. "Yak gel, bildiğin ne varsa? Sat gel, gözüm yok para pulda? Yalnız sanadır bu hasretim?"
"Başladın yine," derken gözlerimi devirdim.
Bir anda derin bir nefes çekip, "Şunu çıkaracağım," dedi ve elini belindeki iplerin arasına daldırdı. "Okulda güzel göründük, yeter işte. Tezgahın arkasında dikilirken kim görecek korsemi zaten? Boğuldum yahu."
"Aman," dedim. "Ben sen olmasan pijamalarla geleceğim de işte sen laf yapıyorsun sonra."
"Yaparım." Omuzlarını dikleştirmiş, kendini savunmaya geçmişti bu sanki çok ciddi bir meseleymiş gibi. "Sen zaten parıl parılsın, daha da parla ki gözüm senden başkasını görmesin istiyorum. Çok mu şey istiyorum?"
"Bak," dedim işaret parmağımı çenemin üzerindeki sivilceye götürürken. "Onunla konuş. Ona anlat yalanlarını."
"Bebeğim," dedi sabırla. "Geçecek onlar. İzi bile kalmayacak. Hem kalsa bile milletin güzellik algılarını siktirtme şimdi bana."
"Senin tuzun kuru tabii..." diye mırıldandım gülerek. Cildi o kadar düzgündü ki bazen nazarım değer diye yüzüne çok bakmamaya çalışıyordum.
"Tuzum değil, cüzdanım kuru cüzdanım. Ben de ergenliğimde bebek poposu gibi değildim ki, yatırdım kreme yatırdım maskelere. Sonra yanlış şeyleri kullanıp daha çok zarar verdim kendime." Gülmeye başladı. "Ay Feyza çok komikti. Atmıştım sana fotoğrafını. Yüzüm sapsarıydı hatırlıyor musun? Maskeyi yıkamıştım yıkamıştım çıkmamıştı. Travma gibiydi resmen. Uzun bir süre hiçbir bakım ürününü alamamıştım elime."
"O fotoğrafı unutmadım tabii ki," dedim. "Stickerını yapmıştım, atmadım mı sana WhatsApp'tan ben onu ya?"
"Hayır!" Uzanıp omzuma vurdu. "Pislik, bakıp bakıp gülüyor musun bir de o halime?"
Başımı sallayıp ayaklandım bana daha fazla vurmaması için. Peşimden gelmesini beklemiyordum, biraz daha oturur sanmıştım. Tezgahın arkasında fazla kaçacak yerim olmadığından teslim olmuş, bana yapacağı hamleyi beklemiştim.
Ayakkabıma basması hiç aklımda yoktu. "Silmek için çok uğraşmıştım," dedim sinirle ona bakarken. Hızlı hareketlerle uzaklaşabildiği kadar uzaklaşıp dil çıkardı bana. "Hain."
Raftaki bardakların oraya bıraktığım ıslak mendil paketini alıp yere eğildim yeniden. Kapının açıldığını belirten sesi duyduğumda içeri bir müşteri daha girdiğini anladım ama onunla Naz ilgilenmek zorundaydı, ben bana bıraktığı ayak izini silmekle meşguldüm çünkü.
"Merhaba," dedi biri. Tanıdığım biri. Sesini bildiğim biri. "Ben Feza'ya bakmıştım ama..."
Tezgâhın arkasından hızlıca doğrulup ben de ona baktım.
Dorukhan Falay gelmişti.
Dudaklarım benim iznim olmadan iki yana kıvrıldığında gözlerimi üzerinde gezdirdim acele etmeden. Onu ilk gördüğümdeki halinden farklı görünüyordu. Lacivert pantolon ve beyaz gömlek giymiş, kot bir ceket almıştı üzerine. Saçları geçen seferkinin aksine dağınık değildi, özenle düzeltilmiş gibi duruyordu.
Yüzüne benimkini aratmayacak bir gülümseme yerleşti gözlerimiz kesiştiği an. "Şükür," dedi. "Buradasın."
Ağzımı açsam kim, ben mi diye sorardım o yüzden açmadım.
Tezgâha doğru adım adım yaklaştı. "Aslında dün gelecektim ama çok mu hızlı olur diye düşündüm." Hemen önümde duran bar sandalyesini kendine doğru çekti ve oraya oturdu. Ellerini nereye koyacağını bilemediğinden bunu yapmış gibiydi.
"Diğer yandan hafta içi olduğu için okulda olabilme ihtimalin vardı. Akşamüstü uğrayayım dedim, çıkmışsındır okuldan diye." Gözleri yalnızca birkaç saniyeliğine benden uzaklaşıp duvardaki büyük saate kaydı. "Dört çeyrek." Gülümsemesi genişledi. "Çok da akşamüstü olmamış gerçi."
Gelmesini hiç beklemiyordum. Yani, beklemiştim ama dündü o. Bugün, bu an değildi. Hazırlıksız yakalandım. "Hoş geldin," dedim ellerimi tulumumun ceplerine atıp gülümseyerek.
"Çok konuştum," dedi hoş buldum demek yerine. "Kısacası borçlu kalmayı hiç sevmiyorum. Bir kahve ısmarlasam sana? Ödeşmiş oluruz."
"İçelim," dedim anında. "Ismarlamana gerek yok, sana onun ikram olduğunu söylemiştim ama kahve içebiliriz tabii."
Naz küçük küçük adımlarla yanıma geldi. "Naz Aslan," dedi elini tokalaşmak için uzatarak. Doruk'u ilk defa görmüş gibi davranıyordu sosyal medyadaki fotoğraflarını tek tek incelememişiz gibi. Yüzü öyle düz bir ifadeye bürünmüştü ki onu tanımasam heyecandan bayılmak üzere olduğunu anlayamazdım.
"Dorukhan Falay." Tokalaştıkları esnada Naz tezgâhın altından bacağıma küçük bir yumruk atmıştı. Bu, şu an kalp krizi geçirmek üzere olduğunu bana söyleme şekliydi.
"Ben burayı idare ederim Feyza," dedi bana. Sesini sabit tutmaya özen gösteriyordu. Halbuki çığlık atsa şaşırmazdım. "Gözün arkada kalmasın."
Naz kahveyi burada içmeyelim diye bizi göndermeye çalışıyordu alttan alttan mesaj vererek. "Bir molayı hak ediyorsun," dedi bununla yetinmeyerek. "Tüm gün buradasın kızım, çık da bir nefes al."
"İşin varsa şurada bekleyebilirim," dedi Doruk, eliyle o gece oturduğumuz 15 numaralı masayı işaret ederek. "Veya başka bir zaman da gelebilirim?"
"Yok." Yerdeki ıslak mendil paketini sanki oraya bakacakmış gibi kenara doğru ittirdim ayağımla. "İşim yok, yoğun değiliz bu saatlerde."
"Peki o zaman." Dudaklarını birbirine bastırırken elini ensesine attı. Sanki ne yapıyor olduğunu sorguladı o kısa anın içinde. Ardından yeniden gözlerini gözlerime çevirdi. "Çıkalım mı?"
"Olur." Arkadaki mutfak kapısını işaret ettim. "Ben çantamı alayım içeriden." Başıyla onaylayıp ayağa kalktığında boyunun ne kadar uzun olduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kaldım. Bana sırtını dönüp kapının o tarafa doğru ilerledi ve başını cama çevirip orada beklemeye başladı.
Naz adımlarımı takip ederek mutfağa girdi ve elini anında alnına yaslayıp bilerek sendeledi birkaç adım. "Geldi," dedi fısıldayarak ama içinin içine sığmadığını belli etmişti sesi. "Yak gel demiştin, tersini yaptı. Çocuk önce geldi, sonra yaktı. Yandı ortalık."
Sırıttım. Telefonu cebime atmadan önce kamerasını açıp saçımdaki bandanayı düzelttim sonra kapatıp cebime attım. Aniden ön kamerada kendimi görmek pek de iyi hissettirmemişti açıkçası ama saçımı düzeltme refleksiyle yapmış bulunmuştum. "Sus sus," dedim sadece ona karşılık olarak.
"Sakın burayı düşünme," dedi işaret parmağını kaldırıp uyarırcasına. "Gerekirse ben kalırım kapanışa, geri dönmek için acele etme. En büyük boy kahveyi al, midem ağrıyor de, yudum yudum iç. Oyalan tamam mı?"
"Of Naz," dedim. "Görüşürüz hadi."
"Öptüm seni," dedi ve öpücük attı mutfakta onu yalnız bırakmadan önce. Tezgâhın arka tarafından sıyrılıp hâlâ kapıda aynı şekilde dikilen Doruk'un yanına adımladım hızlı hızlı. Geldiğimi fark ettiğinde kapıyı çekip tuttu, önce benim dışarı çıkmamı bekledi sessizce.
Neye uğradığımı şaşırmış gibi görünmemem, salak salak sırıtmamam gerekiyordu. "Selam," dedi Doruk yeniden muhabbeti başlatarak.
Bu sefer susup kalmamalıydım. "Selam," dedim. "Kahveleri benimkiler kadar güzel olmasa da fena sayılmayan bir yer biliyorum. Biraz yürümemiz gerekiyor, oraya gidelim mi?"
"Fark etmez bana," dedi omuz silkerek. "O geceki kahvenden daha güzelini içemeyeceğimi biliyordum zaten."
Sadece şaka yaparak ortamı yumuşatmak istemiştim, böyle bir cümle kuracağını düşünmemiştim hiç. Hoşuma gitmedi desem yalan olurdu. Kaldırım boyunca yan yana ilerlemeye devam ettiğimiz sırada "O doğru düzgün sıcak bile değildi," dedim. "Daha iyilerini yapabiliyorum."
"Bu bir davet miydi?" Başını bana doğru çevirdi, aşağıya yani. "Kabul ediyorum. Denerim daha iyilerini."
"Beklerim," dedim.
"Gelirim," diye karşılık verdi anında.
O da ben de kısa süreli bir sessizlik yaşadık. Adımlarının hızını bana göre ayarladığını fark ettim. Kafeden ilk çıktığımızda yürüdüğümüz kaldırımda, benim birkaç santim önümde gidiyordu ama bu kaldırımda tam olarak yan yanaydık. Dakikalarca yürümeye devam ettik. Başımı kaldırıp ona bakmak istediğimde onun gözleri yerdeydi, yüzünde ise küçük bir gülümseme vardı.
"Koşmayınca garipsedim," dedi en sonunda.
Gülmeye başladım. "Sahi, beni otobüse yetiştirdiğin için teşekkür ederim."
"Kaçırmana ben sebep olmuştum." Bunun yüzünden vicdan azabı çekiyor gibiydi ama otobüsümü kaçırmamın sebebi o değildi. "Ayrıca ben ne yaptım ki? Senden daha yavaş koşan takım arkadaşlarım var benim."
"Eminim vardır." Başımı ağır ağır salladım. "Tek antrenman yapanı kendin mi sanıyorsun? Ben de her gün koşuya çıkıyorum işte. Dört dakika sürüyor."
"Ne kadar çokmuş," dedi bana bakarak gülerken. Gözlerimi kaçırmak zorunda hissettim kendimi.
Sokaktaki insan sayısı giderek artmaya başlayınca ilerideki alışveriş merkezini işaret ettim parmağımla. Giriş kapısından girdiğimizde hemen solumuzda kahveci kalıyordu.
"Rakip markada kahve içmeye gelmek nasıl bir his?" diye sordu birlikte sıraya geçtiğimizde.
"Rakip sayılmaz. Visal'in fiyatları buraya göre daha uygun. Bu yüzden alışveriş merkezinden çıkıp bizim oraya gelen çok fazla insan var."
"Vay, satış stratejisi demek... Aynı zamanda senin kahvelerinin daha güzel olduğunun da kanıtı."
"Sorma." Yanındayken gülümsememek gerçekten çok zordu. "Ne alacaksın sen?"
"Karamel latte," dedi. Başımı salladığımda aynısından sipariş etmek vardı aklımda fakat benden önce davranıp benim ne içeceğimi sordu ve kaşla göz arasında siparişlerimizi verip cüzdanını çıkardı.
Kabul etmemek için ağzımı açmak üzereyken kasadaki kız, "İsminiz neydi?" diye araya girdi. Bardaklara yazmak üzere elinde bir kalem tutuyordu ve yüzünde imrenen bir ifade vardı bir Doruk'a bir bana bakarken. Benim Visal'e gelen çiftlere baktığım gibi bakıyordu bize.
"Feza," dedim. Normalde Feyza yazdırırdım. İkinci ismimi babam kullanıyordu kendisi koyduğu için.
"Doruk."
Kahvelerin ikisini de alıp eliyle ileriye doğru bir işaret yaptı. Önünden yürüyerek boş masaya doğru adımladım. Normalde bu tarafa Güneş vuruyor olmalıydı ama bugün hava kapalıydı, bu yüzden doğrudan oturdum ilk gördüğüm yere. Kahvelerimizi masaya bırakıp karşımdaki sandalyeye yerleştiğinde içimde anlamsız bir gerginlik vardı.
Bardağımı önüme doğru sürükledi masada. "Durumlar nasıl? Bir gelişme var mı?" diye sordum. Yüz ifadesi daha da gerildiğinde yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu düşünmeye başladım.
"Biraz gerginim." Gülümsemesinin solmasını istemesem de ben onun derdini dinleme sebebiyle hayatına girmiş biriydim. "Heveslenmeyeyim diye hayal kurmamaya çalışıyorum ama olmuyor maalesef."
"Gözlerinden bile belli o formayı ne kadar istediğin."
"Sen demiştin, o kapıdan giren her çocuk gibi benim de hayalim işte."
"Çok fazla yenik düştüğün için mi hayallerin gerçek olacağına inanmayı bıraktın?"
Gözlerini kahve bardağından çekip bana çevirdiğinde oraya yerleşen bakış, içime işleyecek kadar derindi. Onu anladığımı hissediyordu. Anlayamazdım, insanlar bir iki cümleyle anlaşılamayacak kadar karmaşıklardı ama Doruk bana öyle bir baktı ki sanki benim birkaç kelimem, onun hayatının biyografisiydi.
"Geriye dönüp başardım diyeceğin fazla insan olmadığında hayallerin çok da bir önemi yoktur."
Çok şeffaftı. Kendini açmaktan çekinmiyordu. Sanki yıllardır ben onun hayatına gireyim diye beklemişti. Bana böyle hissettiriyordu içinden ne geçiyorsa dudaklarından çıkmasına izin verişi. Sakınmıyordu kendini benden.
"Nereye geldiysen kendi başına gelmişsin demek ki," dedim yüzünün her köşesinde dolaşırken gözlerim. "Demek ki o kadar güçlüsün ki hiç kimseye ihtiyacın yok. Bu neden hayal kurmana engel olsun?"
"Hayal kurmaya ya da bunların gerçekleşmesine engel değil." Yüz ifadesi durgunlaştığında kendi içindeki bir yarayla yüzleşiyormuş gibi kasıldı. "Ama yalnızlık, sevinci buruklaştırıyor."
"Kendinle gurur duyman gerekiyor," diye ısrar ettim. "Buruklaşmasın sevincin, tek başına neler yapabildiğine bak dönüp."
"Ben on dokuz yaşındayım Feza." Depresif havası geri geldi, onun karakterinin bir parçasıydı anladığım kadarıyla. "Bir maçı kazandığında tribüne bakıp seni takdir eden, seninle gurur duyan gözler görmek istersin. Arkadaşların ailelerine koşarken başını eğip soyunma odasına yürümek aynı hissi vermiyor insana."
Canım acıdı. Onu bu şekilde gözümün önüne getirmek, bahsettiği buruk sevinci yüzünde hayal etmek yara almama sebep oldu. Aramızdaki sessizliğe bir süre izin verdim çünkü o an ne söylersem söyleyeyim boş gelecekti.
"Hiç mi kimse yok?" dedim sonra, profilinde ablasıyla olan fotoğrafını hatırladığımda. Belki kendini yalnızlaştırıyordu. Belki de yanında olmasını istediği insan her kimse o yanında olmadığı için kendini yalnız sayıyordu çünkü insan bunu yapardı. Gözlerin tek bir kişiyi arıyorsa önünde yüz kişi de olsa görmezdin hiçbirini.
Çenesini hafifçe kaldırarak gözlerimin içine baktığında tüm karanlıklarının arasındaki tek ışığı gördüm orada. "Ablam var," dedi. Sonra gülümsedi. Ona duyduğu saygıyı bu netlikte görmem miydi beni böyle etkileyen yoksa benim de bir abla oluşum muydu bilmiyordum. "Benim bir ablam var, dünyaya bedel."
"Ne güzel," dedim kocaman gülümserken. "Bak, düşündüğün kadar yalnız değilmişsin."
"İnsan hissettiği kadar yalnızdır," dedi sadece.
Konuşmamızın bana ne kadar keyif verdiğini o an fark ettim. Kahvelerimize dokunmak aklımıza bile gelmemişti. Yeni tanışan iki insana göre derin cümleler kuruyorduk. Söyledikleri eksikliğini bilmediğim bir boşluğun cevabıydı mesela.
"Yalnızlık hissi etrafındaki kişi sayısıyla mı bağlantılıdır?" diye bir soru yöneltti bana. "Büyük bir kalabalıkla çevrelenmişsen düzelir mi mesela her şey?"
Düşünmemi istiyor sanmıştım, merak ettiğinden sorduğunu gözlerinden anladım.
"Düzelmez sanırım," dedim. "Sayıdan çok kişiler önemlidir bence. Çevrelendiğin kalabalıkta yüzü sana dönük olan biri bile varsa bu her şeyi düzeltebilir."
Aklıma gelen ilk isim babam, sonra bir elin parmaklarını geçmeyecek arkadaşlarımdı. Ben sırtımı dönsem dahi yüzü bana dönük olacak insanlardı bunlar. Desteklerini her zaman hissedeceğim, gözüm kapalı güvenebileceklerimdi.
Kaşları çok hafif bir şekilde çatılırken omuzlarını silkti. "Basit bir şey gibi söyledin ama bana imkânsız geldi."
"Yere bakıyorsundur," dedim. "Kaldır başını." Ellerinde gezindi gözlerim. "Karanlıktasındır, aç ışıkları." Tüm ihtimalleri görsün istedim. "Bazen de senin çabalaman gerekir. Bazı şeyler kendiliğinden olmaz. Sırtına baktığın insanın elini tut, geç önüne. Ne kaybedersin ki?"
Sessizliğe gömülüp beni dinlerken onun hayatına dokunuyor gibi hissediyordum. Benim sözlerim onun defterine, onun bakışları benim içime işliyordu. "İnsanlar, insanların hikâyelerine girmek için varlar. Er ya da geç hak ettiğine kavuşacaksın ve o zaman geriye dönüp başardım diyeceğin değil, yanında olup başardık diyecek insanlarla dolu olacak etrafın."
Gözleri bana saplı kaldı. Aklından aynı anda birden fazla şey geçti, bunu hissettim. En sonunda küçük bir tebessüm çekiştirdi dudaklarını iki yana ve gamzesi yer buldu yanağında. "Etkilendim," dedi. Durdu. Gülüşü dondu. "Cümlelerinden," diye düzeltti alelacele. "Güzel konuşuyorsun, bunu söylemeye çalışıyorum."
Panikle yanlış anlaşılmayı düzeltmeye çalışması öyle komikti ki haline gülmeye başladım elimde olmadan. Sorun yok dercesine başımı iki yana salladım ve kahveme uzandım bir yandan da.
"Yine dert yandım sana," dedi bir süre sonra. "Aslında ben bugün hem kahve ısmarlar hem seni dinlerim diyordum. Ben anlattım, sen de anlatırsın ödeşiriz kafasındaydım. Antrenmandan çıkıp buraya geldim o yüzden doğrudan."
"Gömlekle mi gittin antrenmana?" diye sordum üzerindeki kombine bakarak. Sadece takılıyordum ama yüzündeki utanma ifadesi beklemediğim bir şeydi.
"Antrenmandan sonra değiştirdim üzerimi," diye kaçamak bir cevap verdi ve gözlerini de kaçırdı üzerimden.
Yanıma gelecek diye özel bir hazırlık yaptığına mı yorumlamalıydım bunu? Eğer öyleyse değmişti, iyi görünüyordu yani.
"Şey," dedi çekinerek. Biraz da geriye doğru yaslamıştı sandalyede kendini. "Sıkboğaz ediyormuşum gibi olmadım seni değil mi? Yani, yine geldim falan ya... Öyle işte." Birden susup daha fazla konuşursa daha fazla batacakmış gibi çaresizce baktı yüzüme.
"Hayır," dedim net bir şekilde. Dünden razıymış gibi davranmasaydım iyi olurdu aslında. "Neden rahatsız olayım?" diye ekledim hemen. "Geldik, kahve içiyoruz ne güzel. Değişiklik oldu bana da."
"Ben unuttum onu ya." Aydınlanma yaşamıştı sözlerimle. Kahvesini çekip bir yudum aldı, muhtemelen soğumaya başlamıştı. Belki de sıcak kahve içmek onun kısmeti değildi. "Ee..." dedi. "Sen ne okuyorsun?"
Gerçekten de bugün beni konuşturmak için gelmişti buraya. Ben de anlatayım istiyordu ama benim onunkinin yanında sönük kalacak bir hayatım vardı ne yazık ki. "Mezunum ben," dedim.
"Yeniden sınava mı hazırlanıyorsun?"
"Hayır." Gözlerini kıstığı o saniyelik dilimde üniversite mezunu olma ihtimalimi değerlendirdi sanki kendi içinde. Sonra yeniden bana baktı ve muhtemelen yaşımdan küçük gösterdiğimi düşündü. En sonunda lise mezunu olduğuma karar kılmış olmalıydı.
İnsanların mimiklerine bakarak aklından geçenler hakkında senaryolar yazmaya hayran biriydim ve bu yüzden düşündüklerimin hepsi tamamen benim yorumlamalarımdı.
"Üniversite hayalim yok benim," dedim anlaması için. "Olmayı hedeflediğim bir meslek yok, sırf okumuş olmak için de okumak istemedim. Öyle yani. Lise mezunuyum ve Visal'de sevdiğim bir iş yapıyorum. Bu kadar."
"Tuhaf. Eski okulumdakilerin hepsi puanlarının yettiği yerlere yerleşip gittiler, kalanlar da yeniden denemek için hazırlandılar. Denk gelmedim pek senin gibisine."
"Bilmiyorum, belki ileride fikirlerim değişir ama şu an için istemiyorum söylediğim gibi." Bu konuda insanlarla uzun uzun konuşmamıştım, beni bu kadar dikkatli dinlediğini hissettiğim içinse şimdi susasım gelmiyordu.
"Ben de okumuyorum tahmin ettiğin üzere," dedi gülmeye başlayarak. Beni yargılamamış olması hoşuma gitti çünkü yanlış karar verdiğimi söyleyen çok fazla insan olmuştu çevremde başta hocalarım olmak üzere. "Zaten derslerle pek işi olmayan, kırk yılda bir okula uğrayan o basketbolcu çocuktum tüm eğitim hayatımda."
Gözümde tam da bu şekilde canlanırdı söylemeseydi de. En sevdiği ders beden eğitimi olan, diğer arkadaşları çift kale maç yaparken tek başına köşede şut deneyen biri olarak hayal ederdim onu.
"Sayısalcı mıydın?" Laf olsun diye değil de gerçekten beni merak ettiği için soruyordu sanki. "Tüm notları yüz olan, aşırı çalışkan bir sayısalcı enerjisi alıyorum senden."
Gülmeye başladım çünkü çizdiği profille alakam bile yoktu. "Dilciydim. Sevdiğim yabancı dizileri izlerken karakterlerin yüzlerine yeterince odaklanamıyordum, bu yüzden İngilizcemi geliştirip altyazısız izlemek için dil seçtim."
Beklemediği cevabım karşısında güçlü bir kahkaha koptu dudaklarından. Ciddi olup olmadığımı sorguluyordu. "Şaka değil," dedim. "Çok önemli bir mevzuydu benim için. İyi ki de öyle yapmışım, çok memnunum kararlarımdan."
"Böyle bir şey beklemiyordum." Az önceki kahkahasının sebebini benimle alay ettiğini sanmayayım diye açıklamıştı. "Ben de kursa gittim uzun bir süre. Gerektiğinden daha uzun bir süre... Gerçekten iki şeyi bir arada götüremiyorum. Tek odağım basketbol olmalı benim."
"Öğrenebildin mi bari?" diye sordum.
"Mecburdum, öğrendim ite kaka." Gülümsedi. "Zaten genelde bir şeyleri ite kaka yaparım. Mecbur olmasam inan öğrenmezdim."
Kişiliği, cümleleriyle birlikte daha keskin sınırlarla oluşuyordu kafamda.
Cama vurmaya başlayan yağmur damlalarını görünce başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gri bulutlar çoğalmış, hava iyiden iyiye kararmıştı.
"Böyle havalar tam odaya kapanıp dizi izlemelik." Sesimi duyunca onun da camdan dışarı kayan odağı yeniden beni buldu. Kahvemi yudumladım. "Battaniyeyi kafana kadar çekip yağmur camına çarparken tek oturuşta bütün sezonu bitireceksin. Tam öyle."
"Bunu yapmaya ihtiyacın varmış gibi kurdun hayalini." Hafifçe kaşlarını çattı. "Bunalmış bir öğrencinin yaz tatilini beklemesini anımsattın bana."
Şu sıralar yaşadığım ruh halini tanımlarken birçok sıfat kullanabilirdim ama bunlardan hiçbiri 'bunalmış' olmazdı. O söyleyince durup gerçekten bunaldım mı tüm bunlardan diye düşündüm birkaç saniye.
Normal bir hayat. Bunun içindeydim. Şikayetçi değildim. Birçok kişinin istediği yaşama sahiptim belki de aslında. Güzel bir ailem vardı, ebeveynlerimle sorunlar yaşamıyordum. Ayrıca sevdiğim işi yapıyordum. Otobüse koşmayı kendime oyun yapmış, sıradan şeylerin içinden güzellikler çıkarmasını bilen biri olmuştum.
Bir bardak varsa ortada, bomboş olsa bile ben en azından bardağım var diyerek mutlu olacaklardandım.
Dertsiz, tasasız geçinip gidiyordum kendi hayal dünyamın içinde.
Bunlardan bunalmak şımarıklık olmaz mıydı? Bir şikayete hakkım olduğunu düşünmüyordum.
Duraksayıp sessiz kalışımla birlikte eli çenesine gitti ve hafifçe kaşıdı dokunduğu yeri. Bir yandan da aklımı okumak ister gibi bana bakıyor, konuşmamı bekliyordu.
"Böyle uzun molalara fazla vaktim olmuyor," dedim. "Yorganın altına girince genelde uyuyakalıyorum hemen. Dizileri müşteri yokken mutfak sandalyesinin tepesinde izlerim, müşteri geldiğinde kapatırım. Tek seferde sezon bitiremem, yirmi dakika izlesem bile şükretmem gerekir."
"Ne güzel dertlerin var Feza." Söylediklerimi küçümsediğini sandım bir anlığına fakat gözlerine bakınca sadece imrendiğini anladım. "Yorganın altına girince hemen uyuyabiliyor musun gerçekten?"
"Yorgun olunca otobüste her duraklamada, kapalı pencereden dışarı çıkmak için kanat çırpan sinek gibi kafanı cama çarpa çarpa bile olsa uyuyabiliyorsun. Test edildi, onaylandı, inilecek durak kaçırıldı ve sonra şoför tarafından uyandırılındı."
"Eskiden bulduğum her boşlukta ben de uyuyabiliyordum," dedi. "Aklına gelebilecek her mekânda. Bir kez spor salonunda minderin üstüne sızmışım, takımda üç hafta goygoyumu yaptılar çektikleri fotoğraflarımı birbirlerine gösterip."
Sıcak bir aile ortamına sahip olmalıydı takımı. Hedeflediği formaya kavuşursa onlardan ayrılacaktı, acaba hiç bunun üzüntüsünü yaşıyor muydu?
Ben değişikliklerden çok hoşlanmazdım, hayatıma giren insanlara genellikle sülük gibi yapışır ve kendime güvenli bir alan oluştururdum. Arkadaşlıklarımın çoğunu karşı tarafın attığı adımlar başlatırdı fakat sonrasında ben ilerletirdim.
Özellikle kimseyi kaybetmemek için çok uğraşırdım. Hayatımdan çıkardığım neredeyse kimse yoktu, eğer bir ilişki sona erdiyse bunu karşı taraf yapmış olurdu çünkü ben bağın kopmaması için çabalayan taraf olurdum.
Ayrıca değinmeden geçemeyecektim ki spor salonunda uyuyakalacak kadar zaman geçirdiği belli oluyordu. Yaşına göre oldukça yapılı duruyordu.
"Neden artık uyuyamıyorsun?" diye sordum özel olabileceğini bilsem de. Biz önce tamamen birbirimize güvenip sonra tanışma aşamasına geçtiğimizden muhabbetimizin ilerleme şekli biraz garipti.
"Her zamanki dertlerin bazı dönemler sana çok daha ağır gelir." Bunu itiraf etmekten utanmış gibi gözlerini kaçırdı. Yağmur damlalarına odaklanmayı seçti bu kez. "Ortada hiçbir şey yokken beni en dipte bulabilirsin, yaşamaya alışkın olduğum yerlerden çıkma imkânım olsa da çıkmak istemem bazen."
"Önünde hayatının fırsatı varken kendini dipte görmen bana çok mantıksız geliyor." Saçma kelimesi yerine mantıksız deyip yumuşatmaya çalışmıştım ama yine de sert bir cümle gibi geliyordu kulağa. "Eleştirmeye çalışmıyorum," dedim hemen. "Benim ne haddime? Sadece gerçekten ortada bir sebep yoksa kimsenin diplerde yaşayacağını düşünmüyorum. İlla ki derinlerde bir yerlerde, gerçek bir nedeni vardır ruh halinin."
Derin bir sessizliğe gömülüşü, aynı az önce bana olduğu gibi onun da kendi içinde sorgulamalar yapmasına neden oldu. Hâlâ doğru düzgün tanımıyorduk birbirimizi ama bir şekilde aşinaydı ruhlarımız, böyle hissettiriyordu bana.
İnsanların gürültüsü silindi arka fondan, yağmurun sesi ve onun sessizliği kaldı geriye. Isısını kaybetmeye başlayan kahve bardağını avuçlarımın arasına sıkıştırıp alnına düşmüş saçlarına, düşünceli gözlerine baktım. "Yine benden konuşmaya başladık," dedi en sonunda. "Kendimle ilgilenmeyi bırakalı çok oldu, ben seni merak ediyorum."
"Yani benimle ilgileniyor musun?" diye sordum buhranlı havası dağılsın diye cilveli bir sesle. Bunu sorarken elimi göğsüme yaslamış, masaya doğru da hafifçe eğilmiştim gözlerimi irice açıp.
Şok oldu. Donup kaldı. "Ben öyle demek..." Sustu sonra. Kahkahamı duyduğundaysa kaşları çatıldı. Onunla eğleniyor oluşum gerçeğini idrak etmesi oldukça uzun sürmüştü.
Nihayet gülümsediğinde yanağındaki çukurla bakışmak zorunda kaldım. Başını hafifçe iki yana sallayarak yaptığımı onaylamadığını belirtti bana sözsüz olarak. "Seni rahatsız ediyor gibi hissettiğim için diken üzerindeyim," dedi. "Senin bana yaptığına bak."
"Beni rahatsız etmiyorsun," diye tekrarladım ikna olması için daha kesin bir sesle. "Rahatsız olsam işimi bırakıp seninle kahve içmeye mi gelirdim Doruk?"
"Ne bileyim ya..." Sırtını sandalyeye yasladı. "Açıkçası kafeye gelirken bile elli kere vazgeçtim yolda. Çalıştığın yeri biliyor olmam, oraya gelebileceğim anlamına gelmiyor. Bunu ters karşılayabilirdin."
"Sana istediğin zaman gelebilirsin diyen bendim o gece. Burada herhangi bir terslik göremiyorum."
"Ne çabuk güveniyorsun insanlara."
Cümlesi duraksamama, bütün enerjimin düşmesine sebep oldu. Hata mıydı onunla gelişim? Kendimi riske atmamıştım, kalabalık bir alışveriş merkezindeydik ve kapıda güvenlik vardı. Onu buraya getirirken bunları dile getirmemiş olmam saf olduğum anlamına gelmiyordu. Çoğu zaman polyannacılık yapsam da hayatın gerçeklerinin farkında biriydim. Kendimi sağlama almıştım. Üstelik nerede olduğumu Naz da biliyordu, tek bir mesajıma camı çerçeveyi indirip gelir ve beni buradan alırdı.
İçimde nefret duygusuna yer vermemeye çalışırdım ama beni, bizi tüm bunları hesap etmek zorunda bırakan kim varsa hepsinden nefret ediyordum.
"Bazen görmek istediğim şeye çok fazla tutunuyorum," dedim ve sesimdeki tedirginliği anında fark edip pişman oldu söylediği şeye. "Yine mi öyle yapmışım?"
"Yargılamak için söylemedim. Seni rahatsız hissettirmemeye çalışırken daha da rahatsız hissetmeni nasıl başardım acaba?" diye sordu kendi kendine kızarak.
"İnsanlara kolay güvendiğimi söyleyince doğduğum andan beri intikam için peşimde dolanan, karşıma çıkmak için reşit olmamı bekleyen kana susamış kurt adammışsın gibi geldi kulağa. Allah'tan dolunay yok bu gece."
Bir anda kendini tutmadan patlattığı kahkahası yüzünden gözleri kısılıp kayboldu. En sevdiğim gülüş tiplerinden biriydi bu. Kasıntı değil de en doğal olanından, hafifçe ileri geri sallanmalı ve gözleri nemlendireninden.
Herkesin bakışlarının bizi bulduğunu biliyordum ama ben kafamı çevirip kasada duran kıza baktım. Önlüğünün ceplerine ellerini sokmuş, yüzündeki küçük gülümsemeyle bana bakıyordu. Göz göze gelince hızlıca başka tarafa döndü.
O kız, benim aynamdı.
"Sen çok fazla dizi izliyorsun gerçekten," dedi Doruk kendine geldiğinde. Çok fazla güldüğü için tüm hür irademle kendimi dünyanın en komik insanı ilan etmiştim. Tam bir mizahşördüm resmen.
"Ne yani?" dedim. "Her hikâye böyle başlar yalnız. Erkek kıza sen kafanda kuruyorsun yok öyle bir şey der ve kızın dediği çıkar hep. Yer miyim sanıyorsun ben bu numaraları?"
"İnan olsam ilk sana söylerdim," dedi. "Yine de emin olmak için dolunayı bekleyebilirsin istersen."
"Gümüş kurşun."
Kaşlarını kaldırdı. "Ne?"
"Kurt adamları öldürmek için gümüş kurşun kullanılır." Çok önemli bir sır paylaşıyormuş gibi omuzlarımı dikleştirmiş, göğsümü bunu biliyor olmanın gururuyla kabartmıştım. "13 sezon Supernatural izledim ben. Doğaüstü bir şeysen seni öldürebilecek kapasitede bir avcı sayılırım."
Galiba kimse benim şakalarıma onun kadar gülmemişti daha önce. Çok eğlendiriyordum Doruk'u. Uzun süredir gülmeye ihtiyacı vardı ve bunu benimle karşılamış gibiydi. Çünkü böyle güzel, içten gülmesine başka bir açıklama bulamazdım.
"O kadar sezonluk dizilere hiçbir güç başlatamaz beni. Üşenirim, sıkılırım, bırakırım."
Kaşlarımı çattığımda ona bana hakaret etmişçesine bakıyordum. "Dalga mı geçiyorsun?" dedim ve cevabın evet olmasını bekledim. "Uzun soluklu dizi izlemediysen dizi izledim deme bana."
"Kurtlar Vadisi ilk 97 bölüm?"
Bu sefer gülmekten gözünden yaş gelen taraf bendim. "Defol git şuradan ya."
Kahvesini içmek üzere dudaklarına götürmüştü. Gülüşümü izlerken gülmeye başladığından içememişti ve kahvenin beyaz kapağının kenarlarından iki yana kıvrılan dudaklarını görmüştüm. Ben gülmeyi bırakana kadar o da öyle durdu pozisyonunu bozmadan.
Tuhaf hissettiriyordu çünkü yüzümde bu kadar bakacağı hiçbir şey yoktu sivilcelerim dışında.
Naz'ın sesi kafamda yankılandığında bu konuya takılmama ne kadar kızıyor olduğunu hatırlayıp düşüncelerimi uzaklaştırdım.
"Yavaştan kalkalım mı?" diye sordu istemeye istemeye. "Fener maçı var da yedi buçukta..."
"Sen her maçı izliyor musun böyle?" Şaşırmıştım. Hangi birine yetişecekti ki? Hem oynadığı yetmiyordu bir de üzerine ligdeki diğer maçları mı izliyordu? Sıkıcı gelmişti bir anda.
"Yok," dedi. "Yakın bir arkadaşım Fenerbahçe'de oynuyor ve bugün önemli bir gün onun için. Ondan yani."
"Dokuz yaşından beri Efes'te oynuyorsun ama Fener taraftarı mısın?"
Ona küfretmişim gibi baktı ve "Hayır," dedi hızlıca bir yanlışı düzeltmek isteyerek. "Arkadaşımı destekliyorum, takımı değil."
"Yani Fenerbahçe Euroleague'de final oynasa desteklemez misin?"
"Feza senin derdin ne ya? Öyle mi dedim şimdi ben?"
Aldığım keyif her mimiğimden anlaşılıyor olmalıydı. "Seninle uğraşmak çok zevkli," dedim gocunmadan. "Hoşuma gitti öyle dik dik bakman."
"Çok iyisin," dedi. "Sağ ol." Birlikte ayaklandığımızda yüzünü buruşturup şiddetini arttıran yağmura baktı. "Biraz daha oturup dinmesini mi bekleseydik?" diye sordu bana tepeden bakarak. Boyuna hâlâ alışamamıştım. Boynumu ağrıtıyordu.
"Bir şey olmaz, maça yetişeceksin." Karşı çıkmadı, eliyle sandalyesini yerine aynı şekilde ittirdi ve masanın üzerindeki iki kahve bardağını yan yana koyup birkaç adım ötede duran benim yanıma geldi. Birlikte alışveriş merkezinden ayrıldığımızda çil yavrusu gibi oradan oraya koşturan insanların arasında kalmıştık.
Aniden şiddetlenen yağmura insanlar hazırlıksız yakalanmıştı. Halbuki sabah da yağıyordu, evden çıkarken yanlarına şemsiye alabilirlerdi böyle kaçışmak yerine.
Tanımadığım insanları yargıladığımı fark edip durdurdum kendimi. Beyaz ayakkabılarım yine sıçrayan sulardan nasibini almıştı. Üzerime Naz'a özenip mont almayarak çıkmamla gurur duyduğumu da söyleyemeyecektim ne yazık ki. Soğuyordu hava. Gece titreyerek yürümem gerekecekti.
Visal, iki cadde arasında kalan bir ara sokaktaydı. Avm tarafındaki cadde ve sokaklar çok daha işlekti. Metrobüs ve metro durağı vardı orada. Benim otobüse bindiğim caddenin tarafıysa daha az gürültülü oluyordu. Burada ayrılacak mıydık?
"Metroya mı gideceksin buradan?"
"Önce seni bırakacağım?" dedi soru sorar gibi.
"Maçı kaçırırsan?"
"Ee?" dedi. "Kaçsın?"
"Kaçmasın diye kalktık ya?"
"Ha... Daha oturur muyduk?"
"Benden sıkıldığını söylemek yerine bir bahane öne sürüp kalkmak istemeseydin otururduk."
"Ne? Ben öyle..." Bir anda sustu. "Sen yine mi uğraşıyorsun benimle?" Başını bana doğru hafifçe eğdiği için saçlarına tutunan yağmur damlaları görüş açıma girmişti. Küçük ışıklar gibi parlıyorlardı alnına düşen dalgalı tutamların arasında.
Gülüp omuz silktim ve "Koşalım mı?" diye sordum. Yağmurda uzun süre kalırsak saçları bozulabilirdi, buraya gelmeden önce şekillendirdiği belli oluyordu.
"O zaman yol hemen biter," diye bir cümle çıktı ağzından. Bunu söylemeyi o da beklemiyordu. Başımdaki mavi bandanayı buldu elim o an, önümdeki perçemleri düzgün olmasına rağmen düzeltme ihtiyacı hissetmiştim. "Yine de üşüdüysen koşalım."
Ben yürümeye çoktan ikna olmuş, gözlerim onun küçük gülümsemesindeyken yola adımımı atmıştım ki saniyeler içinde bir el tulumumun arkasındaki askılardan tutup beni geriye doğru çekti ve bir bisiklet tam önümde ani fren yaptı.
Korktuğum için soluklarım düzenden çıktı. Donup kaldım karşımdaki bisikletli ayaklarını sertçe yere koyup devrilmemeye çalışırken.
Doruk askılarımı yumruğunun içine toplamıştı, sırtıma değen parmaklarını hissediyordum. Beni hızlıca geri çektiği için de omzum bedenine yaslı duruyordu. Neye uğradığımı şaşırdığımdan başımı yüzüne doğru kaldırdım, o da iyi olup olmadığımı sorgulamak için başını eğmişti hızla. Neredeyse alnına değecekti gözümün önündeki saçlarım.
Şu gözlere bakacağım diye yola atlamıştım ve ölüyordum az önce.
Abart!
Her an bir yönetmen 'Kestik!' diyebilirdi çünkü bu bildiğimiz film sahnesiydi. Böyle şeyler gerçek hayatta oluyor muydu? Demek ki oluyordu.
"Kusura bakmayın," dedi yabancı bir ses. Bisikletten inmiş iyi miyim diye bakarken gidonu tutuyordu bir eliyle. Benden birkaç yaş büyük bir erkekti. Yağmurun altında üçümüz öylece dikiliyorduk karşılıklı. "İyisiniz ya? Ben yola bakmıyordum. Çok özür dilerim gerçekten."
"Önemli değil," dedim ellerimi kaldırıp onu sakinleştirmeye çalışarak. "Zaten ben de yola-"
Bakmıyordum. Doruk'a bakıyordum.
"Dikkat etmemişim," diyerek toparlamaya çalıştım.
"Siz iyi misiniz?" diye sordu Doruk adama bakarak. Sahici bir telaş vardı yüzünde. Elini üzerimden hâlâ çekmemiş olması da başka bir detaydı.
"İyiyim iyiyim."
Ben değildim. Yağmurun altında yaşadığımız, klişe olduğunu kabul etsem de izlerken baygınlık geçirdiğim o film sahnesivari anı atlatamamıştım henüz.
Gözleri ne kadar güzeldi.
Üstelik karşıdaki adama diklenmemesi, önüne baksana ayarları çekmeye girişmemesi ve ona bir şey olup olmadığını merak etmesi de hoşuma gitmişti.
"Özür dilerim tekrar," dedi adam bana bakarak.
Ben de bu sırada başımı bir saniyeliğine yere eğdim ve sokaktan ayrılan mavi şerit üzerindeki beyaz bisiklet işaretini gördüm.
Bisiklet yoluna atlamıştım. Ölsem adam haklı bulunabilirdi çünkü tamamen benim rezilliğimden kaynaklanıyordu yaşananlar.
"Siz kusura bakmayın," dedim o yeniden bisikletine binerken. "Dalgınlığıma geldi benim." Saçlarıma çarpan aralıklı nefeslerden Doruk'un gülüyor olduğunu anladım.
Adam sorun olmadığına karar kılıp gülümseyerek yanımızdan bisikletiyle birlikte uzaklaştığında geriye ıslanmamak için koşmayı düşünürken sucuğa evrilmeye başlayan ikimiz kalmıştık. Hızlanan yağmur damlaları beyaz gömleğine çarpıp izler bırakıyordu ve saçları giderek daha da alnına doğru düşüyordu.
"Öyle yola atlanır mı?" dedi beni azarlar gibi. "Sağına soluna bakmayı ilkokulda öğretiyorlar."
"Kaçırmışım demek ki o dersi ben. Uyuyorumdur kesin." Ufak rezilliğimden utanmak yerine bununla dalga geçme aşamasındaydım. "Az önce hayatımı kurtardın bu arada. Sen nerenin süper kahramanısın böyle?"
"Normal bir insan olamıyorum senin gözünde bir türlü." Yan yana yürüyorduk bunu konuşurken. "Yine de kurt adamlıktansa süper kahramanlığı tercih ederim sanırım."
"Gümüş kurşunlarımdan korktuğun için mi?"
Yine gülümsedi. "Evet Feza, onun için."
E bu yol bitmişti.
E biz Visal'in önüne gelmiştik. Ne çabuk gelmiştik, halbuki koşmamıştık da.
Nasıl vedalaşmamız gerekiyordu şimdi? Yine bekleriz falan mı deseydim ki? Sarılmak abartı kaçardı, el sallamak saçma olabilirdi. Elini mi sıksaydım?
Enişteler gibi kafalarınızı da tokuşturun sonra.
Gülmemeye çalışarak yüzüne baktım ne yapacağımı bilemeden. İkimizden biri bir şey söylemeliydi ama benim aklıma gelmiyordu veda cümlesi. Ağzımı açarsam saçmalarım diye korkmuştum.
Kapının önünde karşılıklı olarak dikilişimiz otuz saniyeyi aşınca ilk hareket ondan geldi. Ceketinin kolunu dirseğine doğru biraz çekti ve sol bileğindeki siyah dijital kol saatini buldu uzun parmakları. Kayışı hızlıca açıp saati çıkardı.
Bileğimi tutup avucumu gökyüzüne doğru çevirdi ve kol saatini avucuma bıraktı ben ne yaptığını sorgularken.
"Feza," dedi. "Saatim sende kaldı."
Soğuk parmaklarını parmaklarımın etrafına sarıp avucumu kapatmamı sağladı. Kayış elimin iki tarafından sarkarken kadran kısmı avucumdaydı. "Tüh," dedi ve birkaç adım geriledi. Elini ensesine atıp gülümsedi. "Kol saatimi sende unuttum."
Yeniden buraya gelmek için bahanesi vardı artık.
Yine görüşecektik çünkü kol saati bende kalmıştı.
🏀🧁🏀
Ah o kol saati yok mu o kol saati...
Nasıl buldunuz bölümü?
DÇ'nin bana nefes aldırışını çok seviyorum. Feza'nın güvenli alan olarak tanımladığı yer kurgularımdır benim için. Aralarında en kaossuzu da DÇ olduğundan mıdır nedir, içim sıcacık oluyor buraya geldiğimde.
Bir sonraki bölümde yine görüşelim, olur mu? Çünkü kol saatim sizde kaldı.
Ya sen bal mısın bu kadar naif bir buluşma teklifi 😍
YanıtlaSilDORUKHAN FALAY STANDARTLARIMI BU KADAR YÜKSELTMEN HİÇ ETİK DEĞİL AGAGAGAGAGAGA
YanıtlaSilGençliğimi özledim 🥹
YanıtlaSil