19. "Yanmış Deniz Sönmüş Yıldız"


Bölüm şarkıları:

Meyal, Ters Ters Fikirler
Anıl Emre Daldal, Kendimi Unuttum

🐾

Bir yanda alev almış denizler.
Köşede bir kadın geçmişini gizler.
Karmaşık adamlar kadınları,
Dikişler uzaktan yaraları izler.

•⚓•


"Sana ekler getirdim."


Yatağın üzerinde bağdaş kurmuş bu haberi duymayı bekliyordum. Görkem başını kapıdan uzatıp söylediğinde ellerimi çırptım sahte bir neşeyle. Sonra gülüşüm gerçeğe döndü ve birlikte gülmeye başladık.


Sadece ekler getirmemişti. İki kolunun altına da bir şeyler sıkıştırmıştı, ellerindeyse tatlıları tutuyordu. Hiçbir şeyi düşürmemek için tuhaf bir şekilde yürüyerek içeri adımlamış, kapıyı ardından kapatmıştı.


"O herif seni üzdü," dedi Kaan'ı kastederek. Tabakları elime tutuşturdu. Birinde eklerlerim, diğerindeyse sütlaç duruyordu. "Ve ona takılıp kalmanı istemiyorum." Öyle bir şey yaptığım yoktu. "Bu yüzden biraz burada duracağım. Yani, sen de istersen tabii."


Kaşlarımı çatıp ne yapmaya çalıştığını sorguladım. Hâlâ bana kendini affettirme çabasında mıydı yoksa sadece içinden yanımda olmak mı geliyordu bilmiyordum. Onu anlamak hep çok zordu. "Anlamadım." Yatağın ucunda ayakta dikiliyordu, bu yüzden konuşurken başımı kaldırmam gerekmişti. "Ne var aklında yine senin?"


"Kafa dağıtacağız sadece." Omuz silkip dikilmeye devam etti. Kolunun altından çıkardığı test kitabını gösterdi bana, sonra diğer kolunun altında tuttuğu kahverengi kapaklı defteri çıkardı. Kabarıktı, içinde fotoğraflar vardı muhtemelen. "Hem maksatla sana iş kitleyeceğim. Bugün sinemaya gidip kaytardığını sanıyorsan yanılıyorsun. Acımasız bir patronumdur."


"Sütlaç yiyecek misin?" diye sordum gözlerimle oturmasını işaret ettikten sonra. Ben bir onay verene kadar hareket bile etmemişti odanın içinde. Sessiz onayımdan sonraysa yatağın ucuna oturup sırtını duvara yasladı. "Ha," dedim anlık bir aydınlanışın ardından. "Sen beni oyalamaya çalışıyordun!"


Şok içinde sol kolunu kavradı parmaklarım. Kendime çekip bileğini çevirdim ve saatine baktım. 23.52'ydi. Gün pazara dönmek üzereydi. Kulağa her ne kadar tuhaf gelse de Görkem takıntısından dolayı pazar günü dışında sütlaç yemiyordu ve ben o bugün sütlaç yemezse eklerlerime dokunmayacağımı hatta bu yüzden öleceğimi söylemiştim.


Ekler tabağını kenara bırakıp sütlacı ve yanındaki kaşığı kavradım. Kurduğum bağdaşı açmam gerekti. Ayaklarımı yataktan sarkıtıp kaseyi ona doğru uzattım. "Çok adisin. Yemeyecek miydin gerçekten saat 12 olana kadar?"


"Seni hayal kırıklığına uğratmışım gibi bakma bana," dedi gözlerini kaçırarak. "Bilerek yaptığım bir şey değil. Anlamıyorsun. Yiyemem pazar değilse."


"Birkaç dakika için beni kıracak mısın?" Omuzlarımı düşürüp gözlerimi kırpıştırdım. Takıntılarıyla baş edemiyordu ve onu zorluyordum. Birilerini bir şeye zorlamak yapacağım en son şeydi ama onun buna ihtiyacı vardı. Bilmiyordum, sadece bu şekilde yardımcı olabileceğimi düşündüğümdendi hareketlerim. "Görkem, tek bir eklere bile dokunmam yemezsen. İnadım inattır."


"Azıcık daha beklesem..." diye mırıldandı huzursuzca. Bakışlarını da hâlâ kaçırdığından çocuk gibi gelmişti gözüme.


"Aa..." dedim azarlar gibi. "Bak içerideki abilere veririm sütlacını." İçerideki abiler de Kaya, Can bir de Arda'ydı. Başını eğip gülmeye başladığında kaşığı sütlaca daldırdım. "Bak," dedim. "Uçak geliyor."


Çocukla çocuk mu oluyorsun Yağmur?


Ne yaptığım konusunda pek bir fikrim yoktu.


"Çaban çok güzel, gerçekten. Ama bu öyle çabayla düzelecek bir şey değil."


Tavuk dönerciye girmeden önce kulaklığındaki müzik bitince de aynılarını yapmıştı. Giremem, yiyemem diye on saat dil de dökse sonuç olarak o kapıdan içeri girmesini sağlamıştım. Yine başarabilirdim.


"Aman, tamam," dedim ondan uzaklaşıp yatak başlığına sırtımı yaslayarak. Ses tonum aniden değişmiş, gülüşüm solmuştu. Bir anda çocuk modumu kapatıp her zamanki Asya suratıma geçince Görkem de neye uğradığını şaşırdı. "Tamam yeme." Ondan tarafa bakmadım ama bakışlarının bana döndüğünü biliyordum. Üzgün olduğumu düşünüp yanıma oturmaya gelmişti, yüzümdeki bu ifadeyi görünce ne yapacaktı acaba?


"Bakma öyle." Sıkıntılı bir şekilde içini çekti. "Getir," dedi. "Getir, tamam. Yiyeceğim."


Hızlıca ona doğru yaklaştım ve hiçbir şey söylemeden elimdeki kaşığı ağzına doğru uzattım hevesle. Ruh halimin ışık hızında değişmesi üzerine Görkem "Numaracı," dedi bana genişçe gülümserken.


"Biraz öyleyimdir." Kaşığı iki kez hafifçe hareket ettirerek bakışlarının benden ayrılmasını sağladım. Çenesini elimdeki kaşığa doğru eğdi ve yedi sütlacı. Bileğini yeniden tutup saate baktım. "23.55!" Sesim bir zafer çığlığı gibi çıkmıştı. "Başardım. Yemin ederim başardım."


Kendi içimde büyük bir düelloya çevirmiştim bu işi. Kazanan taraf olmaktansa çok gurur duyuyordum.


"Bak," dedim. Kaşığı kaseye daldırıp tekrar ona uzattığımda itirazsız açtı ağzını. "Bak, günlerden cumartesi ve sen sütlaç yiyorsun. Pazarları beklemene gerek var mıymış? Yokmuş. Hiçbir şey olmadı."


Sesimdeki mutluluk dudaklarının iki yana kıvrılmasını sağlarken tek kelime etmeden beni dinliyordu. Yine sütlaçla doldurdum kaşığı. Yine ağzını açıp sesini çıkartmadan hareketlerimi izledi. "Niye hiçbir şey demiyorsun?" diye sordum. "Şok oldun değil mi sen de? Ben öyle adamı şok ederim işte. Alışacaksın."


"Hoşuma gitti." Gözlerime bakarken gülümsedi. "Ellerim yokmuş gibi davranmanı bozmak istemedim."


Dizlerimi kırıp bacaklarımın üzerine oturmuş, ona doğru eğilmiştim yatakta. Sıkıca tuttuğum sütlacı kendi ellerimle ona yediriyor, ne yaptığımı sorgulamıyordum bile o söyleyene kadar.


Cipsler, sütlaçlar... Maşallah Yağmur, maşallah.


Üzerinde beyaz boğazlısı, koyu yeşil kareli gömleği vardı. Sakallarını da hâlâ kesmemişti. Ona yakıştırdığımı söylediğim şeylerin toplamı olarak karşımda duruyor, başını arkasındaki duvara yaslamış, beni izliyordu öylece.


"Şu an," dedi gözleri üzerimdeyken. "Çok rahatsız hissetmem gerekiyordu. Nefesimin daralması, kendimi dünyanın en suçlu insanı gibi görmem lazımdı ama hayır, yirmi sekiz yıldır ilk kez günlerden pazar değilken sütlaç yedim ve bu sadece hoşuma gitti."


Yirmi sekiz yıldır yapmadığı bir şeyi üç dakikada ben yaptırmıştım ona.


Takıntılarının ciddiyetini göz önünde bulundurarak, biraz çekinerek de olsa sordum. "Bu bir adım mı?"


"En sevdiğim tatlıyı senin elinden yemem mi?"


"Hayır." Güldüm. "Yani, sence bir şeyleri tamamen aşabilir misin? Bunu yaptıysan diğerlerinin de üstesinden gelebileceğine inanıyor musun bir gün?" İnansın istiyordum çünkü ben inanıyordum.


"Hiç yapmadığım bir şey sayende çok hoşuma gitti," dedi hiçin ve çokun altını çizerek. "İşte tam o an her şey mümkünmüş gibi geldi, Yağmur."


Gözlerinde fazlaca bir süre takılı kalmama sebep oldu cümlesi ve en çok da cümlesinin sonuna iliştirdiği ismim.


Beklenmedikti. İçimde birkaç taşın yeri değişti. Soğuk duvarlarımın önüne balyozlar bırakıldı. Bir sayfa kapandı, bir başkası açıldı.


Sadece Mete'nin kullandığı ismimi bir başkası kullanırsa yaram deşilir, kanım akar sanmıştım. Aksine Görkem, bileğime lacivert ipi bağladığı gibi o yaramın üzerine de bir kabuk bağlamıştı.


Rahatsız olmam, nefesimin daralması gerekirdi. Bunlar olmadı. Bana sadece ismimi söyledi ve dengemi bozdu, ayarlarımla oynadı.


Ona her şeyin mümkün olduğunu hissettirdiğimi söylediği cümlesinin sonuna adımı koymuş, zaten anlamlı olan bir şeyi daha da anlamlı hale getirmişti.


Elimdeki kaşığı kasenin içine düşürmüştüm gözlerine bakarak geçen birkaç saniyenin birinde.


Donup kaldığımı gördü ama kalbimin hızlandığını göremezdi. Yüzünden yavaş yavaş silinen gülüşüne indi bakışlarım. Sert bir yutkunuşun ardından dudaklarını ıslattı. Bakışlarımı kaçırmadım. Verdiği solukların sesini duyacağım kadar sessizlik oluşmuştu aramızda.


Göğüs kafesi şişip iniyor, en son ona doğru eğilmiş olduğum için bana alttan alttan bakmak zorunda kalıyordu. Gözlerini kapatıp açtığı o saniyelik anda kirpiklerinin birbirinin içine geçişini ve ayrılışını görecek kadar yakındı yüzlerimiz. O kadar dikkatli bakmıştım ona.


Her şey mümkünmüş gibi hissetmek isterdim ama değildi. Olmadığını biliyordum.


Yine de duvarlarımın arasındaki çatlaklardan içeri sızan ışığa engel olamadım.


Bir şey söylememi bekledi, belki de bir şey yapmamı. Geri çekildiğimde bakışlarında şaşkınlık olduğunu gördüm ama bu, uzaklaşmamın değil az önce yaşanan yakınlığın bir sonucuydu.


"Artık eklerimi yiyebilirim," dedim toparlanarak. Toparlanmam lazımdı. Sütlacı ona uzattım ama gözlerimi ona değdirmedim. "Görev tamam."


Tepki göstermemi beklemişti çünkü kimsenin bana Yağmur demesine izin vermeyeceğimi biliyordu. Olumlu ya da olumsuz tek bir söz bile söylememiş olmam kafasını karıştırsa da benim gibi sessiz kalarak sütlaç kasesini aldı avucumun içinden.


"O defteri niye getirdin?" diye sordum tabağımı kucağıma çekip sırtımı yatak başlığına yaslayarak. Aramızdaki mesafeyi azaltan da çoğaltan da bendim. Sınırlarımı zorladığını söylüyordum ama bu, sınırları doğru düzgün çizemeyişim yüzünden oluyordu. Yeni varıyordum farkına.


"Ne defteri?" dedi kaşığıyla sütlacın az olan kısmını çok olan tarafa doğru ittirirken.


"Bana iş kitleyeceğini çünkü acımasız bir patron olduğunu söylemiştin ya hani."


"Ben mi?" dedi sütlaçtan bir kaşık aldıktan sonra. "Ne işi?"


"Devrelerinde yangına mı sebebiyet verdim Görkem?" Bir kaşımı kaldırıp yüzüne baktım cevabı beklerken. Durdu, kaşlarını çattı ve sözcüklerimi bir araya getirip anlamlı bir bütün oluşturmaya çalıştı kafasının içinde.


"Denizde yangın olmaz," dedi sonra. Belli ki beynindeki hücreler yeniden çalışmaya karar vermişti ve oldukça güzel bir cevap gelmişti soruma.


Bu cevap beni de kendime getirdi. Bige ablanın çektiği nutuk çınladı kulaklarımda. Görkem'in Analizcileri gemiyle ve denizle bağdaştırışı, az önce kurduğu cümleyle birleşince onun akıldan ibaret bir adam oluşuyla yeniden yüzleştim ve evet, gerçekten kendime geldim. Ta ki o yeniden dudaklarını aralayana kadar.


"Ama sen," dedi bakışlarımız kesiştiğinde. "Denizleri bile ateşe verebilecek birisin."


Aldığım nefes göğsümde kalakaldı.


"Yakar yıkar, geçer seyredersin. Tehlikeli ama hoşuma giden bir özelliğin bu."


Başının birkaç karış yukarısında Analizcilerin fotoğrafları ve küçük led ışıklar duruyordu. O ise tüm bunların köşesinde, bana bakıyordu. "Yine de yapma," dedi. "Yakma denizleri çünkü ben bu gemiyi ilerletmek zorundayım."


Ben çizmeyi beceremezken o çekti çizgiyi. İlk kez onun sınırlarının önündeydim. O yapmamamı söyledi. İleriye veya geriye bir adım atmadım. Yapmadım. Bana yabancı olan o topraklarda, öylece dikildim. İleride deniz vardı ve ben denizi uzaktan seyrettim.


Gözlerimi kaçırıp sustum. Çatalımla ekleri zorlukla da olsa ikiye bölüp bir parçasını ağzıma attım. Uzaklaşmak istedim. Tatlıyı bir an önce bitirip bana vereceği işe odaklanmak, düşüncelerimi durdurmak istedim.


"Yer misin bundan da?" diye sordum her şey normal seyrindeymiş gibi. Başını iki yana salladığında kasesini bana uzatarak bir teklifte bulundu. Bir kaşık alıp yedim ardından sessizce kendi tatlıma devam ettim.


"Fotoğraflar..." dedi. "Can'ın şu vakasından fotoğraflar getirmiştim sana. Kafan dağılsın diyeydi. Benim yöntemim matematik sorusu çözmek, seninki de fotoğraflarmış gibi geldi hep. Öylesine bir düşünceydi."


"Bakarım," dedim gitmeye niyetlendiğini anlayıp. Sonra da bakabilirsin demek üzereydi ben erken davranmasaydım. "Teşekkür ederim tatlı için." Boş tabağı kenara bırakıp defteri önüme çektim. İçinden fotoğrafları tek tek çıkarıp aramızdaki boşluğa serdim. Bilgisayardan ya da telefondan bakmaktan daha çok seviyordum elimde tutarak kareleri incelemeyi.


"Lafı olmaz," dedi teşekkürüme karşılık. Muhabbetin rotasının değişmesinden memnun görünüyordu. "Can beni çok korkutuyor." Bana içini açmaya karar vermişti saat gece yarısını geçmişken. "Takıntıların ne olduğunu da nasıl oluştuğunu da çok iyi biliyorum ve o tüm bu intiharları takıntı haline getiriyor adım adım."


"İnandığı bir şeyin peşinden gidiyor," dedim. "Fikrinin arkasında duruyor, kendini savunuyor, kanıtlamaya çalışıyor. Sen de bunu istemiyor muydun?"


"İstiyordum ama kendini tüketmesini istemiyorum." Duraksadığında eline matematik kitabını almış, parmaklarını kapağın üzerine vurmaya başlamıştı. "En zoru Can'ı anlamak," dedi. "Bu hep böyleydi. Kaya'yı artık biliyorum, tanışıklığımız eskiye dayanınca o yüz ifadelerini ezberledim. Arda da açık bir insandır, saklayamaz pek hissettiklerini. Can onlar gibi değil. Onu anlayamıyoruz ve bu, işleri daha da zorlaştırıyor iki taraf için de."


Onun için endişeleniyordu ve hislerini süzgeçten geçirmeden benimle paylaşıyordu. Öyle doğal, öyle düşünmeden çıkıyordu ki sözcükler ağzından yanımda rahat hissettiği belli oluyordu.


"Çok iyi saklar duygularını," diye devam etti. "Her türlü taktiği bilen biri, tek ayak üstünde kırk yalan söylese ruhun duymaz. Hangisi gerçek hissi hangisi maskesi anlamazsın ona bakarken. Ama gördüm, bir şeyler oluyor." Bir şey duymamıştı Can'dan, sadece hissettikleriydi bunlar. "Onu korumak istiyorum ama çok karışık her şey, yetemiyorum ki."


Görkem bir abiyle büyümüştü. Bir abinin kanatları altında yetişmişti ve şimdi kendi kanatlarını açıyordu. Sadece bir lider değildi, aile olmayı en iyi o biliyordu ve Can'ın abisi olarak konuşuyordu karşımda.


"Sence gittiği merkezle alakalı yolunda gitmeyen bir şeyler olabilir mi?" diye sordum. "Oradaki insanlar onun için değerli belli ki. İçlerinden biri intihara kalkıştı, sonrası ne oldu bilmiyorum. Bunu kafasına takıyor olabilir. Diğer yandan da başka intihar meseleleri var. Kendi içindeki karmaşanın yanına bizim içinde bulunduğumuz karışık durum da eklenince onunki gibi bir psikoloji bile sağlam kalamaz Görkem."


"Keşke benimle konuşsa," dedi. "O, çok zorlanır ama kendi içinde halleder her şeyi. İç dünyasında kaç gemi batmıştır da söylemez. Ara ara gelirler Can'a, o zamanlar birkaç saniyeliğine bize yöneltir öfkesini veya fikirlerini işte. Bana demişti ya, ilgileniyormuş gibi yapmanın sırası değil diye. Umrumda olmadığı tek bir an yok amına koyayım, hiç görmezden gelir miyim ben onu? Yardım etmek istiyorum ama yolu bulamıyorum."


"Sana öfkeli değil." Gözlemlerim bu yöndeydi. "Bireysel algılama. O da bulamıyor yolu. Bir olayın izini sürerken delirecek raddeye gelmeyi sen de ben de biliriz. Yaşadığı durum bundan fazlası değil. Ayrıca o halledebilecek biri. Baş edemeyeceğini düşündüğü noktada da size gelmekten çekineceğini sanmıyorum. Siz ailesiniz."


"Biz aileyiz," diye düzeltti beni. "Elindeki fotoğraflardan ya da ilerleyen günlerden bir şey çıkar mı bilmiyorum. Yeterince başı kalabalık değilmiş gibi gitti bir ton sorguya girdi. Yine soktu taşın altına elini. Çok çabalıyor, çok çırpınıyor."


"Nedense içimde bu olayla ilgili bir his var," dedim. "Can'ı bu kadar düşündüren olayın arkasından çok daha başka şeyler çıkacak gibi geliyor."


Dudaklarını birbirine bastırıp bilmem dercesine bir ifade takındı ve kitabının kapağını açıp kalemi eline aldı. Sorulara sığınacaktı. Kesinlikle normal biri değildi, hiçbirimiz değildik.


Fotoğraf karelerinde gezdirdim gözlerimi. Yerde uzanan cesetler vardı birkaçında, birkaçındaysa ceset kaldırıldıktan sonraki kan lekeleri. Belki yirmi dakika kadar ben sustum, o da sustu. O sorularını çözdü, ben fotoğraflara baktım. Ara ara başını kaldırıp yüzüme baktığını fark ettim. Her şeyin yolunda olup olmadığını kontrol ediyordu sanki.


Bu fotoğrafların tümü benim için alıştırmalardı aslında. Kim olduğumu hatırlayayım, eski günlerimde neler yaptığımı hatırlayayım diyeydi. Yanımda durmasının bir sebebi de beni cesetlerle baş başa bırakmak istememesiydi, anlamıştım.


Gözlerim yorganın üzerine serdiğim fotoğrafların birinde, bir çizgiye takıldığında durup fotoğrafı elime aldım. Emin olmak için kaldırdım ve gözlerimin tam önünde tuttum resmi. Çöp kutusunun arkasındaki duvarda gördüğüm beyaz çizgi, son gittiğimiz olay mahallindeki kırmızı 'v' yazısını getirdi aklıma.


"Görüyor musun?" diye sordum kaşlarımı çatarak.


"Neyi işaret ediyorsun anlamadım ki," dedi başını uzatıp fotoğrafa yaklaşmaya çalışarak. "Duvarı mı gösteriyorsun?"


Çöp kutusunun kapağının üzerinde, birkaç santimlik beyaz bir çizgi uzanıyordu dikine. Duvarda yazılar vardı, harfler ve karalamalar da. Bu yüzden kimsenin gözüne çarpmamış olmalıydı ama ben ne gördüğümü biliyordum.


"Can uyudu mu?" dedim ayaklanarak.


"Salondalar," dedi ve heyecanlı halim karşısında o da benim gibi ayaklandı anında. "Bir şey mi yakaladın 13?"


"Gidelim." Gelmesini beklemeden kapıyı açıp koridoru aştım ve salona attım kendimi. Bana yetişmesi için oldukça hızlı yürümesi gerekmişti.


Analizciler içeride oturmuş Uno oynuyorlardı. Kaya kartlardan başını kaldırıp bana bakarken gözlerini kıstı. Arda ne olduğuna anlam veremezken Can elimdeki fotoğrafı gördüğü an kartları fırlatıp bana döndü yüzünü. "Ne?" dedi hevesle. "Ne gördün?"


"Can," dedim ve fotoğrafı onun eline verip çöp kutusunun arkasını işaret ettim.


Gözleri irileşirken "I harfi mi o?" dedi neredeyse bağırarak.


"Hayır," dedim. "O, bir." Yerdeki cesede baktım. Daha önce bu fotoğrafları gördüğümden ve az çok vakalar hakkında bilgilendirildiğimden bunun ilk intihar olduğunu biliyordum. Fotoğrafta herkesin bakacağı ilk şey ceset olurdu, belki yerdeki kanlar. Kimse durup da duvara bakmazdı. "Bu, ilk intihar vakasıydı değil mi?"


Can kafasını hızlı hızlı sallarken şaşkınlıkla bir fotoğrafa bir yüzüme bakıyordu.


"Son intihar vakasında, çatıda v yazıyordu. Harf olduğunu düşünmüştük ama değildi, beş demekti." Gözlerinde ışıklar yandı ben konuştukça. "Romen rakamlarıyla sayım yapıyor," dedim. "Haklıydın, bunlar cinayet ve katil cesetleri sayıyor."


"İmzası bu," dedi başını ellerinin arasına alarak. Düşünceleri hızlı bir akışa geçmişti. Kendini koltuğa bırakıp gözlerini yere çevirdi. "Nasıl fark etmedim? Elli kez baktım olay yerlerine, hep yanlış yerlere mi baktım?"


"Şuna bak," dedi Arda beyaz çizgiyi kastederek. "Özellikle onu aramıyorsan bulamazsın böyle bir şeyi. Duvarın her yeri karalama, üstelik çizgi de parlamıyor diğerlerinin yanında. Oha Asya, ne biçim göz sendeki?"


"Dört olay yok muydu?" dedi Kaya Can'ın oturduğu koltuğa geçerken. "Son cinayet beşinciyse haberdar olmadığımız bir olay daha var demek ki."


"Kaç numaranın eksik olduğunu bularak başlayalım," dedi Görkem saniyesinde bir plan çizerek. "Fotoğraflardan bulamazsak olay yerlerini ne arayacağımızı bilerek bir kez daha gezeriz."


"Hepsini bulalım da sayın savcımızın yüzüne fırlatalım kanıtları," dedi Arda. Can'ın sol omzuna elini yasladı. "İntihar diyerek geçiyor ve inanmıyor muydu sana? Onu doğduğuna pişman edelim. Sana inanmayan herkesi göt edelim birlikte."


Can'ın hiç kimse umurunda değildi. Sadece eline geçen yeni işaretle ilgileniyordu. "İkinci cinayet," dedi gözleri yere mıhlanmışken. Cep telefonunu çıkarıp galerisine girdi. Hızlı hızlı aşağı inerken bir noktada durdu, fotoğrafa tıkladı ve büyütüp telefonu bana uzattı.


II. Yokuş Sokak yazıyordu tabelada.


2'nin altında siyah sprey boyayla çizilmiş kalın bir çizgi vardı.


"Hangi sokağa girsem adına bakarım ilk," dedi Can. "Bu sokak, ikinci cesedin bulunduğu sokaktı. Çizgiyi her seferinde gördüm, her seferinde bakıp geçtim. Üzerinde durulacak bir şey olabileceği aklımın ucundan bile geçmedi."


"1, 2 ve 5." Görkem'di elimizdeki delilleri sayan. "3 veya 4 eksik. Diğer fotoğrafları getireyim, Kaya sen de bilgisayarı ayarla. Bulalım şunu."


Birin üzerine yaklaşan akrebe baktım salondaki ses çıkarmayan saatte. Gece yarısını geçmiştik ama zamanın hiçbir önemi yoktu. Gerekirse gözümüze bir damla uyku sokmayacaktık, yine de bulacaktık ve Can'a tutunacak bir dal uzatmış olacaktık.

"Asya," dedi Can, Arda'yla ben dışında salonda kimse kalmadığında. "Teşekkür ederim. Gecenin bu saatinde neden cinayetin fotoğraflarını incelediğini sormayacağım ama iyi ki yapmışsın. Sağ ol."

Bu teşekkür gerektirecek bir şey değildi. İşimizdi. Sessizliği seçip gülümsedim. O da gülümseyip yeniden öne eğdi başını. Bir yanı, şimdiye dek fark edemediği için kendini suçluyordu. Can, kendini bir kahraman olarak görmeliydi çünkü o olmasa bu olaylar intihar vakaları olarak kapatılmış, dosyalar tozlanmak üzere raflara kaldırılmış olacaktı.

Saniyeler sonra Görkem fotoğrafları içine sıkıştırdığı defterle, Kaya'ysa bilgisayarıyla aramıza döndü. Siyah masanın üzerindeki Uno kartlarının hepsini hızlıca toplayan Arda da bize alan açtı.

Televizyon ünitesinin kenarında duran minderlerden turuncu olanını aldım ve masanın önüne çektim. Görkem, tekli koltuğa oturdu. Arda, Kaya'yla birlikte üçlü koltuğa geçti, Can ise bir minder çekip yanıma geldi.

Eliyle fotoğrafları masanın üzerine dağıttıktan sonra Görkem'e sinirli bir bakış attı. "Sıralarını bozmuşsun," dedi gergin sesiyle.

"Bu mu konumuz?" dedi Görkem şaşırarak. "Onları 13'e vermeseydim siz burada Uno oynuyordunuz hâlâ."

"Beni daha erken ciddiye alsaydınız belki de birileri yaşıyor olurdu hâlâ," dedi Can aynı ses tonuyla. Sonra bir anda durdu, gözlerini sımsıkı kapatıp yutkundu ardından başını kaldırıp Görkem'e baktı. Gözleri Arda'yla Kaya'ya, en son bana döndü. "Özür dilerim." Çenesi kasıldı. "Bu sayıları daha önce fark etsem çok daha başka bir senaryonun içinde olabilirdik. Benim gözümden kaçtı, sorumluluğu bana ait."

Kaya oldukça kibar bir sesle "Sana buradan bir koyarım, görürsün sorumluluğu," dedi başını bilgisayar ekranından kaldırarak.

"Can'ım..." Arda oturduğu yerden öne uzanarak Can'ın omzuna dokundu. "Senin o bende kırk yıl hatrı olan kahve gözlerin olmasa bu cinayetleri kimsenin ruhu duymayacaktı. Kendine haksızlık etmene izin vermem, uykusuz kaldığın geceleri ben biliyorum çünkü baş ucumda gece lambasını açıp durdun ve bütün ışık gözüme girdi ben uyurken."

Gülmeye başladığında Can'ın omuzları düştü, yüz ifadesi gevşedi ve sonunda ufak da olsa bir tebessüm oluştu dudaklarında. Başını çevirip Görkem'e baktı çünkü sürekli ona çattığını çok iyi biliyordu. Abisinden af diler gibiydi gözleri. Görkem eğilip Can'ın alnını öptü, sonra saçlarını karıştırıp geri çekildi.

Sımsıcak bir yuvanın insana böyle hissettirdiğini bilmiyordum.

"Baklava vardı," dedim bir anda. "Belli ki nöbetteyiz, size baklava getireyim. Ağzınız tatlanır."

"Bir sürü ekler yedin," dedi Görkem kaşlarını kaldırarak. "Şeker komasına girmek mi niyetin?"

Ben başımı aşağı yukarı sallarken Arda ayaklanan taraf oldu. "Sen hâlâ yaralısın. Ben getiririm. Getirmeden de beş tane falan yerim mutfakta. Hadi siz çalışın." Kaya arkasındaki yastığı ona atmak üzere eline alırken o koşarak terk etti salonu. Ben de kendi kendime gülmeye başladım bu sırada.

Can birinci, ikinci ve beşinci vakayla ilgili olan fotoğrafları seçip kenara ayırdı. Hangisinin hangisine ait olduğunu ezberlemişti. Önümüzde tek bir olay yerinden fotoğraflar kalmış oldu böylelikle. Bunun üçüncü cinayet mi yoksa dördüncü mü olduğuna dair bir iz bulmak için uğraşacaktık.

"Yüksek ihtimalle bu üçüncü çıkacak," dedi Can parmaklarıyla şakaklarını ovalarken. "İlk cinayet, iki aydan biraz fazla bir süre önce işlendi. Sonra sabit olmasa da aralıklarla diğerleri öldürüldü ama benim üçüncü olarak bildiğim cinayetle dördüncü olarak bildiğim 'v' cinayeti arasındaki zaman dilimi, diğerlerinden daha fazlaydı. Arada bir tane daha olmalı. Katil yolundan sapmamış aslında."

Arda elinde bir kutu baklavayla, ağzı dolu bir şekilde dahil oldu olaya. Sıra sıra fotoğraflarda gözlerimi gezdirirken diğerleri gibi ben de bir baklava attım ağzıma. Gerçekten şeker komasına girebilirdim ama bünyemin buna çok ihtiyacı varmış gibi hissettiğim için yemeyi bırakamıyordum.

Dakikalar sessizlik içinde akıp giderken bir anda "Kol saati var," dedim. Cesedin başının etrafındaki kanın kokusu burnuma doluyor gibiydi. Parmaklarımı birbirine sarıp sakin kalmaya çalıştım. "Yakından bir fotoğrafı var mı?"

"Delil poşetine koymuşlardı saati," dedi Can. "Ama kırılmış olduğunu hatırlıyorum. Sekiz katlı bir binanın dibinde bulundu Berat Kuşak."

Aklıma gümüş kemerli kol saatim geldi. Romen rakamlarıyla yazılmıştı sayıları. Mete'nin hediyesiydi bana.

"Buna ulaşabilir miyiz?" diye sordum. Elbette ulaşabilirdiler, sadece bu saatte olması işi zorlaştırıyordu.

"Şu açıdan bir şeyler çıkabilir," dedi Can, fotoğrafı Kaya'ya uzatarak. Yerden, yatay şekilde çekilmiş bir kareydi. Maktulün saatli kolu, düşüş açısı ve sol taraftaki kanların tümü görünüyordu bu taraftan bakınca.

Kaya fotoğrafa üç saniye kadar baktı, ardından muhtemelen önündeki klasörden aynı fotoğrafı buldu. "Uğraşıyorum," dedi. Otuz saniye gibi bir süre içinde bilgisayar ekranı bize dönmüştü.

Fotoğrafı büyütüp netleştirmişti. Saatin camı orta noktadan etrafa doğru ince çizgiler şeklinde çatlamıştı ama buna rağmen kadrandaki Romen rakamlarının bir kısmı görünüyordu. "Akrep," dedi Arda. Sesi boğuk çıktı ağzı dolu olduğundan. Tepemde dikilmiş, üzerimden ekrana doğru eğilmişti. Yutkunup yeniden araladı dudaklarını. "Akrep üçün üzerinde mi?"

"Yelkovan da tam on ikinin," dedi Kaya başını sallayarak.

"Saat üç olamaz," dedi Can. "İlk iki vakada olayların içinde değildim, üçüncüde suç mahallindeydim ve saatin öğlenden önce olduğuna eminim. En fazla on bir buçuk, on iki gibi kaldırılmış olmalı ceset."

"Bilerek mi üçe ayarlanmış diyorsun?" dedi Görkem. Kendi düşüncelerini soru yoluyla dile getirmişti sadece.

"Oha amına koyayım," dedi Kaya dümdüz.

"Her sayı farklı şekillerde kazınmış olay yerlerine," dedi Arda şok içinde. "Harbiden oha, ben de amına koyayım."

"Bu yüzden göze batmadı." Görkem şokta değildi, noktaları birleştirebilmiş olmamızın dinginliğini yaşıyordu. "Her kimin peşindeysek kolay lokma olmadığı kesin. Milleti ayakta uyutup intihar süsü vererek tek tek işliyor cinayetlerini."

Gözlerimi Can'ınkilerle buluşturdum. "Sence de sonuncu imzası fazla belirgin değil miydi?"

"Sıkılmış gibi..."

"Sıkılmış gibi," diye tekrarladım söylediğini. "Zekâsına erişecek kimseyi bulamamış olmaktan sıkılmış da, son kurbanın atladığı sanılan binanın yazısız duvarına kocaman V yazmış. Hem de kırmızıyla."

"Sanki beni artık görün diyor," diye ekledi Can. "Haklısın. Diğerlerinin yanında sonuncu işaret kabak gibi ortada duruyor. Bir sonraki hamlesinde çok daha net bir mesaj vermek isteyecektir."

Bir katilin psikolojisini çözümlüyorduk.

Onun hakkında elimizde bilgi yoktu belki ama karakteri hakkında eminim birçok fikri oluşmuştu Can'ın.

"Dördüncü cinayeti de bulmamız gerekiyor."

O gece, sabaha vardı. Altı sularında uykuya daldım ve gözümü yeniden açtığımda dördüncü cinayet hakkında bir fikrimiz yoktu ama altıncı cinayet hakkında bilgimiz vardı artık.

📖


Can Günay


Psikolojide, psikolojimin bir karşılığı yok.


Akıl hocam söylemişti bana bunu ilk tanıştığımız yıllarda. Çağdaş Toptaş... Kendisi hâlâ sık sık gittiğim ruh sağlığı merkezinin kurucusu, işinin ehliydi. Özel biri olduğuma inandırmıştı beni zamanında. Diğer çocuklardan ayrılan yanlarımı ailem korkunç özellikler olarak görürken o, bunları doğru şekilde yönetebildiğim takdirde en yüksek yerlere geleceğimi söylemişti bana.


Bacak kadardım. İzlemediğim seri katil belgeseli, okumadığım polisiye roman kalmamıştı. Ulaşabildiğim gerçek suçluların kayıtlarını tekrar tekrar izliyor, durduruyor ve yüz ifadelerini, ses tonlarını inceleyip raporlar yazıyordum.


Bu annemi de babamı da korkutmuş, yasaklar koymalarına sebep olmuştu. Televizyon yasaklandı. Kütüphanelere gidemedim, kitaplarım elimden aldı. Ödevlerimi gözetim altında yapmaya başladım ve bunun dışında elime kalem kağıt verilmedi o raporları yazmaya dönmeyeyim diye. Bir kedimiz vardı, ona dokunmam bile yasaklandı.


Zarar veririm diye kedimi sevmeme izin vermediler. Benden öyle çok korkuyorlardı ki izlediğim belgesellerde en cani seri katillerin itiraflarını dinleyen polis memurlarına benziyordu yüzleri bana baktıklarında.


Durmadım. Belki sağlıklı değildi yaptıklarım, belki de korktukları kadar vardım. Hepsi takıntıydı, iddia ettikleri gibi hasta bir zihnim vardı belki. Onlar belki de haklılardı ama ben durmadım.


Yazdığım raporları benden almak gelmemişti akıllarına. Yazıp kenara attığımı düşünmüş olmalılardı. Kimse onları tekrar tekrar okuyacağımı, o katillerin zihinlerinin işleyiş şeklini tamamen kavrayana kadar kafa yoracağımı düşünmemişti.


Dolabımdaki aynanın karşısına geçip yüz ifadelerimi inceledim. Yalan bir hikâye uydurup ellerimi ve mimiklerimi kullanarak bu hikâyeyi kendime anlattım. Beni izleyen biri olsaydı yalan söylediğimi nereden anlardı diye düşündüm ve o hareketlerin hepsini törpüledim zamanla.


Şimdilerde biri karşımda yalan söylediği zaman kolaylıkla anlayabilirdim çünkü beden dili denilen şeyi küçük yaşta çözmüştüm.


Kendi kendime hikayeler anlattığımı duyan ailemse delirdiğime kanaat getirip benimle konuşmak yerine benimle bir psikoloğun konuşmasına karar vermişler, beni peşlerinden oradan oraya sürüklemişlerdi.


Resmen, bir ruh sağlığı ve hastalıkları merkezine kapatılmam için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı.


Çağdaş hoca, akıl hastanesi denilen o yerlerin birinin kurucusuydu ve bana kanatlarını açan isim olmuştu. Onun tabiriyle bir deli oteliydi orası. Değişik, kendine özgü bir sistemi vardı. Onun delileri normal insanlardan biraz farklı özelliklere sahip olan ama dış dünyaya da adapte insanlardı. Çıkıp geziyorlar, dönüp tedavi oluyorlardı kendi istekleri doğrultusunda.


Onları topluma kazandırıyordu çünkü bir insanın içinde beş farklı kişilik olsa bile bunları yeterince törpüledikten sonra baş etmeyi öğretebilirdi hastalara. Her insanın uğraşılmaya değer olduğunu düşünüyordu. O, buna çok inanıyordu.


Onunla konuştum. Kendimi anlattım. İnsanlar haklarında bildiklerimi söyledim ve konuşma sırası ona geçtiğinde onu sık sık bölüp yüz ifadesindeki ufak değişimlerden karşımda nasıl hissettiğine, gerçekte aklından ne geçtiğine dair çıkarımlarda bulundum.


Hepsinde haklı çıkışımın ardından bana bakışı değişmişti. "Bir dahiyi bir deli sanmışsınız," dediğini hatırlıyordum annemle babama. "Can, çok özel bir çocuk."


Çocuk değildim artık, yirmi yedi yaşındaydım. Özel miyim değil miyim bilmiyordum ama özel insanlarla yaşıyordum. Boş zamanlarımda özel insanlara danışmanlık yapıyor, ulaşabildiğim herkesi anlamaya çalışarak geçiriyordum ömrümü çünkü ben de aynı beni kurtaran adam gibi her insanın uğraşılmaya değer olduğunu düşünüyordum.


Psikoloji okumayı düşünürken beni polisliğe yönlendiren de hocamdan başkası değildi.


Girdiğim sorgular beni bulunduğum konuma, Analizcilerin arasına getirdi. Onlar kadar iyi silah kullanamıyordum, onlar kadar güçlü değildim. İlk tanıştığımız anki tokalaşmalarımızda bile fark etmiştim, bileğim onlardan güçsüzdü.


Görkem çok zekiydi, sayısal yönden de fiziksel yönden de çok kuvvetliydi. Kaya bir hackerdı. Şifreleri kodları kırdığı yetmiyormuş gibi açamayacağı kilit de yoktu. Arda, benim okuduğum kitaplardan bile daha çok bilgiyi ezbere biliyor, konu her ne olursa olsun susup kalmıyordu çünkü bir ansiklopediye benziyordu.


Ben de Can'dım işte. Elimde sorgularım vardı, itiraf ettirdiğim suçlar bir de. Psikoloji hakkında çok şey biliyordum. Kendimi küçümsemiyordum bu konuda. Ben olmasam karanlıkta kalacak bir sürü suç vardı. Yükseldiğim yere yatarak gelmemiştim. Yine de sanki bana o kadar da ihtiyaçları olmayacaktı Analizcilerin. Diğerleri benden kat kat daha önemli gelirdi gözüme. İçlerinde en kolay vazgeçilecek isim olduğumu düşünürdüm.


Belli etmedim. Gizledim. Az konuştum. Kırık olan özgüvenimi olabildiğince bastırdım fakat sonra onları tanıdım ve onların da beni tanımalarına müsaade ettim.


İsteseydim tamamen farklı bir maske takabilirdim ama onların yanında kendim olmaya karar verdim. Beni ben olarak tanısınlar, bu şekilde kabullensinler istedim çünkü ben onları her şeyiyle kabullendim.


Ailesiz büyüyen Kaya'ya kardeş oldum, Görkem'in haplarını nane şekerleriyle değiştirdim, çocukluğunu yeterince yaşayamayan Arda'ya yeniden bir şans verdim.


Sıra Asya'da. Ona söylediklerim gerçeği yansıtmıyor. Bir insanın kafasının içinde bir ölünün sesini duyması normal falan değil. Teyzesiyle büyüdüğünü söylemişti. O öldükten sonra Asya zamanla sesini unutmuş olmalı. Mete'ninkini de unutmamak için zihni ona böyle bir oyun oynuyor. O sese sıkı sıkı tutunuyor bu yüzden.


Şu an kontrol edebiliyor, hatta o sesin kendisine yardımcı olduğunu hissediyor olabilir ama bu her zaman potansiyel bir tehlike olarak kalacak. Çünkü o ses Mete değil. O ses, Asya'nın duymak istediklerini, ihtiyacı olan şeyleri söylüyor sadece. Bunu da en güvendiği insanın kılığına bürünerek yapıyor.


O ses Asya'ya ait. O düşüncelerin hepsi Asya'nın düşünceleri aslında. Karmakarışık bir zihni var onun, düşünceleri her saniye kontrolden çıkabilir. Geri dönüşü olmayan şeyler yaşanabilir. Bu yüzden bir noktada Asya'yı iyileştirmem gerekiyor.


Ama önce kendimle uğraşmalıyım çünkü ben hiç iyiye gitmiyorum.


Kafa karışıklıkları, işin içinden çıkamamalar, olay yerlerini defalarca gezmeler, girilen sayısız sorgu, deli otelindeki arkadaşlarım, beynimi kemiren tüm o düşünceler derken dibe doğru yol alıyorum ve bunu durdurmaya gücüm yetmiyor ama ben kimseye belli etmiyorum. Kimseye yoruldum demiyorum. Her şeyi halledebileceğime inandırdım onları zamanında, bu yüzden beni düşünmeyi bıraktılar.


Ben düşünmeyi bırakmadım.


Çevremde ne çok intihar vardı, en çok bunu düşündüm. Bana çok uzak bir noktaydı. Bir insanın kendini kendi isteğiyle öldürme cesaretine erişebilmesini aklım almıyordu. Anlayamıyordum. Anlayamamak benim için işkence çekmek gibiydi ve son zamanlarda işkencelerim giderek artıyordu.


İntihar, Arda için en can yakan kelimeydi. Babasını kaybetmişti. Ne zaman duysa tetikleniyordu. Rol yapma konusunda eskisinden daha iyiydi ama gün bitip de gece çökünce uykusunda baba diye sayıkladığını benden başka kimse bilmiyordu.


Kaya ve Asya için intihar, bambaşka anlamlar taşıyordu. Kalbimi sıkıştıran, nefesimi kesen anlamlar. Bir insanın ölmeyi istemesi, buna teşebbüs etmesinden pek de farklı değildi gözümde. Eylemler fikirlerden doğardı. Bu yüzden ikisini gözümden bile sakınıyordum. Anlamadığım bir şeye yardımcı olamamaktan dolayıysa sadece suçluluk duyuyordum.


Peşinde olduğum cinayetler de intihar vakalarıydı. Dört bir yanımı bu kelime sarmıştı derken yetmezmiş gibi, o kadının intihar haberini almıştım.


Merkezde tanıştığım, geçmişini hatırlamayan o kadının.


Onu ilk gördüğüm anı hatırladım. Çağdaş hoca demişti ki yeni biri geldi, beş gün kadar oldu, tek kelime etmedi kimseye.




🌟


Büyük salonda, pencerenin geniş pervazında oturuyordu. Dışarı bakıyordu. Adını bilmiyordum, kayıtları tutulamamıştı ama bu kapılar gelen kimseyi reddetmezdi. O kadına bir oda verilmişti. Hakkındaki tek bilgim de bu sınırlar içinde tüm günlerini geçirmediğiydi. Sadece öğlenleri birkaç saat ve geceleri kalmıştı burada.


Adımlarım yanına ilerlerken yüz ifadem sabitti. Başında dikildim, bana çevirdi kafasını. Bir şeyler söylememi bekledi. Her gelen onunla konuşmaya çalışıyor olmalıydı ama ben yapmadım.


Yüzüme baktı bir süre, sonra yeşil gözleri gözlerime odaklandı. Hiçbir his yoktu bakışlarında da yüzünde de. Yaşanmışlıklarını göremedim. Mimiklerinden ne hissettiğini anlayamadım çünkü buzdan bir duvar gibiydi. Birkaç saniye süren bakışmamızın ardından kenara kayıp yanında oturmam için yer açtı ve başını pencereden dışarı çevirdi.


Omuz hizasında biten simsiyah saçları vardı. Bir süredir tarak değmediği belli oluyordu. Üzerinde siyah bir tişört, siyah bir pantolon vardı. Merkezin verdiğini düşündüm. Yüzünü uzun uzun incelemedim. Saniye saniye, bulduğum boşluk anlarında baktım sadece. O da bana aynısını yaptı. Benim ona bakmadığım anlarda bana baktı. Yarım saat yan yana oturduk. Bir sessizliği bölüştük.


Sonunda, görüşürüz dedim ve gülümsedim. Durdu, gülümsememe baktı, başını salladı. İlk iletişimimiz bu şekilde oldu. Kimseyle konuşmayan, geldiğinden beri herkese uzak olan o kadına varlığımı kabul ettirmem yarım saatimi aldı.


Ona ne olduğunu öğrenecektim ve sonra onu anlayacak, yardımcı olmak için her şeyi yapacaktım. Bu istekle o günden sonraki üç gün art arda merkeze gittim ve onunla sessizliği bölüştüm.


Bir sonraki gün, yine sessiz kalacağımızı bilerek oraya gittim ama bir ters köşeyle karşılaştım. "Hoş geldin," dedi bana.


Sesi sıcak da değildi soğuk da. Ama güçlü bir vurguya sahipti cümlesi. Çekingen değil, düz bir ifadeyle söylemişti kelimelerini. Buradaki onuncu gününde onu konuşturmayı başaran kişi olmuştum.


Bana anlattı çünkü bana güvendi. Pencereden dışarı baktığımız tüm o zamanlarda güvenini çoktan kazanmıştım. Geçmişini hatırlamadığını anlattı. Adını bile bilmediğini... Ağlamasını bekledim, acı çekmesini biraz da ama o aynı ilk gördüğümde olduğu gibi dümdüz bir ifadeyle döktü içindekileri. Hissiz ve soğuktu. Benden yardım istemedi, geçmişini hatırlamak istediğinden bile emin değildim.


Bir gün beni arayıp onun intihar ettiğini söylediler bana.


Haberi duyduğumda hissettiğim derin bir hayal kırıklığıydı. Beklemiyordum böyle bir şeyi. Aklımın ucundan dahi geçmemişti. Konuşmalarımızda buna dair bir belirti yakalayamamıştım.


Yanına, hastaneye gittim. Onu görmek istedim ama onunla konuşmak istemedim. Çünkü herhangi bir mantığa oturtamadığım bir konuydu bu. Bu kez sessiz kalmak isteyen taraf olarak yanındaydım ilk kez.


Ben odasına girdiğimde gözleri kapalıydı. Koluna bir serum bağlıydı. Sol bileği de sağ bileği de sargılıydı. Durmadım, baş ucuna dek ilerledim. Bembeyaz görünüyordu. Damarları kurumuş, kanı çekilmiş gibiydi. Kapalı gözlerine baktım, dingin yüz ifadesine ve sonra yastığa yayılan simsiyah saçlarına.


En son gözüm daha önce saçlarından dolayı hiç görmediğim dövmeye takıldı.


Kulağının arkasıyla saç dipleri arasında siyah bir üçgen dövmesi vardı.


Hiçbir şey ifade etmedi bana. İlk kez gördüğüm için şaşkındım. Merak ettim ama bazı merakların sonu bir yere varmazdı. Adını hatırlamayan bir kadına dövmesinin anlamını soramazdım.


Gözlerini açtı. İlk uyanışı değildi bu, nerede olduğunu sorgularcasına değil nerede olduğunu bilircesine baktı etrafına. Gözleri beni buldu. Pişmanlık, suçluluk, öfke... Görmeyi beklediğim hiçbir şey yoktu orada.


"Neden yaptın ki?" diye sordum lafı dolandırmadan. Taktikleri bir kenara bırakarak, sadece içimden gelerek yönelttim ona bu soruyu. Düşünmedim bile konuşurken. "Çok uç nokta bu. Her şeyi anlarım da anlayamam ben intiharı."


Yorgun bir gülümseme çekiştirdi dudaklarını iki yana. "Adın Can senin, ondandır," dedi.


Dudağının bir kenarı, diğerinden daha fazla yukarı kıvrıldı. Yüzünde saniyeden daha kısa bir süreliğine beliren o mikro ifadeyi yakaladım. Hor görme anlamına geliyordu bu.


Gözlerimi kıstım.


"Bileklerine bakacağım," dedim itiraz kabul etmeyen bir otoriteyle. Gözlerini kaçırıp omuzlarını düşürdü. Ona zorla dokunmadım. Bileğini tutup sargısını açmaya kalkabilirdim, bunu yapmadım. "Sen göstereceksin."


"Can," dedi bunu reddeder gibi.


"Bıçakla mı yaptın?" diye sordum gözlerimi gözlerine dikerek. "Bana yaranı kendin göstereceksin çünkü ona bakmak isteyen tek kişi olduğumu biliyorsun."


Acımasız oldum. Benden başka kimsen yok dedim. Bilerek yaptım.


Yenilgiye uğramış bir şekilde sağ elini kaldırıp sol elinin bileğine götürdü. Sargıyı yukarı çekti. Kurumuş kan lekelerini gördüm. Nabzının iki üç santim üzerinde uzanan derin kesikten çekemedim gözlerimi. Bir jilet kullanmış olmalıydı, neşter de olabilirdi.


"Neden?" diye tekrarladım sorumu. Bir danışan ve danışman ilişkisi değildi bu. Hesap sorar gibi çıkmıştı sesim.


"Hiçbir şeyi olmayan bir kadının ölmek istemesinin neresini anlamadın?" dedi yeniden soğukluğunu bana hissettirerek. "Pencereden başımızı çevirip birlikte izlediğimiz gökyüzüne gideyim istedim. Dünyada bir izim kalmayacaktı zaten. Hafızası bomboş olan birinin boşluğa teslim olmasını neden anlamıyorsun?"


Bunlar yeterli sebepler değildi.


"Sadece seni bilerek ölsem güzel olmaz mıydı?" diye sordu bir anda. Parmaklarımı bileğine sardım. Dikiş gerektirmeyen kesiğe dokundum.


İlk temasım bileğindeki o yara izinin üzerine olmuştu.


Başımı çevirip ona baktım. Yarasına dokunduğum an gözlerini yumdu. Saliselik bir dilimde orada huzuru gördüm, sonra tamamen silindi ve yerini buruk bir gülümseme aldı. "Hayatımda sadece seni tanımışım, sadece seninle konuşmuşum ve ölmüşüm. Bence bu zirvede bırakmak olurdu."


Kaşlarım çatılırken gözleri kapalı olduğu için şanslıydım. Yarasını daha detaylı inceledim. Parmaklarım bileğini okşuyor gibi görünebilirdi ama hayır, derinliğini kavramaya çalışıyordum. Bu kesinlikle ölümcül bir yara değildi.


Kendisini öldürmeye cesareti mi yoktu yoksa ilgi çekmek mi istemişti?


"Geçmişimi hatırlamış olsaydım yine de bunları yaşamak, her şeyi unutup sadece seni bilerek ölmek isterdim. Birkaç kez merkezden çıkıp etrafı gezdim, gördüm, yaşamaya değmeyeceğine karar verdim. Ben bu dünyayı sevmedim. Karmaşık hale getiren sensin, her şey basit aslında. Ben sönmüş bir yıldız olmak istedim, çok mu Can?"


Bana karşı romantik anlamda hisleri oluşmaya başlamıştı. Bileğini bıraktım ve yüzüne baktım. Gözlerini açmış, bakışlarımızı kenetlemişti.


O, çaresizlik içindeydi ve karşısına ben çıkmıştım. Akıl edemediğim için kendime küfrettim içimden. Tutunacak tek dalıydım. Bunu yapmamalıydım. Bana bel bağlamasına izin vermemem gerekirdi. Kendim asla böyle bir şeyi düşünmediğimden onun düşünebileceğini de göz ardı etmiştim.


Aramızdaki sınırı çizemediğimi anladığımda bunun onu son görüşüm olduğunu da biliyordum. Fazlası olmayacaktı. Bundan sonrası Çağdaş hocanın kontrolündeydi çünkü ben, ona istemeden en büyük zararı vermiştim.


Bir cevap vermek için dudaklarımı araladığımda kapıda Kaya belirdi. Arkasında Arda duruyordu. Arda, sabah beni intihar haberini alıp apar topar çıkarken gören tek kişiydi. Gözüyle görmek istemişti onun yaşadığını. Bu yüzden Kaya onu buraya getirmişti. Kapıdan baktılar sadece. Arda bana el salladı, Kaya onun omzuna elini koydu ve dışarı çıkardı.


"Başımızı çevirdiğimiz gökyüzü ölüm değil, umuttur," dedim ona. "Yıldızlar sönmez, yol gösterirler." Gözlerinde bir öfke yakaladım, yine saniyeler içinde kayboldu. Bana değil, kullandığım kelimelereydi sanki o öfkesi. "Ben zirve değilim. Hayat yaşamaya değer. Hiçbir şeyi bilmiyor değilsin, her şeyi yanlış biliyorsun."


Beni dinlerken başının arkasındaki yastığa iyice gömülmüş, tek bir saniye bile kırpmamıştı gözlerini. Farklı baktı. Anlamlı baktı. "Basit değil," dedim onun aksine. "Karmaşık. Kendin öğreneceksin. Yaşadıkça göreceksin." Ona veda ediyordum ama bunu bilmiyordu. "Ve duygular," dedim en son. "Bazıları geçici. Seninki geçici olan. Kalıcı olan duygularla tanıştığında benimle tanışmanın aslında ne kadar değersiz bir olay olduğunu anlayacaksın."


Pencerenin önünde tanıştığım kadın, tamamen değişti o an. Tarif edemezdim bunu. Taşıdığı ruh, yerini bir başkasına bıraktı sanki beni dinlerken.


Yıllarca hayran olduğu bir konuşmacının konferansına katılıp onu canlı dinleyen birini andırıyordu bakışları.


"Gözünde büyütme, ne ölümü ne yaşamı ne de bir insanı." Beni anlayıp anlamadığını sorgulayarak yüzüne baktığımda başını salladı hafifçe. "Kendine yara açmana gerek yok. Hayat sana en derinlerini açacaktır. Sen sarmayı öğren."


"Tekrar görüşeceğiz, değil mi Can?" diye sordu şüpheyle. Onu bırakmamdan korkmuş gibiydi.


"Belki," dedim cevabın ucunu açık bırakarak. Kararımı kesin olarak vermiştim. Ona faydadan çok zarar sağlayacağım birine yakın duramazdım. Bu noktada ilişkiyi bitirmek en doğrusuydu.


Ayağa kalkıp kapıya doğru ilerledim. Tam çıkmak üzereydim ki "Can," dedi. Yeniden ona döndüm. "Tekrar görüşeceğiz." Bu defa çok emindi.


🌟


Onu bir daha görmedim. Onu, son birkaç gündür merkezdekilerin de görmediği haberi geldiğindeyse ne hissedeceğimi bilemedim.


Hastane kayıtlarına bakamazdım, otel kayıtlarına bakamazdım, herhangi bir yerde onu bulamazdım çünkü adını bile bilmiyordum.


Yeniden bir girişimde bulunmuş olabilir miydi? Böyle olsa sorumlusu ben miydim? Bir gün olur da onun cesedini bulursam ne yapacaktım?


Analizcilerle olay yerlerindeki işaretleri bularak sabahladığımız gün, diğerleri altı altı buçuk civarlarında yataklarına çekilirken ben de çekilmiştim ama uyumamıştım. Odam dar gelince mutfağa geçmiş, bir şeyler yersem aklım dağılır diye düşünmüştüm ama ben çikolata sürdüğüm ekmeği kemirirken düşüncelerim de beynimi kemiriyordu. Uzaklaşamıyordum. Durmuyordu.


İki saat geçti, üç, dört. Arda pencerenin önündeki yatağında, başını yastığının altına gömmüş uyuklarken ben de elimdeki kitabın aynı sayfasını yedinciye baştan okuyordum. Okuduğumu anlamıyordum, gözüm dalıyordu, aklım karışıyordu.


Gözlerimden uyku akıyordu ama olmuyordu. Dertlerimden okuyarak ya da uyuyarak kaçardım. İki yolumun da tıkanmış olması canımı sıkmaya başlamıştı.


Sonra sessiz evimizde bir telefon melodisi duydum. Görkem'inkiydi. Kısıktı ama duyabilmiştim.


Şimdiyse buradaydık. Altıncı cesedin önünde.


Beş katlı gri bir binanın yanındaydık. Şehrin daha az kalabalık tarafında, gecekonduların arasındaydık. Yirmi yaşlarında görünen genç bir kızdı bu seferki hedef. Bacakları dizlerinden itibaren yana bükülmüştü yerde. Sol omzunun üzerine olacak şekilde düşmüş, başının etrafı her seferinde olduğu gibi kan gölüyle çevrelenmişti.


Kanla alnına VI yazılmıştı.


Asya haklıydı, katil görülmemekten sıkılmıştı ve ilk defa cinayetine intihar süsü vermemişti.


Sayın savcının adımları benimkilerin yanında durdu. İçimde büyük bir öfke, uykusuzluğun getirdiği huzursuzluk ve ona kişisel olarak nefretim bulunuyordu. Bu yüzden kendimi sakinleştirmeliydim. Bana ters bir şey söylediğinde, ki kesinlikle söyleyecekti, kendime hakim olmalıydım.


"Günaydın," dedi bana. "Berbat görünüyorsun komiserim."


Analizciler ilgilendiği işleri bırakıp kafalarını çevirmiş, bir bana bir savcıya bakmışlardı. Görkem eğildiği yerden kalktığında kazağının kolunu kıvırdı ve lacivert ipi görünür hale getirdi. Sonra Kaya, sonra Arda. Bu bizim, birbirimizin yanında oluşumuzu sözcükleri kullanmadan ifade ediş şeklimizdi.


Sonra Asya, üzerindeki gömleğin sol kolunu kıvırıp bana bakarak gülümsedi.


Bir cesedin başında duruyordu. Onun için bir ölüye bakmak bize göre kat kat daha zordu. Son seferinde banyoya kapanıp dakikalarca kusmuştu ama şimdi, bir cesedin başında halimi anlayıp bana güç vermeye çalışarak gülümsüyordu.


"Aslında iyiyim," dedim savcıya dönerek. Doğrudan gözlerinin içine baktım. "Haklı çıktım."


"Bir cesedin başındayız ve sen işin haklılık tarafında mısın?" diye sordu. Dişlerimi sıktım. Ben uslu ve efendi bir adamdım. İmajımı korumam gerekiyordu. "Kanıtlayamamıştın bile," dedi küçümseme ifadesini kullanarak. "Ki hâlâ, diğer olaylarla bir bağlantısı olduğunu söyleyemeyiz."


"Buna da mı intihar diyeceksin, Sayın Savcım?" dedi Görkem kendini tutamadan. Onun eli her zaman benim omzumun üzerindeydi. Bunu bana hep hissettiriyordu. Egemen abinin ona yaptığını o da bize yapıyordu yıllardır. "Maktulün alnına kanla işaret bırakmış katil. Daha ne kadar kapatacaksın gözlerini?"


"Psikoloğunun dili yok mu Görkem?" diye sordu savcı. Derin bir nefes alıp sessiz kaldım. Psikolog demesi bile bir küçümsemeydi. Polislik için yetersiz olduğumu düşünüyordu. "İşine bak, muhabbet ediyoruz sadece."


"Bir cesedin başındayız ve siz işin muhabbet tarafında mısınız Sayın Savcım?" diye sordum sahte bir şokla.


Yüz ifadesi öyle güzel bozuldu ki keyiflenip gülümsedim. "İzninizle," dedim. "Ben cinayetle ilgileneceğim çünkü benim başkalarının aksine tek derdim insanlarla uğraşmak değil. Teşekkürler ve iyi günler."


Yanından geçip gitmek üzereyken kolumu tutarak beni durdurduğunda Kaya da ona doğru bir adım atmıştı arka tarafta refleks olarak. Gözlerini sıkıca yumdu, nefes aldı ve sonra sadece bana baktı. Diğerlerinin de gözleri, hatta olay yeri inceleme ekibinin bile gözleri bize kaymıştı bir anlığına.


"Haddini bil," dedi. Küçük görülmekten nefret ediyordum. Tepeden bakan herkesten nefret ediyordum. "Ben senin asker arkadaşın değilim."


Ben uslu ve efendi bir adamdım.


"Niye üzerinize alındınız?" diye sordum safa yatarak. Gözlerime korku ve şaşkınlık ifadesi yerleştirmiş, olay yeri inceleme ekibine rol yapmıştım. Buradaki herkes bana yapılan hareketten dolayı savcıya her zaman ön yargılı olacaktı bundan sonra. Zaten onu yalakaları dışında seven yoktu pek. "Benimle ilgili bir şikayetiniz varsa Necip Amir'le konuşabilirsiniz." Gülümseyip kolumu hafifçe silkeledim ve temasından kurtuldum.


Necip Amir'i deli gibi kıskanıyordu, geceleri ağlıyor bile olabilirdi. Bize duyduğunu antipatinin yarısından fazlası bundan kaynaklanıyordu.


"Komiserim," dedi biri elinde tuttuğu delil poşetini uzatıp. Olay yeri incelemedendi ve hitabı kesinlikle banaydı. "Maktulün avucunun içinde bulduk."


"Bir intihar notu mu?" diye sordu Asya bana yaklaşarak.


Uzun ince şerit şeklinde, dümdüz bir şekilde kesilmiş kağıdın üzerinde font kullanılarak yazılmış tek bir cümle duruyordu.


"Bi' akıllınız Can."


Yanlış okuduğum fikrine kapılıp tekrar okudum. Tekrar okudum. Harfler bir anlam ifade etsin istedim, bir daha okudum.


"Ne yazıyor da kaldın öyle?" dedi Arda merakla. Elimde tuttuğum delil poşetinin içindeki kağıt parçasını sadece Asya'yla savcı görmüştü. Savcı kaşlarını çatıp gözlerini kısarak tepki verirken Asya'nın yüzünün ne halde olduğunu göremiyordum çünkü omzumun üzerinden bakıyordu.


Arda'ya uzattım notu. Görkem'le Kaya da Arda'nın iki yanına geçtiler. Her birinin gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi büyüdü. Benim yaptığımı yapıp tekrar tekrar okudular.


"Maktulün," dedi savcı karşımızda dikilen adama bakarak. "Avucundaydı?" İnanamamıştı o bile.


"Evet," dedi başını sallayarak. "Eli yumruk şeklindeydi ve avucundan bu not çıktı."


İntihar notu değildi, katilin notuydu.


Cesedin etrafından dolaşan Kaya tam önümde durduğunda, arkamdaki çöp tenekesiyle onun arasında kalmıştım.


Sanki ben açık bir hedeftim de gelip bana siper etmişti kendini.


Görkem başını kaldırdığı gibi etrafına bakınmaya başladı. Eli belindeki silahın üzerindeydi, her an yerinden çıkarmaya hazır şekilde duruyordu. Arda da önce onun hareketlerini izledi ardından binaların çatılarına baktı tek tek.


Bir cesedin avucundan ismim çıkmıştı.


Herkes o notun hedefindeki ismin ben olduğumu biliyordu. Dünyadaki tek Can ben değildim ama hayır, o not şüphesiz benim içindi. Hepimiz hemfikirdik.


Bu cinayetleri çözmeye çalışırken katile fazlaca kafayı takmıştım ama katilin de bana kafayı takmış olması, asla beklemediğim bir şeydi.


"Can," dedi Kaya fısıltıyla. Şoka girmiş gibi tek bir tepki vermeden dakikalardır etraftakilere bakmıştım. Bu halimden biraz korkmuşa benziyordu yüzü. "Can," dedi daha yüksek bir sesle. Önümde bir dağ gibi dikiliyor, görüş açımı diğer herkese kapatmaya çalışıyordu. "Gidelim buradan."


"Burada değil," derken boğuluyormuş gibi hissediyordum. "Söyle onlara, bakınıp durmasınlar. Şu an burada değil."


"Can," dedi gözlerini üzerimden çekmeden. "Sakin."


Etraf bana çok kalabalık, çok gürültülü geldi. Birileri bir şeyler konuşmaya başladı. Fısıltılar çoğaldı. Yeniden hareketlendi ve işlerine döndü herkes. Yerde uzanan cesedin fotoğrafları çekiliyordu. Savcı, Görkem'le bir şeyler konuşuyordu ama Görkem onu dinliyor gibi görünmüyordu. Asya yanımdaydı. Yanımdaydı ama konuşmuyordu.


"Şşh," dedi Kaya elini omzuma koyarak. Tam önümde durma sebeplerinden biri de muhtemelen yüz ifademi diğerlerinin, özellikle savcının görmesini istememesiydi. "Bana bak."


"Şaşırdım," diyebildim. "Sadece şaşırdım." Omzumdaki elini ittirip ona baktım. "İyiyim. Çekil, buradaki işim bitmedi."


Gözlerim, bir sonraki konternerin tekerleğinin etrafındaki beyaz toza takıldı. Kaya'yı aşıp oraya ilerledim. Tadına bakmama gerek yoktu bu defa. "Tuz," dedim başımı Asya'ya çevirerek. Dudaklarını birbirine bastırıp başıyla onayladı beni. Bir önceki olay yerinde de bulduğumda yanımda o vardı. "Tuz," diye tekrarladım kendi kendime mırıldanır tonda. Delirmiş gibi göründüğümü biliyordum.


"Yukarıya bakmam gerekiyor." Görkem'e döndüm. "Hangi binadan atlamış?" diye sordum. O bilirdi. "Sağdaki mi soldaki mi? Bu şekilde, bu mesafeye düşmesi için nereden atlaması gerek?" Onun arkasındaki gri binaya diktim gözlerimi. "Şu mu?"


"Atlaması mı itilmesi mi?" diye sordu savcı. "İntihar değil dedik, atlaması diyorsun."


"Bu," diye cevapladı Görkem beni sakince. Savcıyı duymazdan gelirken baş parmağıyla omzunun üzerinden geriyi işaret etmişti. "Yukarısını inceliyorlar."


Bu sırada ceset siyah torbanın içine konuluyordu.


Başım dönüyordu. Katil, benim hakkımda başka neler biliyordu? Hata mı yapmıştım? Diğerlerini riske atacak bir şey de yapmış olabilir miydim? Özgüvenli, kendinden emin birinin peşindeydim. Zeki olduğu konusunda da hiç şüphem yoktu.


Resmen bizimle dalga geçiyordu.


Bi' akıllınız Can.


Bi'... Bir de bi' şeklinde yazmıştı kelimeyi Allah'ın saykosu.


Kendi kendime gülmeye başladım.


"Bi akıllınız benim," dedim ve bir anda o kadar çok güldüm ki Analizcilerin kahkahası da kısa bir sürede benimkinin yanına eklendi. Ellerimi dizlerime bastırıp hafifçe öne eğildim. Ceset torbası arabaya taşınırken arkada kalan kan izlerinin çevresinde, kan kokusuyla çevrelenmiş halde kahkahalarla güldük sinirden. Savcı bize uzaylı görmüş gibi baktı bu sırada.


"Seni tanıyor," dedi savcı. "Seni nereden tanıyor? Bir fikrin var mı? Sen de onu tanıyor musun Can?"


"Kanıtlayamayız bile," dedim yine safa yatarak. Onun kullandığı kelimeleri kullanıyordum. "Bu olayın diğer olaylarla bir bağlantısı olduğunu söyleyemiyorsak, o ismin de benimle bağlantısı olduğunu söyleyemeyiz Sayın Savcım."


Ben bağırıp çağırmazdım, sık küfür etmezdim, uslu ve efendi bir adamdım. Taktiklerim daha farklıydı, karşımdakini kolaylıkla çıldırtabilirdim. Bunu da savcının üzerinde kullanmaktan hiç gocunmadım.


Kaya kaos izlemeye bayılırdı, büyük bir sırıtış vardı yüzünde. Görkem gururlu şekilde gülümserken Arda dudaklarını oynatarak 'uu' diyordu içinden. Asya omzunu hafifçe omzuma vurdu, gülüşünü bastırmaya çalışıyordu.


"Can," dedi savcı sabır dilenir gibi. "Başın yanabilir. Farkında mısın?"


"Şüphelendiğim kimse yok," dedim ciddi ifademe geçerek. Haddimi bilmem gerekliydi. Onun yüzüne 'kes sesini göt herif' diye bağırmak bana hiç mi hiç yakışmazdı. "Bu intiharların en başından beri cinayet olduğunu savunan benim. Beni herhangi bir şeyle suçlayamaz kimse."


"Bi' akıllımız Can," dedi Arda. Yeniden, bu defa savcı dahil hepimiz güldük. Gerçekten sinirlerimiz sonuna dek gerilip yıpranmıştı.


Gülerken yerdeki kan lekelerine takıldı gözlerim. Gülüşüm silindi yüzümden. Biri daha ölmüştü. Bir cinayeti daha engelleyememiştim.


Katilin sıkıldığını söylemiştik de eğlencesinin ben olacağım fikri kimsenin aklına gelmemişti.


Bir anda kendi rutinin dışına çıkmıştı. Tüm her şeyin sorumluluğunu üstlenmiş, bir de üzerine beni dahil etmişti suçlarına resmi olarak. Kendini ilan etmek için, diğerleriyle dalga geçmek için bir can daha almıştı gözünü kırpmadan.


Bir kalabalığın ortasında tek başımaymışım gibi hissettim. Konuşmalar kulağıma uğultu şeklinde dolmaya başladı, ruhum daraldı. Bu bana daha sık olurdu eskiden. Gerçek bir aileye sahip olmamla birlikte azalmıştı ama şimdi, yeniden buradaydı.


Olay yeri ekibinin, diğer polis memurlarının ya da savcının hiçbir önemi yoktu bu olayda. Analizcilerin bile yoktu. Satranç tahtasının bir tarafında ben vardım, bir tarafında katil. O beyaz taşlara sahipti ve ilk hamlesini yapmıştı.


Daha oyunun başındaydık ama vezirimi kaybedeceğimi hissediyordum.


"Can," dedi Görkem. Yanıma gelmeden önce cebinden arabanın anahtarlarını çıkarıp Arda'ya vermişti. "Nane şekeri ister misin?"


Paketten bir şekeri çıkarırken bunun bana şeker vermekten daha fazlası olduğunu biliyordum. Diyordu ki, benim kendimi sakinleştirme yöntemim bu ve senin de sakinleşmeye ihtiyacın var. Diğer bir anlamı da onu nane şekerlerine benim alıştırmış olmamdı. Görkem'i krizlerinden kurtarmıştım, üzeri kapalı şekilde beni krizlerimden kurtarmak için her şeyi yapabileceğini söyleme şekliydi bu.


Bazen bir hareket dışarıdan basit, hatta komik görünürdü ama atılan o bakışla birleşince öyle derin anlamlara sahip olurdu ki konuyu bilenler hariç kimse anlamazdı.


Mesela Asya, Görkem'in bana nasıl destek olacağını bilmediği için bunu yaptığını düşünerek utançla başını eğmiş, gülerek iki yana sallamıştı.


İnsanlar basit değildi, göründüğünden çok daha karmaşıktı.


"Halledeceğim," dedi Görkem. En sık kullandığı kelimelerden biriydi bu. "Halledeceğiz," diye fısıldadı sonra. "Şimdi Arda'yla git. Burasını düşünme, tamam mı? Uyumamışsın belli ki, bir de üstüne bunlar eklenince karıştın iyice. Silkelen, kendine gel. Sonra üzerine birlikte kafa yoralım."


Belli etmemeye çalışıyordu ama kapana kısılmış gibiydik. Çevremiz bilinmezliklerle doluyken bir de şimdi bu çıkmıştı.


Dört bir yandan saldırı düzenleniyordu sanki beş kişilik ordumuza.


Altı, dedim Eylül'ü de katarak. Necip Amir'i de kattım ve yedi dedim. Saydıkça rahatladım. Bin atlıya bedel olduğunu biliyordum lacivert iplilerin.


"Görkem," dedim kabullenmişlikle. Diretmem anlamsızdı, gitmemin iyi olacağının farkındaydım. Mantıklı olanı yapacaktım. "Asya'yı yalnız bırakmayın. Geçen cesetten sonraki gibi bir şey yine olursa haber ver bana."


Başını anlayışla sallarken gülümsemişti. "Gözün arkada kalmasın," dedi sırtıma bir kez vurarak. "Bende burası. 13'ü zaten bırakmam."


Başka bir şey söylemeden Arda'nın peşine takıldım. Başımın arkası zonkluyordu. Birlikte sarı şeritlerin altından geçip arka sokaktaki arabaya ilerledik sessizce.


Yolcu koltuğunun kapısını benim için açtı ve sonra arabanın tavanına elini koydu başımı çarpmamam için. Diğer eliyle de içeri geçmemi işaret etmişti. Gülümsemeye çalıştım kötü hissetmesin diye. Beni dert etmesini istemedim ama ediyordu. İçeri geçip kapıyı kapattım, saniyeler içinde yanımdaki yerini aldı.


Bir süre çalıştırmadı arabayı. Başımı geriye yaslayıp gözlerimi kapadığım o süreçte beni izliyordu. Başımın arkasındaki sancı giderek çoğaldı. Gözümü açsam anlık olarak renkler birbirine karışacaktı. Bu yüzden bir süre daha kapalı tuttum. Karanlık etrafımda dönmeye başlar gibi oldu. Baş dönmesinin gözü kapalı versiyonuydu bu. Bazen uyumaya çalışırken de olurdu bana.


"Can," dedi o şefkatli sesiyle. "Can'ım..."


Kalbi kocamandı. Bana adımdan çok bu şekilde hitap ediyordu. Bir çocuk tarafından saf bir sevgiyle seviliyordum.


Nefesimin düzensizliğini fark etmişti. Birbirimizi çok yakından tanıyorduk. Üç yıla yakın bir süredir aynı çatının altında kalmamızın dışında, biz aynı odayı da paylaşıyorduk ve bu, diğerlerinden gizleyip bastırmaya çalıştığımız ama geceleri ortaya çıkan hislerimizi de bildiğimiz anlamına geliyordu.


"Çok kalabalık," dedim elimi göğsümün üzerine bastırarak. Sağımdaki camı sonuna kadar açmıştı tuşa basıp. Yönünü de tamamen bana dönmüştü. "Burası da kafamın içi de. Baş edebilirim sanmıştım ama yapamıyorum."


"Bana bir hissi çok fazla bastırırsak acısının sonrasında nasıl çıkacağını hep anlatıyorsun," dedi. Arda'dan en çok bastırmaya çalıştığı aşkının acısı çıkıyordu. Bunu ona söylemiştim, en azından benimle konuşmasına teşvik etmek için ama pek işe yaramamıştı açıkçası. Dile getirmekten hoşlanmıyordu. "Benim yaşadığımı sen yaşıyorsun. Fark yok. Sakin ol. Geçecek şimdi."


"Arda," dedim kalkanlarımı düşürürken. Beş ceset geçti gözlerimin önünden, kayıp olan bir ceset daha vardı, sonra bir intihar ve kayıp bir kadın vardı. Diğer yanda Serdar, Fahri Bey, bilmem kimin sorguları vardı. Görkem ve Asya'nın yarım kalan görevi vardı. Çökmesi gereken bir uyuşturucu çetesi vardı. Ben yoktum. Ben hiçbir yerde yoktum sanki. "Arda." Nefes almaya çalıştığımda tıkandığımı hissedip sırtımı koltuktan ayırdım, hafifçe cama çevirdim başımı yüzüme hava çarpsın diye. "Çok kalabalık."


Elleri yüzüme uzandı. Başımı omzuna çektiğinde bir kukla gibiydim. Kolunu boynuma sardı ve ben de omzuna gömüldüm nefes almaya çabalarken. "Şşh," dedi parmakları saçlarımın arasına daldığında. Sanırım biraz terliyordum ama içim üşüyordu aynı zamanda. "Psikologların kendi söküğünü dikebileceğini söylerdin. Sakinleştirmen gerekiyor kendini."


Tane tane konuşuyor, konuşurken gülümsemeye çabalıyordu. Birilerini böyle görmekten nefret ettiğini biliyordum. Biz normal değildik, krizlerimiz nöbetlerimiz eksik olmazdı başımızdan. Dışarıdan parlak, dört dörtlük görünen Analizcilerin içini bizden başkası bilmiyordu.


Başımı omzundan çekmedim. Koltukların arasındaki boşluğa hafifçe eğilmiş durumdaydık, sarılmaya çalışıyordu bana. Rahatsız bir pozisyondu, sırtım acıyordu ama geri çekilmedim. "Yapamıyorum," dedim.


"Ben dikerim o zaman." Düşünmeden söylemişti. Başımı kaldırdı, gözlerimizi kenetledi. "Söküğü bırak, sana yeni gömlek bile dikerim. Ben yaparım, biz yaparız oğlum. Sen tek misin ki dünyada? Kim demiş bir başına yapmak zorunda olduğunu?"


"Benim peşimde." Korku dolu bir cümle olması gerekirdi ama umursamaz çıkmıştı dudaklarımdan. "Altı kişi oldu bununla birlikte. Daha erken fark edebilseydim bazı şeyleri, daha erken fark ettirebilseydim kendimi, daha yüksek sesle bağırsaydım bakın bunlar cinayet diye..." Sesim giderek kısıldı. "Bana mesaj vermek uğruna biri öldürüldü bugün. Arda, o kızın kanı benim elime bulaştı sanki."


"Ellerin tertemiz." Omzumu öyle sıkı tutuyordu ki sanki bıraksa düşecektim. "Aramızda en temiz eller seninkilerdir hatta, nasıl böyle düşünebildin?" Gözlerine baktığımda gördüğüm inançtı, saygıydı belki de. "Sen olmasan millet uyuyordu hâlâ," dedi ensemden tutup beni hafifçe sarsarak. "Oğlum lan," dedi ve hırpalayarak sarsmaya başladı. "Bi' akıllı sensin. Seni gidi akıllı."


İstesem de istemesem de işin sonunda onun yanında gülerken buluyordum kendimi. Böyle bir etkisi vardı.


"Uykusuzum," dedim. "Ne kadar dengesiz olabileceğimi biliyorsun uykumu alamadığımda. Beni biraz daha sarsarsan sana uçan tekme atabilirim."


"Arabada mı?" Sorusuyla birlikte güldü sesli bir şekilde. "Bütün uçan tekmeleri savcıya atmadın mı la sen? Bana kalmış mıdır ki?"


"Attım değil mi?" Keyifle sırıtıp arkama yaslandım. "Kuyruk acısı dinmiyor o herifin. Bir kez Görkem'in eşeğini suya yollasak öyle rahatlarım ki anlatamam."


"Senin şiddet içerikli hayaller kurman beni çok ürkütüyor," diye takıldı motoru çalıştırırken. "Belki de Görkem eşeğini suda boğdurtacağını söylerken eşeğin kafasının yerine savcının kafasını hayal ediyordur. Asla bilemeyiz değil mi? Belki de Görkem'in eşek, bizim savcının ta kendisidir."


Araba, sokağı terk ederken birlikte gülmeye başladık. Parmaklarımı şakaklarıma bastırıp ovalıyordum bir yandan, diğer yandan ona minnetle bakıyordum. Ne zaman ihtiyacım olsa yanımda onu buluyordum.


"Kaçmak istiyorum," dedim dürüst olarak. "Yol üzerinden bir şeyler alıp öyle mi geçsek eve? Biraz uzaklaşmam, bu kafayı dağıtmam gerek."


"Bu saatte mi içeceğiz?" diye sordu şaşırarak. Alkole sığınacak son insandım, bu yüzden şok içinde yüzüme baktı. "Ya bize ihtiyaçları olursa gün içinde?"


"Olmaz." Emindi sesim. "Görkem beni bu halde işlerin içine sokmak istemeyecektir. Uzak durmam konusunda da herkes aynı fikirdeydi zaten."


"Can." Nadiren kullandığı ciddi ses tonuyla söylemişti adımı. "Görünenden fazlası mı var kardeşim? Anlatmadığın başka bir derdin mi var senin?"


"Yok," dedim normal bir tavırla. "Arda, kırk yılda ilk kez ben sana böyle bir teklifte bulunuyorum. Geri mi çevireceksin beni?"


"Olay da burada zaten," diye üsteledi. "Bilincinin elinden bile bile kaymasına izin vermezsin durduk yere. Tamam, tabii ki bir katilin senin adını cinayet notunda yazması normal değil ama tek sebep bu gibi gelmiyor bana nedense."


"Bana mı özeniyorsun?" Bu gözlemler ve çıkarımlar aynaya bakıyormuşum gibi hissetmeme sebep olmuştu. "Ne tantana yaptın, çek sağa, ineceğim," dedim gülmeye başlayarak.


"Nah çekerim," derken ellerini direksiyondan ayırıp bana hareket çekmeyi de ihmal etmemişti benim canım kardeşim. "Her deliliğime eşlik ettin, mecbur ben de sana uyacağım."


Biliyordum. Yine de kafasındaki soru işaretleri öylece dursun istemedim. "Sızmam lazım," dedim bir açıklama daha yaparak. "Uykusuzluk bana hiç yaramıyor ve şu an uyumam mümkün değil. İçip sızmak tek çarem gibi görünüyor."


"Alkol tüm kötülüklerin anasıdır," dedi kamu spotundaki o robotik sesler gibi. "Biz çok kötü örnek oluyoruz çocuklara. Sigara var, alkol var, uyuşturucu bile var anasını satayım." Dikiz aynasına baktı orada bir kamera varmış gibi. "Bunların hepsi çok kötü şeyler," dedi ve işaret parmağını salladı sonra. "Sakın bizi örnek almayın."


"İçmesen de kafayı buluyorsun," diye mırıldandım. "Bir polise denk gelsek seni sarhoş sanıp bizi durdururdu. Düzgün sür şu arabayı."


Bana gözlerini devirse de kırk beş dakika gibi bir sürenin sonunda, ellerimizde şişelerle dolu poşetlerle evimize dönmüştük. Öğlen saati olması umurumuzda değildi. Doğrudan iki kadeh çektik önümüze. İstemem yan cebime koy pozları kesse de benden aşağı kalır yani yoktu kadehleri teklerken.


Hafif bir uçma hissi, belli belirsiz bir gülümseme ve devrilmeye başlanan şişeler... Benim iradem kolay kaybolmazdı, bu yüzden fazla fazla satın almıştık. Direnci yüksek, dayanıklı biriydim. Arda benden çok daha erken başlamıştı yamulmaya.


"Eylül," dedi ve o aşamaya yaklaştığımızı anladım. "Ah Eylül..." Normalde ilk başlarda çok enerjik olurdu, sonralara doğru işler çığırından çıkar ve içinde biriken tüm acıyı dökerdi. Bugün nedense ilk kısmı görmemiştim hiç.


Başımı geriye atmıştım. Muhabbet etmemiştik geldiğimizden beri. Onun çenesinin düşmesi gerekirdi. Sanki bugün hiçbir şey normal değildi. Dakikalar geçti. Daha fazla dakikalar ve daha fazla kadehler...


"Ulan," dedi Arda sesi boğuk çıkarken. "Keşke sevseydi beni. Yani, benim gibi."


Öyle aşıktı ki sonunun gelmeyeceğini biliyordum. Ona vazgeçmesini söyleyemez, yoluna bak diyemezdim. Ben aşkı anlamazdım ama aşığın halinden aşığı göre göre anlar olmuştum. Arda'nın döktüğü gözyaşları da, buruk gülümsemeleri de, kırılan kalbi de her şeyi özetliyordu her defasında. Bir kere bile akıllanmadan gözyaşlarını siliyor, daha fazla gülümsüyor, kalbine bir yara bandı takıp yine Eylül'e koşuyordu inatla.


"Yapma," dedim. "Hüzne drama bağlama. Gel, bizimkilere yazalım."


"Millet sarhoş olup eski sevgilisine yazar, bir de bize bak." Yanıma yaklaşıp kadehini kadehime vurdu ve birlikte shot atıp gülmeye başladık. "Ah be hayat, ne kahpesin."


Telefonumu açtığımda ne yapacağımı unutmuştum. Yazılar birbirine giriyor gibiydi biraz da. "Oo..." dedim. "Kayıyorum ben hafiften."


"Hafiften mi?" dedi inanamayarak. "Ben utanmasam sana bir ilahi okuyacak kıvamdayım." Durdu. Omzuyla omzumu dürttü. "Okuyayım mı?"


"Hayır," dedim kenara kaçarak.


"Şarkı söylim mi peki?" Gözlerini kırpıştırdı. "Can bedenden çıkmayınca? Can bu can benim can? Dur dur, buldum." Alkış yaptı elleriyle. Sonra dizlerine vurup bir ritim tutturdu. "Bir canım var bende dursun. Sen gibiler eksik olsun. Hayat ne güzel, oh ne ala. En kötü günümüz böyle olsun!" Son cümleden önce de kolunu omzuma sarmıştı.


Yüzümü ekşitirken WhatsApp simgesini bulmaya çalışıyordum telefonda.


"O herif onu üzüyor, Eylül bana koşuyor." Başlamıştı yine benim mesai. Arda'yla sarhoş olmak pek de kafa dağıtmayı sağlamıyordu, bunu hesap etmeyi unutmuştum. "O ağlatıyor, ben siliyorum gözlerini. Çok canımı sıkıyor. Ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi barışıyorlar. Sonra ben üç ay omzumdaki gözyaşını düşünüyorum Eylül'ün. Yük oluyor bana, canımı yakıyor sürekli."


Ben de kolumu onun omzuna attım. Kasap havası oynayacak gibi durarak birbirimize destek oluyorduk. Dışarıdan gören biri uçtuğumuzu anlayabilirdi kolaylıkla.


"İzin verse onun gözyaşına dünyayı yakarım yemin ederim," dedi bana yüreğini tamamen açarken. "Ama o beni sevmediği için kibrit bile yakamayacak birisine dönüşüyorum."


"Arda," dedim telefonumu gözüne sokarak. "Bunlardan hangisi WhatsApp?"


"Yeşil olması lazım," dedi ciddiyetle.


Yeşil bir şeyin üzerine tıklayıp ilk sıradaki gruba girdim.


"Dikkat et de yanlış insana mesaj atma," dedi gülerek. Hâlâ omuz omuza duruyorduk. "Sizden başka kimsem var sanki mesaj atmaya," diyerek yazmaya başladım gruba.


AJANLAR VE AJANSLAR


Can: Sırhojşm


Can: Hoşum


Can: Sar.


Yanlış yazdığımı görüyordum ama ben doğru tuşlara bassam da klavye hatalar yapıyordu ve kelimeleri yazamıyordum bu yüzden. Sertçe ekrana bastıra bastıra yeniden yazmayı denedim.


Can: Bz ssrhoğş oldk


Can: amk.


Çok sinirlenmiştim. Arda da başını omzuma yaslamış kahkaha atıyordu. Mesajımı Eylül gördü ilk.


EyLül: CAN AHSKWÖSMWMS


Can: ne vr


EyLül: Siz kimsiniz? Sen ve kim?


Gruba alt açıdan bir fotoğrafımızı çekip attım. Arda dil çıkarmış, göğsüme yaslamıştı başını da. Kıvırcık saçları yüzünden ağzım ve burnum kadraja girmemişti, sadece gözlerim vardı çektiğim resimde.


Kaya: Salaksınız. Odama kusmayın. Bilgisayarlarımdan ve televizyonumdan ve oyun konsolundan uzak durun. Yoldayız.


Aklıma gelen şeyle birlikte gülümsedim şeytani bir şekilde. Yeniden parmaklarım bozuk klavyenin tuşlarını buldu.


Can: yol girsin sna.


Can: Ardaa yazdı


Arda korkuyla yerinden doğrulurken telefonu elimden almaya çalışıyordu ama hızlı davranıp ondan uzaklaştırmayı başardım. Kolumu ileri tarafa uzatarak yetişememesini sağlarken diğer kolumla da bana indirdiği darbeleri savunmaya çalışıyordum. "Beni öldürecek," dedi ağlar gibi. "Hiç mi acımadın hain adam?"


Asya gruba ses kaydı atmıştı. Görkem ve o kahkaha atarak gülüyordu beş saniyelik seste. Yanlarında Kaya da olmalıydı ama onun sesi çıkmıyordu.


Kaya: Sevgilerimi ilet.


Kafam karıştı.


Can: ne sevgilisü


Görkem: Oğlum ne içirdi bu çocuk sana böyle olmazdın sen


Can: bn biraz değğiştm.


EyLül: İMDAT WDJQKJSMWMSMW


Can: biri eylülüe yardm etsn imdt diyo.


Asya: İMDAT SJDMSK


"Bu kızın randomu bile kısa," dedi Arda. Bana vurmaya çalışmaktan vazgeçmişti çünkü yüzümü acı çeker gibi buruşturunca kıyamamıştı. Şimdi sessizce mesajları okuyor, kıkır kıkır gülüyordu yanımda. "Asya randomda bile az gülüyor Can, şaka gibi."


Can: Asya çok gül 🌹


Emojiye yanlışlıkla basmıştım. Ben değil, klavye yapmıştı. Klavyem bozuktu yoksa kusur bende değildi asla.


EyLül: Can çok papatya 🌼


Görkem: Eylül çok lale 🌷


Kaya: Görkem çok palmiye ağacı 🌴


Asya: Kaya çok bok 💩


Asya: Arda yazdı.


EyLül: AHSKAMSMWMDMSMSJDMSK


Can: tşk ve ii günleğr


Arda da ben de deli gibi gülüyorduk. Muhtemelen telefonun başındaki herkes aynı durumdaydı. Masanın üzerindeki kadehe uzanmak yerine yarım şişeyi aldım elime. Ara ara da Arda'nın koluna vuruyordum sebepsizce. O da beni itiyordu ve sonra yeniden yan yana oturuyorduk.


Dakikalar sonra kapının sesi duyuldu dışarıdan. Bizimkiler gelmişlerdi. Salonun kapısında belirdiklerinde Arda ayaklanıp sallana sallana yanlarına gitti, ben dümdüz oturmaya devam ettim.


"Duvara bakıyor," dedi Görkem beni kastederek. "Çok korkutucu yemin ederim."


Onu umursamayan Kaya, Arda'yı kolunun altına çekip kafasını sıkıştırdı. "Kaçamazsın, yazdığının hesabını soracağım."


"Çok sarsma kurban olduğum," dedi Arda. "Kusuveririm üzerine."


Asya diğerlerinin arasından sıyrılıp yanıma gelmiş, elimdeki şişeyi çekip hiç düşünmeden bir yudum almış ve yüzünü buruşturmuştu. "Şu ilacın etkisi hâlâ devam ediyor sanırım," dedi ve bir yudum daha alırken düz düz ona baktım. "Ee Can," dedi bana dönerek. "Neye içiyoruz bu saatte?"


"Neye olacak," dedi Kaya. "Bi' akıllımızın aslında geri zekâlı olduğunu bilmeyen katiledir kesin."


"Yok ya," dedim omuz silkerek. Bilincimin bulanıklaştığı aşamadaydım. Burada sessizleşir, etraftaki şeylere ilk kez görüyormuş gibi bakardım. Analizcilerle zamanında alkol dayanıklılığımızı ölçtüğümüz bir test düzenlemiştik ve benim hakkımda söylenen tespitlerdi bunlar. "Katili sonra düşünürüm."


"Can," dedi Asya sahte bir şaşkınlığı üzerine geçirip koluma dokunarak. Sesini dramatikleştirdi. "Yoksa bir kadın mı var?"


"Saçmalama."


Arda'nın kesin tavrı üzerine ben sessiz kalınca Görkem ve Kaya gözlerini kocaman açarak birbirlerine baktılar. "Var," dediğimde ise Arda'yı bir kenara savuran Kaya kendini tekli koltuğa atmış, Görkem üçlü koltuğa koşup oturmuş, Arda savrulduğu yerde yere çökmüştü. "Düşündüğünüz gibi değil."


"Her zaman öyle olur." Derdimi şakasına sorduğu bir soruyla çözmüş olmanın gururu vardı Asya'nın yüzünde. "Eminim sadece arkadaşındır da bu kadın."


"Yemin ederim arkadaşım." Bizimkiler öyle bir şoka girmişti ki söylediklerimi dinlemiyor olabilirlerdi. "Alaylarınızla uğraşamam," dedim ve duvara döndüm yüzümü. "Halim yok."


"Tamam," dedi Görkem. "Tamam, sussun herkes. Anlat bakayım derdini. Bu saatte bu efkara ne sürükledi oğlum seni?" Benim için işlerini, katili, yapması gerekenleri anında kenara itebilirdi. Her şeyi kenara bırakıp beni dinlemeye ayırabilirdi zamanını ama ben konuşmak istemezdim genelde.


"Merkezdeki kadın vardı ya," dedim gözlerim duvardayken. Asya'nın elinden şişeyi geri aldım o tarafa bakmadan. "İntihar etmişti hani." Şişeyi başıma diktim hatırlamaları için onlara süre verirken.


"Bana anlattığın?" Asya onayımı bekliyordu. "Geçmişini unutan?"


Başımı salladım. "O."


"Ne olmuş ona?" dedi Kaya saf bir merakla. Arda yerde sürüne sürüne gelip Kaya'nın dizlerine yasladı sırtını. Nefes almadan bana bakıyorlardı. Hissederdim üzerimdeki bakışları.


"Uğramıyormuş merkeze birkaç gündür."


"Gidecek yeri var mı ki bu kadının?" Görkem anlamaya çalışıyordu. Ben de anlamaya, aklıma düşen ihtimalleri de reddetmeye çalışıyordum.


"Yok," dedim.


"Ben araştırayım mı?"


"Neyi araştıracaksın Kaya? Adı bile yok kadının. Ben sadece yeniden denemiş midir diye korkuyorum. Az önce yanından geldiğimiz ceset ona ait olabilirdi. Bilmiyorum, onunla görüşmeyi bırakarak hata mı yaptım? Ben onu yalnız bıraktım."


Onunla aramızda geçen son konuşmayı bizimkilere anlatmadım. Herkesi dinlerdim ama konu beni dinlemeleri olduğunda susmayı tercih edenlerdendim.


"Anlayamadım," dedi Asya kafası karışmış halde. "Onunla görüşmeyi neden bıraktın?"


"İş güç," diyerek geçiştirdim. Yüz ifadem sabitti, ses tonum normal. Yalan olduğunu anlayamazlardı bu yüzden. Bir yudum daha aldım şişeden ve dibini görmüş oldum böylelikle. "Sizce başına bir şey gelmiş midir?"


"Yok," dedi Görkem. "İyidir." Bana yalan söyledi.


"Bir şeyi yoktur," dedi Arda. "Takılma Can'ım, döner gelir geri." O da yalan söyledi.


Kaya'ya baktım. Ondan da bir cevap bekledim. Kaşlarını ve omuzlarını hafifçe kaldırıp bilmem ifadesiyle baktı yüzüme. Sessiz kaldı.


Asya'ya döndüm. "Bazen düşünsen de bir yere varamazsın," dedi bana. Beni duyacağım herhangi bir habere karşılık hazırlamaya çalışır gibiydi sesi. "Bazen zor olsa da düşünmeyi bırakman gerekir Can."


"Merak ediyorum," dedim basit bir şekilde. "Bazı anlar, bazı insanları önemli yapar. Biz kedi sevmiştik birlikte. Önemli biri oldu benim için. Elimde değil."


Merkezin kapısında görmüştüm onu bir gün. Benim genelde oraya uğradığım saatler aynıydı ve o sanki kasıtlı olarak sokağa çıkmıştı tam da o saatte. Nedense beni beklediğini hissetmiştim. Sokağın köşesinde, yere eğilmiş haldeydi ben diğer uçtan sokağa girdiğimde. İfadesiz görmeye alışkın olduğum yüzündeki kocaman gülümseme beni şaşkına çevirirken, elini bir kedinin sırtında gezdirdiğini fark ettim. O beni fark etmemişti henüz.


Bir çocukluk travmasının izini taşıyordum ve hâlâ kedilerden uzak durmam gerektiğini çünkü onlara zarar verebileceğimi düşünüyordum.


Hızlı adımlarım yanına vardığında simsiyah kedinin tüylerini okşamakla meşguldü. Üzerlerine gölgem düştü, kadın başını kaldırıp bana baktı alttan alttan. Gülümsemesi beni görünce silinmek yerine daha da büyüdü. Yaralı biri gibi değil, normal biri gibi göründüğü ilk andı bu.


"Korkar mısın hayvanlardan?" diye sordu. "İnsanlar bana çok daha korkutucu geliyor."


"Kedileri severim," dedim. "Ama uzaktan."


"Ama şuna bak," dedi avuçlarının arasına aldığı küçük kediyi hafifçe bana doğru kaldırarak. "Bana benzemiyor mu?" Önce kedinin, sonra onun yeşil gözlerine baktım. Daha sonra kedinin siyah tüylerine ve onun saçlarının rengine baktım.


Güldüm. "İkiz gibisiniz."


Birkaç saniye sessiz kaldı. Kimseyle tek kelime etmeyen kadının benimle gevezelik etmesi, hatta bana gülümsemesi tuhaf geliyordu. Bir kediyi severken o ruhsuz halinden eser yoktu ama merkezin duvarları arasındaki kısa muhabbetlerimizde bir ölüyü andırıyordu.


"Sevmeyecek misin?" diye sordu. "Öyle ya da böyle seveceksin bence. İnanıyorum ben."


"Canını yakarım," dedim.


"Bir şey olmaz," dedi. Durdu. "Yani, yakmazsın."


Yanında diz çöktüğümde hâlâ kediye dokunmaya yeltenmemiştim. "Niye dışarıdasın?" diye sordum ona. Adını bilmek, adıyla hitap etmek istiyordum ama belki de bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktı.


"Pencereden gökyüzünü izlemekle gökyüzünün altında olmak aynı şey değil," dedi. "Konuyu çevirme, kedimi sev."


"Senin kedin mi oldu şimdi de?" diye sordum ve parmaklarım kucağında oldukça huzurlu görünen kedinin tüyleri arasına daldı. Yıllar önce bir kediye sarılıp uyumuşluğum bile vardı ama ona dokunmam yasaklandığından beri hayvanlara pek yaklaşmıyordum.


"Evet," dedi. "Kedim isimsiz ama. Benim gibi."


Israr etmese mümkün değildi o kediye dokunmam. Kırılmasını istemediğimden sevmiştim sadece.


"Başladı yine duvara bakmaya," dedi Görkem korkarak. "Rüyama girecek bu hallerin."


Daldığım yerden ayırdım gözlerimi. "Neyse ya," dedim. "Savcıyı nasıl göt ettiğim hakkında beni övmeyecek misiniz?"


Arda'nın başlattığı alkışa saniyeler içinde diğerleri de katıldı ve sonra Arda ayağa kalkıp alkışlamaya devam etti. Kaya dizine vurup onu geri oturturken gülüyordu.


"Kodumun özgüvenini kazanmaya başladın nihayet," dedi Görkem. Uzanmaya çalıştığım şişeyi parmaklarının ucuyla kendine doğru çekti masada. "Yeter bu kadarı."


"Harika birisisin, fanınım Can'ım." Yeniden kendi kendine alkışladı Arda. "Bu arada biz ne zamandır 'ben hiç' oynamıyoruz," dedi boş şişelere bakarak. "Bir gün yapalım."


Hep birlikte o oyunu oynayıp toplu sarhoş olduğumuzda çok eğlenirdik. Kaya'nın kafayı bulup Yıldız Tilbe söylemeye başlaması bile yeterliydi katıla katıla gülmemiz için. Bilincimizi kaybettikçe öyle çok gülüyorduk ki kramplar giriyordu karnımıza. Çok sık yapmazdık ama yaptığımızda da tamamen deşarj duruma gelirdik hepimiz.


"Ben hiç 'ben hiç' oynamadım," dedi Asya.


"Oynarız bir gün," dedi Görkem.


Gözlerimi kısıp dudaklarımı birbirine bastırdım. Kafam yerinde değildi ve bir şey söylerim diye kendimi tutmuştum bu yüzden.


"Ah Eylül!" diye bağırdı Arda durup dururken. Bir süre sessizlik oldu. Kaya ve Görkem birbirlerine bakıp Arda'yı kollarından tutarak yerden kaldırdılar. Sızıp kalmak üzereydi, onu yatağına taşıyacaklardı. Odadan çıktıklarında duvarla olan münasebetime geri döndüm ben de.


"Can," dedi Asya. İçmeye devam etmemeyim diye onu başıma bekçi dikmişlerdi. "Bazı anlar, bazı insanları önemli yapar." Gözlerimi ona çevirdim. "Aynı an, karşındaki insan için de önemliyse eminim ki tekrar görüşeceksinizdir."


"Görüşmeyi kesen bendim," dedim.


"Bazı şeyler kaderdir," dedi.


Kaşlarımı çattım. İçimin rahatlaması, yükümün hafiflemesi mi gerekiyordu? Bunlar olmadı. Sadece kafam karıştı. Yaşayıp yaşamadığı bile belli olmayan bir kadının kaderimde ne işi vardı?


Görkem'le Kaya salona geri döndüğünde başımı omzuma doğru düşürdüm. "Beni de taşımanız gerekiyormuş odama," dedim gözlerim ağırlaşırken. "Beni de odama kadar taşımazsanız evlat ayrımcılığı yapmış olacakmışsınız."


"Çoluk çocukla uğraşmaktan belim doğrulmuyormuş," dedi Görkem Asya'ya bakarak 'alış bunlara' der gibi. Asya sadece halime gülüyordu.


"Şımarıklıklarınıza katlanmak zorunda değilmişim," dedi Kaya. "Niye bu evden basıp gitmiyormuşum?"


"Çünkü bizi köpek gibi seviyormuşsun," dedim. "Çünkü ailenmişiz."


Kaya enseme vurup bir kolumdan tutarak beni kaldırdığında Görkem de diğer kolumun altına girdi. Asya bacaklarını kıvırıp koltuğa yayılmış, bizden kalan şişeyi önüne çekmiş keyifle gülmeye devam ediyordu bizi izlerken.


"Görkem," dedim ikisi beni taşımaya başladıklarında. "Ben çok uslu ve efendi bir adamım, değil mi?"


"Yaa... Sorma," dedi Görkem.


"Çoook..." dedi Kaya dalga geçer gibi.


"Asya!" diye bağırdım salondan çıkmak üzereyken. Ayaklarımı hareket ettirmiyordum, beni tam anlamıyla sürüklüyorlardı. "Ben çok uslu ve efendi bir adammışım!"


•⚓•

Sen çok uslu ve efendi bir adamsın Can...

Analizcilerin WhatsApp grubuna girsem on derdimin dokuzu çözülürmüş. 🌹🌼🌷🌴💩

Tilkiler dönmeye başladı kafanızda biliyorum. Dönsün dönsün. Varsa teoriniz buraya bırakabilirsiniz.

Can Günay'ın kafasının içine girmek istek değil ihtiyaçmış yemin ederim. Nasıl buldunuz bölümü?

Diğer yandan ilk kısımda Görkem'in cumartesi sütlaç yediğini de unutmayalım lütfen. Bu dünyanın en önemli olayı. Herkesin işini gücünü bırakıp bunu konuşması gerek.

YAĞMUR DEDİ, YAĞMUR DEDİİİ.

Sadece belirtmek istedim, sakinim. Evet sakinim ama yakma denizi falan noluyoruz yani?

Bir kere gülüp öyle gidelim mi? :)

Teşekkürler ve iyi günler 🐾

🔵🤝🔵

Yorumlar

  1. Bu bölüm çok önceden yazılmış falan ama dikkatimi bir şey çekti Can telefonunda eylülü niye EyLül diye kaydetmiş ? teşekkürler ve iyi günler

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"