5. "ON BEŞ NUMARA"
Dört Çeyrek bir şarkı olsaydı Zaferlerim olurdu. Kitap boyunca bol bol göreceksiniz, bu bölümde de olmazsa olmazdı.
•🧁•
"Bayılacağım şimdi. Nazar duası okumaktan babaanneme döndüm. Güzeller güzeli kızım, Feyza'm, bebek suratlım, Maşallah sana ya. Evlenelim, karım ol benim."
Yok ya, Naz abartmayı pek sevmez.
Minik çiçek desenleri olan kalın askılı sarı bir cropun içindeydim. Üzerimde onun getirdiği lila renkli bir blazer ceket vardı. Mavi kotumun altına kenarları pembe olan Jordanlarımı giymiştim. Renkli giyinmekten normalde de hoşlanırdım ama bu defa başkaydı.
Bu defa, Doruk'un imza günü için hazırlanmıştım.
Evden çıkmadan önce rimel sürmüştüm, sonra sivilce izlerime de kapatıcıyla dokunuşlar yapmıştım. Çok heyecanlıydım. Her şeyi özenle düşünmekten kafayı yemiştim ve hatta saat gece yarısını geçerken Naz'la ne giyeceğimi konuşuyordum.
Terleyen avuç içlerimi pantolonuma sürttüm. Mutfak kısmında oturuyordum. Sırf bir eksiklik kalmasın diye sabahın köründe yine burayı açmaya koşmuş, tatlıları hazır etmiştim. Hiçbir işi aksatmadan üstüme düşen görevlerin hepsini yapmıştım. Tek değişiklik tezgâhın arkasında bugün benim durmayacak oluşumdu.
Bir günlüğüne kanun kaçağıydım.
Gözlerim sürekli olarak saate kayıyordu ama telefondakine değil de masanın üzerinde duran dijital kol saatine. Ekranın arka planı basketbol sahasıydı. Gece çekilmiş bir fotoğraftı, sadece bir gölge düşüyordu gri zeminin üzerine. Yerde turuncu, eskimiş bir basketbol topu vardı ve arkasındaki gölgenin saçları sağa sola dağınıktı, uzundu.
Doruk'un saatinin arka planına bile basketbolu koymuş oluşunu ilk fark ettiğimde gülümsemiştim. Bu spor gerçekten de onun her şeyiydi.
Naz karşımda dün gece yaptığım pastanın kalan küçük dilimini yerken diğer yandan da beğeni dolu bakışlarla beni süzüyordu. O böyle davrandıkça benim daha çok içim içime sığmıyordu.
Zaman akmıyordu. Kesinlikle saatlerin bana bir garezi vardı çünkü geçmek bilmiyorlardı.
Kendimi oyalamak ve içimdeki karmaşayı biraz olsun dindirebilmek için bir bölüm dizi açıp odağımı dağıtmaya çalıştım. Naz bu sırada müşterilerle ilgilenmek için ayrılmıştı mutfaktan. Kapının sesini duyduğum an ise her şeyi kenara bırakıp ayağa fırladım anında.
13.15.
Doruk kapıyı arkasından kapattığında gözlerini hızlıca etrafta gezdirdi. Gözleri gözlerime değdiği an aradığını bulmuş gibi geniş bir gülümseme yayıldı suratına. Aynı gülüş saniyeler içinde benim de dudaklarıma bulaştı.
İçeri adımlamadı. Sanırım masaların dolu oluşundan biraz çekinmiş, tezgâha yaklaşıp doğrudan benimle konuşmasının yanlış olacağını düşünmüştü. Düşünceleriyle ilgilenmiyordum, düşüncelerimle ilgileniyordum ve tek düşünebildiğim de ne kadar iyi göründüğüydü.
Lacivert bir gömlek vardı üzerinde, altında lacivert pantolonu ve beyaz spor ayakkabıları. Gömleğinin düğmelerini en üste kadar iliklemişti, saçları özenle düzeltilmişti ve tüm bu düzen içindeki hali bana derslerinde çok başarılı olan bir ilkokul çocuğunu anımsatmıştı.
Uslu, efendi ve bir o kadar da tatlıydı her şeyiyle.
Onun da gözleri oyalanmadan benim üzerimde dolaşıyordu. Bunu fark etmem zaman almıştı. Parmak uçlarımda kalkıp indim bir kez. Ellerimi arkamda bağlamış, gözlerimi gözlerinden ayıramamıştım.
"Çıkalım mı?" diye sordu.
"İnşallah," diye mırıldandı Naz yanımda. Neyse ki Doruk bunu duymadı. Ben de çok yakınında olduğum için duyabilmiştim zaten.
Elimde salak salak tuttuğum telefonu arka cebime atmadan önce ekranını kapattım. Buraya koşarak gelirken izlediğim dizinin sesini kısmak aklıma gelmişti ama onu durdurmayı akıl edememiştim mesela. "Çıkalım," dedim damalı zemindeki çizgilere basmadan yanına giderek. Attığım adımlar onu daha çok gülümsetti.
Kapıyı açıp eliyle önden geçmemi işaret etti. Tam adımımı attığım an aklıma gelen fikirle yüz seksen derece geri döndüm. "Açsan bir şeyler atıştırıp öyle gidelim."
Başını iki yana sallarken dilini damağına vurup bir cık sesi çıkartmıştı. Sanki başka ne diyebileceğini bilmiyordu. Gözlerindeki afallama ifadesinden yola çıkarak düşünmüştüm bunu. "Teşekkür ederim," dedi ikimiz de dışarı çıktığımız anda.
O kadar heyecanlıydım ki Naz'a bir görüşürüz bile demediğimi o kahkaha krizine girmiş bir şekilde bana el sallarken gördüm camdan. Doruk'un sırtının cama dönük olması en büyük şansımdı şu an.
Yürümeye başladığımda bu sefer de unuttuğum şeyi hatırlayıp aniden durdum. Frenime ayak uyduramadığı için sırtım göğsüne çarpmıştı. "Saatin yine bende kaldı," dedim hedefimde geri dönmek varken.
Elini omzuma koyup beni yeniden harekete geçmem için hafifçe itti. "Olsun, dursun."
"Hazır buradayken verseydim..."
"Alırım sonra." Sesindeki netlik yüzünden ısrarı bırakıp yürümeye başladım önünden. Yine adımlarını benimkilere uydurmuştu. Birkaç saniye konuşmadık, hatta bu beni biraz gerdi ama sonra Doruk başını bana eğip gülümsedi kocaman. Bütün gerginliğimi alıp götürdü iki yana kıvrılan dudakları.
"Uyuyamadığım belli oluyor mu?" dedi parmağıyla göz altlarını işaret ederken. Yorumlayabilmem için yakından görmem gerekiyordu ve bu yüzden yüzünü bana eğmişti.
"Kalbinin atış sesini duyacağım neredeyse," dedim onun gibi gülerek. "Deliriyorsun heyecandan. Yerinde duramayışından bile belli oluyor her şey."
"Duramıyorum." İki adımı sekerek atıp önüme geçti. Ardından yüzünü bana dönüp geri geri yürümeye başladı. "Delirmek üzereyim gerçekten. Hâlâ inanmıyorum. Galiba imzayı atmadan inanmayacağım."
Ona böylesi bir günde eşlik edecek olmak hayatımdaki en değerli anlar listesinde zirveye oynayabilecek bir olaydı. Heyecanını paylaşmaktan büyük bir mutluluk duyuyordum.
"Lütfen önüne bak," dedim arkasındaki kaldırım basamağını göremeyeceğini düşünüp telaşlanarak. "İmza öncesi sakata gelmeyelim."
Kullandığım tabir onu iyiden iyiye keyiflendirirken bakışlarını yola çevirdi. Yan yana geçen gün kahve içtiğimiz alışveriş merkezinin arkasındaki caddeye doğru yürüyorduk. Orada hem metro hem de metrobüs durağı vardı.
Başını bir kez daha bana çevirdiğini hissettiğimde geçen günlerde az daha bir kazaya sebebiyet vereceğim bisiklet yolundan geçiyorduk. Söyleyip söyleyememekte kararsız kaldığı bir şey olduğunu anladım bakışlarından. Yola baktı, ağaçlara, gökyüzüne... En son yeniden beni buldu ela gözleri. "Çok güzel olmuşsun."
Kışın ortasında tepemizde açan Güneş, tüm bulutları dağıtıp daha da parladı sanki o an. Ona hayır, sen körsün diyebilirdim, bunu herhangi bir iltifat aldığımda ezbere bir karşılık olarak söylerdim hep. Kendimi dizginlemeyi başardım. "Yanına yakışmak istedim," diyerek ben de bir iltifatta bulunmaya çalıştım kendimce.
"Estağfurullah," demesini beklemediğimden kıkırdadım. Bana hakaret ettiğini söylemişim gibi hızlıca yapıştırmıştı bir de bu cevabı. "Asıl ben sönük kaldım."
Ne sönüğünden bahsediyordu? Gömlek, bir erkeğin giyebileceği en şık giysiydi ve o erkeğin boyuyla fiziği de olunca bambaşka bir boyuta ulaşmıştı karizma seviyesi. Sadece en üstteki düğmesine takılıyordu gözüm sürekli. Nefes alması zorlaşmıyor muydu ya da boğuluyor gibi hissetmiyor muydu? Keşke onu açsaydı. O zaman daha güzel duracaktı gömleği.
"Benimle gelmeyi kabul ettiğin için çok mutluyum." Bu defa bana bakmadı, belki de bakamadı. Gözleri yerdeyken konuşuyordu. "Yalnız kalmayacağım sayende. Ablam gelmeyi çok istemişti ama maalesef uymadı programına, ayarlayamadı yani."
Ve sen de bana mı kaldın Doruk?
Sadece yalnız kalmamak için mi istemişti beni yanında? Kendine yakın görmesiyle alakası yok muydu hiç? Yani ablasının bir işi çıkmasa ben burada olmayacak mıydım ki?
Gülüşümün solmasına izin vermedim ama bu sorular içimde bir yerlerde oyuk açtılar kendilerine. O oyukta sakladım kalbimin kırılışını. Belli etmedim dışarı.
Birlikte turnikelerden geçtikten sonra yürüyen merdivenlere gittik yine sessizliğimizi koruyarak. Ara ara yüz ifademi yokladığını fark etmiştim ama ağzımı açsam ne söyleyebileceğimi bilmediğimden konuşmayı ona teslim etmiştim tamamen.
Trenin gelişine dört dakika vardı, dört duraklık da yol gidecektik.
"Fotoğraflarda nasıl gülmeliyim?" diye sordu ayakkabısının ucuyla yerde daireler çizerken. O sırtını duvara vermişti ve ben de iki adım ilerisinde dikiliyordum yüzüm ona dönük şekilde. "Dişlerimi göstermeli miyim yoksa küçük bir tebessüm mü?"
Kafasına taktığı şey gözüme ne yazık ki çok daha tatlı gelmesine sebep olmuştu. Her detayı aklında çizip oynuyor, heyecanına yenik düşeceğini bildiğinden daha şimdiden her şeyi planlamaya çalışıyordu ve buna fotoğraflarda nasıl çıkacağı da dahildi.
"Doğal davranmalısın," dedim. "O an içinden nasıl geliyorsa öyle yapmalısın. Bir gülümsemeyi önceden planlayamazsın ki Doruk, hisler çizer dudaklarına o gülüşü."
"Ama bak şimdi," dediğinde başımı kaldırıp ona baktım. Dişleri gözükecek şekilde sırıttı. "Böyle mi?" Sonra dudaklarını birbirine bastırıp küçük bir tebessüm yerleştirdi yüzüne. "Yoksa böyle mi?"
Gamzesine odaklandığım için iki gülüşün arasındaki farkı kavrayamadım. Yanağı resmen içe doğru göçüyordu. Babamda da kocaman bir gamze vardı, kardeşlerimde de ama ben ne yazık ki küçük, aşırı gülmediğim zaman belli bile olmayan bir gamzeye sahiptim. Babam genini bana yeterince geçirememişti. Küçükken hep ayna karşısına geçip onu belli etmeye çalışırdım ama asla olmazdı. İki üç fotoğrafta kendimi görene kadar hiç gamzem olmadığını düşünüyordum. Beni ikna eden şey o fotoğraflardı.
"Kameraya bakıp kaşlarını çatsan bu çok ikonik bir poz olurdu bence," dedim kendimi tutamadan bir kahkaha atarak. "Böyle sinirli gibisin ama elinde formanı tutuyorsun. Çok komik. Herkes seni konuşurdu." Bir anlığına söylediklerimi kafasında tarttığını fark ettim ve hızlıca "Sakın bunu yapma," diye eklemek zorunda kaldım cümlelerimin sonuna.
"Bana hiç yardımcı olmuyorsun," dedi somurtarak. "Fotojenik biri değilim, destek olman gerekiyor."
"Ne?" dedim şaşırarak. "Öylesin bu arada."
"Nereden biliyorsun?"
Pot kırmanın kıyısında dolaştığımı anladım işte o an. Onu stalkladığımı ve Instagram'a attığı her fotoğrafın güzel olduğunu söyleyemeyeceğim bir noktadaydık. Konuyu kıvırmam gerekiyordu. Telaş yapmadan, kendimi sakin tutarak girmeliydim cümleye.
"Aa! Metro geldi."
Elimi alnıma vurmamak için kendimi zor tuttum. Üzerimizde zaten dakikasını gösteren bir tabela vardı ve metronun gelmesi dünyanın en normal olayıydı ama ben buna gereksiz bir sevinçle karşılık vermiştim.
Kapılar açıldığında içeriden inenleri bekledik ve ardından içeriye adımladık. Koltuklar boş değildi ama köşe boştu. O turuncu köşeye sırtımı vermeyi çok severdim, bu yüzden adımlarımı doğrudan oraya yönlendirdim ve Doruk da beni takip etti. Ben sırtımı yaslarken o da elini kaldırıp üstteki tutunma yerinden sarkan askıya geçirmişti bileğini.
Orayı ben parmak uçlarımla kavrayabiliyordum, o ise bileğini geçirip elini aşağı sarkıtabiliyordu. Boy farkımız bir kez daha yüzüme vurmuş oldu böylelikle.
Dağıldığını hissettiğim saçlarımı tek bir omzuma alarak düzelttim. Gözlerimi yeniden Doruk'a çevirdiğimde onunkilerin çoktan bende olduğunu gördüm. Çeneme yakın bir noktaya bakıyordu. Sağ elinin parmaklarının yanağımla boynum arasında bir yere dokunmasını kesinlikle beklemiyordum. "Buraya ne oldu?" diye sordu garip bir sesle.
Teması donup kalmama neden olurken ne söylediğini algılayamadım birkaç saniye. Parmaklarının dışı hâlâ yüzüme teğet duruyordu. Geri çekmemişti elini ve ne yaptığının farkında gibi de değildi. Sanki refleksle uzanmıştı bana.
"Ne olmuş?" dedim gözlerinin içine bakarak. Onun gözleri hâlâ aynı noktadan kopmamıştı.
"Kızarmış," dediğinde sesinde farklı bir ton vardı. Öfkeli bir ton. Dişlerini sıktığını anladım çenesinin kasıldığını görünce.
Derin bir nefes aldı. Yeniden dudaklarını aralamaya cesaret ettiğinde, "Neden kızarık burası?" diye sordu az öncekinin aksine yumuşacık bir sesle. Dokunduğu yere hafifçe sürttü parmaklarını okşar gibi. Bakışları dalgındı.
Şiddet gördüğümü mü sanmıştı?
"Çilek lekemi mi diyorsun?"
"Çilek lekesi mi?"
"Evet," dedim hızlıca. "Doğum lekesi gibi bir şey ama kırmızı, çilek lekesi olarak geçiyor bu yüzden."
Bir açıklama yapmadan önce ne kadar gerildiğinin farkındaydım. Aklından her ne geçirdiyse tüm bunları dağıtmak istediğim için devam ettim konuşmaya.
"Sırtımda da var, kürek kemiğimin altında. Allah'tan yüzümdeki o kadar belirgin değil. Sadece pembe boya gibi duruyor. Yani en azından babam beni böyle kandırıyor. Çünkü bence kötü görünüyor, ona alışmam çok uzun sürdü. Ben bebekken daha genişmiş, biraz azalmış sonra. Neyseki boynuma doğru olduğu için çenemi kaldırmazsam pek fark edilmiyor. Sen de yeni fark ettiğine göre o kadar da dikkat çekmiyor demek ki."
Rahatlamış gibi düştü omuzları. Nereye kaymıştı düşünceleri de bakışları böyle derinleşmişti? Birinin bana vurduğunu mu düşünmüştü yoksa yanığa mı benzetmişti? Aklına gelen hangi ihtimal onu böyle öfkelendirmişti ve daha da önemlisi, neden ilk aklına bunlar gelmişti?
Yeni idrak edebilmiş gibi yüzümden çekti elini. Gözü daldı. Onu çekip çıkarmak istedim. Dikkatini dağıtmak için bir yol ararken gömleğinin düğmesine uzandı ellerim. "Bence bunların iki tanesini açmalısın," dedim düğmelerine parmaklarımı değdirip geri çekilerek.
Kaşları hafifçe çatılırken sözlerim bir karşılık bulmamış gibiydi onda. "Kötü görünmüyor," dedi.
"Anlamadım?"
"Çilek leken..." Duraksadı. "Kötü görünmüyor. Ben sadece sandım ki..." Tekrar durdu. "Boş ver ne sandığımı."
Parmaklarımı yeniden gömleğinin düğmelerine uzattım ve en üsttekini açtım. Bu neyin cesaretiydi bilmiyordum. Yapmak zorunda gibi hissetmiştim. Yapmazsam rahat edemeyecektim.
Metro durağa yaklaşınca yavaşlarken sarsıldı ve bir an için Doruk bana doğru yalpaladı hafifçe. Ellerim sanki bu şekilde onu tutabilirmişim gibi yakalarına yapıştı. O da elini yüzümün yanından metronun duvarına bastırdı refleksle.
Ben ona baktım, o bana baktı. Saniyeler yavaşlamış gibi hissettiren bir bakışmaydı bu. Gözlerini ilk kez bu mesafeden inceleme fırsatı bulmuştum. Yeşile yakın bir elaydı, göz bebeklerinin çevresinde açık kahve yoğunken etrafında yeşil halkalar çoğalıyordu.
Bizim sessizliğimiz uzayıp giderken aramıza duymaya alışık olduğum o kadının anons sesi girdi. "Gelecek istasyon, Ataköy-Şirinevler."
Boşluğuma geldiği için başımı yere çevirip gülmeye başladım. Doruk'un da gülümsediği sesinden belliydi. "Burada ineceğiz." Elini geri çekip bir adım geriye gitti. Kapılar açıldığında yine önce benim geçmemi bekledi ve ardından adımlarını benimkilere uydurarak yürümeye başladı.
Ellerini yakalarına götürdüğünü gördüm. "İki düğme mi demiştin?" diye sordu göz kırparak. En üsttekini ben açmıştım, ikincisini de o çıkardı iliğin içinden. Ardından benden bir onay bekler gibi baktı. "Oldu mu?"
"Böyle daha iyi," diye mırıldandım. Çok daha iyiydi. Artık gözüme çarpıp durmayacaktı.
Yürüyen merdivenlerde ondan önceki basamağa binip sağ tarafıma yaslandım ve yüzümü ona çevirdim. Bulunduğum basamağın yükselmesiyle birlikte aramızdaki boy farkı biraz kapandı ama buna rağmen benden daha uzundu. Yüzümü buruşturdum, ne düşündüğümü anlamış olacak ki gülümsedi yine.
Ortaya çıkan gamzesinden gözümü alamadığım sırada "Önüne bak," dedi ve bu uyarıyla birlikte hızlıca basamaktan atlayıp çıkış turnikelerine doğru yürümeye başladım başka bir şey söylemeden. Arkamdan gülerek takip ediyordu beni.
Çıktığımda sağıma ve soluma baktım. Ne tarafa gideceğime karar vermeye çalışıyordum. İleriye uzanıp sağa dönen bir yol vardı. Orası sanırım metrobüse çıkıyordu. Sağ tarafımda, aşağı inen yürüyen merdiven görüyordum. Karşı cadde de yemek dükkânlarının bulunduğu bir meydandı.
"Sol," dedi sadece. Sesinden bile ne kadar güldüğü anlaşılıyordu. "Ne dikiliyorsun sudan çıkmış balık gibi? Gelsene peşimden."
Soldaki merdivenlerden aşağı inerken bir yandan da ona bakıp somurttum benimle dalga geçtiği için. Buralar sık uğradığım yerler değildi. İstanbullu olmam, İstanbul'u avucumun içi gibi bildiğim anlamına gelmiyordu. Nasıl bir şehrin üst geçidi bile karışık olurdu ki? Her yer her yere bağlanıyordu ve her seferinde ben büyülenmiş gibi donakalıyordum yolumu seçmeye çalışırken.
"Her gün senin gibi buradan geçmiyorum ben." Sesim trip atar gibi çıkmıştı. "Doruk, daha ne kadar güleceksin?"
"Ama çok komiktin," dedi gülüşünü durdurmadan. "Gözlerini kocaman açtın, sağına soluna çevirdin kafanı hızlı hızlı. Bir de tam sağ tarafa doğru ilerleyecekken bir anda emin olamayıp çat diye durdun ya, arkanda yürüyen kadın sana çarpıyordu az daha. İstanbul görmüş masum köylü müsün sen?"
"Yok," dedim ben de dalgaya vurmaya başlayarak. "Köyden indim şehire'yim ben."
Sesli şekilde gülmeye başladı. Sabahki gerginliğinin biraz azalmış olduğunu fark ettim. Heyecanı yerli yerinde duruyordu ve çok keyifliydi. Yine sekerek yürümemek için kendini zorluyor gibiydi.
Dar bir bisiklet yolundan yürüyorduk. Solumuzda metro hattı kalıyordu ve sağımızda da yeşillik bir alan. Uzun, sağa sola dönemeci olmayan, sonu görünmeyen bir yoldu. Tam da benim gibi yer yön bilgisi sıkıntılı olan insanlar içindi. Öylece yürüyorduk dümdüz.
"Keşke ablam da burada olsaydı," dedi. Annem, babam veya ailem diyebilirdi. Kötü bir ilişkiniz bile olsa böylesi özel bir anda onların da yanınızda olmasını isteyebilirdiniz ama o, tek varlığı ablasıymış gibi kurmuştu cümlesini.
"Eminim o da çok üzgündür gelemeyeceği için," dedim başka ne diyeceğimi bilemediğimden.
Eğer burada ben olmasaydım Doruk bu özel günü yalnız başına geçirecekti. Bu yolu yalnız yürüyecekti ve ne kadar heyecanlı olsa da bir yanı mutlaka buruk kalacaktı. Elbette ki yine buruktu, kalbinin bir köşesi yine üzgündü ama en azından yüzü gülüyordu. En azından her şeyi konuşabileceği bir arkadaş olarak burada olduğumu biliyordu.
"Evet," dedi. "Ama her şeyime yetişemez."
Ablalar kardeşlerinin her şeylerine yetişirlerdi ama bunu ona söylemedim. Bir abla olarak, nedense içimde bununla ilgili bir his vardı. Gereksiz beklenti oluşturmamak için sessiz kaldım.
Sinan Erdem Spor Salonu yazısını gördüğümde heyecanla "Aa," dedim. "Burası mı?" Bir de sanki o hiç bilmiyormuş gibi elimle işaret etmiş, orayı ben keşfetmişim gibi davranmıştım yanlışlıkla.
"Evet." Bu sefer dalga geçer gibi değil, heyecanımdan hoşlanır gibi gülümsedi. "Hiç gelmedin mi daha önce?"
"Yok. Babam beni Abdi İpekçi'ye götürmüştü. Birden fazla kez hem de. Buraya hiç gelmemiştim."
Gözlerine yerleşen ışık karşısında dilim tutuldu bir an. Kafamı iyice kaldırıp yüzüne baktım. "O salonun atmosferi bambaşkaydı," dedi anılarının arasına dalmış gibi. "Film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Bacaklarım titrerdi tezahürat için hepimiz ayağa kalktığımızda. İnsan en çok böyle zamanlarda hayal kuruyor sanırım. Heyecandan için titrerken gözlerini kapatıp bir gün koltuklarda değil de sahada olacağını, alkışların senin için kopacağını düşünmek..."
Bunların bir kısmını zaten gerçekleştirmişti şimdiden. Sahaya ayak basmış, o da alkışlanmıştı. Hedefi daha büyükleriydi, daha fazlasıydı. Hepsinin tek tek gerçekleşeceği konusunda ufacık bir şüphe bile duymuyordum.
Önünde upuzun bir basketbol kariyeri vardı ve ben her zaman ilk adımını atarken yanında olmanın gururunu yaşayacaktım.
"Ben ilk gittiğimde biraz korkmuştum." Yanımda o kadar çok gülüyordu ki bu kadar komik bir insan olup olmadığımı sorguluyordum sürekli. "Koca koca adamlar, koltuklara vura vura bağırıyor tepende." Yine sesli bir kahkaha attı. "Küçüktüm Doruk," diyerek sitemle sundum bahanemi. "Ağlamıştım bayağı."
"Koltuklara vura vura tepende bağıran kişilerdendim ben muhtemelen." Bana takılmak hoşuna gidiyor gibiydi. Çok eğleniyordu. "Üç beş arkadaş giderdik biz, takımdan mahalleden oradan buradan işte. Bir saniye bile mi oturmaz insan? Oturmuyorduk yemin ederim. Nefesimi tutup izlediğimi hatırlıyorum o maçları."
Onun oynayacağı maçları nefesimi tutup izleyecek olma düşüncesi beni heyecanlandırırken gülümsemekle yetindim. Bugünden itibaren dünyanın en büyük basketbol taraftarı bendim. En fanatik Efesli kim diye sorarlarsa cevap olarak beni gösterecekti herkes hatta. Kanım lacivert beyaz akıyordu şu an.
Bir üst geçidi daha aşıp caddenin kenarındaki kapıdan içeri girdik. Maç günleri burada bir köfte ekmek arabasının durduğunu babamdan biliyordum. Telaşla işten çıkıp buraya yetişmeye çalışırken annem ona aç aç gitmemesini söyler, babam ona öpücük atıp bahçede köfte ekmek yerim diye cevap verirdi. Sanırım sadece maç saatleri o araç buraya geliyordu, şimdi boştu çünkü bahçesi.
Birlikte önümüzde uzanan merdivenleri bir bir çıkarken Doruk'un kalp atışlarını duyacak gibiydim. Adımlarını benimkilere uydurma çabası olmasa koşacağını fark ettim. Sonra bir anda ben hızlandım ve koşarcasına çıkmaya başladım basamakları. Gülerek bana eşlik etti ve kolayca tahmin edilebileceği üzere benden önce ulaştı tepeye. Sanki bir yarışın içindeymişiz de galibi o olmuş gibi hareketler yapmayı da ihmal etmedi göğsünü kabartırken.
Üç yaşında gibi gözüken bu çocuk A takıma imza mı atacaktı şimdi?
Çok gurur duymaktan bayılıp kalmazsam iyiydi.
Kapıdaki güvenlik görevlilerine tek tek selam verdi Doruk. Gazını alamayınca diğerlerine göre daha samimi duran kel adamın kafasını öptü hatta. Yakından tanıdığı belliydi ikisinin birbirini. Adam da Doruk'un belini cimcirerek karşılık verdi ona.
Adımlarım onunkileri takip ederken bir yandan da kafamı yine sağa sola çeviriyor, onun deyimiyle masum köylü gibi iri iri açtığım gözlerimle izliyordum etrafı. Bu koridorlarda yürümek bana tuhaf hissettirmişti. Salonun büyüsünden midir nedir, ilk kez geldiğim bu yeri sanki yıllardır tanıyor gibiydim.
"Şu tarafta tribünler var," diyerek tur rehberliği yapmaya başladı bana. "Blok blok numaralandırılıyor. Girdiğimiz kapının karşısında yönergeler var zaten. Sonra şu tarafta bir iki büfe var. Patlamış mısır, tost için falan. Sahi aç mısın Feza?"
Nefes almadan konuşması içine bir türlü sığamayan hislerinin dışarı vurma şekliydi. Onu yüzümden bir türlü silemediğim gülümsemeyle dinlerken başımı iki yana salladım. Aynı hızla devam etti anlatmaya. "Bu kısımda maç günü bazı etkinlikler yapılıyor." Birlikte koridorları aşmaya devam ettik. "İleride rakip takımın soyunma odası var. Şu gördüğün kapı doğrudan sahaya açılıyor."
Elini belime koyup yönümü değiştirdi ve birlikte biraz daha yürüdük. "Burası da bizim soyunma odalarımız. Sonra şu da... Aaa... Hocam?" Gri saçlı, kırmızı tişörtlü bir adam onun sesini duyduğunda bize doğru çevirdi kafasını. Kırklı yaşlarının sonunda gibi görünüyordu. Boynunda kırmızı bir düdük asılıydı ve Doruk'u gördüğünde dudakları iki yana kıvrıldı. Doruk şoka uğramış haldeydi. "Siz de mi buradaydınız?" diye sordu aval aval karşısındaki adama bakarken.
"Buradayım tabii aslanım," dedi hoca ona. Acaba bu Doruk'un bir gece vakti kaldırıma çöküp ağlamasına neden olan koçu muydu? Çünkü aklımda birleşmeyen parçalar vardı. Karşımdaki adam, ona bir babanın evladına bakacağı şekilde bakıyordu.
"Ooo!" diye bir ses duyuldu içeriden. Doruk gözlerini kocaman açarken başını bana doğru çevirdi saniyelik şaşırma anında. İki saniye kadar sonra, on on beş kişilik bir erkek grubu sardı bulunduğumuz koridoru. "Şşşh! Bir, iki, üç!" Bütün grup oldukları yerde büyük bir coşkuyla zıplamaya başladılar. "Dorukhan Falay! Dorukhan Falaaay! Laylay lalayy, Dorukhan Falaaay!"
Boru sesli erkeklerin koro halinde söylediği bu beste beni güldürürken onlar Doruk'u ortalarına alıp zıplamaya devam ettiler. Doruk anın şaşkınlığını üzerinden atamıyordu, sadece sırıtarak arkadaşlarına bakmakla meşguldü.
"Oğlum," dedi içlerinden biri. Hoca ve ben kenarda dikiliyor, sessizce onların mutluluklarını paylaşmalarını izliyorduk. "Sen büyüdün de imza mı atacaksın lan?"
Arka tarafta beliren bir kamera gördüm. Çeken kişi basın mensubu muydu, teknik ekipten biri miydi yoksa o da bir arkadaş mıydı hiçbir fikrim yoktu ama bu anları kayıt altına alması beni çok memnun etti. Kesinlikle tekrar tekrar açılıp izlenmesi gereken sahneler yaşanıyordu şu an.
İki üç çocuk aynı anda Doruk'un saçlarını karıştırmaya çalıştıklarında Doruk kendini geriye doğru çekerek "Saçım bozulacak ya," diye sitem etti komik bir halde.
"Yesinler senin saçını," dedi birisi. "Şuna bak, gömlek giymiş bir de artist."
"Sen yanlış gelmişsin kardeş," dedi başka biri. "Lise mezuniyeti diğer binada."
Aralarındaki muhabbet ve samimiyet yüzünden yanak kaslarım gerilmişti gülümseyip durmaktan. Doruk böyle bir ortamda bir anda gözlerimin içine dikti gözlerini. Az önce hırpalanmış olmanın verdiği nefes nefeselikle soluk alır gibi "Feza," dedi. Bütün gözler beni buldu aynı anda. "Bunlar takım arkadaşlarım." Otuz iki diş gülümsüyordu.
Onu yalnız bırakmamışlardı. Onun belki de en özel gününde ona eşlik ediyorlardı. Yanındalardı, buradalardı, takım arkadaşlarının imza törenine gelmişlerdi toplanıp.
Başka bir yerde olsaydım ağlamaya başlardım duygusallıktan.
"Eski takım arkadaşları," diye düzeltti cümleyi Doruk'tan biraz daha küçük duran siyah saçlı bir çocuk. "Ama sen bizi unutsan da bu kalp seni unutmaz Dorukçuğum."
"Ben niye unutayım sizi?" diye sordu Doruk. Gözlerinin dolduğunu gördüm. Başını yukarı doğru kaldırıp bir kez gözlerini yumdu ve açtı. Diğerleri fark etmiş miydi bilmiyordum ama gözlerindeki nem gitsin diye yapmıştı bunu. "Buraya kadar geldiniz mi bir de? Antrenmanınız yok muydu sizin?"
"Ben istedim, öyle oldu." dedi yanında durduğum boynu düdüklü adam. "Hayırdır, itirazın mı var?"
"Estağfurullah hocam," dedi Doruk anında. "Çok sevindim aksine. İyi ki geldiniz."
Ne kadar sevindiği kırışan gözlerinin kenarlarından bile belliydi. Yalnız olacağını sanan Doruk'a eski takım arkadaşlarının yaptığı bu sürpriz hangimizi daha çok duygulandırmıştı bilmiyordum. Benim ellerim neden titriyordu mesela? Ben neden bu kadar mutlu olmuştum arkadaşları toplanıp onun adını haykırdığında?
"Daha fazla gürültü yaparsanız bizi kovacaklar," dedi hoca, öğrencilerini susturarak. "Uslu çocuklar olun ve düşün önüme şimdi."
Eğer ismini öğrenseydim ona bir fan hesabı açabilirdim. Öyle çok sevmiştim sadece birkaç dakika içinde bu adamı.
Ben hareket edene kadar hiçbir takım arkadaşı hareket etmedi. Doruk'u bu ortamdan çekip çıkarmak istemediğim için koridorun duvara yakın tarafından yürümeye başladım fakat saniyeler içinde Doruk yanımda bitmişti. Koç en önden, biz ikimiz arkasından ve sürü halindeki diğer basketbolcu çocuklar da bizim arkamızdan yürüyordu şimdi.
"İyi ki buradasınız," dedi Doruk, muhtemelen kalbi göğsünden çıkmak üzereydi. Bu sesine de yansıyordu. "Çok teşekkür ederim."
"Formamızı imzalarsan ödeşiriz," diye bağırdı arkamızdan biri ve kendi aralarında gülüşmeye başladılar.
Sıcacık hissediyordum.
Küçük çaplı tören için kurulan alanda sadece bir masa, karşısında da birkaç sandalye vardı. Kimisi doluydu, yaka kartlı basın üyeleri oturuyordu ön taraflarda. Sonra bize doğru yaklaşan genç bir kadın gördüm, elinde bir mikrofon vardı. Doruk'u röportaja alacağını anlayıp hızlıca kenara kaçtım. Doruk bana bakıp güldüğünde arkasındaki ekipten birine beni işaret etti eliyle ve işaret ettiği çocuk, yanıma geldi.
"Merhaba Feza." Siyah saçlarını elleriyle düzeltti. Ona bakarken de başımı kaldırmam gerekiyordu ama gökyüzüne çevirmeme gerek yoktu, Doruk'tan daha kısaydı boyu. "Ben Bekir. Beyefendiyi bugün kolay kolay salmazlar, biz seninle şöyle geçelim mi?"
"Geçelim," dedim gösterdiği yöne ilerlerken. Yan yana bir sıra sandalye vardı. Onlardan birine oturdum ve Bekir de yanıma oturdu. Ardından birkaç takım arkadaşı daha doldurdu boşlukları, hepsi sığmayınca kalanlar da arkamıza dizildiler.
Tanımadığım insanların arasında biraz gerildiğim için parmaklarımla oynamaya başladığımda bir yandan da etrafı inceliyordum. Doruk, Efes'in renkleri ve sponsorlarıyla dolu bir arka planın önünde siyah elbiseli kadınla röportaj yapıyordu. Sürekli gülümsüyor, heyecanını gizleyemiyordu. Kadın elinde tuttuğu mikrofonu ona doğru uzattığında Doruk bir saniye için kafasını kaldırıp bana baktı, ardından kadına cevap vermeye başladı.
"Bu röportajı yayınlarlar değil mi?" diye sordum Bekir'e. "Nereden izleyebilirim?"
"Youtube'da canlı yayındalardır," dedi ilgim karşısında şaşkınlığını gizleyemeden. "Yazarsan çıkar zaten, geri sarıp izleyebilirsin."
Başımı salladım ve ona teşekkür ettim. Gözüm bu esnada tanıdık bir isme çarptı. Ömer Baysal da buradaydı, senelerdir Efes'in A takımının kaptanlığını yapıyordu ve şimdi bulunduğumuz kısma doğru geliyordu.
"Kaptanım," dedi içinde bulunduğum gruptan biri. Onlardan en az on dört on beş yaş büyük olan kaptanları, tek tek selam verdi altyapı oyuncularının hepsine. Çoğunun adını biliyordu. Köşedeki kıvırcık çocuk kalkıp kaptana yer verdi, Ömer Baysal da önce çocuğun saçlarını karıştırdı, sonra sandalyeye oturdu.
Onların arasında bir muhabbet başladığında Bekir, "Ömer abi, A takım kaptanı," diye açıkladı bana. Bildiğimi belli edercesine başımı salladığımda kaşlarını hafifçe çattı. "İzliyor musun maçları?"
"Babam koyu bir taraftar."
"Sen?"
"Bugünden itibaren babamdan daha koyu bir taraftarım."
Cümlem onun küçük bir kahkaha atmasına neden oldu. Doruk ve benim nereden tanıştığımızı biliyor muydu acaba? Hiç sormaması, sorgulamaması biraz garip gelmişti. Erkekler böyle şeyleri didiklemeye bayılırdı. Ferdi bile daha Doruk'u görmemesine rağmen soru yağmuruna tutmuştu beni.
Röportaj yapan kadın, yüzündeki gülümsemeyle ön sıradaki sandalyelerden birine oturdu ve bacak bacak üzerine attı. Doruk da hepimizin karşısındaki geniş masaya doğru yönlendirildi.
Birkaç kişi fotoğraf çekiyor, birkaç kişi de arka planda anlamadığım şeyler ayarlıyorlardı. Burası pek kalabalık sayılmazdı, asıl kalabalığı ben ve arkamdaki bir grup genç oluşturuyorduk.
Doruk sandalyeye oturduğunda masanın üzerinde ellerini kenetledi. Heyecanı onu çok tatlı gösteriyordu. Yüzü hafif kızarmıştı ve kendini sakinleştirmek ister gibi masanın üzerindeki bir noktaya odaklamıştı gözlerini.
Bu esnada geldiğimiz kapıda nefes nefese bir kadın belirdi. İri yeşil gözleri, dikkatimi ilk çeken şeydi. Mavi bir kot pantolonun üzerine beyaz bir gömlek giymişti, koyu renk saçları biraz dağılmıştı. Elini kapıya yaslayıp soluklanmaya çalışırken etrafta gezdirdi gözlerini hızlı hızlı.
Doruk'un da bakışlarının benim gibi kapıya çevrildiğini gördüm. Yüzüne öyle aydınlık bir gülümseme yerleşti ki, şimdiye kadar gördüğüm tüm gülümsemelerini unutturdu bana. Bir erkeğin bir kadına bakarken gözlerinin içi bile gülüyorsa o kadın o erkeğin ailesi olmalıydı.
"Şu kadın..." dedim Bekir'e dönerek. Kadın birleştirdiği parmaklarını dudaklarına götürüp Doruk'a bir öpücük attı. Doruk elini kalbine koyarak gözlerini kapattı karşılık olarak. Yeniden açtığında ikisi etraftaki tüm insanları boş verip birbirlerine bakarak gülüştüler.
"Özge abla!" dedi Bekir birilerinin duymasından çekinmeden bağırarak. "Gel gel." Elini kaldırıp sanki aramızdaki mesafe çok büyükmüş gibi kendini göstermeye çalışmıştı. Bekir diğer tarafımda oturan çocuğa doğru eğildi üzerimden ve onu oturduğu yerden kaldırdı. Kısa süre içinde yanımdaki boşluk, Doruk'un ablası tarafından doldurulmuştu.
Çok güzel koktuğunu söylemeliydim. Ondan önce parfümünün tatlı kokusu gelmişti ortama. Kıvırcık siyah saçlarını bileğindeki kırmızı tokayla gelişigüzel topladığında Doruk'a görünüş olarak çok benzemediğini düşünüyordum. Doruk'un da saçları kıvırcığa yakındı ama renk tonu daha açıktı. Ablası onun kadar uzun değildi, benden birkaç santim kadar uzundu sadece.
"Merhaba Feza," dedi yanıma oturur oturmaz. Kaşlarım yukarı kalkarken adımı bilmesine şaşırarak elimi ona uzatmaya çalıştım ama bunun yerine omuzlarımdan tutup beni kendine çekti ve sarıldık. "Özge ben, Özge Değirmenci. Dorukhan'ı yalnız bırakmadığın için çok teşekkür ederim. Az daha yetişemeyecektim." Benim bir şeyler söylememe fırsat bırakmadan önce Bekir'e ve sonra diğerlerine döndü. "Çocuklar, hepiniz gelmişsiniz. İnanamıyorum size."
Yeniden Doruk'un ne durumda olduğuna baktım. Önündeki mikrofon genç bir erkek tarafından ayarlanırken görüş açımda değildi. Kafasını sola kaydırıp bize bakmaya devam etti kaldığı yerden. Heyecanı sanki silinip gitmiş, geriye sadece saf bir mutluluk kalmıştı. Anladım ki o an, burada on kişiden fazla bir grup olsak da ablası geldiği an tamamlanmıştı onun için her şey. Ablası gerçekten de her şeyiydi.
"Ne kadar sürer bu Bekir?" diye sordu Özge abla.
"Çok sürmez abla. Bir iki soru sorarlar, bir iki fotoğraf çekimi olur. Biter hemen."
"Forma numarasını değiştirecekmiş," dedi Özge abla heyecanlı heyecanlı. Konuşurken bir Bekir'e bir bana bakıyordu. "Yıllardır 4 numarayı giyiyordu, sorsam da söylemedi kaçı alacağını."
"4 numara A takımda zaten olduğu için onu alamazdı." Bekir saçlarını karıştırdı. "Belki de 44 falan alacaktır, nedense onu dörtsüz düşünemiyorum."
"Biliyor musun Feza, benim için 4'ü seçmişti Dorukhan çocukken." Bunu duymak yeniden o sıcaklığı hissettirdi bana. "Doğum günüm 4 Nisan," diye devam etti Özge abla. "Çok ağlamıştım ilk söylediğinde. Kaç sene geçmiş üzerinden... Ben galiba yine ağlayacağım."
Ben de eşlik edebilirdim her an.
Özge abla ve ben gururlu anneler gibiydik.
"Çok tatlı bir hareket," dedim onunla konuşma fırsatı bulabildiğim için sevinirken. Doruk'un hayatındaki en önemli insanla, onun imza gününde tanışacağımı hayal edemezdim. Daha güzel bir tanışma olamazdı herhalde. "Sabahtan beri o kadar heyecanlı ki."
"Çok hak ediyor." Özge ablanın gerçekten de gözleri dolu doluydu. "Çok çalıştı, çok hak ediyor buraları." Bekir de anında onay vermişti bu cümlelere. Asla bir kıskançlık, bir art niyet sezmemiştim kimsede. Eski takım arkadaşlarının tümü çok gurur duyuyor gibi bakıyordu ona. Belki de o, düşman olunması çok zor biriydi. Kendini sevdirme yönünün olması beni şaşırtmazdı açıkçası.
Kameramanların pozisyon değiştirmesiyle birlikte deklanşör seslerini de duyduk beraberinde. Törenin başladığını anlayınca herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Doruk önündeki mikrofonu kendine göre ayarladı. Gömleğinin yakalarını ve saçlarını düzeltti. Tüm bunları yaptıktan sonra gözlerini bize çevirdi ve ben de refleksle baş parmaklarımı kaldırdım havaya. Küçük bir tebessüm edip önüne döndü.
Tanımadığım bir adam kenardaki sandalyelerden birinde oturuyordu ve o da mikrofonunu düzeltip bir açılış konuşması yaptı. Az sayıdaki basın mensuplarını selamladıktan sonra yine tanımadığım başka bir adama devretti sözü. O adam da Efes'in altyapı kültüründen bahsetti. Genç takımları, yaş gruplarını, yetiştirilen oyuncuların Türk basketbolu için ne kadar önemli olduğunu vurguladı. Son olarak da sözü Doruk'a bıraktı görüşlerini öğrenmek için.
Bir yutkunuşun ardından "Öncelikle hepiniz hoş geldiniz," diye başladı söze. "Birçoğunuzun bildiği üzere ben senelerce Efes altyapısında oynamış, burada büyümüş bir oyuncuyum. Kulübümün kapısından girdiğimde henüz dokuz yaşında bir çocuktum, şimdiyse on dokuz yaşında bir genç olarak A takıma girecek olmanın heyecanını ve gururunu yaşıyorum."
Ben burada heyecandan ölmek üzereyken bir mikrofon uzatsalardı kesinlikle kekelerdim. Acaba kaç kez bu konuşmaya çalışmıştı ayna karşısında? Bunu ona sormalıydım.
"Çok güzel sezonlar geçirdim burada. Çok özel anılara sahibim. Bu anıları benimle paylaşan ve gelişimime katkıda bulunan tüm antrenörlerime, takım arkadaşlarıma, teknik ekibe ve sağlık ekibimizin her üyesine bir teşekkürü borç bilirim. Hepsinin yeri bende apayrı. Sağ olsunlar böyle bir günde de beni yalnız bırakmadılar. Gerçekten çok teşekkür ederim hepsine."
Arkamdan ıslık ve alkış sesleri yükseldiğinde Doruk utanıp başını eğdi. Basın mensuplarının çoğu gülümseyerek olduğumuz tarafa dönmüştü. Bekir de alkışa katılanların arasındaydı. "Ağzı da iyi laf yapıyor pezevengin," diye mırıldandı.
Bu bir kahkaha atmama sebep oldu. Yanındaki diğer arkadaşı onu bacağına yumruk atıp sustururken Bekir içinden kurduğu bu cümlenin duyulmasından rahatsız olmuşa benzemiyordu. Zaten sadece ben ve diğer arkadaşı duymuştuk onu.
"Bu formanın değerini çok iyi biliyorum ve layık olmak için çok çalışacağım. Sezonun kalanında takıma en kısa sürede uyum sağlamak öncelikli hedefim. Sahaya çıktığımda da elimden geleni yapacağım. Anadolu Efes benim için bir takımdan fazlası, hep böyle oldu ve takımıma katkı sağlayabilmek için terimin son damlasına kadar mücadele edeceğim her zaman."
Özge abla, gözlerinin altını silmeye başladı. Burnunu çektiğini duydum. Kendini tutmak için son çabalarını veriyordu.
"Anadolu Efes gibi basketbolun lokomotifi olan bir takımdaysanız hedefiniz her zaman zirvede olmaktır. Dilerim ki hem Basketbol Süper Ligi'nde hem de Euroleague'de birlikte nice başarılara imza atacağız. Bu takımın parçası olmak büyük bir ayrıcalık. Önüme çıkan fırsat, hayatımın fırsatı. Bunu en iyi şekilde değerlendirmeye çalışacağım."
Konuşmasının bitişinin ardından ilk söze giren adam, yeniden sözü devraldı ve bu defa basın mensuplarına yöneltti akışı.
Aralarından biri söz alıp kendini tanıttı ve ardından konuşmaya başladı. "Basketbolseverlerin birçoğu sana zaten aşina Dorukhan. Ben de yeni kariyerinde başarılar dileyerek başlamak istiyorum söze. Sezon ortasında talihsiz bir sakatlık yaşayan Erdem Yener, kalan yarıda oynayamayacak gibi duruyor. Bu takımı nasıl etkileyecektir, sence bu boşluğu doldurabilecek misin? Durumu nasıl değerlendiriyorsun? Teşekkürler."
Bana nedense biraz düşmancıl gelmişti bu soru. Doruk'a, Erdem sakatlanmasa takıma giremeyeceğini hatırlatmak ister gibi bir tavır sezmiştim ama bu işlerden pek anlamadığımdan üzerine düşünmek istemedim. Doruk kendisine yöneltilen soruyu gülümseyerek dinledi ve yeniden mikrofonunu düzeltti.
"Erdem abiye geçmiş olsun dileklerimi iletmek isterim öncelikle. Sakatlıklar oyunumuzun bir parçası ne yazık ki. Eminim daha güçlü dönecektir. Kendisi Türk rotasyonu için önemli bir parçaydı ve özellikle Süper Lig'de eksikliğini hissedeceğimizi düşünüyorum. Bir boşluğu doldurmaktan ziyade bana verilen görevleri yerine getirmeye odaklanacağım. Hocamız benim için nasıl bir rol çizerse bunun en iyisini yapmaya çalışacağım her zaman. Ben teşekkür ederim soru için."
"Harika birisi," diye fısıldadı Bekir. "Dünden profesyonel bu çocuk."
Sessizce dinlemeye devam ederken başka bir basın mensubu kendini tanıtarak söze girdi. "Son yıllarda takımlarda sık sık yabancı beşlerin kullanıldığını görüyoruz. Özellikle Avrupa liglerinde Türk oyuncularımıza fazla şans tanınmıyor. Bu konudaki görüşlerin nelerdir? Altyapıdan yükselmen bütün gözlerin sana çevrilmesine neden oldu. Önünde nasıl bir gelecek görüyorsun? Şimdiden başarılar dilerim."
"Gelişime de değişime de her zaman açık olmamız gerekiyor. Formayı almak için önemli olanın yerli ya da yabancı olmamız değil, gösterdiğimiz mücadele olduğunu düşünüyorum. Euroleague'de süre almayı elbette ki çok isterim her genç gibi fakat bunun kararını verecek kişi antrenörlerimizdir. Ben üzerime düşenleri yapacağım, geleceğimi de hep birlikte göreceğiz İnşallah."
"Al bunu, tablo yap, as duvarına ya..." diye mırıldandı Bekir bu defa. O sürekli gülümsüyor, Özge abla da hâlâ ağlamamaya çalışıyordu. Ben ne hissettiğimi bile bilmiyordum. Büyülenmiş gibiydim. Ses tonu, kelime seçimi, uzlaşmacı tavrı beni büyülüyordu.
Ben ona hayran hayran bakmaya devam ederken başka birinden "Sezonun ilk yarısını nasıl değerlendirirsin?" sorusu yükseldi.
"Beraber oynamaya alışık bir takımımız var," diye başladı Doruk. "Birbirlerini saha içinde iyi tanıyorlar. Sezon başındaki transferlerimiz de hızlıca adapte oldu takıma. Özellikle ilk haftalar biraz sendeledik ama hızlı toparlandık. Bildiğiniz üzere şu an Süper Lig'de üçüncü, Euroleague'de ise yedinci sıradayız. Daha önümüzde çok maç var. Kazanılmış ya da kaybedilmiş hiçbir şey yok ortada. Verebildiğim maksimum katkıyı vereceğim diğer oyuncular gibi. Hep birlikte yürüyeceğiz bu yolun sonuna kadar. Hak ettiğimiz yerlere çıkacağımızı umuyorum. İzleyip göreceğiz. Çok heyecanlıyım bu yolculuk için."
Etrafımdaki insanları gözlemlemek, bir kafede çalışmanın getirisinden ziyade benim kişilik özelliklerimden biriydi. Ona bakan herkesin gözlerinin parladığına yemin edebilirdim. Herkes büyük şeyler bekliyordu ondan. Böyle bir beklentiyle baş etmek zor olmalıydı ama Doruk, onu ilk gördüğüm anın aksine oldukça güçlü görünüyordu kameraların önünde.
"Son olarak altyapılar hakkında bir değerlendirme alabilir miyiz Dorukhan? Belki beni hatırlarsın, U16 takımında bir konuşmamız olmuştu seninle. Yıllardır gelişimini takip ediyor sayılırım, gurur duyduğumu söylemek isterim. Bu süreci seni örnek alacak genç arkadaşlarımız adına özetleyebilir misin? Teklifi aldığında neler hissettin, buralara gelmek ne kadar zordu? Bir özet alalım senden."
"Hatırlıyorum seni Özkan abi, teşekkür ederim güzel düşüncelerin için." Derin bir nefes aldı Doruk. "Anadolu Efes'in altyapısında yetişen ve şimdi Avrupa'da, NBA'de süre alan birçok oyuncu var. Altyapı gelecektir, hayaldir, umut etmektir. Hangi arkadaşıma sorarsan sor sana bu cevapları verecektir. Basketbol benim her şeyim. Tam on yıldır bu spor dalıyla uğraşıyorum. Genç takımlara yükselmek bile benim için zor bir hedefti en başlarda. Başarısızlıklarım oldu, zor dönemlerim oldu, herkesin olur. Önemli olan emin olmak aslında. Benim buradan başka yolum yoktu, emindim en başından beri. Her zaman daha yukarısını hedefledim, daha iyisi olmaya çalıştım."
Artık benim de gözlerim dolu doluydu.
"Dokuz yaşındaki o çocuğa da, ablama da verdiğim sözler var benim. Çok emek gösterdim, çok çaba verdim. Kolay olmadı ama çalışmayı hiç bırakmadım. Her sporcunun inişleri çıkışları vardır. Özellikle gençken çok fazla hata yaparız çoğumuz. Benim de bir sürü hatalarım, kusurlarım oldu. Kusursuzluğa değil, disiplinli ve sıkı çalışmaya borçluyum bulunduğum konumu. Eğer altyapıdaki gençlerimiz için bir örnek olabileceksem ne mutlu bana. Vazgeçmenin bir seçenek olmaması gerekiyor. Ne olursa olsun önüne bakmalı insan, ben böyle yaptım. Engebeliydi yol ama sonu güzel oldu çok şükür."
Dokuz yaşında, top sektirmeyi yeni öğrenen küçük bir çocuk belirdi gözlerimin önünde. Kıvırcık saçlarını daha açık renk, gözlerini daha parlak hayal ettim. Doruk kendi çocukluğuyla konuşabilseydi neler söylerdi, bunu düşündüm. Başardınız, diye bağırmak istedim gözümün önüne gelen resme. Vazgeçmediniz, siz kazandınız!
Gözümden akan yaşa hazırlıksız yakalandım. Hızlıca sildim yanağımdaki ıslaklığı.
"Sorular için çok teşekkür ederim. Ayrıca bugün burada olan kaptanımıza, eski takım arkadaşlarıma, biricik hocama ve aileme de teşekkür etmek istiyorum tekrar."
Ablama demedi, aileme dedi. Ailesi tamamen ablasından oluşuyordu. Gözümden bir yaş daha aktı. Bir insanla bu kadar gurur duyulabileceğini ben gerçekten bugün öğreniyordum.
Önüne bir kağıt parçası ittirdi yine tanımadığım bir adam. Kimin kim olduğunu anlayamıyordum ama hepsi çok önemli kişiler olmalıydı o masanın ardındakilerin. Basın bu kareleri kaçırmadı. Doruk eline kalemi aldığında ablasının eli titriyordu.
"Yaşanıyor bu," diye fısıldadı kendi kendine Özge abla. "Ben kardeşimin imzasını izliyorum şu an. Rüya değil."
Dudaklarım kulaklarıma varana kadar gülümsedim ve telefonumu çıkarttım cebimden. Bu anın birkaç fotoğrafını çekmek zorundaydım. Muhtemelen internette bu anın bir sürü fotoğrafı dolaşacaktı ama çekilenlere bakmak ve kendin çekmek çok farklıydı benim gözümde. Bu anın bir şahidi olarak galerimde anısı kalsın istiyordum.
Doruk, hayatının imzasını attığında arkamdaki gruptan bir tezahürat yükseldi. Daha fazla gülümsedim.
O siyah masanın ardında bazı fısıldaşmalar döndüğünde sağ taraftaki sandalyede oturan adam, onun omzuna elini koyup kulağına bir şeyler söyledi. Ardından düzgün şekilde katlanmış lacivert bir kumaş parçası bırakıldı masanın üzerine. Bunun forma olduğunu anladım. Aynı adam, formayı alıp Doruk'a vermeden önce onun elini sıktı.
Doruk formayı aldığında katını düzgünce açtı ve masanın üzerine koyup eliyle şöyle bir düzeltti. Ardından sandalyesini geriye doğru ittiğinde ayağa kalktı. İmza anındaki gibi o ayağa kalktığında yanındaki benim tanımadığım adamlar da ayağa kalkınca birbirlerine yaklaşıp kameraya döndüler. Tekrar fotoğraflar çekildi.
En son Doruk, masanın üzerinde duran formayı ters çevirdi ve ellerinin arasına alıp kameraların görebileceği şekilde kaldırdı.
15.
Sırtında taşıyacağı yeni forma numarası buydu.
Onunla ilk karşılaştığımız gece oturduğumuz masanın numarası da 15'ti. Bu tesadüf beni gülümsetti.
"Dörtsüz Dorukhan'a Dorukhan demem yalnız ben," dedi Bekir başını geriye atarak arka sıradaki takım arkadaşlarına bakarak.
"Harbiden." diye karşılık verdi biri. "Gözüme çok tuhaf geldi."
Onların muhabbetini dinlemeye devam etmek yerine birkaç fotoğraf daha çektim.
Dakikalar sonra çekimler sona ermiş, Doruk duyamayacağımız bir şeyler konuşmuştu masadakilerle. Bir ara kaptan da onun yanına gidip elini sıkmış, sonra kısaca sarılmışlardı birbirlerine.
"İşe dönmem gerekiyor," dedi Özge abla, nemlendiği için daha açık bir hale gelen gözlerini bana doğru çevirerek. Yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı. Gitmek istemiyordu ama belli ki gitmek zorundaydı. "Ona ilk müsait anımda onu konuşmak için arayacağımı söyleyebilir misin?"
Tam dudaklarımı aralamıştım ki konuşmama gerek kalmadan Doruk'un bizim tarafa doğru hareketlendiğini gördüm. Basın da bu sırada yavaştan dağılmaya başlamıştı. Sandalyelerde biz ve arka sıramızda da eski takım kalmıştı şimdi. Özge abla, onun bize doğru yöneldiğini anladığı an ayağa kalkıp heyecanla bekledi ve Doruk üç büyük adım atıp neredeyse koşarak ablasını kucakladı.
Özge abla parmak uçlarında duruyordu ve Doruk onun belini öyle sıkı sarmıştı ki neredeyse ayakları yerden kesilecekti. "Geldin," diye fısıldadı. Duymadım ama dudaklarını okudum. Gözlerini kapatmış, ablasının kafasını göğsüne bastırmış ve çenesini de kıvırcık saçlarının üzerine yaslamıştı.
"Geldim bir tanem," dedi ablası, onun boynuna sardığı kollarını sıkılaştırırken. "Ben hiç kaçırır mıyım?"
"İzin alamadığını sanıyordum."
"Sigara molasına çıktığımı söyleyip koşarak kaçtım Dorukhan." Doruk küçük bir kahkaha attığında ben de gülüşümü bastırmak için elimi dudaklarıma götürmüştüm. "Şimdi hemen gitmem gerek. Dua et de kovmasınlar beni."
"Koş hadi," dedi geri çekildiğinde. "Konuşuruz sonra." Ablasının şakağını öptü aralarındaki mesafeyi açmadan önce. "Çok teşekkür ederim. Umarım kovulmazsın."
"Amaan," dedi ablası yanımdaki sandalyeye bıraktığı çantasını alırken. "Değer valla. Yapacak bir şey yok. Kaçıramazdım ben bu anı."
"İyi ki geldin. Görüşürüz biz zaten, oyalanma daha fazla. Seni işinden edersem vicdan azabından üç gün yataktan çıkamam çünkü."
"Gidiyorum." Özge abla kıvırcık saçlarının arasından geçirirken bir elini, omzunun üzerinden bana dönüp diğer elini salladı. "Seninle uygun bir vakitte daha detaylı tanışırız hayatım. Çok acelem var şimdi. Öptüm çok."
"Tanıştığıma memnun oldum," dedim samimiyeti karşısında anlık bir afallamanın ardından. Cümlemin yarısındayken o çoktan kapıya doğru hareketlenmişti bile. Telaşlı koşuşu oldukça komik görünüyordu.
"Eee," diyerek araya girdi Bekir, Doruk ablasının boşalan sandalyesine oturduğu esnada. "Bana ne ısmarlıyorsun bugün biraderim?"
Arkadan başka bir çocuk Bekir'in ensesine vurduğunda kızacak sanmıştım ama "Sen zıkkım ye," dedi. "Asıl bana ne ısmarlayacak?"
Kendi kendime gülmeye başladığımda kısa süre içinde arkamdaki sırıklardan da gülüş sesleri yükselmişti. Biri Doruk'un omzunu sıkıp "Hoca bekliyor," dedi. Diğerlerinden daha olgun bir yüze sahipti ama onlarla aynı yaşta olduğunu düşünüyordum. "Soyunma odasına geçiyoruz biz, haberin olsun."
"Plan mı yaptınız bir de?" dedi Doruk hayretle.
"Kutlamayacağımızı mı sandın aslan?" dedi Bekir. Enerjisi çok yüksekti ve bu bugüne özel gibi durmuyordu. Karakterinde vardı sanki.
Bir an için Doruk bana baktığında onlara katılmamı teklif edeceğini düşündüm. Tanımadığım bu kadar insanın arasında rahatsız olurdum ama bunun da ötesinde, bu tablonun içinde benim yerim yoktu. Ben sadece birkaç günlük bir arkadaştan ibarettim onun için. Eski takımıyla aynı ortamda bulunacak kadar hayatında değildim Doruk'un.
"Benim de işe dönmem gerekiyor aslında," dedim ondan önce davranarak. Bu sırada arkadaşları sıra sıra dizilmiş, kapıya doğru yürüyorlardı. Bizi yalnız bırakmak istediklerini hissettim. Bekir kalkmadan önce omzuma bir kez vurup tanıştığına memnun olduğunu söyledi ve öyle katıldı diğerlerinin arasına.
"Bu şekilde içim rahat etmeyecek."
Anlamadığım için "Neden?" diye sordum.
"Seni Visal'e bıraksaydım en azından."
"Ne gerek var?" dedim gerçekten içinin rahat etmeyeceğini gözlerinden anlayınca. "Metroya binip gideceğim zaten. Birkaç durak alt tarafı."
"Yolu bulabilecek misin?"
Dalga geçer tavrı üzerine kendime hakim olamadan omzuna hafif bir şekilde vurdum parmak uçlarımla. Gamzesi belli olacak kadar gülümsedi. "Bulurum," dedim omuz silkerek. "Naz yalnızlıktan sıkıldığı için delirmiş olabilir. Onu daha fazla kızdırmadan yanına dönmeliyim."
Ayağa kalkmak üzereydim ki "Feza," dedi. Ses tonu normalden daha kısık ve çekingen çıkmıştı. Yüzümü yeniden ona çevirdim. "Şey." Duraksadı. Nasıl söyleyeceğini bilemiyor gibiydi. "Fotoğraf," dedi. "Fotoğraf çektin değil mi?"
Öyle bir söylemişti ki çektiğim fotoğrafları silmemi isteyeceğini düşünmüştüm. "Evet," diyerek onayladım onu başka ne diyebileceğimi bilmediğimden.
"Onları bana atabilir misin?"
Az önce farkında olmadan gerdiğim omuzlarım bu soruyla birlikte gevşedi. "Atarım tabii."
Konuşmanın burada bittiğini sanıp yeniden hareketleneceğim sırada bu defa "Numara," diyerek durdurdu beni. Kaşlarımı çattım. "Telefon numaram yok ki sende."
Şimdi taşlar yerine oturmuştu. Telefon numarasını bana vermeye çalıştığı için ecel terleri dökmüştü karşımda. "Aaa..." dedim atladığım detay karşısında sırıtarak. "Doğru."
Rehberimi açıp kayıt kısmına girdim ve söylediği numarayı adıyla birlikte kaydettim. Ardından çaldırdım onu. Telefon ekranıma değil, bana bakıyordu. Kaşlarını çattı ve elini arka cebine atıp telefonunu çıkardı. Sanırım ilk başta arayanın ben olduğumu idrak edememişti.
Babamın "Topçuların beyni az olur," lafı geldi aklıma. Neredeyse kahkaha atacaktım. Dudaklarımı birbirine bastırıp kendimi durdurdum.
"Yalnız bir şartım var bu fotoğrafları sana yollamak için." Aramayı sonlandırıp gözlerini gözlerime çevirdi merakla. Bir anda öyle dikkatli bakınca kelimelerim boğazıma dizildi. Dudaklarımı ıslattım. "Sen tanıdığım en ünlü insansın. Birlikte de bir fotoğraf çekinebilir miyiz ki acaba?"
Bugünün en güzel anısı, onunla çekildiğim fotoğraf olacaktı. Ben fotoğraf karelerine de çok fazla önem verirdim nedense. Anı yaşamayı seviyordum ama anıları saklamak da oldukça hoşuma giderdi.
Alayla gülümsedi. "Ya yüzüm eskirse?"
"Bu ünlülerin tavrı da hiç çekilmiyor ya," diyerek gözlerimi devirdim. Omuzları hareket etti gülerken.
Telefonumu ona doğru uzatıyordum ama almak yerine kendi telefonunu parmak iziyle açtı ve sonra kamera simgesine tıkladı. Selfie çubuğu niyetiyle kolaylıkla kullanılabilecek kolunu ileri doğru uzattığında kamerada bizi gördüm. Ellerim refleksle omzumdan dökülen saçları düzeltti. Ardından sürekli çıkıştıkları için pek sevmediğim bebek saçlarımı, diğer saçlarımla gizledim.
Doruk sandalyesinde bana doğru kaydığında dik oturmak yerine geriye doğru yaslandı ve böylece omzum omzuna değdi. Gülümsedim, gülümsedi ve dört kez bastı tuşa arka arkaya.
Onunla ilk fotoğraflarımızı imza gününde çekinmiştik ve bunların son olmayacağına dair bir his vardı içimde.
🏀🧁🏀
Gururlu bir anne gibi hisseden kaç kişiyiz?
Bebeklerime bakar mısınız? Birlikte imza gününe gidip ilk fotoğraflarını çekindiler.
Nasıl buldunuz bölümü?
Dorukhan 15 numarayı giyecek. Tesadüfe bakın ki Feza'yla oturduğu masanın numarası da 15'miş. Ne tesadüf ki günlerden de 15 Ocak'tı o gün. Allah Allah ya, ne garip.
Saati de Visal'de kaldı yine. Benimki de sizde. Yine görüşelim olur mu? Öptüm çok. Kendinize iyi bakın. 💙
Yine görüşelim dedik baya bir ara girdi off Allah'ım off
YanıtlaSilÇok güzel bölümdü ❤️
YanıtlaSilÇokkk iyi
YanıtlaSilÇok tatlılar yaa ben niye wattpad kapantıktan sonra buldum ama iyi ki buldum ona rağmen buldum. Geç olsun güç olmasın
YanıtlaSilYaaaaaaaa yerimmmmmm
YanıtlaSilÇok güzel bölümdü eline sağlık yazarcığım🙂
YanıtlaSilÇok güzeldi bölüm boyunca gülümsedim
YanıtlaSilSU AN O TELEFON OLMAK İSTİYORUM ESSEK SIPALARIMA BAK AYAYAYA GURURLU ANNE SİD GİBİYİM VALLA
YanıtlaSil