4. "ÜÇ ÇEYREKLİ PASTA"

Bölüm Şarkıları:
İkilem, Kaybolurum Gülüşünde
Yüzyüzeyken Konuşuruz, Esen
Emir Can İğrek, Beyaz

•🧁•

"Sadece birkaç gün ortalıkta yoktum ve neler kaçırdığıma inanamıyorum şu an."

Ferdi, 8 numaralı masada cama en yakın olan sandalyeye oturmuştu ve ben de tam karşısındaydım. Onun önünde çay vardı, bense saat öğleni geçtiği ve midem kazındığı için sabahtan hazırladığım damla çikolatalı kurabiyelerden kemiriyordum.

Naz geleli yarım saat olmuştu. O gelince içeri geçip dinlenme fırsatı yakalamıştım. Biraz dizi izlerim diye düşünsem de Ferdi'nin Visal'e uğrayışıyla birlikte planlarım suya düşmüştü ve on dakikadır ona kaçırdığı şeylerin özetini geçmekle meşguldüm.

Lisede sıra arkadaşımdı. Açık kahve saçlarının yanlarını kısa kullanır, üst tarafını uzun bırakırdı ben onu tanıdığımdan beri. Saçında ve kaşında jilet izi vardı. Gözleri saçlarıyla aynı renkti ve boyu benden birkaç santim uzundu. Onun bu yüzden zorbalandığına çokça şahit olmuştum. Kısa değildi ama biz hormonlu bir okuldaydık ve diğer erkeklerin yanında kısa kalıyordu.

Ona söylenen lafları asla yemezdi. Kendisi biraz asabi bir kişilikti. Ben de sürekli onun yanında olmaya çalışan anaç karakter olduğumdan, onun kavgaları yüzünden birkaç defa başım yanma aşamasına gelmişti. Bu yüzden bazı hocalarımın gözündeki imajım değişmişti ama buna değmediğini düşünmüyordum. Hocalar geçici, Ferdi kalıcıydı.

Bana zorla NBA maçları izletip Curry hayranı olmama neden olmuştu. Dersleri benden bile daha az umursayan biriydi, okula zaman geçsin diye takılmak için geldiğini söylerdi ve rahat olurum düşüncesiyle dil seçmişti. Paragraf paragraf makaleleri sözlük karıştırmaktan gözleri kızararak çevirmeye çalışırken hiç de rahat görünmüyordu.

Buna rağmen YDT sonucu benden çok daha iyi gelmişti çünkü özellikle son zamanlarda inanılmaz sıkı bir düzen oturtmuştu kendine. Ben o dönem dedemin yokluğunu idrak etmeye çalıştığımdan epey salmıştım. Sonuç olarak Ferdi, iyi bir üniversitede İngilizce öğretmenliği okuyordu ve ben de okumamayı tercih etmiştim.

Kurabiyeyi yeniden ısırırken gözlerimi üzerinde gezdirdim. Okuldan çıkıp buraya gelmek için üç vesayit yapmak zorunda kalmıştı, bundan şikayet edip duruyordu. Halbuki ben çağırmamıştım, kendi gelmişti.

"Çocuğun kol saatini aldın da telefon numarasını neden almadın? Flört becerilerin yüzünden ağlayacağım Feyza."

"Kol saatini ben almadım," dedim lokmamı yuttuktan sonra bir kez daha yutkunarak. "O bana verdi."

"Sana kol saatini verdi de telefon numarasını neden vermedi? Onun da flört becerilerine sokayım gerçekten."

"Flörtleştiğimizi kim söyledi sana ya?" dediğim an serçe parmağını kaldırarak yudumladığı çay bardağının üzerinden bana bir bakış attı.

"Birkaç gündür uğramıyor diye bu kadar dertlendiğine göre ne düşüneyim başka?" Kaşlarını kaldırdı. "Ben de yoktum ortalıkta, beni hiç dert ettin mi? Etmezsin tabii, kimim ki ben?"

O birkaç gün diyordu ama ben tam olarak kaç gün olduğunu söyleyebilirdim. Dijital saatini o kadar da sevmiyordu herhalde. Bana bırakmış olmasına rağmen hâlâ almaya gelmemişti.

İşleri vardır diye düşünüyordum. Sporcuydu, bunu meslek olarak yapıyordu. Her gün belki de oturduğu yere çok uzak olan bir kafeye gelemezdi nihayetinde. Ama dört gün bence yeterince uzun bir süreydi. Dört günden sonra gelebilirdi yani.

Konudan biraz olsun kaçmak isteyerek, "Çarpılırsın," dedim. "Ben mi dert etmiyorum seni? Daha geçen gün mesaj attım ya."

"Bana diğerlerinden daha çok kabaran poğaçayı atıp 'bak bu sana benziyor' yazdın Feyza." Gülmeye başladım. Öyle yapmıştım. O an canım sıkılmıştı. Canım sıkılınca çevremdeki insanlara sarardım.

"Ama benziyordu," dedim. "Ben ortada bir sorun göremiyorum?"

"Ben görüyorum. Üzülmüşsün şu çocuk gelmedi diye. Ne yapsak, Sinan Erdem'i mi bassak?"

Sinan Erdem'in Efes'in spor salonu olduğunu bilecek kadar basketbol bilgisine sahip olmamı sağlayan babama içimden teşekkür ettim. Çünkü Ferdi'ye o kim ya diye sorsam benimle kesin dalga geçerdi.

"Gerçi altyapı maçları orada oynanmıyor olabilir. Bilmiyorum da sen anladın benim niyetimi işte."

"Anladım," dedim ve onun bilgisinin benden çok daha yüksek oluşuna güvenerek aklımdaki soruyu sordum. "Bir transfer olursa takımlar bunu Instagram hesaplarından duyururlar değil mi?" Dakika başı Efes'in profilini yenilediğimi direkt söylemek yerine böyle bir yol seçmiştim işte. "Gerçi Twitter hesabını da takibe aldım ama yani mutlaka paylaşılırdı değil mi?"

"Evet," dedi sorgusuz sualsiz yanıtlarken beni. "Post atılır genelde. Hatta bazen imzadan fotoğraflar falan da düşer medyaya. Haberin olurdu yani Feyza."

"Yani onu seçmemiş de olabilirler." Bu düşünce canımı acıttı. "Sonuçta kesin değildi henüz. Başka birisini de almış olabilirler takıma. Depresyonda olduğu için gelmiyor olabilir mi ki? Çok hevesliydi, çok üzülmüştür."

Omuzlarımda hissettiğim eller yüzünden bir an irkildim. Öyle dalmıştım ki Naz'ın yanıma geldiğini fark etmemiştim bile. Yanımdaki sandalyeyi çekip oraya oturdu. "Aşkım," dedi sonra bana. "Başka birini almış olsalar onu da paylaşırlardı değil mi? Belli ki netleşmemiş daha."

"Doğru." Yeniden kurabiyelerime gömüldüm. Haklıydı, bir transferi duyururlardı.

Ara transfer döneminin yapıldığı tarihleri araştırmıştım internetten. Ligin ikinci yarısı başlamıştı. Anadolu Efes ilk maçını oynamıştı ve önümüzdeki hafta oynanacak maça kadar bu transferin bitmesi gerekiyordu. Haliyle sürekli tetikteydim. Her an her şey olabilirdi.

Benim aklımdan bunlar geçerken arka tarafımda kalan dörtlü kız grubu kahkaha seline kapıldı bir anda. Bu gülüş sesleri Visal'e renk katıyordu. Ferdi buna hazırlıksız olduğundan önce irkildi, sonra benim omzumun üzerinden kızlara kısa bir bakış atıp yeniden çayına eğdi başını.

Fazla çapkın biri sayılmazdı ama yine de lisede onun ayakçılığını yapmıştım. Hoşuna giden kızı bana tenefüste gösterirdi, sonra ben gidip o kızla bir şekilde arkadaşlık kurardım ve ikisini bin türlü çabayla aynı ortama sokardım. Bu üç dört kez yaşanmış bir olaydı ve aralarında hiçbirinin sonucu iyi olmamıştı. Hatta sonuncusunda ciddi anlamda kalbi kırılmıştı. O da kendini derslere vermişti işte.

Hani şu motivasyon videolarındaki gibi... Bir kız kalbini kırar, spora başlarsın, kas yaparsın. Ferdi de ders çalışmaya başlayıp üniversite kazanmıştı hırsı sonucunda.

"Hoş geldin bu arada," dedi Naz, Ferdi'ye. Benim vesilemle tanışıklıkları vardı. "Ayrıca sana ne anlatıyorsa hafifleterek anlatıyor, sakın kanma. Bu kız gemileri çoktan yaktı o çocuğa. Her an bir eniştemiz olabilir Ferdi."

"Tanışmak isterim öncesinde," dedi Ferdi anlık gelen ciddiyetle. "Özellikle siz işi buluşmalara taşımadan önce birlikte bir iki kere görüşsek güzel olur Feyza. Aklım sende kalır öbür türlü."

Zaman zaman böyle abilik yapası geliyordu bana. Genelde makara peşinde olsa da bu konularda ciddi birisiydi. Onu tanımak, ona güvenmek istemişti. Olaya o da Naz gibi çok ciddi bakıyordu ve bu beni biraz geriyordu.

Çünkü aklıma böyle şeyler sokuyorlardı sonra ben de oturup enayi gibi bekliyordum Doruk'u. Ayrıca iki gündür canımın çektiği bahanesini öne sürerek küçük kekler hazırlıyordum. Çünkü biliyordum, transfer gerçekleşirse bu kapıya gelecekti ve ben de bu şekilde kutlayabileceğimizi hayal etmiştim. Eğer gerçekleşmezse de ona teselli olarak kek ikram ederdim. Saçma sapan fikirlerim vardı, hayal dünyasında yaşamaya biraz meraklıydım ne yazık ki.

Gelmeyecek birine bu akşam da pasta hazırlayacaktım ve sonra bunu onun için değil benim canım istediği için hazırladığıma ikna edecektim kendimi kalbim kırılmasın diye.

"Ben daha doğru düzgün tanışmadım ki," dedim cevap olarak. "Biliyorum, siz de hayal kuruyorsunuz ama çok uçmayın. Belki de arkadaş bile olmayız. Beklentiyi yükseltip durmayın bu yüzden."

"Burası büyülü bir yer," dedi Ferdi. "Bak annen de senin yaşlarındayken burada çalışmış, sonra babanla tanışmış. Sen de resmen burada büyüdün ve sonra bir akşam, kapıda birini buldun. Biz romantik insanlarız Feyza, beklentiyi arşa çıkaracağız bu yüzden sen aksini iddia etsen de."

"Sen mi romantiksin?" dedi Naz şaşırarak. "Geçen ay sana gülücüklü mesaj atan kıza noktalı cevap yazan sen mi?"

"Sınav hakkında soru sormuştu," dedi Ferdi anında savunmaya geçerek. "Zoruma gitti. Ben o kişi değilim, olamam. Ben kopya teşkilatı oluşturan kişi olurum, sınavı kankasına çözdüren çocuk olurum. Ne bileyim, sınav bugün müydü ya deyip gevşek gevşek gülen tip olurum en fazla. Bana gelip sınav detayı soracak kadar düşmüş olamaz yani."

"Yazmak için bahaneydi o salak," dedim ona. "Yazmak isteyen bir şekilde yazıyor işte. Karşı tarafın kafası buna basmıyorsa bu kızın suçu mu?"

"Ben kör değilim, sadece görmezden geliyorum." Bakışlarım kalbindeki yarayı aşındırmış olmalıydı ki konuyu kapatmak ister gibi doğruldu hafifçe. "Bir ilişki arayışım yok benim. İyiyim böyle."

Ferdi konuyu yeniden anlattıklarıma getirdiğinde Instagram hesabına bakmak istemişti Doruk'un. Ona tam adını söylediğimde kaşları çatıldı ve muhtemelen bu ismi nereden hatırladığını düşünmeye başladı. Diğer yandan da telefonunu cebinden çıkarıp uygulamaya girmişti.

"Daha önce izledim ben bu çocuğu," dedi heyecanla kafasını kaldırarak. "U18 Avrupa şampiyonası maçlarıydı galiba... Milli takımda değil mi?"

Başımı salladığımda ellerimi çeneme yaslayıp detay vermesini bekledim. "Tüm takımı hatırlamıyorum ama adı aklımda kaldığına göre iyi oynamış demek ki." Daha fazla şey anlatmasını istiyordum ama bana sorgular bakışlar atıyordu. "İleride hayatına gireceğini bilemezdim Feyza, bilsem daha detaylı tutardım aklımda."

Zaten daha fazla detay bilse bile ne işime yarayacaktı ki? Kaç sayı attığı bilgisi bana ne kazandırırdı? Hiçbir şey. Sadece merak etmiştim.

"Baban tanıyordur." Kurabiyelerden başımı kaldırıp kahve gözlerine baktım. "Ne şaşırıyorsun? Baban sıkı takipçi değil mi senin? Genç yetenekleri izliyor olması oldukça normal olurdu. Sorsana ona."

Babamın bilgisi olabilirdi ama bu konuyu ona açsam şüpheli bakışlarla incelerdi yüzümü. Televizyonda bana zorla izlettiği maçlardan sonra dönüp de ona bir basketbolcu hakkında sorular sorarsam bunu garipseyeceğine emindim. Ters bir tepki vermezdi ama o da Naz'la Ferdi gibi düşünmeye başlardı ve bu imalara evde de maruz kalırdım.

Bu yüzden ortada bir şey yokken bu konuyu daha fazla konuşmak istemiyordum kimseyle.

"Sorarım," dedim geçiştirmek için ama sormayacaktım. Ferdi de Naz da bunu anlayacak kadar tanıyorlardı beni, yine de herhangi bir şey söylemediler üzerine.

Kapıdan giren müşteriyi gördüğüm an ayaklanıp tezgâhın arkasına geçtim hızlı adımlarla. Sipariş ettiği cappuccinoyu hazırlarken esas baristamızın buraya ne kadar zamandır uğramadığını düşünüyordum.

Biz de kahve hazırlamayı zamanla öğrenmiştik ama aramızdaki esas usta oydu. Ne kadar yüzüne karşı inkâr etsek de onun hazırladığı kahvelerin bizimkilerle aynı tatta olmadığının farkındaydık. Aynı yöntemi uyguluyorduk, aynı şeyleri yapıyorduk ama enteresan bir şekilde onunkiler hep çok daha güzel olurdu.

Buranın sahibi ve eski işletmecisi olan Firuzan Hanım'ın büyük oğluydu Eren. Kardeşinin aksine o oldukça sevdiğim biriydi. Kardeşinden hiç haz etmiyordum.

Eren'in de çalıştığı zamanlar yüküm oldukça hafifliyordu ve erken çıkabiliyordum ama onun yokluğunda, sadece Naz ve ben buradayken iş yükü yüzde seksen benim üzerime kalıyordu. Bu durumdan şikayetçi sayılmazdım. Sadece ortalıkta olmadığı için bir anda aklıma gelmişti öyle.

Ortalıkta olmadığı için aklımdan çıkmayan biri daha vardı ama bunu daha fazla düşünmek istemiyordum.

Siparişi teslim edip pos cihazını uzattım karşımdaki genç çocuğa. Ferdi'nin gözleri çocuğun üzerinden ayrılmamıştı bu esnada. Naz ve onu masada yalnız bırakınca muhabbeti kitlemiş olmalıydım. İkisi de suskundu. Naz telefonuna bakıyordu, Ferdi de etrafa.

Çocuk kahvesini alıp yeniden dışarı çıktı. Temiz olmasına rağmen oyalanmak için tezgâhın üzerini sildim, raftaki bardakların konumlarını düzelttim ve ardından eski yerime geri döndüm.

Bayramlardaki amcalar gibi okulların nasıl gittiğini sormam, önümüzdeki bir saatin konusunu belirlemiş oldu böylelikle. İkisi de konuşkan tiplerdi, olayları gerekli gereksiz bütün detaylarıyla anlatırlardı. Naz çizmeye giriştiği koleksiyonundan bahsetti. Ferdi de öğretmenliği bırakıp tercüman mı olsam konulu bir konuşma yaptı. Bu konu hakkında fazla konuşmadım çünkü bu onun aklına gelen uçuk fikirlerden biriydi. Okulu bırakacağı falan yoktu. Tekrar sınava giremeyecek kadar üşengeç birisiydi.

Dakikalar dakikaları, saatler saatleri kovaladı. Ferdi hava kararmadan yanımızdan ayrılıp evinin yolunu tuttu. Aynı semtte oturduğumuzdan benim her gece arşınladığım o yolu arşınlayıp otobüse binecekti. Naz da saat dokuz buçuğa gelirken çıktı Visal'den. Yurtta kaldığı için genelde benimle birlikte kapanışa kalamıyordu. Son giriş yapması gereken saati kaçırırdı çünkü.

Vakit geçirmekten en çok hoşlandığım yer mutfaktı. Tatlı yapmaya bayılırdım. Annem uzun süre burada çalıştığından okul çıkışlarında ve hafta sonlarında yanına gelirdim sık sık. Onu izleyerek büyümüştüm evde de burada da. Bu yüzden küçük yaşlarımdan beri mutfağa giriyordum. Elim bu işlere yatkındı.

Bu geceki giriş sebebimse pasta yapmaktı. Eğer gelirse onunla birlikte yerdik, gelmezse de eve götürdüm. Kardeşlerimle birlikte yerdik.

Pasta yapmalıydım çünkü canım çekiyordu. Tek sebep kesinlikle buydu. Başka bir şey değildi.

Pastabanı ikiye ayırıp içine kremasını sürmeye başladım. Kekini de hazırlasam çok uzun sürecekti. Pişmesini bekleyemezdim saat geç olurdu. Bu yüzden hazır kekle yapıyordum.

Arka fonda doksanlar Türkçe pop içerikli karışık bir liste dönüyordu. Hareketli şarkılar dinlemekten hoşlanırdım, slow müzikler beni gereksiz triplere sokuyordu. Daha önce ciddi anlamda aşık olduğum söylenemezdi ama dibine kadar aşk acısı çektirip ağlama durumuna getiren şarkılar vardı beni. Dinlediklerim ruh halimi çok fazla etkiliyordu.

Fazla içselleştirirdim eylemlerimi. Bir şarkıyı çok sevmişsem bir hafta aralıksız onu dinleyebilirdim. Bir şarkı beni ağlatmışsa her dinlediğimde o şarkıya ağladığım ilk an aklıma gelirdi. Görüntülerle müzikleri bağdaştırır, zaman makinesindeymişim gibi anılarımın arasında yolculuğa çıkardım.

İzlediğim dizide oynayan bir oyuncuya hayran olduysam içinde bulunduğu her projeyi izleme isteğiyle yanıp kavrulurdum. Sekiz yaşında çektiği reklam filmini bile bulurdum nedensizce.

Aynı şekilde okuduğum kitapların da üzerine titreyen biriydim. Yaşanan her şeyi kafamda canlandırırdım. Kitap mesela İtalya'da geçiyorsa açar İtalya fotoğraflarına bakardım. Tamamen aklımda oturtmaya çalışırdım her detayını. Sayfaların köşelerini kıvırmayı sevmezdim. Ayraç olarak ailemle çekildiğimiz bir polaroid fotoğrafı kullanıyordum. Hoşuma giden yerlerin de o kitap için seçtiğim renkteki keçeli kalemle altını çizerdim.

İnternette gördüğüm alıntıların çoğunun altı cetvelle çizilmiş gibi dümdüz oluyordu. Benim çizgilerim ne kadar dikkat etsem de hafif kayardı, bazen o cümlenin heyecanından parmaklarım bile titriyordu ve dalgalı bir çizgi çekebiliyordum. Tüm bunlar bana dümdüz şeylerden daha özel gelirdi. Her yamuk çizgimin kendi içinde bir hikâyesi vardı sanki.

Yine çoğu zaman olduğu gibi içimdeki düşüncelerin akışına ayak uyduramadığımı fark ettim. Konular akıp gidiyordu ve en son düşündüğüm şeye ilk neyi düşünerek başladığımı bile hatırlamıyordum.

Beyaz kremayı pastanın etrafına yaydırmaya başladım yavaş yavaş. Yakınlardaki alışveriş merkezinin zemin katındaki süpermarketten çilek almıştım geçen gün. Üzerini onunla süsleyecektim. Dün de yaptığım muffinlerin üzerine koymuştum birkaç tanesini. Bugün de kalanları kullanıyordum yoksa çürümeye başlayacaklardı.

Sezen Aksu'nun sesi mutfağı doldururken kapının sesini duydum. Kapanış saati yaklaşıyordu ve bu saatlerde uğrayan olmazdı pek. Bu yüzden hevesle dışarı çıktım.

Batı abiyi görünce yüzüm düştü fakat bunu hızlıca toparlayıp ona gülümsedim. "İyi akşamlar efendim," dedi ceketinin önünü ilikler gibi yaparak.

Sırıttım. "İyi akşamlar beyefendi," diye karşılık verdim küçük bir reverans hareketiyle. "Bu saatte hayırdır abi?"

"Sorma ya..." dedi küçük bir sitemle. "Benim hanım tatlı istedi Feyza. Bu saate pek kalmıyor biliyorum ama şansımı deneyeyim dedim." Vitrin camına doğru eğdi başını ve boş raflara üzülerek baktı. "Kalmamış, şu köşedeki market açık mıdır acaba? Orada tatlı var mı biliyor musun sen?"

Üzgün görünüyordu. Karısına tatlı alamadığı için yüzü bu kadar asılan Batı abi o kadar sempatikti ki yüzümdeki sırıtışı silmem olanaksızdı.

"Ben pasta yapıyordum aslında," dedim baş parmağımla mutfağı işaret ederek.

"Bu saatte mi?" diye sordu şaşkınlıkla. Sonra kocaman gülümsedi. "Şanslı günümde miyim kız ben? Gece gece pasta yapan sana nasıl denk geldim?"

"Kime niyet kime kısmet..." diye mırıldandım. "Az vaktin varsa sen otur. Gerçi daha buzdolabına koymadım ama siz halledersiniz evde herhalde?"

"İnan önemli değil. Bir dilim alacağım sadece. Yengenin tatlı krizini çözsek yeter."

"İçeri gel istersen. Tek başına durma burada."

Mutfağıma herkesi kolay kolay almazdım normalde ama Batı abiyi hem çok uzun zamandır tanıyordum hem de aramızdaki ilişkiyi çok seviyordum. Ben bana gülümseyen herkesi çok severdim zaten.

"Rahatsızlık vermeyeceksem geleyim abim," dedi biraz çekinerek. İçeride sadece ikimizin oluşu sebebiyle bunu söylediğini düşündüm. Hiçbir art niyeti olmayan, dünya tatlısı bir adamdı. Eşi Bahar abla da çok şanslı bir kadındı bu yüzden.

Tezgâhın arkasına geldiğinde mutfağın kapısını ittirip elimle önden geçmesini işaret ettim. Masanın kenarındaki sandalyeyi çekip otururken soru sormaya oldukça hazır bakışları vardı yüzünde.

"Sabaha hazırlık mı yapıyorsun?" Buzdolabının alt kısmındaki poşeti alıp çilekleri bir kabın içine boşalttığım sırada gelmişti bu soru. Çeşmenin altına kabı koyup omzumun üzerinden ona döndüm.

"Yok. Sabah hazırlıyorum genelde tatlıları bayatlamasın diye."

"Biliyorum biliyorum," dedi başını sallayarak. "On beş dakikaya kapatmayacak mısın? Yoksa birinin doğum günü için hazırlık yapıyorsun da o pastadan mı vereceksin bana? Vallahi uyuyamam vicdan azabından. Asla kabul etmem böyle bir şeyse."

Çilekleri güzelce yıkadıktan sonra kesme tahtasının üzerine koydum tek tek. Önce saplarını ayırdım, ardından bıçakla dilimlemeye başladım. Henüz mevsimi olmadığı için o güzel kokular sarmadı mutfağı. Yine de süslemek için güzel bir seçenekti pastayı. Aslında portakal mı alsam diye düşünmüştüm ama sonra çileği görünce vazgeçmiştim.

"Benim canım istedi ya, ondan yapıyordum." dedim ona. Düzeltip pürüzsüz hale getirdiğim kremanın üzerine yerleştirmeye başladım kestiğim çilekleri. "Bahar abla gibi tatlı krizine girdim ben de gece gece."

"İyi o zaman." dedi karşılık olarak. "Bir kutlamayı bölmüyorsam alacağım çünkü sadece."

"Bölmüyorsun," dedim rahatlasın diye. Ortada bir kutlama yoktu. On beş dakika sonra bu pastayı paketleyip dikkatlice taşıyarak eve götürecektim.

Sadece bir dilim istedi ama ben pastayı dörde bölüp bir çeyreğini onun için paket haline getirdim. Ardından kalanı da buzdolabına attım. On dakika bile soğusa kâr sayacaktım. Eve kadar dikkatlice taşıyabilirsem yeniden buzdolabına koyar beklerdim. Tabii babam hepsini tek lokmada yutmazsa yapabilirdim bunu.

Batı abinin ısrarlarına rağmen uzattığı parayı kabul etmedim. Satmak için hazırladığım bir şey değildi ve para alırsam kendimi çok kötü hissederdim. İkram sayması için çok üsteledim ve inadımın tuttuğunu anlayınca defalarca teşekkür edip ayrıldı Visal'den.

Mutfağı temizlerken göz ucuyla da saate bakıyordum. Bu gece koşarak gidemeyeceğim aklıma gelince 22.15 otobüsüne yetişemeyeceğim gerçeğiyle yüzleştim. Acele etmeme gerek yoktu, yavaş yavaş bitirdim işlerimi. Sandalyeleri düzelttim, ardından ısıtıcıyla televizyonun fişini çekip çekmediğimi kontrol ettim ve yeniden mutfağa döndüm kalan pastayı paketlemek için.

Yeniden kapının açılma sesini duyduğumda refleks olarak mutfaktaki masanın üzerine baktım. Batı abinin telefonunu unutmuş olabileceğini düşünmüştüm ama görünürde bir şey yoktu. Paketlemek üzere tezgâhın üzerine çıkarttığım pastayı öylece bırakıp hızlı adımlarla dışarı çıktım.

Buradaydı.

Dorukhan gelmişti.

Onu ilk gördüğüm saatte, ilk gördüğüm yerde, aynı kıyafetlerin içindeydi. Tek fark montunu elinde tutuyor olmasıydı, kapüşonu da başında değildi. Siyah sweatinin cebine soktuğu elleri, alnına düşen kıvır kıvır tutamları ve yeşile dönük ela gözleriyle doğrudan bana bakıyordu.

Hoş geldin demek aklıma gelmemişti, o da merhaba bile dememişti hâlâ. Sadece ışıklar yanan gözlerini üzerime dikmişti ve adım bile atmadan kapının önünde dikiliyordu.

"Doruk?" dedim heyecanla. Bakışları yüzümde oyalanmaya devam ettikçe duramadım yerimde. Bir şey söyleyecekti. Bir şey söylemek için buradaydı. "Kaptın mı formayı?"

"Feza," dedi ve seri adımlarla ona doğru ilerlediğim sırada o da birkaç adım yaklaştı bana. Sadece adımı söylemişti ama sesindeki heyecanı yansıtması için yetmişti bu. Devam etmesini beklerken kalbim yerinden çıkacak gibiydi. "Kaptık formayı."

Kollarımı hiç düşünmeden boynuna sarmaya çalıştım. Parmak uçlarımda yükseldiğim için dengemi tam olarak sağlayamadım. Elinde tuttuğu montu yere düştüğünde fermuar zemine çarpıp ses çıkardı. Ardından boş kalan ellerini belime sararak ona yaslanmamı sağladı.

Yıllardır onu tanıyormuşum gibi sevinmiştim. O kadar mutlu olmuştum ki boynuna atladığımı o saniye ancak idrak edebildim. Neyse ki o benden daha kısa bir sürede sindirip aynı sıkı sarılışla karşılık vermişti bana ne yaptığımı sorgulamadan.

"Başarısızlığımla gelmedim kapına." Çenesini başımın üzerine yerleştirdi. "Ama her ne olursa olsun, ilk geleceğim adres burasıydı benim."

"Aldın formayı!" diye bağırdım. "Dokuz yaşında girdiğin altyapıdan A takıma yükseldin. Doruk, hayalini gerçekleştirdin sen!"

Hareketlerimi kontrol edemediğim için sarılmayı bile abartmıştım. Kemiklerini kırabilirdim. Ayrıca henüz yeni tanışmış iki insana göre oldukça yakın bir pozisyona sokmuştum ikimizi kazayla. Telaşla geri çekildim. Yüzümdeki ifadeye bakıp gülerken başını önüne eğip elini ensesine atmış, bir adım da o geriye gitmişti.

"Öyle oldu. Yemin ederim hakkını vereceğim o formanın. Çok çalışacağım. Elimden gelenden daha fazlasını yapacağım."

"Biliyorum," dedim içim içime sığmazken. Gözlerimin dolması gerçek miydi? Nasıl bu kadar sevinmiş olabilirdim ki? Sanki ben yükselmiştim takıma. "Bir gün adını bambaşka yerlerde göreceğimi biliyorum. Hissettim ben. Çok güzel olacak her şey. Yolun çok aydınlık senin."

"Feza... Rüya gibi geliyor. Algılayamıyorum hâlâ."

"Pasta yapmıştım gelirsin diye." Hızlıca tezgâhın arkasına koşturdum. Hiç ortam yoktu, pat diye söyleyivermiştim. Gelmesini dört gözle beklediğimi belli etmekten gram çekinmemiş olmam beni utandırdı. Bir hissi çok yoğun yaşayınca dilime hakim olamıyordum. O his şu an heyecandı.

Elimde üç çeyreği kalmış pastayla ona döndüğümde duraksadı. "Benim için..." Şok olmuş gibiydi. Bir elime, bir yüzüme bakıyordu. "Pasta mı yaptın?"

"Bir kutlamayı hak etmiyor musun?" dedim doğrudan. Gerçeklik algısını yitirmiş gibi durduğundan ondan bir cevap beklemeden devam ettim konuşmaya. "Hak ediyorsun tabii. Öyle şeyler başaracaksın ki Doruk... Çok daha iyisini çok daha lüks yerlerde kutladığın zaman benim kıytırık pastamı hatırlayıp gülümsersin belki. Ne bileyim, belki insanlara anlatırsın. Güzel bir anı olarak kalayım aklında."

"Anılarımda kalma," dedi ciddi bir şekilde. Onun birkaç adım ötesine elimde tuttuğum pastayla döndüğümde kaşlarım hafifçe çatılmıştı. "Çok daha iyisini çok daha lüks yerlerde kutladığımda bir kız bana pasta yapmıştı demek yerine, bu kız bana pasta yapmıştı diyerek göstereyim seni insanlara."

Nefeslerim düzensizleşirken kocaman gülümsedim ve beni izlerken o da aynı türden bir gülümseme astı dudaklarına. Bu cümlesine dayanarak kesin bir şekilde arkadaş olduğumuz sonucuna ulaşabilir miydim? Aynı Ferdi'yle Naz'la olduğu gibi kafama estiği an onunla da görüşebilir miydim artık?

Ne diyeceğimi bilemeyince yeniden elimdeki pastaya verdim odağımı. "Çilek seviyor musun? Seviyorsundur umarım." Kendi kendime gülmeye başladım bir anda. "Peki pasta tam bile değilken sana çilek sormama ne demeli? Hazır mı alsak ya? Bilmiyorum, böyle bir eksik oldu. Gereken karşılığı veremedim sanki bu habere ben. Yetersiz hissediyorum şu an."

"Dalga mı geçiyorsun?" diye sordu şok içinde. "Dalga geçiyorsun," dedi sonra. "Bana... Benim için pasta yapmışsın zahmet edip."

"Ama bir çeyreği yok," dedim bu büyük bir sorunmuş gibi.

"Pac-man pasta." Benzetmesi beni güldürdü. Evet, böyle tutunca gerçekten çilekli bir pac-mana benziyordu pastam.

"Teşekkür ederim," dedi başını azıcık omzuna doğru eğerek. "Asıl ben yetersiz hissediyorum çünkü böyle bir şeye nasıl tepki verilir bilmiyorum. Benim için kendi ellerinle pasta hazırlamışsın. Benden gelecek haberi beklemişsin. Feza, gerçekten çok teşekkür ederim. Bugün geleceğimi nasıl hissettin?"

"Aslında hissetmedim," dedim elimdekini 15 numaralı masaya bırakarak. Oturmasını işaret ettiğimde saate değdi gözleri.

"Geç kaldın," dedi sonra. "Yine benim yüzümden geç kaldın. Oturmayayım hiç. Zaten ben seni alır, durağa bırakırım diye düşünmüştüm. Bir şey soracaktım sadece. Zamanını almayayım."

"Çok konuşma da otur şuraya," diye kızmamla birlikte başını eğip uslu uslu oturdu işaret ettiğim sandalyeye. O kadar tatlı gelmişti ki gözüme bunu yaparken.

"Kaç gündür seni bekliyorum. Dün de muffin yapmıştım, onu kaçırdın. Nasibinde pasta yemek varmış. İzin ver de birlikte tadını çıkaralım başarının."

"Geç kalmanı istemediğim için öyle dedim," dedi yanlış anlamamdan korkarak. "Planladığımdan daha geç saate kaldı buraya gelişim. Seni zor durumda bırakmayayım diye öyle söyledim. Bir an önce gitmek istediğimden falan değil yani. Anlıyorsun değil mi?"

Hayatı boyunca yanlış anlaşılmış biri gibi uzun uzun ve telaşlı şekilde yaptığı açıklaması, yüzümden düşmeyen gülümsemeyi iyice oraya kazımış oldu. "Anlıyorum," dedim hızlıca. "Sorun değil. Haber veririm bizimkilere. Bir de çatal almayı unutmuşum. İçeriden alıp geleyim hemen."

Başını salladığında kıvrılan dudaklarının kenarında gamzesi de belirdi bu sefer. Ona sırtımı dönüp sanki kaçacakmış gibi hızlı adımlarla mutfağa girip iki çatal kaptım ve geri döndüm. "Ay, çay da mı yapsam?"

"Otur lütfen." Yarım yamalak, bir çeyreği eksik, kıytırık bir pastaya bir insanın hayatının en güzel hediyesiymiş gibi bakabileceğini bilmiyordum. "Yorulma daha fazla. Başka hiçbir şey istemiyorum."

"Yorulmam aslında," dediğim an yüzüme dönen bakışları beni susturdu. Öyle bakarsa tek kelime edemezdim ama ben. Söz dinleyip karşısına oturacağım sırada yerde duran montuna takıldı gözlerim. İkimizin de aklına gelmemişti onu kaldırmak. Eğilip aldım ve üzerini silkeledim parmaklarımla. Ardından ona uzattım ve karşısındaki sandalyeye yerleştim.

Ellerimi çeneme yaslayıp pastayı yemesini bekledim hevesle. Bunu anladığında çatalı eline aldı ve dilime daldırmadan önce "Çok güzel," dedi yüzüme bakarak. "Çok güzelsin. Teşekkür ederim Feza, bunun benim için ne anlam ifade ettiğini bilemezsin."

Çok mu güzeldim? Öyle mi demişti? Naz söyleyince bağıra bağıra aksini savunan ben bu cümleyi ondan duyunca neden çok güzel olduğuma ikna olmuştum ki? Nasıl başarmıştı bana böyle hissettirmeyi?

Ona körsün diye bağırmak yerine utanıp gözlerimi kaçırdım. Dudaklarımı birbirine bastırırken karşısında sırıtmamaya çalışıyordum.

Yeniden ona döndüm çünkü ondan gelecek tepkiyi merakla bekliyordum. "Ellerine sağlık," dedi ilk çataldan sonra. "En özel kahvemi benim için sen hazırlamıştın. En özel pastamı da yine bu masada yiyorum şimdi."

Benim için kalıbını sıkıştırıyordu sürekli sözlerine. Hayatında buna ne kadar az şahit olduysa onun için bir şeyler yapmış olmam onu şaşkına çevirmişti. Bunu değiştirmek istedim. Buna alışsın istedim. Kendini değerli görmesini, ona böyle hissettirmeyi istedim.

Kahve ya da pasta değildi özel olan, oydu. Bunu ona öğretmek istedim.

"Seninle bu kadar gurur duymam normal mi?" Sorum donup kalmasına sebep oldu. "İki kez görüştük. Hangi yollardan geçtiğini, bu seviyeye gelebilmek için nelerin üstesinden geldiğini bilmiyorum hiç ama öyle gururluyum ki Doruk..."

Yeniden teşekkür ettikten sonra, "Yarın sözleşmeyi imzalamam için çağırdılar beni," dedi. "Aslında kontrat öylece önüne koyulur, imzalayıp geçilir çoğunlukla. Takımının kendi altyapısında büyüyüp A takıma yükselen çok oyuncu yok ligde, bu yüzden küçük bir imza töreni düzenlenecek yarın. Yani fotoğraf falan çekilecek Sinan Erdem'de. Medyaya bu şekilde duyurulacağım. Bana özel hazırlık yapılmış, uyuyamayacağım muhtemelen bu gece heyecandan."

"Reklamını yapacaklar," dedim hayran hayran. "O kadar güzel ki! Sahnede ışıkların vurduğu başrol oyuncu gibi olacaksın. Tüm gözler sana çevrilecek. Galiba ben bile uyuyamayacağım heyecandan."

"Benimle gelir misin?" Nefesim kesildi. "Neredeyse bunu sormayı unutacaktım. Adımı bile unutabilecek hale getirdin beni."

"Seninle mi geleyim?" diye tekrarladım inanamayarak. "İmza törenine mi?"

"Biliyorum çalışıyorsun ama... Bana eşlik edebilirsen çok sevinirim."

"Ciddi misin sen?"

"Oldukça."

Gerçekten ciddiydi. Böylesine özel bir anında beni yanında istiyordu. Ayakta olsaydım muhtemelen bacaklarım titrerdi duyduklarım yüzünden.

"Olur," dedim. Kalbim çıkacaktı şimdi yerinden. "Gelirim tabii. Çok isterim yanında olmayı."

"Gerçekten mi?"

"Gerçekten Doruk. Çok mutlu olurum."

Geniş gülümsemesi minnet doluydu. Her şey için teşekkür eder gibi bakıyordu. Doruk on dokuzundaydı ama bu şekilde gülünce yaşı çok küçülüyordu. Bir çocuğa dönüyordu sanki. "Seni alırım," dedi. "Bire doğru gelirim öğlen, uyar mı sana?"

"Hayır," dedim. "Yolunu uzatma sen. Salonun önünde buluşuruz olmaz mı?"

"Olmaz," dedi. "Seni alırım."

"Altında araba yok Doruk. Buraya kadar yorulma işte. Ben gelirim."

"İtiraz kabul etmiyorum, alacağım seni."

İnat edersem hevesini kırarım diye korkup "Tamam," dedim en sonunda. O da çatalını yeniden pastaya daldırırken dünyadan kopmuş gibiydi. Bulutların üzerinde hissettiğine yemin edebilirdim.

On yıllık bir hayalin gerçek oluşu ne demek ben bilmiyordum ama bana bunu izleme fırsatı vermişti. Küçücük bir çocuk olarak başladığı bu yolda yetişkin biri olarak o kapıdan girecekti şimdi. O parkeye A takım oyuncusu olarak çıkacaktı.

Tuhaf kaçmayacağını bilsem ağlamaya başlardım.

"Sen de ye pastadan," dedi. Parmakları alnına düşen saçlarının arasından geçip onları yukarı doğru ittirdikten sonra yeniden çatalı kavradı. "Çok yetenekli biri, benim için yaptı. Benim pastam."

"Evet," dedim çatalımı elime alırken. "Senin pastan."

Yüzünden düşmeyen gülümsemesi, son konuşmamızdaki umutsuz hallerinin aksine bugünkü ümit dolu bakışları, hayallerinin gerçekleşeceğine olan inancı... Tüm bunlar öyle çok yakışıyordu ki ona. Heyecandan gerçekten uyuyamayacaktı.

Yeni hayatımın ilk günü diye anlatırdı ya insanlar, onun yarın tam anlamıyla yeni hayatının ilk günüydü.

"Sadece birkaç gün..." dedi. "Sadece birkaç günde bütün her şey değişti. Beni kaldırımda bulduğunda gerçekten hayatımın tokadını yemiş gibiydim. Göründüğümden çok daha beterdim. Yarın, kocaman bir kapı açılacak önüme. İyi şeyler pek bulmaz beni. Geciktikçe ümidimi kaybediyordum. Olmayacak galiba gözüyle bakmaya başlamıştım. Bir anda geldi haberi."

Ağzımı bile açmadım o konuşurken. Filtresiz bir şekilde tüm hissettiklerini paylaşmasını hiç ses çıkarmadan sürekli dinleyebilirdim.

"İyi şeyler pek bulmaz beni," diye tekrarladı gözlerimin tam içine bakarak. "Eve metrobüsle gidiyorum ben. O gece, kafam öyle atıktı ki sadece yürümek istemiştim. Salondan çıktım, kaptırdım caddeyi aşıp ara sokaklardan. İleriden bir yerden nasıl olsa binerim metrobüse diye düşündüm. Üç dört duraklık yolu yürümek zor gelmez bana. Severim de zaten yürüyüş yapmayı. Düşünceler çok ağırdı ama o gece. Kaybettiklerim, yanımda olmayanlar, sırtımı yasladığım tek kapının sarsılması, çok değer verdiğim bir insanın beni öyle azarlaması derken çok daraldım işte. Nefesim kesilir gibi oldu."

Kıyamam diyerek onu bir kez daha kollarımın arasına çekesim geldi bu halini görünce. Kırgınlıkları yüzüne dağılmış durumdaydı. Gözlerinde geçmişten gelen hüznünün kalıntıları vardı.

"Şurada bir yol ayrımı var," dedi eliyle kapıdan dışarısını işaret ederek. "Siyah bir kedi, koşarak alt sokağa girdi ben nereye yürüsem diye düşünürken. Seçimi benim yerime o yaptı. Sonrasını biliyorsun zaten. Nefesim iyice düzenden çıkınca kaldırıma çöktüm. Gözlerim çok yanıyordu, daha fazla tutamadım kendimi."

Televizyon fişi ve siyah bir kedi.

Bir ipin iki düğümüydü bunlar. Kader denilen şeyin gerçek olduğunun kanıtıydı.

Rastlaşmamız gerekiyordu ve işte, denk gelmiştim ona.

"Olması gerekiyormuş," dedi benim düşüncelerimi dile getirerek. "Yaşanmalıymış tüm bunlar. Kimse kolay yollardan geçmez. Kendimi acındırmak istemiyorum sana, niyetim bu değil. Sadece teşekkür ederim. Yanımda olduğun, yarın da olacağın, o kahve ve bu pasta için. O gece, öylece önümden geçip gitmediğin için teşekkür ederim. İyi şeyler pek bulmaz beni ama sen elinle koymuş gibi buldun. İyi ki buldun."

🏀🧁🏀

"Biraz yaram var ama geçecek bu gidişle."

Doruk, önce formasını aldı sonra soluğu Feza'nın yanında aldı. Bak sen şuna ya. (Çok duygusalım, ağlamamam lazım.)

Yolumuz uzun. Yine Emir Can'ın dediği gibi, "Bu yol nereye gider bilmem ama yürüyorum işte." Fakat tek başına değil Doruk, Feza'yla birlikte :')

Ee Ferdi'yi sevdiniz mi?

Peki Doruk hangi numarayı giyecek ki acaba???

Sorularım da bittiğine göre bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Kol saatim yine sizde kaldı. Mecbur görüşmek zorundayız yani.

Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"