12. "Demir Atmış Bir Gemi"
Bölüm şarkısı:
Sagopa Kajmer, Istakoz
(Özellikle şarkının ilk kısmı, Asya'nın ruhunu içine hapsetmiş gibi. Çok özel. Keşke dinleyip, hissedip alıntı bıraksanız buraya. Ben bir tane bıraktım.)
⛴
"Demir atmak istediğim ıslak limanlarda lodos var."
-Istakoz'dan.
•⚓•
Istakoz öldüğü an, kabuğunun içindeki bakteriler toksin salmaya başlarmış ve etinin çürümesine neden olurmuş. Ayrıca kanı da zehir bulaştırırmış etine. Bu yüzden canlı canlı kazanlara atılıp pişirilirmiş ıstakozlar. Ölürken ıslık benzeri rahatsız edici sesler çıkarırlarmış. Buna da ıstakoz çığlığı denilirmiş.
Kimisi acı çektiğini söyler bu hayvanın, kimisi ses teli bile yokken nasıl çığlık atsın der. Bazıları inanırken bazıları için sadece şehir efsanesidir.
Benim için bir inanıştan, bir efsaneden çok bir metafor aslında. Kendi etini zehirlemek mi dersin, taş gibi bir kabukla kendini korumaya almak mı dersin, canlıyken kaynar kazanlara atılıp acı çekmeler mi dersin...
Istakoz ve ben bir noktada kader ortağı sayılırız bence.
Ter içinde uyandığım bir sabahtı o sabah. "Ben çıkıyorum," demiştim salonda toplanan iplilere. Kahvaltı yapmak için Görkem'in hazırlamasını bekliyorlardı çünkü çift saat takıntısı tuttuğu için yataktan geç kalkmıştı. Şimdi de diğerlerinin yanına oturmuş, onlarla sohbet ederken benim odamdan çıkmamı bekliyordu yardım etmem için.
Yardım mardım yoktu ona.
"Nereye?" diye sordu Arda gözlerini hızlıca üzerimde gezdirirken. Onun gözlerindeyse sönük ışıltılar görüyordum.
"Lazere," dedim.
"Niye?"
Güldüm. "Gözlerimi çizdireceğim."
Anlamsız anlamsız bana baktılar. Eylül burada olsaydı en azından ikimiz bakışıp gülerdik hallerine. Kimse yeni bir soru sormaya cesaret edemedi ama aralarında sözsüz bir diyalog kurup anlamaya çalıştı dört erkek söylediğimi.
"Geç kalma," dedi Görkem. Ev işlerinden kaçmama takılmamıştı da eve giriş saatime takılmıştı. Düşünceliydi güya. "İki gün sonra gidiyoruz. Mila Tokel'in öğrenmesi gerekenler var."
Ciddi olup olmadığını sorgular gibi yüzüne baktım dikkatle. Ciddiydi. Benim cebimde en azından bir gün çalışmışlığım duruyordu. Onun elinde ne vardı? Yardımcı doçentle çözdüğü matematik problemleri.
"Mila Tokel sana kalmadı," dedim elimi pervaza yaslayarak. "Öğrenmesi gerekenleri öğrenir, takma sen."
"13," derken kaşlarını havaya kaldırdı. Halimi tuhaf bulmuştu. "Sen yukarıda çalışırken benim boş oturduğumu düşündüğün içinse bu, inan ben o karakterin temelini çok önceden atmaya başlamıştım. Ben de çalışıyorum, dert etme yani. Batırmayacağız."
"Sen batırdın zaten batıracağını," diye mırıldandı Can ağzının içinde. Görkem'in tuhaf bakışlarının hedefi o oldu bununla birlikte.
"13 de kalmadı," dedim Can'ı duymamış gibi. "Taze bitti. Neye çalışıyorsan çalış, geç gelirim ben."
"Bütün evin yükünü Görkem'e yıkarak nasıl onun burnundan getirilir, izliyoruz." Arda gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyordu. "Go sis!"
Ben gülmemek için kendimi zorlamadım çünkü gülesim yoktu. Yüz ifademin sabitliği Kaya'nınkiyle yarışırdı.
"Ben bir şey mi yaptım sana?" diye sordu Görkem yüzsüz gibi. "Mevzu Ceren'se konuşurum gelmez bir daha."
Nasıl bu kadar zeki bir adam bu kadar aptal olabilir Yağmur?
"Ceren güvendiğin biri belli ki. Buyursun gelsin eve." Aşağı kaymak üzere olan çantanın kolunu omzuma doğru ittirdiğimde üzerimdeki yarım kollu siyah gömleğin yakası kıvrıldı. Hızlıca düzelttim iki yakamı da. "Ben de gidiyorum işte. Hadi oyalamayın, işim gücüm var. Daha kart oynamayı öğreneceğim kendi başıma."
"Tacın düşmesin," dedi Arda kıvırcık saçlarını karıştırırken bana gülümseyerek. Bu tavrım onu keyiflendirmişti çünkü Görkem'in bunu hak ettiğini düşünüyordu. "Başını dik tut kızılım."
Görkem de düşünme yetileri kapatılmış gibi hâlâ aynı anlamsız ifadeyle bize bakıyordu. Uyku sersemi miydi acaba? Beni anlaması için illa yüzüne yüzüne bana güvenmedin diye bağırmam mı gerekiyordu? Bağırırdım çünkü.
Onu kafa karışıklıklarıyla bırakıp dışarı çıktım. Önce epilasyona uğradım, ardından bir kafeye oturup Barış'ın gelmesini bekledim. Öğle arasına çıktıktan sonra işe geri dönmeyecekti. Bugün yoğun olmadığını, emrime amade olacağını söylemişti. Buluşmak için beni karakolun oradaki 13. İstasyon'a davet etmişti fakat değil oraya gitmek, o sokaktan geçebilecek gücü kendimde bulamıyordum henüz. Üstelik eski iş arkadaşlarımla da yüz yüze gelmek istemiyordum.
"Benekli." Bu seslenişi duyduğumda elimdeki fincanı tabağına bıraktım. Cam kapıyı ittirip içeri girdi ve oturduğum masaya gelene kadar bana el sallamayı hiç kesmedi. "Yardıma ihtiyacın olduğunu söyledin, koştum geldim gördüğün gibi."
Kısa saçlarına gözlerim ister istemez takılıyor ve her seferinde aynı şekilde sızlıyordu kalbimin aynı köşesi. Üzerine siyah, kısa kollu bir gömlek giymişti ve yanlışlıkla pişti olmuştuk. Bu havalar biraz garip havalardı. Uzun kollu giysen terliyor, kısa kollu giysen üşüyordun ve Barış da kızaran burnunun ucundan anladığım kadarıyla biraz üşümüştü.
Yanıma vardığında sandalyemi geri ittirip ayağa kalktım. Kollarımı açmam yüzüne şaşkın bakışların yapışmasına sebep oldu. Sarılmaktan pek hoşlanmazdım, bu yüzden bir tuhaflık olduğunu anında anlayıp etrafıma sımsıkı doladı kollarını.
Benim bir göreve gitmeden önce görmek istediğim tek insandı. Helallik almak için yanına gitmemiştim belki ama onun yanımda olmasını istemiştim bir bahane uydurarak. Normalde kendi başıma yapabileceğim bir işi birlikte yapmamız gerektiğini söylemiştim.
"Hangi rüzgâr attı beni buraya?" diye sordu karşımdaki hasır sandalyeye yerleşirken. Kollarını siyah masanın üzerine yaslayıp bana doğru yaklaştırdı yüzünü. O tuhaf ifade hâlâ karşımdaydı. "Dur, önce başka bir şey sorayım. Tuttun mu bana verdiğin sözü?"
"Tuttum," dedim. Yanımıza bir garson geldiği için sustum. Barış limonlu soda istediğinde garson uzaklaştı ve yeniden araladım dudaklarımı. "Gittim Mete'ye."
Acı ve gurur dolu olanından bir gülümseme yolladı bana. "Şimdi söyle bakalım, ne yapıyoruz?"
"Kart oynamayı öğrenmem gerek." Sebebini sormadı. Söyleyemeyeceğimi bildiği içindi. "Kıraathaneye geçeriz buradan birlikte, olur mu?"
Kısık bir kahkaha attı. "Oha, elli yaş üstü amca beylerimle batak mı atacağız?" Gözlerinin içi bile gülünce ben de gülümsemeden edemedim. "Hayalimdi biliyor musun? Sen, ben ve oralet amcalar."
"Hayalini gerçekleştireceğim işte," dedim omuz silkerek. "Kıymetimi bil."
"Bilmez miyim Asya'm ya? Bilmiyorsam taşa döneyim yani." Limonlu sodası önüne bırakıldığında garsona dönüp teşekkür etti. Ben başımı çevirmedim çünkü çevirseydim garsonun avucunun içindeki derin kesiğin sebebini bulmak için harekete geçerdi kafamın içindeki örümcekler. "Nasıl gidiyor yeni hayatın?"
Bu sorusunu cevaplamak yerine, "Bir hafta yokum ben," dedim haberi olması adına. İçerikten bahsetmeyecektim ama en azından bunu bilmeye hakkı vardı. "Arama beni. Ulaşamazsın. Meraklanıp dellenme diye söylüyorum."
"İş için?" dedi soru sorar gibi. Başımı salladığımda dudaklarını birbirine bastırıp bunu kabullendi. "Kendine dikkat et, tamam mı?" Elimi çeneme yaslayıp onun yüzünde dolaştırmaya devam ettim gözlerimi. Bu görevde benim için endişelenen ilk kişiydi. Görev hakkında bir gram bile fikri yokken hem de. "Mümkün olursa arada bana yaz. Ama sadece fırsat bulursan, riske girmeyeceksen yani."
"Yazamayabilirim." Başını ağır ağır sallayarak bu söylediğimi de kabullendi. "Merak etme," dedim içini rahatlatmak isteyerek. "Bana bir şey olmaz."
"Bunu söyleyen birinin üzerine toprak attım kız ben." Nasıl bu cümleyi söylerken sırıtabilmişti? Şiddetli bir deprem oldu içimde, duvarlarım sarsıldı. Barış ikimiz baş başayken yanımda hüngür hüngür ağlayabilirdi ama toplumsal bir alanda en acıklı cümleyi bile gülerek söyleyebiliyordu.
"Yaşadık kardeşim, onun da kralını yaşadık." Hâlâ gülüyordu ve onu bu kadar iyi tanıyor olmasam Mete'yi hiç sevmediğini düşünürdüm. "Sen sadece dikkatli ol," dedi tekrar. "Bana yeter."
"Neyse," dedim kaçmak isteyerek. "Kalk hadi işimiz gücümüz var."
Bu işi dünyanın en iyi önemli işi saydı Barış. Hesabı ödemeyi unutup kapıya doğru koşarak gidecek kadar heyecanlanmıştı. Adisyonu alıp kasaya ilerlediğimdeyse yüzünü ekşitip koşarak yanıma gelmişti bu defa. Eline vurarak cüzdanını cebinden çıkartmasını engelledim ve ben ödedim hesabını. Ağzını açarsa ağzına sıçacağımı bildiği için uslu bir çocuk olup başını önüne eğerek bekledi beni birkaç adım ötede.
Onun arabasına bindik birlikte. Buradaki yerim arka koltuktu normalde. İki koltuğun arasına kafamı sokup şoför koltuğundaki Barış'a laf atardım. Mete de yolcu koltuğundan ortamı kızıştıracak şeyler söylerdi. Şimdiyse onun yerinde ben oturuyordum.
Nasıl göründüğüme bakmak için güneşlikteki küçük aynaya bakmaktı hedefim. Onu açtığım an kucağıma üçümüzün fotoğrafı düştü. Barış bunun beni üzeceğini düşünüp telaş olurken ben gülümseyerek baktım bu eski anıya. O sarı koltuk... Dile gelse milyonları ağlatırdı anlatacakları. Fotoğrafı ait olduğu yere bırakıp hiçbir şey olmamış gibi yaptım.
O gün Barış ve girdiğimiz mahallenin en kıdemli oyuncusu Mehmet Aga'dan çeşitli kart oyunlarını öğrendim. Ona amca demeye çalıştığımda kaşlarını çatarak beni azarlamış ve aga demem konusunda ısrarcı tavrını gün boyu sürdürmüştü. Her oyundan sonra bana kivi çayı söylüyor, Barış'a ise oralet istiyordu ve hiçbir şekilde parasını bize ödetmiyordu.
Daha önce hiç gelmediğimiz bu mahallede inanılmaz sıcak karşılanmamız hâlâ iyi insanların var olduğunu anlattı bana. İnsan sevmezdim ama böyleleri karşıma çıkınca aklım karışıyordu. Çırak çocuk Ahmet, lakabı Kumarbaz Haydo olan Hayri abi ve mahallenin tek okumuş kişisi Avukat Bekir, bıkmadan usanmadan benimle iskambil oynayan ekibin içindelerdi.
Polis olduğumuzu söylediğimiz an sempatilerini kazanmıştık. Çok az bilgiyle girdiğim o kıraathaneden orta seviye bir kumarbaz olarak çıkmıştım mahallelinin sayesinde.
Girdiğimizde hava aydınlıktı, çıktığımızdaysa karanlık. Barış sağ olsun beni sitenin girişine kadar bıraktı ve ben de hızlı adımlarla evin yolunu tuttum. Elimde de bir poşet duruyordu.
Bütün işleri Görkem'e kilitlemiş olsam da akşam yemeğini ayarlayacak kadar insaflı bir mahlukattım. Parmaklarım kapıyı çalmak için hareketlendiğinde bir anda elim havada asılı kaldı. Çalacak olsam iki vuruş, tek vuruş ve iki vuruş şeklinde çalardım. Kısa sürede kaptığım bir alışkanlıktı. Kendimi durdurarak zile bastım.
O gece aldığım çiğköfte dürümleri birlikte gömdük salonda. Pek keyifli olduklarını söyleyemeyecektim ev halkının. Telefonuma düşen iki cevapsız arama da Görkem'in neden benimle iletişime geçmeye çalışmadığının sebebiydi. Beni aramıştı ve açmamıştım. O sırada kim bilir kaçıncı kivi çayımı yudumluyordum, bilerek görmezden geldiğim bir şey değildi ama açıkçası umurumda da değildi.
Ertesi sabah Arda erkenden evden ayrılmış, Otel Karnaval'ın yolunu tutmuştu. Kalacağımız odaya silah sokmakla görevliydi, girmesi gereken bir temizlikçi kılığı vardı. Can ortalıkta yoktu, kimseye sormasam da onun intihar olaylarının peşinden koşmak için karakolda olduğunu tahmin ediyordum. Görkem'in nereye kaybolduğu konusundaysa en ufak bir fikrim yoktu.
Kaya ve ben çatı katında, karşılıklı oturuyorduk ve inanması zor olsa da birbirimizi öldürme isteğini o an için içimizde barındırmıyorduk. "Listedeki isimler bunlar," dedi bilgisayar ekranını bana çevirerek. Otelde göreceklerimin adları yazıyordu. Bana onlar hakkında ulaşabildiği bilgileri kısa bir şekilde aktardı. Söylediklerinden daha fazla ayrıntıya hakim olduğuna emindim ama Necip Amir'in de dediği gibi o bir kara kutuydu. Sadece anlatmak istediği kadarını anlatıyordu karşısındakine.
Bana görev boyunca kullanacağım telefonu uzattığında söylemek istediği başka bir şey olduğunu fark ettim. "Görkem'i," diye girdi söze derin bir nefesin ardından. "Ne olursa olsun ağrı kesicilerden uzak tut." Başımı salladım. "En ufak bir krizinde mutlaka bana ulaş." Başımı salladım yine.
Rica etmiyordu, bunların hepsi birer emirdi ve benim bu üslubuna ses çıkartmama sebebim de kardeşim dediği adam konusunda duyduğu derin endişeyi hissetmemdi. "Yedi yirmi dört açık olacak telefonum," dedi en son.
Bu konuşma bittikten belki yarım saat sonra Necip Amir aradı beni ve hemen hemen aynı cümleleri, benzer duygularla kurdu. Can da dün gece uyumadan hemen önce odama uğramış, Görkem'in geçirebileceği kriz anında yapmam gerekenleri anlatmıştı iki dakikada.
Dönüp dolaşıp her birinden aynı şeyleri duymuştum. Görkem'e sahip çık, Görkem'in krizleri, Görkem'in baş ağrıları, nane şekerleri cart curt.
Yan komşu tatile giderken evcil hayvanını bana emanet etmiş gibi gerilmiştim. Normal davranmaktansa en kaliteli mamalardan tonlarcasını hayvanın önüne boca edebilirdim her an.
Kısacası beni germişlerdi gizli görevimin öncesinde.
"Aşkım selam," dedi Eylül kapıyı açtığımda. Hava kararmıştı çoktan, saat dokuza geliyordu ve elinde çekçekli bir valizle kapının girişinde dikiliyordu. "Yarın biraz yoğunum, belki uğrayamam diye getireyim dedim valizini şimdiden."
"Sağ ol," dedim gülümseyerek. "Geçmeyecek misin içeri? Görkem'i görmeye geldiysen o evde değil. Herhalde birazdan gelir."
"Aman bana ne canım o mavi boncuktan?" derken valizi kapının girişine bırakmış ve yeniden bana dönmüştü. Ayakkabılarını çıkartmaya niyeti yoktu, içeri uğramayacaktı belli ki. "Onun düşüneni çoktur zaten. Ben seni göreyim istedim."
Üzerindeki düz bordo tişörtün bel kısmında kalan ütü izinden bakışlarımı ayırıp gözlerimizi buluşturdum. Kahve gözleri, bir abla şefkatiyle sarıp sarmaladı beni yaşlarımız aynıyken. "Sana görevin için uzun soluklu bir motivasyon konuşması yapmak isterdim ama hiç öyle biri değilim kuzum ya," dediğinde gözlerinin kenarlarındaki çizgileri ezberleyecek kadar dikkatli bakıyordum yüzüne.
"Sana çok güveniyorum nedense, eminim altından kalkacaksındır."
Arda, Eylül'e bir günde aşık olmamış Yağmur.
Mete bana verilen değeri hissederdi ve bana değer veren kişi onun en değerlilerinden olurdu birdenbire. Barış için böyle hissetmişti, cumartesi gecesi tanıştığım bir adam için de öyle. Şimdi de Eylül için hissediyordu sanki bunu, toprağın altında.
"Yine de kendine dikkat et." Kendine dedi, Görkem'e demedi. "Ben ihtiyacın olabilecek her şeyi hazırladım. Bana ihtiyacın olursa da kalkar gelirim oraya. Elimi kolumu sallaya sallaya içeri girebiliyorum, haberin olsun. Her zaman yanındaymışım gibi düşün."
Dilim tutulduğu için ona geldiğinden beri selam bile diyememiştim. "Eylül," dedim. 'Ee, şimdi ne diyeceğiz?' "Teşekkür ederim." 'Yine kaçış.'
"Burnun kanarsa Görkem'in omurga kemiklerinden kendime kolye yaparım."
Bu söyleminden sonra genişçe güldüm. "Sen yine de burnun kanarsa deme de, benim burnum bir tuhaf çünkü."
Eylül'ün kahkahası gecenin sessizliğine dağıldı. Arkada bir araba durdu ve içindeki kişileri tahmin etmek hiç zor değildi. Eylül'se arkasını dönmedi bile. "Doğru diyorsun da, sen benim vermek istediğim mesajı aldın."
Başımı sallayarak aldığımı, kalbimin de ısındığını ona anlatmak istedim ama benim mahkeme duvarından hallice olan yüzümden ne kadarını anlayabildiği konusunda şüphelerim vardı.
Arda Eylül'ü gördüğü an eridi, buharlaştı, süblimleşti ve sonra katılaştı. Yürürken duruşu bile değişmişti. Dikleştirmişti omuzlarını. Hiçbir şey belli etmemek için kendini kasıyordu ama gözlerin gerçekleri bir bir ortaya dökme özelliği vardı ne yazık ki. Neyse ki Eylül yarı zamanlı bir kördü.
Görkem'in dövmeli kolu çarptı gözüme. Sağ kolu, baştan aşağı resim doluydu ve sol elinde de buradan seçemediğim ama anlamazsam uyuyamayacağım bir figür vardı. Yakından bakmam şarttı, arkamı dönüp içeri gidemedim en çok da bu yüzden.
"Helallikler alınmış," diye takıldı Eylül bu dramatik olayı alaycı bir tonla izah ederken. Görkem başını salladı.
Arda bu sırada sessizce Eylül'ün saçlarına bakıyordu. Herkesin gördüklerinden fazlasını görüyordu, tüm bunları içine hapsediyor ve bu his tarafından yavaş yavaş ölüyordu fakat bunu yaparken gülümsüyordu da. Aşk değişik bir duyguydu. Evrensel değil, özneldi. Herkeste farklıydı tanımı.
"Benden yana da helal olsun hakkım," dedi Eylül. Görkem'in bu konuda bir hassasiyeti vardı anladığım kadarıyla. "Kızıma sahip çık," dedi Görkem'e. "Ve sana en ufacık bir şey olursa o oteli yakacağımı bil. Görev mörev dinlemem. Biliyorsun, doğrunun sonuna dek."
"Doğrunun sonuna dek," diye tekrarladı Görkem. Bu, ikisi arasındaki özel bir şifreydi.
Doğruyu matematik terimi olarak kullanıyorlardı tahminimce. Doğrunun sonu yoktu. Şifrenin nereden geldiğini anlamasam da nereye vardığını az çok anlayabilmiştim.
"Arda," dedi Eylül. "Geçen gün kahve içerken apar topar Buğra geldi, yarım kaldık."
Yarım kalmamışlardı. Başları bile yoktu ki, nasıl yarım kalacaklardı?
Arda'nın kalp ritmini değiştirmek bu kadar kolaydı Eylül için. "Yarın yoğun olacağım ama çıkışta yanıma gelirsen devam edebiliriz istersen. O gün seni geride bırakınca kendimi kötü hissettim," diye devam etti, Arda aşkından yataklara düşecek gibi onun suratına bakıyorken.
"13," dedi Görkem bir kurtuluş yoluna ulaşırcasına. "Sana da dövme yapmamız gerek." Acelesi vardı çünkü ikisini yalnız bırakmak istiyordu. Bu niyette olmasa ona ayak uydurmazdım zaten.
Birlilkte içeri geçtiğimizde sol eline bakmak için büyük bir çaba harcadım ama bedeninin diğer tarafında kaldığından görememiştim. Sağ eliyle valizimi çekiyordu ve sanırım şu an benim odama gidiyorduk.
Yanıldığımı benim odamın önünden öylece geçip gittiğinde anladım. Valizi kapımın önünde bıraktıktan sonra arkasından gelip gelmediğimi kontrol ederek kendi odasının kapısını açmıştı. Tabii ki arkasından gidiyordum, elindeki dövmeyi görememiştim hâlâ.
Birlikte odasına girdiğimizde gözleriyle kapıyı ittirmemi işaret etti ve ışığı açtı. Bana söyleyeceği bir şey olduğunu anlamıştım, salak değildim. Sadece odağım eli olduğu için adamın yüzüne bakmıyordum o kadar.
"Sen nereye bakıyorsun?" diye sordu masasının oradaki sandalyeyi yatağın olduğu tarafa döndürürken. Sonra kendini oraya bıraktı ve cebinden nane şekeriyle birlikte bir kalem çıkardı. Siyahtı dışı, keçeli mi pilot mu çözememiştim. CD kalemi havası vardı ama tam olarak o da değildi sanki.
"Eline." İlerleyip yatağının ucuna oturdum. Sandalyesi bana dönük olduğu için dizlerimiz arası mesafe bir karış ya var ya yoktu. Gözlerimi kısıp yine incelemeye çalıştım ama bunun farkında olduğundan mıdır nedir, elinin üzerini bana göstermiyordu. Eli dizinin üzerindeydi ama avucu tavana bakıyordu.
"Ne varmış elimde?" Beni sinir ettiğinin farkındaydı. Bunu sürdürdüğüne göre halim hoşuna da gitmişti. "Elime bakmak için mi itirazsız geldin peşimden?"
"Evet," dedim elimi ona doğru uzatarak. Bana elini vermesini bekliyordum. "Dövmene bakacağım."
Sağ kolunu kaldırıp gösterdi sanki görmüyormuşum gibi. "Yakışmış mı?" diye sorarken sırıtıyordu. Cevap vermeden uzanıp sol elini yakaladım ve çevirip onu kendime doğru çektiğimde sandalyesinin tekerlekleri hareketlendi. Dizlerimiz çarpıştı. Bunu beklemediği belliydi.
Oturup benimle kafa bulmasına müsaade edecek bir insan değildim. Parmakları avuçlarımın arasında duruyorken merak ettiğim çizime yakından baktım.
Dümendi. Gemi dümeni. Siyah olsa da fazla karanlık durmuyordu. Basit hatlara sahipti ama karışık bir çizimdi. Dümenin üzerindeki çubuklardan birine halat bağlıydı ve halatın ucu bileklerine doğru çıkıyordu. Sanki dümen bileklerinden aşağı o halatla sarkıtılmış gibi bir görünümü vardı. Estetik duruyordu. Yeni yapılmış izlenimi de vermiyordu tuhaf bir şekilde.
"Gidebilirim artık," diyerek ayağa kalkmaya niyetlendim ama az önce avucumda duran elini dizime bastırarak beni durdurdu. "Sana da yapmamız gerektiğini konuşmuştuk," dedi. Konuştuğumuzu hatırlıyordum. Yarın sabah erkenden kalkıp onun yaptırdığı yere gidecektik herhalde.
Aydınlanmam kısa sürdü. Bir yere gideceğimiz yoktu. O kalem, dövmeyi çizmek içindi. Beni buraya getirme sebebi de buydu. O yapacaktı.
Yapılacak yer ise sol omzumdu. Dikiş izini kamufle etmekti amacı.
İzin veremezdim ki.
Ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama her ne gördüyse bir kez yutkundu. Aklından geçenleri bilmek istemedim. Hakkımdaki fikirlerine, izim için kurduğu teorilere ihtiyacım yoktu. Karşısında donakalmış bir şekilde otururken gözleri burnumun altındaki çukura değdi. Burnumun kanayıp kanamadığını kontrol etti bu şekilde. Tepkisiz kaldığına göre kan yoktu.
Hiçbir şey söylemeden arkasına doğru döndü. Masaya bıraktığı kalemi eline aldığında iğne yapılacak bir çocuk kadar korku dolu, bir o kadar da gergindim. Görkem de cana yakın hemşire rolünü üstleniyordu bu kurguda. Bense bağıra bağıra ağlayıp beni anneme götürmesi için yalvaramazdım.
"Seni kırmışım," dedi. Sağdan soldan duymuş gibi konuşması ironikti. Kendisi farkında bile değildi. Analizciler söylemese ona gün hiç aymayacaktı. Aramızdaki mesafeden çizmenin zor olacağını fark ettiğinde sol tarafıma geçti, sağa kayarak ona yer açtım ve yanımdaki boşluğa yavaşça oturduğunda hafif bir çöküntü oldu yatakta.
Kendimi gizlemeye, hislerimi bastırmaya o kadar odaklıydım ki ona durmasını söyleyemedim. Dudaklarından dökülenler kulaklarıma ulaşmıyor gibiydi. Tek duyduğum çığlıklardı. "Özür dilerim," dedi ve elini omzuma koydu. "Açıklamama izin ver."
"Görkem," dedim aciz bir sesle. Kendimden nefret ettim ve bu nefret boyumu aştı. "Ben... Ben yaparım." Kendi omzuma resim çizemeyeceğimi ikimiz de çok iyi biliyorduk. "Yapamam," dediğimde yenilgiyle omuzlarımı düşürdüm. Yüzüne bakmadan konuşuyordum. Göreceklerim beni korkutuyordu. "Ben dokunamıyorum dikişe."
Kendi izime dokunamıyordum. Ona bakamıyordum ve başkalarının görmesine de asla izin vermiyordum. Sırf bu sebepten bayıla bayıla aldığım o elbiseleri giymeyi bırakmıştım, yazın denize ince tişörtlerle girmiştim. Bir iz, hayatında köklü değişiklikler yapacak kadar etkiliyordu sahibini.
"Bu yüzden ben yapacağım," dedi usulca. Amacı görev değildi, dövme değildi. Amacı beni zayıf noktam konusunda uyarmaktı. Üzerime gelerek bu konuyu aşacağımı düşünmesiydi. "Tişörtünün yakasını omzuna doğru ittirebilir misin?"
Ölsem daha iyiydi. Kalkıp kaçmıyorsam bacaklarımın titreyeceğini bildiğim içindi. "Yapma," dedim ağlamaklı sesimle. Kesinlikle ağlamayacaktım. Bu hataya bir kez düşmüştüm zaten yanında. Ben kalkanlarımı kuşandıkça o başka bir yol bulup yaklaşıyordu yanıma. Sınırlarımı koruyamadığımı hissediyordum.
"Bana izin verirsen bu senin için büyük bir adım olur." Hiçbir şeyden haberi yoktu. Böyle konuşmak kolaydı tabii. "Sen zaten farkındasın ve seni birazcık tanıdıysam izini bizzat kendin ortaya çıkartacaksın 13."
Analizcilere göstermiştim daha önce. Onlardan saklayamayacağımı bildiğim için miydi?
Saklanacak bir şey yok ortada Yağmur.
Neredeyse Mete'nin sesinden bile nefret edecek durumdaydım.
"Söz," dedi Görkem. Az önce çektiği parmaklarını yine omzumun üzerine koydu. "Sana hiçbir soru sormayacağım bununla ilgili. Sadece onun üzerine bir resim çizeceğim ve kapanacak. Oturduğun yerde sürekli yakan açılmış mı diye kontrol etmek zorunda kalmayacaksın mesela."
İkna kabiliyeti, onunla ilgili nefret ettiğim şeylerin başında gelenlerdendi. Titreyen ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırdığımın farkında bile değildim. Bir göreve gidiyorduk, o görevde yara izimi gören biri başka bir yerde, başka bir görevde ben kılık değiştirsem bile o yara izinden beni tanıyabilirdi. Bu şarttı. Görev içindi.
Nefes alamadan omzumdaki elini ittirdim. Ardından ona bakmama inadımı sürdürerek tişörtümün yakasını omzumun bitimine kadar ittirip izin olduğu bölgeyi tamamen çıplak bıraktım. Hislerim taşmak üzereydi. Birazdan bütün odasının altını üstüne getirip burada çığlık atarak kriz geçirsem buna şaşırmazdım. Kendimi baskılamaktan midem bulanmaya başladı.
Görkem kalemin kapağını açtıktan sonra masanın üzerine fırlattı. Bir şeyler çizme konusunda iyi miydi? Sol elindeki resmi kendi çizmiş olabilir miydi?
Evet, başka şeyler düşün.
"Bu evde yaşamaya başlayalı üç ay kadar olmuştu," diye bir hikâye anlatmaya başladı Görkem. Odağımı dağıtmak içindi. Sol elinin baş ve işaret parmağıyla dikiş izinin etrafındaki deriyi gerdiğinde gözlerimi sımsıkı kapatıp iç çektim. Ölüm gibiydi. Parmaklarının orada olduğunu hissetmek beni cayır cayır yakıyordu. "Necip Amir ve Eylül dahil, salonda oturmuş hep birlikte muhabbet ediyorduk."
Söylediklerine konsantre olmaya çalıştım. O odanın içinde değil, bu odanın içinde olduğumu hatırlamam için açtım gözlerimi. Sönük olan masa lambasına diktim bakışlarımı. Etrafta hiç saat yoktu. Ayna da yoktu.
"Necip Amir'e biri laf yapmış bizim hakkımızda." Kalem tuttuğu sağ elinin parmakları dikiş izine değdi. Bilerek yapmıştı. Duvarlarımı yıkmaya çalışıyordu ama buldozer olduğunun farkında değildi. Sanki ben un ufak olduktan sonra bir de dümdüz edecekti beni. "O da demiş ki: Burası benim gemim. Tayfama alacağım insanları da ben seçerim. Sana kalmadı onlar hakkında konuşmak."
Kalemin ucunu derime sürttüğünde hissettiğim ıslaklık yüzünden huylandım. Görkem fazlasıyla hassas davranıyordu. "Sonra Arda, bu benzetmeyi çok sevdi. Bileklerimizde de lacivert ip var ya, sanki denizin dalgasını zaten bileklerimizde taşıyormuşuz gibi... Benimsedi hemen bunu."
Kalemin ucu dikiş izinin üzerinde kaymaya devam ediyordu. Görkem bir hata yapmamak için iyice omzuma eğilmişti. Nefesi iyiden iyiye işgal etmişti boynum ve omzum arasında açık kalan bölgeyi. "Dedi ki, biz bir gemiysek dümeni kesin Görkem olurdu."
Arda'nın sözleri anlamlıydı. Görkem'in gidip bunu eline dövme yaptırması ayrı bir anlamlıydı. Geçici bir şey olsa da kaç yıllık muhabbetten geliyordu hikâyesi. Görkem de bu gemi olayını en az Arda kadar benimsemişti demek ki.
"Güzelmiş," dedim, ilk defa yaramın bu kadar yakınında biri olmasını göz ardı ederek. Anda kalmalıydım.
Dümeni ne tarafa çevirirsen dişliler oraya doğru hareket ederdi. Kaptanın yeri dümenin başı, geminin önüydü. Sembolik bakımdan Görkem bir obje olacaksa ona en uygun şey kesinlikle dümendi.
"Muhabbet buradan devam etti," dedi susarsa farklı şeyler düşüneceğimi bildiğinden. "Eylül'ün Kutup Yıldızı olacağına karar verdik. Bizimle birlikte o gemide değil ama ne zaman dönüp baksak tepemizde parlıyor. Ne zaman ihtiyacımız olsa yönümüzü buldurur bize. Hatta Eylül'e birlikte kutladığımız ilk doğum gününde Kutup Yıldızlı bir kolye hediye etmiştik. Hâlâ saklıyor onu."
Gülümsedim. Bu durumda gülümsemem bana korkunç geldi ama aldırış etmedim. Tenimde iz bırakan şey sadece kalemdi, bıçak değildi. Sakindim.
"Arda o geminin pusulası," dedi başını bir anlığına kaldırıp gülümsememe bakarak. Başardığını biliyordu. Başarması sinir bozucuydu. Kaldığı yerden resmine devam etti. "Ne zaman kafamız karışsa soluğu onun yanında alırız. Yanında olduğu sürece güvende hissedersin kendini. Hiç kaybolmayacakmışsın gibi hissettirir Arda sana. Bir de," ilk defa yüzüne baktım ve kırık bir gülümsemeyle karşılaştım. "ibresi daima kuzeyi gösterir. Kutup Yıldızı'nı."
Arda'nın ibresi daima Eylül'ü gösterirdi.
Daha iyi bir benzetme duymamıştım hayatım boyunca. Her şey fazlasıyla anlamlıydı. Hayran kalmamak elimde değildi.
"Can, filikamızdır." Dudaklarını öne doğru uzatıp omzuma üflediğinde yine huylandım. Sabit duruşum yüzünden anlamamasını umdum. Islaklık kurusun ve dağılmasın diye yapmıştı. Kaldığı yerden devam etti çizmeye. "Bizim için güvencedir. Kurtarıcımızdır hep. Geminin içindeki küçük gemidir, kendi dünyası vardır ama asıl amacı bizim kurtuluşumuz için hazır bulunmasıdır."
Can, geminin içindeki küçük gemiydi. Onun kafa yapısı, başlı başına koca bir dünyaydı ve Analizciler bunu ifade edebilmek için en uygun sıfatı bulmuşlardı. Filikaydı Can. Her zaman kaçış planıydı, kurtuluş yoluydu ve güvenceydi.
"Kaya, deniz feneridir." Çizimini durdurup ne durumda olduğuma bakmak için yüzüme çevirdi bakışlarını. Gözlerim masa lambasına odaklı, kulaklarımsa ondaydı. Yeniden döndü yüzünü omzuma. "Karanlıkta durur, bize ışık olur. Kıyıdadır, uzakta görünür bizden ama o olmasa önümüzü göremeyiz. Bize kıyıyı, evimizi işaret eder. Rehberdir."
Kendisi karanlıkta dururken onların yolunu aydınlatmaktı görevi. Bu, tıpkı diğerleri gibi ona da cuk diye oturan bir semboldü. Karakterlerleriyle sembollerinin uyumları yapboz parçaları gibiydi.
Tamamlanan yapboz bir gemiden, bir denizden fazlasıydı. Biri olmasa bir şeyler eksilirdi. İşler sarpa sarardı. Her birinin görevi çok önemliydi. Bir arada oldukları için yürüyordu o gemi.
"Necip abim iskeledir," dedi büyük bir saygıyla. "Yanına yanaştığımızdır. Limanda bulunur, denizden karaya uzanır ve sapasağlamdır. Deniz ve kara arasındaki bağ, tam da onu ifade etmiyor mu? Geminin evi limandır, limanın babası iskeledir."
Ekibin babası da Necip Amir'dir. Eğer bir şair olsaydım tüm bunları bir araya getirip bir şiir yazmak yapacağım ilk iş olurdu. Onları henüz yeni tanıyordum, belki artık daha iyi tanıyordum. Duyduklarım çok özeldi. Sanki bileğime atılan düğüm de gemici düğümüydü. Biz o gemici düğümleriyle bağlıydık birbirimize.
"O gün, senin için de bir şey düşünmüştüm ama diğerlerine söylememiştim," dediğinde kalem daha hızlı kaymaya başladı tenimde. Çizdiği şeyin içini boyuyordu. Şaşırdığım için başımı ona çevirmek istedim ama çenemi refleksle tutup diğer tarafa çevirdi. Sonra parmakları yeniden yara izinin kenarını buldu. "13, benim için o gemide hep bir yerin vardı. Nasıl diye sorma ama günün birinde buraya geleceğinden emindim."
Nereye gidersen git şunu unutma. Herkes gün olur evine döner.
Mete efsaneleşmiş repliği içimde tekrar ederken sessiz kaldım. Evim burası mıydı? Yerim o gemi miydi? Şüpheliydim. Doğru hissettirmeyen bir şeyler vardı.
Kalemi tenimden söküp aldı sanki. Çizdiği şey kemiğime kadar işlemiş gibiydi. Omzumun üzerindeki eserine baktı. Yaramla değil üzerindeki resimle ilgilendi. Az önce sadece omzuma değil, ruhumdaki en derin kesiğe dokunduğunun farkında mıydı?
Başını iyice eğip nefesini omzuma verdi. Kafasından dolayı göremiyordum ama omzuma o kadar yakındı ki neredeyse dudakları tenime değecekti. Başım dönmeye başladı o üfledikçe. İçim gıcıklanıyordu. Bir an önce kurusun diye dua etmeye başlayacaktım az daha.
Parmağını dikiş izinin üzerine bastırıp ıslaklığı kontrol etti. Dokunuyor olması, buna izin veriyor olmam... Rüyamda bunu görsem bir kâbus sayar, nefes nefese kalkardım. Nasıl sesimi çıkartmadan öylece oturmuştum o yaramı en yakın mesafeden izlerken ve hatta ona dokunurken?
Parmaklarım titrediği için ellerimi birbirine kenetlemiştim. Bakışları yüzümde dolanırken alt dudağımın içindeki eti dişlemekle meşguldüm. Canım acısın ve aklıma o anlar gelmesin istiyordum. Ben, duş alırken bile omzuma bakmıyordum. Parmaklarımı o izin üzerine değdirmek benim için nefes kesici bir fobi gibiydi. Paramparça olmam gerekirdi, oysa sağlam bir darbe almıştım ama tek parçaydım.
Telefonunun kamerasını açtı Görkem. "İleride yeniden Mila olursan, yeniden aynısını çizebilmem için bir fotoğraf olmalı elimde," diye açıkladı bana kendini. "Ben senin gibi bir gördüğümü bir daha asla unutmayan biri değilim. Ama cetvelle ölçsem dövmenin sağını solunu, o zaman aynısını çizebilirdim işte. Seni cetvellememek için bir fotoğraf çeksem daha uygun olur diye düşündüm. İzin verirsen tabi..."
Başımı sallayıp çenemi iyice kaldırdım. Görkem omzumdaki çizimi fotoğrafladıktan sonra ön kamerayı açtı ve dikiş izinin biraz ilerisinde tuttu. Bakmak ve bakmamak arasında kaldım. Sonra merak ettiğim için başımı telefonun ekranına çevirdim.
Köprücük kemiğimin üzerinden omzuma kadar uzanan kısma bir çapa figürü kazınmıştı. Bu basit değil, profesyonel sayılabilecek bir çizimdi. Tek bir kalemle gölgeli bir resim yapmıştı. Çapanın alt ve kalın kısmı, yatay şekildeki dikiş izimi tamamen kapatıyordu. Sapı omzumun üstüne doğru uzanıyordu ve ucunda bir halat vardı. Çapayı sararak aşağı sarkıyordu. Yetenekli olduğu apaçık ortadaydı.
"Çapa mı?" dedim gözlerimi ekrandan alamamışken. İki yanındaki sivri oklardan birinin ucu boynumu, diğeri Görkem'in oturduğu tarafı işaret ediyordu sanki. Güzel bir dövme olduğunu inkâr edemeyecektim. Bu kadarını beklemiyordum.
"Gemici için çapa," diye başladı söze. "Eve güvenli bir şekilde geri dönme umudunu ve denize olan güveni temsil eder. İstenilen yerde sabit durmak için suyun dibine bırakılır çapa. Gemiyi denize bağlar bir nevi. Artık daha anlamlı. Gerek suyun dibi, gerek çapanın oldukça ağır olması gerekse gemiyi sabitlemesi..."
Bakışlarımı omzumdaki sembolden çekip onun üzerine çevirdim daha iyi anlayabilmek adına. "Suyun dibindesin, omuzlarındaki ağırlık tonlarca ve ayrıca sabit fikirlisin. Bizi durdurabilecek, hatta dümeni etkisiz bırakacak güçtesin. Sen gemide değil de denizdeysen hareket edemem, edemeyiz."
Onu dikkatlice dinlediğim için gülümsedi. "Sen Analizcilerin limanına demir atalı çok oluyor 13."
Demir atmak Analizcilerin limanlarına...
Garip bir şekilde iyi hissettiren bir cümleydi.
"Gemiye hoş geldin," derken cebinden bir bant çıkardı. Masanın üzerinde duran makası aldı ve onu kare biçimde kesti. Ardından daha önce hiç görmediğim bandın arkasındaki kağıdı çıkartarak bandı omzumdaki dövmenin üzerine yapıştırdı dikkatlice. Kaymaması için olduğunu anlayabilmiştim. "Sen burada değilken bile senin çapayı ifade ettiğini düşündüm."
Beni tanımıyordu ama onun için anlamım denize duyulan güvendi. Birkaç gece önceyse bana güvenmediğini söylemişti.
"Seni kırmışım," dedi başladığı noktaya geri dönerek. Galiba ilk kez bir muhabbette bu kadar uzun süre boyunca sessiz kalmıştım. "Bizimkiler söyledi. Kötü bir niyetim yoktu." Benim adım Hasan dese ona inanacak gibiydim o an.
"Oyunda Kaya, Arda ve Can'ın tecrübelerini; seninse tecrübesizliğini çok iyi biliyordum. Kazanma ihtimalimiz çok düşüktü onlara karşı. Bunu hesaplamıştım. Güvenmediğim şey sen değildin, kazanma ihtimalimize güvenmiyordum. Bunu yanlış ifade etmişim. Yemin ederim farkında bile değildim."
Yavaş konuşuyordu aklıma iyice yatsın diye. Sindireyim istiyordu. İnanmamı isteyerek, özür dolu gözlerle bakıyordu yüzüme. Beni kıramayacağını ona söylemedim. Bir daha hiçbir şeye kırılmam sanıyordum ama buna kırıldığım bir gerçekti. Reddetmek anlamsızdı.
"Sana güvenmiyor olsam kolundan tutup ailemin yanına getirir miydim hiç seni?"
"Boğazımdan tuttun yalnız," dedim dudaklarım iki yana kavislenirken.
Gülümsemesi gözlerinin kenarlarını kırıştırdı. "Doğru," dedi dudağının üzerine parmağını yaslayarak. Yarası tamamen kaybolmuştu gözden ama sanki onu işaret etmek istiyor gibiydi. Gözlerim sakallarında gezindi. İyiden iyiye uzamışlardı artık. "Sen de bana sol kroşeni geçirdin. Konumuz bu mu şimdi?"
"Doğru," dedim onun gibi. "Benden özür diliyordun en son. Devam et lütfen."
Gülüşü sırıtışa evrildi. "Takıntılarımı gördün," dedi. "Zaaflarıma şahit oldun. Bunların hepsi zayıflık. Biliyorum, senin için de öyle. Herkesten gizlediğimiz şeyler var ama kendini bir tek ailenden gizleyemezsin. Onların yanında rahatsız da olmazsın. Ben senin yanında rahatsız olmadım 13. Hayatım boyunca en güvendiğim insanlar bu evin içinde ve inan, sen de o insanların içindesin. Kendimi anlatabiliyor muyum?"
İlk kez gönlüm bu şekilde alınıyordu. Başarılıydı kesinlikle. "Anladım," dediğimde yüzündeki gülümsemesi yine genişledi. Daha ne kadar sırıtabilirdi bilmesem de en azından üç gündür yerinde olmayan keyfinin geri geldiğini anlatabiliyordu bana gayet iyi bir şekilde.
"Özür dilerim," dedi tek nefeste. "Yarın birlikte bir göreve çıkacağız ve oraya kırgın gitmemizi istemiyorum. Bu yüzden içinde kalan bir şey varsa söyle şimdi bana. Bu mevzuyu bu gece halledelim. Bir hafta boyunca trip atacağını düşünmek kâbus gibi. Burnundan getirirsin insanın sen."
"Ne güzel gidiyordun, sonda bozdun." Anlamak lazımdı. Akıldan ibaret olduğu söylenen bir adama göre oldukça anlayışlı bir konuşmaydı aslında. "Neyse, sen ağlayınca çok çirkin oluyorsundur kesin. Ağlama tamam, affettim."
"Bak ya," dedi kahkaha atarak. "Ben gelmişim burada erdemli erdemli özrümü diliyorum, sen ilkokul çocuğu gibi ağlama falan diyorsun bana."
"Bizde böyle."
"Ayrıca benim ağlarken gözlerim çok güzel olur," dedi bu dünyanın en mükemmel özelliğiymiş gibi böbürlenerek.
"Ağlarken aynaya mı bakıyorsun?"
"Evet, sen bakmıyor musun?" dediği an buna pişman oldu. "Niye bakasın, o benim psikopatlığım," diye toparlamaya çalıştı hızlıca.
Sorun olmadığını belirtmek ister gibi, "Senin kirpiklerin zaten uzun," dedim. "Bir de ıslanınca alnına değiyorlardır herhalde."
"Sol gözümdekiler saçıma değiyor, ne diyorsun..." dedi benim daha önce bir kez söylediğim ve aklından çıkmayan cümleme gönderme yaparak. Sol gözünde sağ gözüne göre daha çok kirpik olduğunu keşke yüzüne söylemeseydim diye geçirdim içimden. Bu manyak emin olmak için saymaya kalkacak diye korkuyordum.
"Bandı sabah uyandığında çıkartırsın, problem olmaz. İyice kurumasını sağlar hem," dedi az önce yakamı çekerek kapattığım omzumu göstererek.
"Elindekini de sen mi çizdin?" diye sordum alacağım cevabı bile bile. Başını salladı. Merak ettiğim bir şey daha vardı. "Kolundaki o karartılar peki?" Bir kuş figürü görebiliyordum, melek figürünün başında duruyordu. Etraflarında sarmaşıklar vardı. Ayrıca zar da vardı karışık desenlerin arasında.
"Onu ustasına çizdirdim," diyerek basit bir açıklama yaptı. "Dükkânda geçici olarak yaptılar sağ olsunlar."
"İyi," dedim. "Eylül valizimi getirmiş, seninki de hazır mı?" Etrafta valiz göremediğim için sormuştum sadece.
"Şimdi ayarlayacağım." Nedenini anlayamasam da diğerlerinin dolabını karıştırıp beğendiği kıyafetleri görev vasıtasıyla çalacakmış gibi hissediyordum. "Eylül her şeyi halletmiştir, sen kontrolle falan uğraşma. Vur kafayı uyu, yarın yola çıkıyoruz."
"Tamam, kovmana gerek yok," dedim ayağa kalkarken. "Gideceğim odama rahat ol."
"Kovmadım ki."
"Hım... Tabi tabi."
"Vallahi kovmadım ya," dedi daha sitemli bir sesle. "İstiyorsan sabahlayalım, gıkımı çıkartırsam şerefsizim bak."
"Kalsın." Ben de az değildim hani. "Gidiyorum ben. Vurup kafamı uyuyacağım."
"13." Elim kapı koluna ulaşmak üzereyken omzumun üzerinden ona baktım. "İyiyiz değil mi? Hallettik?"
"Hım..." dedim yine.
"Bir kere gül öyle git madem." Daha önce de bana bunu söylemişti. O zaman da anısı olduğunu düşünmüştüm, şimdi de olduğunu düşünüyordum.
Anılara saygım sonsuzdu. Geçen sefer de yaptığım gibi sahte bir şekilde sırıttım ve o sahte sırıtış yüz ifademi komik yaptığından Görkem gülmeye başlayınca ben de ona katıldım. "İyi geceler."
"İyi geceler Duman." Arada lakaba karşılık lakapla cevap verme gibi saçma sapan huylarım vardı. Ona Duman demek de hoşuma giden bir şeydi aslında. Yakıştığını düşünüyordum.
Dümen de diyebilirsin, Yağmur.
Denenecekler listeme notunu aldım bu fikrin ve odasından çıkıp kendi odamın yolunu tuttum. Eylül'ün hazırladığı büyük bordo valizi de odama çekmeyi ihmal etmedim. Kontrol etmekle uğraşmayacaktım çünkü üşeniyordum. Yatağımın içine girip uykumun gelmesi için dua ettim. Uykusuzluk çekmek istemiyordum bir kez daha.
⛴
Sımsıkı topladığım saçlarımdan çıkışan birkaç tutamı spreyleyip düzelttim. Artık beni sinir etmiyorlardı. Elim bu tarz işlere yatkındı. Makyaj yapmaktan da hoşlanırdım aslında. Mila Tokel makyajı yapmam için gözlerim aynadaki yansımama değmek zorunda olmasa her şey daha da kolay olacaktı.
Banyodaydım ama kapıyı açık bırakmıştım. Lavabonun aynası beni deli gibi korkutma hatta krize sokma potansiyeline sahipti. Her zaman olmuyordu ama bazen feci şekilde tetikleniyordum.
Benim sessiz imdadımı duyan kişi kapıda dikilen Arda'dan başkası değildi. "Fıstık gibisin yemin ederim," dedi elindeki sütüyle. Sanırım sıcaktı süt, hafif buhar oluşturmuştu bardakta. "Seni makyaj yaparken izleyebilir miyim? Rahatsız olur musun?"
Aksine, rahatsızlığımın farkında olduğu için benim yanımda duruyordu. Başımı iki yana salladım burada kalması için. Yalnız değildim, dimdik ayaktaydım ve güçlü bir kadın imajı çiziyordum. Üzerimde beyaz, askılı bir bluz altımdaysa lacivert, dizlerimin hemen üzerinde biten kalem eteğimle şirketin çok önemli toplantısından çıkmış patron sekreteri gibiydim.
Askılı bluz, dün gece derime işlenen dövmeyi açıkta bırakıyordu ve Arda'nın gözünden kaçması imkansızdı. Ben eyeliner çekerken Arda sütünden bir yudum aldı. "Çapa..." dedi dalgın dalgın. "Tesadüf değil herhalde. Lafla ve silahlarla yürüttüğümüz peynir gemimize resmi bir giriş yaptın demek."
"Öyle oldu." İki göze eşit eyeliner çekebilmek benim süper güçlerimden biriydi. Gözlerimin altına mor farla bir tabaka oluşturdum, ardından onu fırçanın ucuyla dağıtarak iyice yedirdim. Bir uyuşturucu kullanıcısı sanılıyordum Hasan tarafından. İstediğim seviyede morluk elde ettikten sonra, gözlerimin bitim noktasını da birazcık kızarttım.
"Yakışmış sana," derken gözü yara izimin üzerindeydi. Çapadan bahsediyordu. "Ama en havalısı benim sembolüm, değil mi?"
"Tabii ki..." dedim hiçbir şüphe barındırmayan sesimle. "Sen Eylül'le yemeğe mi çıkacaksın bugün?" Gülerek ve hatta sırıtarak sormuştum. Bu yüzden rujumu sürememiştim hatta.
"Sorma." Omuz silkip sütünü içti. "Buğra hıyarı bunu da böler kesin."
"Çağırma kötüyü." İmamın dediğini yap yaptığını yapma sözü benim için söylenmişti sanki. Makyajımı tekrar kontrol ettim. Kırmızı ruj, saçlarımla birleşince alev alev görünüyordum bu yüzden özgüvenim artmıştı yansımama bakarken. "Ben bugünün senin için çok güzel geçeceğine inanıyorum."
Gülümsedi, belli ki o inanmıyordu. "Seni bir hafta göremeyecek miyim şimdi ben?" diye sordu banyonun içine adım atarak. Arkamda dikiliyordu, yansımasına bakarken kıvırcık saçlarını düzeltti. "Çok özlerim ikinizi de. Yataklara düşerim özleminizden."
Hissediyordum. Konu, Görkem'e dikkat et'e çevrilmek üzereydi. Sol kolumdaki ipi gizleyen saate değdi gözlerim. Kayışı inceydi, siyahtı ve saatin çerçevesi gümüş renkliydi. Az kalmıştı yola çıkmamıza. "Şafak sayar gibi say günleri," dedim yüzümü ona dönerek. Başını salladı mağrur bir hüzünle.
"Kuzey Demirkan'la tanış," dedi banyonun kapısını işaret ederken. Boş bardağını elime tutuşturdu. "Bunu da mutfağa bırakırsın, ben bir duş alayım."
Çaktırmadan bana iş kitlemesine sessiz kaldım ve gülerek ayrıldım banyodan. Önce mutfağa uğrayıp bardağı bıraktım, ardından Görkem'in odasına adımladım. Kaya ve Can çatı katına çıkmışlardı en son, sanırım hâlâ oradalardı.
"Gelebilir miyim?" diye sordum kapısına onun stiliyle vurduktan sonra. Onaylayan bir ses çıkarttığında da kapıyı itip içeri adımladım.
Lacivert, beni karşılayan renk oldu. Tam da onun rengiydi bana kalırsa. Takım elbisesinin ceketi yatağın üzerinde duruyordu, henüz giymemişti onu. Beyaz gömleğinin üç düğmesini kapatmamış, onu ilk gördüğüm andaki halini hatırlatmıştı bana. Kolları dövmelerini ortaya serecek biçimde kıvrıktı.
Siyah saçlı biriydi Kuzey. O kadar gerçek duruyordu ki bilmesem asla anlayamazdım peruk olduğunu. Bir takım elbise ve bir peruk Görkem'i ciddi anlamda değiştirmişti.
"Mila Tokel," dedi gözleri hızlıca üzerimde turlarken. Bana bakarak üzerine sıktığı parfümün şişesi ben pahalıyım diye bağırıyordu. Eylül belli ki sadece benim için hazırlık yapmamıştı, ona da bir şeyler almıştı. "Çok güzel bir kadın," diye devam etti. Bunu iltifat eder gibi değil, bir gerçeği ortaya koyar gibi söylemişti. "Ve bunun farkında olması onun en büyük silahı."
"En büyük silahımın güzelliğim olmadığını bilecek kadar beni tanıdığını sanıyordum Görkem," dedim bürüneceği karakter yerine doğrudan onunla konuşmayı seçip. "Ve ileri görüşlü bir insan olduğumu bana kanıtladın. Sakalın sana yakışacağını söylemiştim."
"Teşekkür ederim," dedi sol koluna bir saat geçirirken. "Hazır mısın?"
"Ben hazırım da..." Duraksadım. "Gözlerin?"
"Ne olmuş gözlerime?"
"Dalga mı geçiyorsun?" diye sordum bunu akıl edememesine şaşırarak. "Seni sadece bir kez gören birinin aklına bile kazınır gözlerin. İki tane okyanus taşıyorsun. Buradan tanınabilme ihtimalin gelmedi mi aklına?"
"Lens takacağım," dedi gülümseyerek. Masanın üzerinde duran kutuyu işaret etti. "Sadece en sona bıraktım."
"Unutma da."
"Unutmam." Gözleri omzuma takıldı. Başarılı eserine bakıyordu gururla. Dikiş izim ortalıkta olduğu için pek rahat hissedemiyordum ama büyük ölçüde gizliyordu yaramı üzerindeki resim. Çok yakından bakılmadığı takdirde insanların fark edeceğini sanmıyordum.
"Çıkayım ben o zaman?"
"Kalsana," dedi. "Telefonumun kamerasını tutarak bana yardımcı olabilirsin aslında." Lenslerini takacaktı gözüne.
"Banyodaki aynayı kullanabilirsin bunun için," dediğimde güldü.
"Arda'yı çıplak göresim yok bugün." Buna ben de güldüm. Doğru, Arda duştaydı.
Telefonunu elime aldığımda kabın dokusu hoşuma gitti. Tırnağımla bastırsam üzerine yazı yazabilirdim, üzerindeki çizikler de uzun zamandır kullanıyor olduğunu düşündürüyordu lacivert kabı. Görkem'e hiç sormamıştım ama en sevdiği rengi bildiğimi düşünüyordum.
Kamerayı açıp ona çevirdim. O da kutudan lensleri çıkarttı. Kuzey için seçtiği göz rengi elaydı. "Akdeniz'de ailemin butik oteli var," dedi parmağının ucundaki lensi gözüne takarken. Göz kalemini hızlıca gözümün içine sürebilirdim ama başka birisinin kendi gözüyle uğraşmasını izleyemiyordum. "Kuzey Demirkan'ın işi bu. Kaya gerekli bilgileri ayarladı. İnternette beni araştırırsa önüne bu bilgi çıkacak."
"Saat yaklaşıyor," dedim pencereden dışarı bakarak. Gözleriyle işi bittiğinde tamamen başka biri gibi görünüyordu. Onu böyle görmek tuhaftı, alışamamıştım.
"Çıkalım," dedi ceketi koluna asarak. Zil çaldı, merdivenlerden birileri indi ve kapı açıldı. Necip Amir'in geldiğini tahmin ediyordum. Ben önde, Görkem arkada valizlerimizi çeke çeke hole çıktık.
Sağ başta Necip Amir, yanında Kaya ve Can, sondaysa bornozlu Arda duruyordu. Saçları ıslakken tam bir kedi yavrusunu andırıyordu yüz ifadesi. Salak salak sırıtması da cabasıydı.
"Geçit törenine bu şekilde katılmak istemezdim," dedi. "Kostümümü mazur görün." Necip Amir gülerken cebinden birkaç paket nane şekeri çıkarttı ve Görkem'e uzattı. Görkem de baş sallayışla teşekkür ederek onları valizinin içine sıkıştırdı.
Kapıda kiralık kırmızı bir araba dururken ben hızlıca siyah topuklu ayakkabılarımı giymeye çalıştım. Koluna tutunduğum kişi Arda'ydı. Bornozunun kumaşına saplanmıştı tırnaklarım. "Düşeceksin," dedi halime gülerken. Ayakkabının tokasını deliğe geçirmek ve bunu tek ayak üzerinde duruyorken yapmak zor bir işti.
"Çok karizma olmuşsun," dedi Necip Amir Görkem'e.
"Bana özeniyor saçlara bak," diye takıldı Kaya. "Lensi de yeşil taksaydın oldu olacak."
"Sana benzeyebilmem mümkün mü..." Görkem, Kaya'ya değil de kafasındaki kapüşona bakıyordu. Ceketini elleriyle düzeltti. "Ne haddime?"
"Mavişim diye sevemeyeceksem Görkem neden var ki?" diye sordu Arda.
"B-elalım diye sev sen de." Can'ın iğrenç şakası üzerine hepimizin yüzü anlaşmışız gibi aynı anda ekşidi.
Arda, bu iğrenç şakayı bile sürdürerek ne kadar iyi bir dost olduğunu kanıtladı. "Yalan söyleme gözlerime bak bu kez." Aynı cümleyi üç dört kez tekrarladıktan sonra, "Çünkü gözlerin ela..." dedi dramatik sesiyle.
Benim de gözlerim elaydı ve bu esprilerin benim üzerimden dönmemesine mutluydum. Çünkü Görkem'inkiler lensti, çıkarttığı zaman unutulacaktı tüm bunlar. Oysa bana söylense üzerime yapışır kalırdı.
"Demek bir hafta ayrı kalacağız ha..." dedi Görkem, yuvadan uçan kuş misali. Onları özleyeceğini haykırıyordu sesi. "Kaya, yastığıma sarılıp uyursun. Tamam mı kardeşim?"
"Kabanını çalacağım," dedi Kaya.
"Dolabıma kilit taktığımı bilmesen de olur." Az önce odasındaydım, kilit falan yoktu.
"Ne bu her kilidi açtığımdan habersiz duruşun?"
Keşke ikisinin bir filmi olsaydı. Vereceği seyir zevkini tahmin bile edemiyordum.
"Oğlum ciddi ciddi biz şimdi kimin başını ekşiteceğiz lan akşamları?" diye sordu Arda. Kahverengi bornozuyla karşımızda dikildiği için onu ciddiye almak güçtü.
"Test kitapların bana emanet paşam," dedi Can. Görkem buna minnet duyar gibi yumup açtı gözlerini ve sol göğsünün üzerine koydu elini.
"Dikkat et kendine," dedi Necip Amir. "Hasan seni tanıyacak olursa sakın riske atlama." Bana döndü yüzünü. "Kızım, sen tutarsın bu deliyi."
"Tutarım," dedim açık olan kapıdan dışarı bakarken. "Dikkat de ederim, aklınız kalmasın. Ben çıkayım da siz vedalaşın. Zaten ben buradayken de vedanızı tek kişilik ediyorsunuz."
Arkamda öylece bakan beş adam bırakıp bordo valizi ve Görkem'in elindeki araba anahtarını alıp topuk sesleri eşliğinde çıktım evden. Dönüp bakmadım, arabanın bagajıydı hedefim. Valizimi yerleştirdim ve ardından yolcu koltuğuna geçip telefonumla ilgilenmeye başladım. Bir bildirim görünüyordu ekranda.
Eylül: Burnun kanamadan dönersen üzerine gömlek mağazası yapacakmışım
Gruptan değil, özelden yazmıştı mesajını. Diğerlerinin huyunu bildiği için mi bana varlığını hissettiriyordu yoksa gerçekten beni merak mı ediyordu?
Asya: Keşke söz verebilsem.
Telefonun öbür ucunda yazmamı bekliyormuş gibi anında gördü mesajımı.
Eylül: Kanarsa da silecek bir tişört bulursun elbet :)
Eylül: Gelmeyi çok istedim ama sabahtan beri kıçım yer görmedi buradan enerjilerimi yolladım say sana
Gülümsedim ve teşekkür mesajı yolladım ona. Ardından Görkem yanımdaki yerini aldı ve kapıyı yavaşça kapattı. Emanet araba olduğu için kibar davranıyorduk.
"Bir şey soracağım," dedim Görkem'e siteden çıktığımızda. Bakışlarını yoldan ayırıp bana çevirdiğinde ela gözleriyle karşılaştım. Yabancı hissettiriyordu. "Sana, bu üç gün içinde benim hakkımda bir şeyler söylediler mi Analizciler?"
Yağmur, sen hâlâ bir umut senin için endişe edip etmediklerini mi kontrol ediyorsun?
"Geçen gün işte, seni kırdığımı söylediler." Yeniden yola odaklandı. "Neden ki? Bilmediğim bir şeyler mi dönüyor?"
"Yok," dedim kestirip atarak. Yolun kalanında bana ikimizin karakteri hakkında bilgileri aktardı. Bir ara kart oyunu oynamayı öğretmeye kalktı ama kıdemli bir agadan öğrendiğim bilgilerle onu susturdum. Bu onun için sürpriz olmuştu. Gerçekten öğreneceğimi hesaba katmamıştı anlaşılan.
Bir vale, otelin girişinde karşıladı bizi. Ardından otelin içinden koşturarak gelen bir görevli bagajdakileri alıp arkamızdan otele doğru yürümeye başladı. Görkem girişte elini bana doğru uzattı, eteğimi hızlıca düzelttikten sonra parmaklarının arasından geçirdim parmaklarımı. Avucunun içi soğuktu, benim ellerim de soğuktu ama buna rağmen onun soğukluğunu hissedebilmiştim.
Yavaş yavaş resepsiyona kadar adımlarken, "Sözümden çıkma," dedi Görkem. Kaşlarımı çatıp hızla ona döndürdüm başımı. "Uy bana, uy ki ipleri elimde tutabileyim."
"Sen," dedim en sahtesinden bir tebessüm eşliğinde. Gözlerimden ateş çıkıyordu. "Bana güvenmeyi öğreneceksin."
Bir işe girdiğinde kontrol tamamen elinde olmalıydı, böyle alıştırmışlardı onu herhalde. Ben kuklası değildim. Başka bir üslupla söylese kabul edeceğim şeyi, görevimizin giriş kısmında sözümden çıkma gibi kesin bir emirle söylerse o ipleri keser, tek tek düğümleyip eline verirdim.
Görkem beni duymamış gibi bir adım önümde, resepsiyonistle konuşmaya başladığında bana doğru yaklaşan adamsa anlık donup kalmama neden oldu. Bu kadar erken beklemiyordum.
"Mila Tokel?" dedi soru sorar gibi. Kahverengi gözlerinde şeytani parıltılar görüyordum. Saçlarının arasında beyazlar vardı ama bu onu karizmatik göstermekten ilerisine geçemiyordu.
"Hasan Bey'di değil mi?" diye sordum. Görkem'in gözleri omzunun üzerinden yavaşça bana döndü. O da bunu beklemiyordu. Hasan Görkem'i hızlıca taradı, ben nefesimi tutmuştum bu sırada. Ortağımsa gayet rahat görünüyordu.
Hasan, onun sergide yanımdaki adam olup olmadığını düşündü. İfadesini bu şekilde yorumladım. Yeniden odağını bana verdiğindeyse bu adamın başka biri olduğuna karar vermişti.
"Kuzey Demirkan," dedi Görkem kollarını yasladığı resepsiyondan uzaklaştığında. Elini belime atıp beni kendine yaklaştırdığında gülümseyerek ona uyum sağladım. Hasan'a verdiği bir mesajdı bu. "Bebeğim, nereden tanışıyorsunuz bu adamla?"
Tonlaması hayranlık doluydu. Hasan'ın adını daha önce defalarca kez duymuş da bizim daha önceden tanışmamıza memnun olmuş gibi çıkmıştı sesi.
"Bir sergide karşılaşmıştık," dedim yine gülümseyerek. Yanak kaslarım buna alışkın olmadığı için ağrımaya başlamışlardı bile. "Siz beni mi bekliyordunuz?" Saf bir şaşkınlıkla doldurdum yüz ifademi.
"Adınızı listemde gördüm Mila Hanım," dediğinde gerilmemek için yine gülümsedim. "Cengiz'in sizi buraya yönlendirdiğini düşündüm. Rezervasyon saatinizi öğrenip karşılamak istedim sizi."
İstersem rezervasyon bilgilerine ulaşırım, demişti aslında. Güç gösterisiydi. Burası benim çöplüğüm anlamı yatıyordu sözlerinde. Kesinlikle hafife alınmayacak kadar zeki bir adamdı.
"Cengiz?" diyerek araya girdi Görkem soru sorar gibi. Ayrıca karşımdaki adamın bakışlarından rahatsız olmuş rolü yaparak korumacı bir tavırla beni daha da kendine yapıştırdı.
"Tanımazsın," dedim ezici üstünlüğü elime alarak. Sert bir tavırla söylemiştim, aramızdakinin aşk olmadığını Hasan'a anlatmak isteyerek.
"Bolca vaktimiz var." Hasan, Kuzey'i kudurtmaktan oldukça hoşlandığından bana göz kırpmıştı. Benden en az on yaş büyük bir adamın bana iş atması midemi bulandırırken o sahte gülüş için kendimi oldukça zorlamam gerekti. "Mutlaka konuşuruz. Akşam masaya da bekliyorum aynı şekilde." Bana bir adım yaklaştı. "Siz mi oturacaksınız?"
"Canım, sen oda kartımızı al," diyerek ayrıldım Görkem'den. Onun duyabileceği mesafedeydik ama yanımdan göndererek Hasan'a güven vermekti amacım. "Kuzey oturacak," dedim ona doğru fısıldayarak. "Hiçbir erkekle boşu boşuna birlikte olmam. Ben buraya kazanmaya geldim, Hasan Bey."
"İddialı," dedi hoşuna gitmiş gibi çenesini sıvarlarken. Gözleri, göz çevremde dolaştı. "Tekrar konuşuruz zaten illaki." Altında çok net bir uyuşturucu iması vardı. Kullanıcı olduğumu göz makyajımdan teyit etmişti ve bana mal sağlayabileceğini söylemişti üzeri kapalı şekilde. "Akşam görüşmek üzere."
"Görüşürüz," dedim ve Görkem'in oda kartlarını aldığını görünce onun elini tuttum. Birlikte asansörün olduğu kısma yürümeye başladık.
Beşinci kat, 137 numaralı odanın önüne varana dek ağzımızı bile açmadık. Odanın bulunduğu koridor oldukça uzundu. Duvarların rengi turuncunun çok açık bir tonuydu, ten rengine yakındı hatta. Zeminde halı yoktu fakat parke döşemesi işlemeliydi. Çeşitli tonlarda kahverengilerin iç içe geçmesiyle oluşmuştu. Kapıların rengi kırık beyazdı, yanlarında da siyah bir kutu gibi görünen kart okutma yerleri vardı.
Görkem oda kartını cebinden çıkartırken elimi bıraktı. Haliyle arkasından sürüklediği valizi de bıraktı ve ben de bıraktım onunla birlikte. Kartı okutmak için siyah cihaza yaklaştırdığında dudaklarını neredeyse kıpırdatmadan, "Boynuma atla," dedi. Asansörün karşısında kalan ve koridora bakan köşedeki gri kameraya oynayacaktık anlaşılan.
Ona uymam gerekiyordu. Aşağıda benimle o şekilde konuşmasaydı çok daha kolay olurdu bunu yapmam ama üslubu yüzünden gıcık ola ola yaptım dediğini. Kapıyla onun bedeninin arasına geçtim ve ellerimi ensesine sarıp kartı okutamamasına neden oldum.
Başını eğip kulağıma yaklaştı. Kamera açısı benim yüzümün yarısını görebiliyordu, onun yüzünü kapatıyordum. "Seni içeri iteceğim ve kapıyı hızlıca kapatacağım." Onun dudaklarının kıpırdadığını göremezdi izleyen biri. Kartı okuttuğunda bir bip sesi geldi ve Görkem elini kapı koluna attığı gibi sertçe içeri itti beni kolumdan.
Odaya girdiğim an bir şeyin yuvarlanma sesini duydum, sonra aniden o ses kesildi. Görkem kapıyı çarparken ben yerdeki kurşun kaleme bakıyordum. Kapıyı geri açtı ve sanki ben onu rahat bırakmıyormuşum gibi yarı aralıktan bedenini uzatıp valizlerimizi içeri çekti. Ardından yine sertçe ittirdi kapıyı.
"Arda koydu onu," diye açıklama yaptı bana. Eğilip kırmızı kurşun kalemi parmaklarının arasına aldı ve ben içeri adımlarken onu parmakları arasında döndürmeye başladı.
"Burayı sözde temizlemeye geldiği zaman... Ondan sonra birinin girip girmediğinden haberdar olalım diye yaptı. İçeride dinleme cihazı falan yok anlayacağın. Rahat olabilirsin."
Görkem'in Hasan'a saplantılı bir psikopat olduğunu düşünmeye başlamak üzereydim ki durdurdum düşüncelerimi. Hasan'ın sadece adımı görüp odama dinleme cihazı yerleştireceği ihtimalini geçirdiyse aklından, ben ciddi anlamda tehlikede olmalıydım.
"Bize aklınca gözdağı verdi puşt," diye devam etti Görkem. Oda kartını yatağın üzerine fırlatmış fakat elindeki kalemi bırakmamıştı.
Hızlıca odayı taradı gözlerim. Girişteki sol kapı banyo olmalıydı. Dar ve kısa bir koridordan sonra geniş bir alana atıyordunuz adımınızı. Pencereleri oldukça büyüktü, beyaz tül perdelerle örtülü camlardan içeriye ışık sızıyordu. Odanın ortasında neredeyse üç kişilik bir yatak vardı, beyaz nevresim takımları ve oldukça kabarık beyaz yastıklarla döşenmişti üzeri. Tam karşıda büyük ekran televizyon; hemen altında, köşe taraftaysa mini bir buzdolabı duruyordu kırmızı renkli.
"Mila, o çok zeki bir adam. Beni anlıyor musun? Sana o şekilde bakması normal değildi. Basbayağı şüphe duyuyordu. Denemeye kalkacak seni, belki beni de. Gözlerimiz açık olmak zorunda yedi yirmi dört. Ne diye oraya oturup sustun? Kendi kendime mi konuşuyorum ben?"
Yatağın ucunda oturuyordum, yanıma kendini bıraktığında hafifçe çöktü yatak. Ceketini çıkarıp yastıkların üzerine doğru atmıştı ayaktayken. "Düşünüyorum," dedim sakince. "Lobideki deri koltuklarda, tek başına gazete okuyan birisi vardı. Bacaklarının yönü bize dönüktü."
"Tanıyor musun?" diye sordu gözlerini bana çevirdiğinde. İlgili bakıyordu. Öfkesi dinmişti anında.
"Yüzünü göremedim, gazete gizliyordu." Ellerimi iki yanımdan yatağa bastırdım ve zemine diktim gözlerimi. "Araya girme. Anlatacağım gördüklerimi." Çok uzun bakamamıştım çünkü Hasan'ın gözleri sürekli benim üzerimdeydi. Resmi yeniden gözümün önünde çizmeye çalıştım. Koltuğun renginden başlayarak yaptım bunu. Sonra üzerine bir silüet oturttum ve gazete verdim eline.
"Erkekti. Eminim. Siyah, kumaş pantolon giyiyordu. Boldu paçaları. Pahalı bir şeydi bana kalırsa. Ayakkabıları. Siyah mat rugan ayakkabıları vardı." Gözlerimi kapattım sıkıca. "Parmaklarında yüzük... Yüzükler vardı. Elleri Görkem, elleri kesinlikle buruşuk değildi. Yaşlı olma ihtimali yok. Günümüzde gazete okuyan kaç genç kaldı ki? Otel lobisinde hem de."
"Lobi tamamen boş değildi, şöyle bir göz gezdirmiştim ama ona dikkat etmedim. Ben daha çok köşedeki yaşlı çifte bakmıştım." Koluma dokunduğunda gözlerimi açmamı sağladı bu hareketi. "Saçlarını görebildin mi? Ne bileyim... O bizi görmüş müdür?"
"Bizi gözetlemek için kendime bir yer seçseydim onun olduğu koltuğa otururdum," dedim hızlı bir değerlendirmenin ardından. "Bize özel mi bunu bilemem ama o adam geleni geçeni gözetliyordu kesinlikle."
"Allah'ın işine bak ki girişte hiç kamera yok." Muhtemelen sinirden gülüyordu. "Arda ve Eylül, biliyorsun ikisi de geldi bu otele. İkisi de hiçbir şey görmediklerini söylediler zemin katta. O adamı yeniden göreceğiz 13, bu gece o masada oturuyor olacaktır."
Ayağa kalktığında küçük buzdolabına doğru ilerledi ve onu öne çekti. Arda, silahları o buzdolabının arkasında yapıştırmıştı bir bantla. "Neden içeri silah soktuk ki?" diye sordum. "Kumarhaneye indiğimizde veya yemek yerken yanımızda taşıyacak halimiz yok."
"Z planı," dedi. Bu adamın A, B, C planı yoktu. X, Y, Z, T gibi; matematikte bilinmeyen olarak sıkça kullanılan harflerden oluşturuyordu planların isimlerini herhalde. "Gerçekten ona bir oyun oynamaya çalıştığımızı anlarsa bizi ortadan kaldırmak isteyecektir. Dışarıda bunu yapmaz, sağlam tahtı sarsılır. Tercihi odamızda fişimizi çekmek olacaktır."
"Diğerlerine bu ihtimalden bahsetmedin," dedim.
"Gelmeme izin vermezlerdi." Buzdolabını geri yerine ittirdi ve karşımda dikildi. "Onlara planı anlatırken sonunda ölebilirim dersem beni buraya yollayacak halleri yoktu. Sana söylüyorum çünkü sen ve ben ortağız bu planda. Öleceksek birlikte, çıkacaksak birlikte."
"Beni deniyorsun," dedim oturduğum yerden ayağa kalkarak. Aramızda birkaç adımlık mesafe vardı. "Korkup korkmayacağımı mı ölçüyorsun? Görkem görev ayağına bana test uyguluyorsun şu an sen."
"Hiç tuzağıma düşmeyeceksin değil mi?" Güldüğünde elmacık kemikleri belirginleşti ve ağız çevresi çukurlaştı. Dudaklarının kenarındaki çizgileri sakalları bile gizleyemiyordu. "Bu hoşuma gidiyor. Böyle diklenmen..."
"Manyak mısın sen?" diye sorarken oldukça ciddiydim. "Daha göreve başlayalı yarım saat olmamışken bana gelip ölümden bahsederken ne tepki vermemi bekliyordun? Korkup sinecek miydim yerime? Her şeyi kenara bırak, polisim ben. Demirden korksam trene mi binerdim?"
Verdiğim tepki onu bir gram şaşırtmamıştı, gülümsemesini de silmemişti suratından. "Kızma, bilmem gerekiyordu. Nasıl tepkiler vereceğimi bilmek istiyorsan diğer görevde bana sen eşlik edersin dememiş miydin bana? Ediyorum işte, öğrenmek için."
Can ve benim Yahya'yı yakalamak için gittiğimiz görevin sonunda kurmuştum bu cümleyi ona. Ağzımdan çıkanları ciddiye alıyordu.
"Merak ediyorsan," dedim yeniden yatağa oturarak. Başımı kaldırdım. Gözlerinin içine baktım. "Ölmek için çok sebebe, yaşamak için hiç sebebe sahibim. Beni korkutmak için başka şeyler seç bir dahaki sefere."
"Yemin ederim," dedi meydan okurcasına. "Sana yemin ederim bu cümledeki hiç ve çokun yerini değiştireceğim."
O kadar inanarak, o kadar içinden gelerek etti ki yeminini ağzımı açıp karşı çıkamadım ona. Tek yapabildiğim gözlerimi kısıp yüzüne bakmaktı. Kalakaldım.
İpi bileğime geçirirken elinin titremesi geldi aklıma. Gurur duyduğu kadar korkmuştu da Necip Amir ona bu görevi verdiği için. Necip Amir, ona sahip çıkmış ve hatta belki de onun cümlesindeki hiç ve çokun yerini değiştirmişti. Konu ben olduğumdaysa sıra Görkem'e geçiyordu. Buna bağladım söylediklerini. Buna bağlamalıydım.
"Ayrıca, hiç sebebin olmadığına emin misin?" diye sorarken bana yaklaştı. Dizlerimin bir karış ötesinde duruyordu, eğmişti başını göz temasımızı korumak adına. "Sana altı tane verdiğimi sanıyordum."
Arda, Can, Kaya, Eylül, Necip Amir ve o. Lacivert ipliler.
Bu sebeplerin hepsini bastırmaya yetecek bir his vardı derinlerime gömdüğüm, söylemeye dilimin varmadığı. Benim ölü tarafım yaşayan tarafıma baskın gelecekti hayatım boyunca. Bunu eyleme dökmesem bile o eylemi daha önce yalvararak istemiş olmamı aşamıyordum.
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Canım acıyordu. "Hiç," döküldü dudaklarımdan. Gerisini devam ettiremedim. Aslında ettirdim ama içimden geçen bu değildi. "Hiç korkmuyorum ölmekten. Soru işaretin varsa silebilirsin." Konuyu değiştirmiş, yeniden beni test etmesine getirmiştim.
"Soru işaretim yok," dedi kesin bir dille. "Ama sanırım az önce sana ettiğim yemin, senin için bir virgüldü."
Öyleydi. "Kapatsana konuyu," dedim ona kendimi açıp. "Devam etmesene."
"Ölmeyi ister gibi bakmasana o zaman bana."
"Farkında değilsin." Başımı başka yöne çevirdim. "Yarama bir çuval tuzu boca ediyorsun Görkem. Uzatırsan toparlayamam kafamı. Kumar oynamaya ineceğiz daha. Kendime gelmezsem başarısız oluruz."
"Ayakta kalmaktan başka çaren yok." Bir emir gibi söylemişti. "Öyle ya da böyle kafanı toparlayacaksın 13. Can'la mı konuşursun yoksa Arda'ya mı kendini açarsın bilemem. Sadece birinin derdini dinlemesini ve onu saklamasını istiyorsan Kaya'ya gidersin. Beni mi yakın gördün kendine? Ben mi senin hislerini anlayayım istedin? Öğrenirim. Senin için hislere güvenmeyi bile öğrenirim."
"Bu konuşmayı yapmak için ikimizin yalnız kalacağı anı mı kovaladın?" Sesimin titremiyor oluşu büyük bir çabanın sonucuydu.
"Kovaladım veya kovalamadım. Fark etmez. Kaçıp durma artık."
Kaçmaktan başka yolum mu vardı? Anlamıyordu. Sus diyordum susmuyordu. Üzerine beni sus pus ediyordu.
"Fırtına mı yuttun 13?" diye sordu gözlerime bakıp. "Niye dinmiyor içindeki rüzgarın? Neden sana baktığımda savrulan birini görüyorum her defasında, sen dimdik duruyor olsan bile?"
Boğazıma gemici düğümleri atıldı. Çapa kadar ağırdım karşısında. O denli fazlaydı yüküm. Alabora olmuştu benim teknem, yelkeni melkeni kopmuştu. Ben fırtınayı değil, fırtına beni yutmuştu.
"Savrulup duruyorum doğru. Güçlü kalmayı kolay mı sanıyorsun sen? Kaya bugün, şimdi ölse senin kollarında... Kanı bulaşsa ellerine... Ölmeden önce son sözlerini sana söylese ve görevliler geldiğinde onu senden zorla koparsalar... Sımsıkı sarılsan son nefesini birkaç saniye önce vermiş Kaya'nın ölü bedenine... Sen nefes alabileceğini mi sanıyorsun? Benim bu halim mucize Görkem. Ben artık bu kadar yaşayabiliyorum. Fazlasını bekleme benden. Uğraşma boşuna."
Hayalini kurdu. Bunu benden uzaklaşıp boşluğa dalan gözlerinde gördüm. Sertçe yutkunduğunda içimde sonu olmayan bir duygu kabarıyordu. Ben adına hep öfke diyordum, hiçbir zaman da o öfkeyi neye veya kime duyduğumu bilmiyordum.
"Başka bir şey daha var, anlatmadığın," dedi derin bir nefes çekip. "Saklanıyorsun. Bunu öne sürüp onu gizliyorsun. Söz verdim, ısrar etmeyeceğim ve soru sormayacağım o konu hakkında dedim..." Sol omzumdaki izden bahsediyordu. Doğru yere parmağını basmak konusunda üstüne yoktu. "Duracağım sözümün arkasında. Sadece bil." Neyi bileceğimi söylemedi. Kendisi de bilmiyordu sanki. "Bil işte."
"Benimle konuşacağını düşünmemiştim," dedim açıkça. "Bu odada iki yabancı gibi kalırız, sen kıyıda köşede soru çözersin ben de bir şeylerle uğraşırım sanıyordum. Senin için Mila olarak kalıyordum aklımdaki senaryoda. Anladım ki beklediğimden çok daha fazla zorlayacaksın beni sen bir haftada."
"Elimde bir taş tutuyorsam hedefim iki kuştan fazlasıdır her zaman."
Tercümesi bunun da planının bir parçası olduğuydu. Hasan için, oyunlarda iyi olduğu için, kazanmak için, uyuşturucuların en başındaki esas kişiye ulaşmak için, göstermelik olarak çalıştığı kafeye fotoğraf bırakanın Hasan olup olmadığını anlamak için ve beni tanımak için gelmişti buraya.
"Ben senin vurabileceğin bir kuş değilim," dedim çenemi kaldırarak. "Sen elindeki taşla oyalanırken dikkat et de ebabil saldırısına uğrama."
Yine hoşuna gitmiş gibi güldü. Değişik bir psikolojisi vardı. Ona karşı konulmasını seviyordu. İddialı laflarımın sonunda hep aynı yüz ifadesiyle karşılaşıyordum.
"Belki de o kadar da savrulmuyorsundur." Lensleri gözlerinin bana anlattıklarını gizleyemiyordu.
"Doğru," dedim doğru olmadığını bile bile. "Belki de sadece senin başın dönüyordur." Ukala bir gülüşle ayağa kalkıp valizimin yanına ilerledim. İçini açıp aşağı inerken giyeceklerimi ayarlamaktı hedefim.
Eylül'ün hazırladığı bu koca şeye hiç açıp da bakmamıştım. Sağ olsun olabilecek her senaryoyu düşünüp pedden ağdaya, deodoranttan iç çamaşırına kadar her şeyi içeren kurtarıcı küçük bir çanta daha ilave etmişti içine. Onu kenara çekip kıyafetleri yatağın üzerine açmaya başladım.
Görkem de bu arada kendi valizini açmış, gömleklerini tek tek askılara geçiriyordu. Odada bir askılık vardı, dekoratif duranlardandı. Bir dolabın içinde değildi.
"Eylül zengin kıyafetlerini özenle seçmiş, öyle söyledi. Bedenini de tutturduğu konusunda oldukça emindi. Eksik gedik var mı?"
"Yok. Her şey iyi olmuş, hoş olmuş da..." En üstteki bordo takımı alıp yatağın üzerine bıraktım. "Fazla iki parçalı giysi var gibi."
"Giymez misin?" diye sordu elindeki askıyı askılığa geçirdikten sonra omzunun üzerinden bana bakarak. "Çok mu açık?"
"Ondan değil," dedim. "Mila Tokel'in spor salonundan çıkmayan biri olduğunu sanmıyorum. Sıradan bir sanatçıya göre bir tık fazla karın kasım var."
"Karın kasın mı var?" Önüne geçemediği bir şok asıldı suratına. Yüz ifadesi çıkar göster diyecek gibiydi. "Evet," dedi biraz olsun kendini toparladığında. "İlk karşılaşmamızda bileğimi tuttuğunda kol kaslarının varlığına şahit olmuştum ama... Six pack mi ciddi ciddi?"
"Yani, abartısız olanından. Aşırı aşırı belirgin değil zaten." Kaşlarımı çattım. "Karın kasımdan başka konuşacak konumuz yok mu bizim?"
"Bu konu her şeyden daha önemli şu an," dedi ciddi ifadesiyle. Ona düz düz bakmaya devam ettim. "Yarıştıralım mı?" diye sordu gözleriyle karnını işaret ederek. Dudakları gerildi ve gülmeye evrilmesi iki saniye sürdü.
Onunla birlikte gülmeye başladığımda başımı salak der gibi bir kez omzuma doğru eğdim hızlıca. Baş sallamaların birçok şeyi ifade edebildiğini düşünüyordum. Bu hareketin yöresel adı "Te Allah'ım ya"ydı mesela.
Yeniden kıyafetlerle ilgilenmeye geri döndüm. Ben karıştırdıkça içinden bambaşka şeyler çıktı ve hepsine hayran hayran bakmaktan başka bir şey yapamadım.
Aralarından siyah bir parçayı gözüme kestirip aldım. Yakalı, deri bir tulumdu. Büyük cepleri vardı göğüs kısmında, düğmeleri de yine büyüktü. Geniş, kıyafetle aynı renge sahip bir de kemere sahipti. Kolları uzundu ama terletecek gibi durmuyordu. Buram buram kalite kokuyordu.
Eylül'ün günlük hayatında kullanacağı bir şey değildi. Kesinlikle görevde ben giyeyim diye almıştı. Kesinlikle giyecektim. Paça boyunun kısa gelmemesi için dua ederek onu alıp banyoya attım kendimi. Yanıma saçlarımı şekillendireceğim spreyi de almıştım.
Banyonun kapısını açmam ve kapamam arasındaki saniye sayısı beşti en fazla. Görkem çıkan sesten irkildiği için hızlı adımlarla dar ve kısa koridorun başında belirip bana bakmaya geldi.
"Banyoda sen giyinebilir misin?" diye sordum bir elimde spreyi, diğer elimde tulumu sıkıca tutarken.
Lüks bir otelden bekleneceği gibi oldukça geniş bir banyoya sahipti oda. O genişlik bomboş görünmesin diye de lavaboyu ve altındaki dolapları büyütmüşlerdi. Orantılı olarak lavabonun aynası da büyümüştü. Gereksiz bir şekilde devasaydı. Üzerimi orada değiştiremezdim.
"Olur," dedi. O da elinde bir askı tutuyordu. "Ben sadece gömleğimi değiştireceğim zaten." Bomboş bir açıklama yapıyordu ne tepki vereceğini bilmediği için. Banyoyu görmediği için de neden böyle davrandığıma anlam verememişti haliyle.
"Pantolonuna da değiştir," dedim kafamı dağıtmak için. "Siyah pantolon, siyah gömlek giy. Beni dinle sen."
Mila Tokel uyuma önem veren bir kadın olmalıydı. Kuzey'i yanına yakışacak şekilde giydirirdi. Bu mesajı verecektik bu gece. "Hiç yanında zincir tarzı bir aksesuar var mı?"
"Künye var bir tane," dediğinde onaylar gibi başımı salladım.
"Olur o. Yakanı bağrını açıp onu takarsın boynuna da. Gömleğinin kollarını kıvırırsın, ceket almazsın üzerine. Diğerleri ceketli olacaktır muhtemelen, sen göze çarp."
Kafamı bu şekilde dağıttığımı anlamış gibi sesini çıkartmadı. Bahsettiğim kombine saçındaki peruk bile uyuyordu. İtiraz edecek hali yoktu. Söylediklerimi alıp banyoya geçtiğinde ben de elindeki tulumu yatağın üzerine bırakıp hızlıca üzerimdekileri çıkarttım. Tuluma bir kez daha alıcı gözüyle baktığım zaman altına uygun bir postalın çok yakışacağını düşünmüştüm ama fazla ayakkabı seçeneğim yoktu. Topuklularla idare edecektik.
Tulumun içine girdiğimde sanki bir özgüvenin içine girmiş gibiydim. Paçası kısa falan gelmemişti, beli de bol değildi. Yine de kemerini sıkmıştım. "Ben hazırım," diyerek haber verdim. "İstediğinde çık."
"Saçını makyajını yapman gerekir şimdi senin," dedi kapının ardından. "Sen içeri gel, ben burada durayım."
Arda'dan bayrağı teslim almıştı. Karşı çıkamazdım bu teklifine. Orada bir şekilde işlerimi halletmem gerekiyordu.
Kapıyı açtığımda Görkem'i değil, Kuzey'i gördüm. İçeri girdiğimde Asya değil Mila'ydım. Hızlı bir süzüşe geçtim, zaten fazla bakmama gerek yoktu. Simsiyah kombininde patlayan parça gümüş renkli künyesi olmuştu. Bir de ona ait olmayan ela gözleri.
Benim simsiyah kombinimde patlayan şey de saç rengim olacaktı. Bir de tazelediğim kırmızı rujum.
On adım kadar arkamda, sırtını duvara yaslamıştı Görkem. Yansıması, yansımamın solunda kalıyordu. Gözleri başlangıçta yüz ifademe takılı kalmıştı ama ben yanımda birileri varken duygularımı belli etmeme amacıyla sürekli bastırdığımdan korkumu da bastırabiliyordum. Aradığı telaşı bende göremeyince omuzlarını düşürdü rahatlayarak.
Tulumun üstten üç düğmesini açık bıraktığımdan yakalarım kenara kaymıştı ve dövmemin ucu açığa çıkmıştı. Saçlarımı yeniden sımsıkı bir at kuyruğu yaptım ve hızla tazeledim makyajımı. Görkem bu sırada sessizce izledi yaptıklarımı. Bir dizini arkasındaki duvara yaslamıştı. Bileğindeki iple oynuyordu ara sıra. Bunu yapabilmek için de saatini biraz yukarı ittirmişti.
"Olduk bence," dedim saçlarımı spreyledikten sonra spreyi tezgaha bırakırken.
"Oldun," dedi gözleri aynadaki yansımama değil de doğruca bana döndüğü sırada. "Olduk," dedi bu defa aynaya bakarak. "Eylül mü işini biliyor yoksa sen mi çözemedim," diye devam etti. "İlgi çekeceğin kesin."
"Güzel olmuşsun dersen ölürsün çünkü," dedim kapıya yönelerek. "İltifata neden dili varmıyor bu erkeklerin? Bak, ben sana bakıp yakışıklı olmuşsun diyebiliyorum. Sakal yakışmış da diyebiliyorum. Normal çünkü bunlar. İnsanca. Yiğidi öldürüp hakkını yememece."
Birden yükselmeme gülmüştü çünkü gülsün diye yükselmiştim. Gözleri sürekli aynaya değerken benim için endişelendiğini çok net şekilde görmüştüm ve bir sorun olmadığını belirtmek istiyordum. Göreve inecektik, aklı bende değil kartlarda olmalıydı.
"Hep dolaylı dolaylı konuş sen anca. Adımı söyleme, sayıyla hitap et. Sen güzel bir kadınsın diyeme, Mila Tokel güzel bir kadın de. Oh, ne ala memleket paşam. Arda Gökmen ders diye okutulmalı sana. Arada kafanı kaldır da örnek al o çocuğu."
"Al kalbimi senin olsun mu diyeyim durduk yere?" diye sorarken gülmeyi hiç kesmemişti.
"Ay aman," dedim omuz silkerek. "Yakışmadı sana kalp falan. Neyse, kal böyle."
"Ruh hali değişimlerin beni öldürüyor," derken alaycılık yoktu sesinde. "Bana bir iki işlem söylesene çıkmadan." Bu söylediğinde de hiç alaycılık yoktu.
"13×137," dedim ben de anında. Yıllardır bunu bekliyormuşum gibi olmuştu. Kapı numaramızla lakabımı çarptırıyordum adama, kafasını toplasın diye.
"1781," dedi. 3500 de dese fark etmezdi bana. Sallasa da durup cevabı düşünmediğim için inanırdım yani.
"Manyak. 92'nin karesi?"
"8464."
"Çıkabilir miyiz artık?"
"Lütfen."
Elini önden geçmem için uzattı. Telefonları arkamızda bırakıp dışarı çıktık. Sadece oda kartını almıştık yanımıza. Asansöre doğru ilerledik, üç tane yan yana asansör vardı ve sadece sonuncusu iniyordu yer altına. Yeniden kameralara oynamamız gerektiği için elini belime atmıştı. Adımlarımızı uydurup yavaş yavaş yürüdük kabine doğru. O ara ara bana bakıyordu ama ben oralı değildim. Çünkü kendisi benden hafiften hoşlanan bir beyefendi rolündeydi, ben ise aşkı umursamaz bir kadın rolündeydim.
Kabin göründü, içeri adımımızı attık. Görkem üzerinde uyarı işareti olan kırmızı tuşa bastığında aşağı doğru hareketlendik. Parmağını o tuşun üzerinden çektiğindeyse sarsılarak durduk.
Yüzündeki ifadeden bana bir şeyi söylemeyi unuttuğunu çıkardım. Hızlıca çalıştırdım saksıyı ve durma sebebimizi bulmam zor olmadı. Parmağını o tuşun üzerinden boş yere çekmiş olamazdı. Bana yaklaştı, iki eli tulumumun yakalarını buldu ve çekti hafifçe. Parmaklarımı boynundaki zincirin üzerinde gezdirdim. Ardından sanki ona naz yapıyormuşum gibi diğer elimle kırmızı tuşa uzanıp basılı tuttum parmaklarımı tuşun üzerinde.
Ona onu oyuna getirdiğim temalı bir bakış attı. Buraya kamera koymuşlarsa eğer asıl oynadığımız kişilerin kendileri olduğunu bilemeyecekti arkasındakiler. Yoksa da biz önlemimizi bakışarak anlaşıp almıştık. Onu anladığım ve soru sormadığım için memnundu. Çünkü birileri bizi dinliyor da olabilirdi.
Kumarhanenin sahibi, kumarhaneye giren insanlar hakkında bu şekilde bilgi ediniyordu belki de. Biz oltaya düşmeyen taraftık veya yalnızca paranoyaklık yapıyorduk. Yine de tedbir tedbirdi.
İndiğimizde bizi izbandut kılıklı iki takım elbiseli adam karşıladı. Fazlaca iri ve saçmaca gözlüklülerdi. Gülmemem iyi olmuştu. Bana baktılar, sonra Kuzey'e. Asansörün neden durduğunu yüzümüzden okumak ister gibilerdi.
Kuzey kendi karakterine oldukça uygun bir gülüş takındı suratına. "Benim hatun alev alev," dedi pişkince. Korumalar sırıtarak karşılık verdiğinde göz devirdim. İçeride olan bitenin çok daha fazlasını yaşadığımızı düşünmelerinin sağladığı bir sırıtıştı bu. Kamera varsa bile onların kontrolünde değildi anlaşılan.
Saçmaydı. Buraya biri silahla inip onları tarayabilirdi de. Kesinlikle onların aşağıya inen insanları görüyor olmaları gerekirdi. Yüzde doksan beş ihtimalle ne kamera ne de dinleyici yoktu kabinin içinde.
"Beyler," dedim kaşlarımı çatarak. "Çekilirseniz..." Çekildiklerinde yakalarımı iki elimle tutup silktim ve topuk seslerinin eşliğinde içeri doğru adımladım.
Bir X-Ray cihazından geçtik. Ayrıca korumaların bakışları da süzdü bizi. İçeri girdiğim an gözüme Hasan çarptı. "Bana bir içki alsana şuradan," diyerek Kuzey'in tuttuğum elini bıraktım ve kadehlerin orayı gösterdim. Anlam veremedi ama uydu söylediklerime.
Bana uy diye ortalıkta geziyor, sonrasında ona söylediğim kıyafetleri giyiyor ve emirlerimi anında yerine getiriyordu.
Eyy Görkem, sen kimsin ya? Sahne senin Yağmur'um.
Sahne pek benim değildi. Radarına anında takıldım Hasan'ın. Onca insanı öylece bırakıp doğrudan bana yaklaşırken gözlerinde beni tek başıma yakalamış olmanın şeytani parıltıları vardı.
"Mila Hanım, hoş geldiniz." Elimi ona uzattığımda dudaklarına götürüp öptü. Ardından kibar bir ifadeyle şeytanlığını maskeledi. "İyi ki tavsiyeme uyup o gece Cengiz'in sergisinden bir tablo satın almadınız. Yoksa sizi burada göremezdim. Alıcıların hepsi gözaltına alındı da..."
•⚓•
Mila şey dese ya: Napim?
Bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunmaktayız. Analiz'in her bölümü geleceğe yönelik bir sürü detayla dolu. Hiiiç, öylesine söyleyeyim dedim.
Görkem gönlünüzü alabilmeyi başardı mı?
Bu Hasan ne ayak?
Günün birinde çapa denizden çıkmak istemezse gemi bir daha hareket edemez mi?
Hayali bir gemide sizin rolünüz ne olurdu?
Asya böyle racon kesmeyi nereden öğrendi? Sdjskwlsm
13. bölümde görüşene dek hoşça kalınnn. Kendinize iyi bakmayı ihmal etmeyin. Yazmak istediğiniz herhangi bir şey varsa buraya bırakabilirsiniz.
🔵🤝🔵
Yüreğim dağladı be Asya o nasıl laftı öyle
YanıtlaSil