21. "Savaş Meydanı"
Bölüm şarkıları:
Aslı Demirer & Gökhan Türkmen, Korkak
Zeynep Bastık & Anıl Piyancı, Bırakman Doğru Mu2
Cem Çınar, Vazgeçtik Biz De
🦋
Zarfların içindeki notlar
Boğazını saran kollar
Üçgeni birleştirsen
Sonlanacak oyunlar.
•⚓•
Eğer yapabilseydim hayatımda çok fazla şeyi değiştirmek isterdim ve birçoğu benimle ilgili bile olmazdı.
Eylül'ün Arda'ya, Arda'nın ona baktığı şekilde bakmasını isterdim mesela. Bu şekilde ikisinin de mutluluğa kavuşacağına inanıyordum.
Kaya'nın daha fazla gülmesini isterdim sonra. Gözünün daha az dalıp gitmesini isterdim.
Can'ın bahsettiği kadından haber almasını isterdim. Sürekli merak edip durmaktan fakat hiçbir şey yapamamaktan delirecek aşamaya gelişini, bunu ustalıkla saklayışını görmeyi istemezdim.
Görkem'in de dün yaptıklarını silmek isterdim. Takıntılarından kurtulmasını, daha kolay anlaşılır biri olmasını isterdim. Bir de bana öyle bakmamasını.
Hepsinin mutlu olacağı bir hayalde benim nerede olduğum gerçekten önemli değildi. Yapabilseydim kendi hayatıma değil, hayatımdaki insanların hayatlarına dokunabilmek isterdim. Benimkinin düzeleceğine inancım yoktu çünkü.
Son bir dilek hakkım olsaydı, adım adım yaklaştığımız tuzağı önceden fark edebilmeyi isterdim. Bindiğimiz araçla yolun sonuna ilerlediğimizi sanırken uçuruma son sürat gittiğimizi bilmek, gerekirse altında kalmak pahasına o arabayı durdurabilmek isterdim.
Bilmiyordum.
Neye bulaştığımızı ve bundan kaç kişinin etkilenebileceğini hiçbirimiz bilmiyorduk.
O sabah Eylül, sırt çantasıyla geldi Analizcilerin evine. İlk yaptığı şey Arda'ya sımsıkı sarılmak oldu. Bu Arda'yı o kadar şaşırttı ki bir süre kendine gelemedi, kahvaltı rutinleri olan zeytini çatalla Kaya'ya gönderme işini bile unuttu. Bunu ona hatırlatan Can'dı. Boş verin kahvaltıyı diyen Eylül'se çantasını açmış ve bir dosya ortaya çıkarmıştı.
Can'ın cinayet vakalarından sonuncusuyla alakalıydı bu. Maktulün kimliği tespit edilmiş, ev adresine ulaşılmış, evrak haline getirilip Can'a yollanmıştı.
Çay bardağının üzerinde duran rafadan yumurtanın tepesine çay kaşığının arkasıyla vururken gözlerim dosyayı dikkatle inceleyen Can'daydı. "Diğerlerine benziyor," dedi. "Aynı yaş aralığı, problemli çocukluk dönemi, ilgisiz ebeveyn..." Durdu. "Dönüp duruyoruz aynı noktada."
"Tuzluğu uzatır mısın?" diye fısıldadım bu sırada Arda'ya. Tepe kısmındaki kabuğu soyduğum yumurtama dökecektim fakat o saniye
dünya dönmeyi bıraktı, görüntü bulanıklaştı ve bir anı geldi gözlerimin önüne.
Her şeyin normal olduğu bir zaman diliminde, geyik dönen bir muhabbette laf arasında kurulmuş basit bir cümleydi elimdeki tuzluğun bana hatırlattığı. Bir buçuk iki ay öncesine aitti.
Gecenin üçünde Mete'nin evindeydik Barış'la. Mete WhatsApp grubuna yaptığı tavuklu makarnanın fotoğrafını atmıştı. O saatte Barış'ın da benim de uyanık olmamız ve acıkmamız üzerine Barış arabasıyla gelip beni evimin önünden almıştı ve birlikte onun kapısına dayanmıştık.
Mete bizi gördüğünde o kadar çok gülmüştü ki kısılan gözlerinden yaşlar akmıştı. Ardından biz onun sarı koltuğuna yayılırken önümüze birer tabak makarna koymuştu başımın gözümün sadakası olsun diyerek.
"Manyak mısınız siz?" dedi Mete elinde tabağı ve çatalıyla karşımıza geçip. "Hiç mi üşenmediniz de kalkıp geldiniz bu saatte?"
Barış uzun saçlarını ensesinde bir topuz yaptı. Ardından tavuklu makarnasını çekti önüne. "Sen hiç acımadın mı gece gece bize? Niye nefsimizle oynuyorsun hain adam?"
"Sabah görürsünüz sanmıştım," dedi Mete. Hâlâ gülüyordu.
"Sabah görsek ne değişecekti?" diye sordum. "Yine canımız çekerdi. Şunun görüntüsüne bak."
"Getirecektim sana Yağmur." Az önce sitemle çatılan kaşlarım düzeldi ve anında bir gülümseme yerleşti yüzüme. Bu gece buraya gelmemiş olsam da yiyebilecektim makarnasını. "Bu boş beleş Barış'a getirmeyecektim ama. Hatırlıyor musun en son sipariş ettiğim dönerimi amirim beni çağırdığı için masaya bırakmıştım da bulamamıştım döndüğümde... Bu hayırsız yemiş onu."
Bilmediğim bilgi karşısında bir kahkaha atarken çatalımı da makarnaya doladım. "Tuzsuz olmuş bu ya," dedi Barış sırf konuyu değiştirmek için. "Tuzluğu getirsene."
"Makarnaya mı dökeceksin zevksiz insan?"
"Tavuktan bahsediyorum Güvercin," dedi Barış Mete'ye.
Ben yeniden gülmeye başlarken Barış'ın ifadesi soluklaştı ve sonra iğrenir gibi baktı bir anlığına. "Tuz dedim de, şu tuz vakası geldi aklıma. Duydunuz mu siz onu? Maktulün ağzına avuç avuç tuz tıkmışlar, midesinde de bulunmuş hatta. Vazgeçtim, istemiyorum tuz falan. Çok iğrençti."
"Eve iş getirmesen ölür müsün be oğlum?" diye sorup konuyu kapatmıştı Mete. İştahı kapanmamıştı ama. Gayet güzel gömmüştük makarnayı.
Mete, demek isterdim. Ona bir şey olmadı ama bak, sen öldün.
"Şu vakalarda," dedim sert bir yutkunuşun ardından. "Olay yerlerinde tuz bulmuştun değil mi Can?"
"Evet, sana da gösterdim ya Asya."
Barış da bana o iğrendiği fotoğraftan bahsetmek yerine onu göstermiş olsaydı olayları çok daha çabuk birbirine bağlayabilirdim. Kahvaltıyı öylece bırakıp ayağa kalktım. "Birini aramam gerekiyor."
🧂
"Bu çok anlamsız." Can elini alnına yaslarken şakaklarını ovaladı kafa karışıklığını giderebilecekmiş gibi. "Bu... Her şeyi değiştirir."
Kayıp saydığımız dördüncü cesedi bulmuştuk. Aynı onun dediği gibi, çok anlamsızdı.
Barış'ın o gün laf arasında bana bahsettiği dosyayı ileride bir gün Lacivert İplilerle araştıracağımı söyleseler o zaman buna gülerdim ama şimdi her şey fazlasıyla gerçekti.
Önce Barış'ı aramış, detayları öğrenmiştim ve sonra Kaya kalanını halletmiş, polisin elindeki tüm bilgileri ortaya dökmüştü.
Maktul bir erkekti. Üçüncü ve beşinci intiharlar arasında öldürülmüş bir erkekti. Dördüncüydü ama sıra dışıydı. Bağımsızdı sanki diğerlerinden.
"Sekiz bıçak darbesi," dedi Arda. "Ölümcül olanı dördüncü, diğer dördü ölümden sonra ama arka arkaya hepsi. Boğazında, dudaklarının etrafında, baş çevresinde tuz bulunmuş. Üstüne üstlük Romen rakamıyla kocaman dört yazıyor duvarda. Grafiti gibi görünüyor yine."
"Anlamsız," diye tekrarladı Can. Düştüğü çukur artık bataklıktı da dibe çekiliyordu sanki. İlerleme kaydettiğimizi değil gerilediğimizi düşünür gibiydi. Yüzünde hayal kırıklığı vardı ve koca bir kafa karışıklığı. "Hepsi rutindi. Bir seri katil rutini. Bu çok saçma."
"Bir çeşit taklit mi?" diye sordu Eylül. Çatı katındaydık ve Can'ın yanındaki sandalyede o oturuyordu.
"Ne taklidi Eylül?" dedi Can kızarak. "Biz bile bilmiyorduk aradaki bağlantıyı. Polis bilmezken kim bilecek de taklit etmeye çalışacak aynı detayları?"
"Bu şahsi," dedi Görkem pek de yüksek olmayan bir sesle. Can'a nane şekeri paketini uzatırken devam etti konuşmasına. "Bu bildiğin öfke cinayeti. Ölümden sonra dört darbe daha... Farkında bile değil katil kurbanının öldüğünün, gözü dönmüş birisi."
"Anlamıyorsunuz." Can nane şekerini parmak uçlarıyla kavramıştı ve onun üzerindeydi gözleri. "Çizdiğimiz profile uymuyor. Soğukkanlı, planlı, profesyonel birisi olmalı. İntihar süsü verip uzaklaşıyor olay yerinden. Bu apaçık cinayet ve resmen acemilik akıyor her yerinden."
"O kadar acemi olsa bu cinayetin faili çoktan bulunurdu," dedi Arda. "Profesyonel katilimizin şahsi meselesi olabilir Görkem'in de dediği gibi."
"Hayır, çok sıradan." İnatla inkâr ediyordu. "Öfkesine yenik düşüp saçmalayacak kadar normal birinin peşinde olamayız. Sıra dışı bir insanla uğraştığıma eminim ben."
"Katile sempati besliyorsun da bu seni hayal kırıklığına uğratmış gibi konuştun Can," dedi Eylül. Can'ın yüz ifadesini tarttım. Bunu duymazdan gelmişti. Nane şekerini ağzına atarken diğer yandan Kaya'nın bilgisayarını önüne çekmiş, fotoğraflara bakıyordu.
"Yine benzer hikâye," dedi Kaya detayları pekiştirmek isteyerek. "Asosyal bir genç, ailevi sorunlar, intihar psikolojisine uygun bir aday."
"Diğerlerinden daha iri," dedim. "Daha kuvvetli olmalı. Yaşları yakın olabilir ama diğer kurbanlardan fiziki olarak çok daha güçlü birisi olduğu belli. İntihar cinayetlerinden sorumlu olan katile son anda karşı koymuş olabilir. Bu da katili öfkelendirmiştir."
"Haklıymış, gerçekten bi' akıllınız benim," dedi Can ve bir anda kahkahalarla gülmeye başladı sinirden. "Olamaz diyorum ya, uymuyor bu hiçbir şeye."
"Sana yardım etmeye çalışıyoruz eşek," dedi Görkem. "İstediğin bu değil miydi? Ne dikleniyorsun şimdi bize?"
"Yaklaştığımı sanıyordum." Can elini saçlarının arasından geçirirken öfkeli görünüyordu ama bu öfkesinin kime olduğunu anlayamamıştım. "Kırk yılın başı bir şey başaracaktım amına koyayım. Şimdi sıfırdan başlamam gerekiyor."
"Başlamamız," dedi Arda.
"Sıfırdan değil, kaldığın yerden," diye ekledim. "Gemileri yakma hemen. Senin kafandaki resme uymadı diye yırtıp atamazsın elindeki her şeyi. Uymuyorsa vardır mantıklı bir sebebi."
"Bu yüzden anlat," dedi Görkem. "Kendi başına yapamazsın Can. En hâkim sensin olaylara. Anlat aklındakileri de bir yol çizelim birlikte."
"Kendi başıma yapamadığımı biliyorsan en başında yalnız bırakmasaydın o zaman beni." Gözlerini kısıp doğrudan Görkem'e bıkarak kurduğu cümle, ortamın buz kesmesine sebep oldu.
İlk defa onların yanında bu kadar gerildim. Görkem'e bana karşı olan dengesiz davranışlarından ötürü çok kızgındım ama bu cümleyi hak ettiğini düşünmüyordum. Kırıldı, anlamak zor değildi. Beklemediği yerden gelen darbe onun canını acıttı.
Görkem sessiz kalırken, "Her kafan estiğinde ona çatıp duramazsın," dedi Kaya.
"Özür dilerim," dedi Can anında. Bunu ben de fark etmiştim. Can, peşinde olduğu katili bulamadıkça suçlayacak birini arıyordu ve o kişi Görkem oluyordu. Öyle düşündüğünden değildi, öfke anında ağzından çıkıyordu. Buna da saniyesinde pişman oluyordu.
"Gerek yok." Görkem gerçekten çok alınmıştı bu defa. "Sen soru çözüp sabahladığımı düşünürken uykusuz kaldığım için kızıyordun ya bana, benim burada senin panonu ezberlediğimi bilmesen de olur. İçin rahatlayacaksa ben seni yalnız bırakmış olayım."
"Sen kontrolü kaybettiğinde söylediklerinden sorumlu olmuyorsun da ben neden oluyorum?" dedi Can altta kalmadan. "Gizli saklı iş yapacağına söyleseydin bana."
"Elim bomboş olmasa gelirdim herhalde sana." Görkem öfkesini kontrol etmeye çalışır gibi görünüyordu. "Baktım baktım bir şey bulamadım deyip moralini mi sikseydim?"
"Beyler," dedi Eylül çocuklarını azarlar gibi. "Yeter. Birbirinize düşmeniz şu aşamada ihtiyacımız olan son şey."
Can omuz silkti. "Özür diliyorum uzatıyor."
"Yardım istedin de sırtımızı mı çevirdik?" diye sordu Görkem. "Beni yalnız bıraktın edebiyatı yapmadan önce ben bu adamın yanımda olmasını istedim mi diye sorsana kendine."
"Hâlâ uzatıyor."
"Evet, kavgadan sonra söylenen anneler gibi şu an," dedi Arda gülerek. Destek ister gibi Kaya'ya baktı.
"Ben nereden bileyim oğlum?" dedi Kaya. "Anne görmüşlüğüm var sanki." Durup gülmeye başladı. "Görkem'i azarlayan Necip abimin söylenmelerine benziyor ama. Görkem amir mi olacaksın lan başımıza?"
"Görkem sanki bir halt yemiş de ona takılmış gibi daha çok..." diye mırıldandı Eylül. "Çözemedim ne olduğunu ama hem o hem de Can çatacak yer arıyorlarken birbirlerini buldular tencere kapak misali."
Onları en az tanıyan kişi olarak sessiz kalmaktan başka bir şansım yoktu. Belki de bu tarz sürtüşmeler aralarında normaldi, belki de nadir bir durumdu bilmiyordum. Belki günlerce küs kalırlardı belki de iki dakikaya barışırlardı. Fikrim yoktu ama Analizciler basit bir şeymiş gibi davrandıkları için benim de gerginliğim azaldı yavaş yavaş.
"Benim hatamdı," dedi Can. Gurur yapmadan anında kabullenmesine şaşırmadığımı söylesem yalan olurdu. "Daha dün sabah kendine ne yaptığını gösterdin bize. İyi olmadığını biliyorum ama sen de beni biliyorsun, benim günah keçim hep sen oldun şimdiye kadar."
Bu cümle Görkem'in hata kime ait olursa olsun sorumluluğu kendi üzerine aldığını düşündürdü bana. Can bu yüzden onu günah keçisi ilan ediyordu sanki otomatik olarak. İçinden çıkamadığı bir durum olduğunda suçu ona atıyordu.
"Barıştınız mı yani?" diye sordum sus pus tavrımın ardından. Olay tatlıya bağlanmazsa içim rahat etmeyecek gibiydi.
Gözümde o kadar mükemmel bir aileydi ki Analizciler asla araları gerilmez gibi hissetmiştim. Asla kavga etmezler, birbirlerine öfkelenmezler, ne olursa olsun birbirlerini kırmazlar sanmıştım.
Ben bir ailenin ne demek olduğunu o kadar bilmiyordum ki zihnimde bu şekilde canlandırmıştım. Her zaman mükemmel, kusursuz ve sorunsuz.
Görkem, Can'a bakarak gülümsediğinde kaşlarım çatıldı. Kırgınlığını derinlere gömmüş, yüzüne sahte değil gerçek bir tebessüm asmıştı. "Sorun yok," dedi sonra. İçtendi. "Ben uzattım."
Bu kadardı. O bağ yeniden oluşmamıştı çünkü sarsılmamıştı bile. Sorun hallolup kapanmıştı anında.
'Aileler sorunsuz değilmiş, sorunları anında çözerlermiş Asya.'
Cümleyi içimden bir kez daha tekrarlarken aklıma ilk gelen Mete'ydi. Demek ki kan bağı önemsizdi. Annem ve babam değil, Mete ve Barış benim ailemdi.
"Yeniden ikiye ayrılmamız gerekebilir," dedi Görkem dümeni tekrar eline alarak. "Şu Fahri Bey'in söylediklerini bir detaylı konuşalım, dördüncü vakayı da gözden geçirelim bir kez daha. Biz 13'le o masaya katılacağız gibi duruyor yine."
"Sen 13'le markete git önce," dedi Arda. Anlamsız konu değişimi yüzünden başımı ona çevirip devamını bekledim. "Ev işi sırası en son sizde kaldı. Dolap bomboş valla. Hadi yemek yapmaktan kaçıyorsunuz, bari gidin de dolabı doldurun."
Can Arda'yla konuşmuş olmalıydı çünkü dün masada yaşananları sadece Can anlamıştı. Şimdi Arda'nın da olan biten hakkında bir fikri vardı ve bu hamleyi aramızdaki buzlar erisin niyetiyle yapmıştı.
Görkem'dense herhangi bir karşı atak gelmemişti. Pişman da durmuyordu soğuk da yapmıyordu. Ben onun yarasını görmemişim, ona sarılmamışım, o da benim tüm tavsiyelerimin tersini uygulayıp üstüne bana Asya dememiş gibi davranıyordu.
Kısacası yine hiçbir şey olmamış gibi yapıyordu ve bu ilk defa bu kadar çok sinirime dokunuyordu.
"Olur," dedi. "Gideriz akşam." İtirazsız kabul etmesi, konuşacak bir şeyleri olmasından mıydı yoksa ben gereksiz yere mi takılıyordum bu mevzuya bu kadar?
Bana döndü yüzünü. Onun yanındaki sandalyede oturuyordum her zamanki gibi. Elini çenesine yasladığında üzerindeki kazağın kolu aşağı doğru sıyrıldı ve bu yüzden bileğinin çevresindeki kızarıkları gördüm. Dünkü izler hafif renk değiştirmişti. Kendine bunu yaparken hayal etti zihnim onu.
Matematik sorusu çözmek için masasında oturuyordu. Elleri titriyordu. Elleri o kadar çok titriyordu ki parmaklarının arasındaki kalemin ucu kitabın üzerinde küçük izler bırakıyordu. Nefesinin daraldığını, bir krizin içinde olduğunu anladığında kendine daha da kızarak her şeyi tetikledi. Dişleri kamaşır gibi olmuş, dili damağı kurumuştu. Ayağa kalksa ilaçlara koşacağını bildiğinden gözüne ilk kestirdiği nesneyi eline almış, kalemi derisine bastırmıştı.
Görüntüler gözlerimin önünden gitsin istedim. Dün geceden beri kendine zarar verdiği sahneyi kafamın içinde tekrar tekrar oynatıyordum istemeden. Her boşlukta canını nasıl acıttığını düşünüyordum. Yardım etmek isterdim, buna izin verse ve önüme set çekmese onunla uzun uzun konuşmak isterdim ama davranışlarından ötürü onu suçlayamazdım da.
Çünkü onun da bana yapmak istediği buydu. İzin vermiyor, önüme set çekiyordum. Öyle görünmüyor olsak da biz benziyorduk aslında.
Gözümde çok güçlü bir figürdü. Analizcilerin lideriydi. Ne yapması gerektiğini bilir, her şeyle başa çıkabilirdi ama kendisine gücü yetmiyordu. Bu yüzden onun çaresizliğine şahit olmak bu kadar içime işlemişti ve bir türlü kurtulamıyordum onu düşünmekten.
"On gün mü demişti Fahri Bey?" diye sordu bana yorgun gözleriyle. Birden çok olayla çevrelenmemiz, hiçbir şeye yetemediğini düşünmesine sebep oluyordu. Bu her şeyi daha da kötüleştiriyordu.
Keşke o kötüleştikçe beni de kendiyle birlikte dibe çekmeseydi. Çok kırgındım ama hiçbir şey yapamıyordum. Bu sefer onu kendi içimde bile affedememiştim.
"On gün içinde bilgisi ona ulaşacak, o da bana ulaşacak."
"Tuzak olabilir," dedi Kaya. "Adam temiz, kendi halinde biri gibi görünüyor ama bu satın alınamayacağı anlamına gelmez."
"En çok sessiz olandan korkacaksın zaten," dedi Arda ve başını Can'a çevirdi.
"Asya onunla konuşurken yalnızdı," dedi Can. "Adamın yalan söyleyip söylemediğini bilmiyorum ama ben orada olsam bunların hiçbirini anlatmazdı. Elimizde tuzak da olsa bir şeylerin olması hiçbir şey olmamasından iyidir diye düşünüyorum."
"Tuzaksa bile koşarak gideceksiniz değil mi?" diye sordu Eylül elini alnına vurup Görkem'e bakarak. Onu iyi tanıyordu, yavaş yavaş beni de. Karnımdaki bıçak darbesi durduramamıştı beni, bir tuzağın olabilme ihtimali de durdurmazdı.
"Şimdilik bu mevzu böyle kalsın," dedi Görkem bir cevap vermekten kaçarak. "Can, dördüncü olay yerine gitmemiz gerekecek mi?"
"Ben giderim, beni biliyorsun ama size gerek yok. Yeni bir şey bulacağımızı sanmıyorum. Bu dosya kimin elindeyse onunla yüz yüze bir konuşma ayarlarız zamanı geldiğinde. Katil hakkındaki fikirlerini analiz etmem lazım."
"Sen kafana göre dışarı çıkmıyorsun," dedi Görkem. "Hele tek başına markete bile gitmiyorsun ve bu inada bindirebileceğin bir konu değil."
"Markete siz gideceksiniz zaten," diye alaya aldı Can onu. Görkem aynı şekilde dik dik bakmaya devam ettiğinde Can gözlerini devirdi. "Bir kurbanın avucunun içinden adım çıkmışken ortalıkta elimi kolumu sallayarak dolaşmam Görkem. Aptal mıyım ben?"
"Nadiren," diye cevapladı Görkem bozuntuya vermeden. Sonra birbirlerine sırıttılar.
"Bir şey diyeceğim." Tüm gözler aynı anda bana çevrildiğinde ben başımı Görkem'e çevirdim. "Senin şu peşindeki fotoğrafçıyı yanıltmak için işe girdiğin bir kafe vardı. Hani oradaki adam senin Can'la arabadayken çekilmiş bir fotoğrafını bulmuştu."
"Evet," dedi Görkem. "Cengiz peşime adam taktırdı, Hasan fotoğrafları satın almak isterken de kız kardeşi Cengiz'in kasasından aldı demiştik." Sanki dile getirdiğinde netleşecekmiş gibi sürekli olarak detayları uzun uzun tekrar ediyordu.
"Tezgâhın başına Selma geçti ve içeriğini bilmediğimiz fotoğraflar da onun elinde," diye ekledi Can.
"Önce gizlice çekilmiş bir fotoğrafın bulunuyor, sonra bir maktulün avucunun içinden adın çıkıyor Can..." Duraksadım çünkü birleştiremediğim parçalar vardı. "Bilmiyorum, tesadüf mü bu?"
Sessizlik esir aldı çatı katını çünkü iki dakikalığına tüm bildiklerimizi alaşağı edecek bir fikir sunmuştum ortaya. "Hedefin Görkem olduğunu düşündük ama ya yanlış bakıyorsak? Ya başından beri Can'ın peşindelerse?"
"Bu mümkün değil," dedi Görkem. "Bak, adım adım ilerliyor tüm basamaklar. Ben Cengiz'e uyuşturucu arayan biri gibi ulaşıyorum, benden şüphelenip peşime adam takıyor. Hasan'ın da kumarhanesini bastım. İkisinin de hedefi olmam için sebepler var. Can bu konunun hiçbir yerinde değil."
"İlk söylediğinde mantıklı geldi ama şimdi baktığımda çok uçuk Asya," dedi Arda da ona katılarak.
"Bilmiyorum," dedim. "Sadece bir fikirdi."
Can'ın kafası karışmış görünüyordu. "Öyle olsa benim peşime birini takmazlar mıydı?"
"Görkem de uzun bir süre fark etmemişti peşindeki kişiyi," dedim. "Farkına varana kadar kaç tane olduğunu bilmediğimiz fotoğraflar çekti bu kişi. İhtimallerden bahsediyorum, tesadüf deyip geçelim o halde."
"Peşimdeki kişiyi anlamam uzun sürdü, benim aptallığımdı bu. Eğer bu olaylar bağlantılı olsaydı ve Can'ın da peşinde biri olsaydı, maktulün avuç içinde bir akıllının Can olduğu yazar mıydı?" diye oldukça ikna edici bir soruyla geldi Görkem. Buna verebilecek bir cevap bulamadım.
Fikrimi savunacak herhangi bir şey de yoktu elimde. Dayanaksız, altyapısız bir şeydi. Analizciler analizciliklerini gösterip eşeledikçe ben çıkmaza girdim ve en sonunda susmak zorunda kaldım.
"Dördüncü cinayet mahalline seninle gelebilirim Can," dedi Eylül, elini taşın altına koymaktan çekinmeyerek. Bizden bağımsız olarak karakolda dönen bir düzeni, muhtemelen bizimkinden çok daha fazla sayıda işi vardı ama bulduğu her fırsatta Analizcilerin yanında bitiyordu.
Bir yandan da başını Görkem'e çevirmiş, onun onayını beklemişti. "Biliyorum," diye devam etti. "Onun içi orayı bir an önce görmezse rahat etmeyecek. Boş ve tertemiz bir sokak olsa bile orayı adımlamak ve olayı kafasında canlandırmaya çalışmak zorunda. Ben de müsait durumdayım bugün. Can'a eşlik edebilirim. Hem kafam dağılır."
"Ne oldu?" diye sordu Kaya. "Niye kafanı dağıtman gerekiyor?"
Eylül bu defa benim gözlerime baktı. Cevabı herkesten önce öğrendim. Buğra hâlâ ona kendini affettirememişti. İki kırgın kadın arasında geçen üç saniyelik bir bakışmaydı bu ama ikimiz de o üç saniyede birbirimizin yaralarına sarıldık sanki. "Annem," dedi Eylül diğerlerine dönüp. "Buğra bir de. Önemli değil."
"Annen mi önemli değil?" diye üsteledi Kaya. "Ne yaptı yine?" Geçiştirmek için değil, merak ettiği ve hatta endişelendiği için soruyordu.
"Ağlamışsın," dedi Can emin bir şekilde. "Kim ağlattı seni?"
Arda konuşamadı bile. Diğerlerinin aksine sessizdi, ilgisiz göründüğü düşünülebilirdi ama içimizde Eylül'den bile çok onun canı yanıyordu.
"Çok meşgulüz, bir sürü işimiz var." Başını masaya eğmiş, önündeki dosyaları toparlamaya girişmişti Eylül. "Boş verin şimdi."
Görkem elini kağıt yığının üzerine bastırıp toparlamasını engelledi. "Senden önemli değil," dedi. "Anlat hadi."
Hepsinin onun derdiyle bu kadar ilgilenmeleri hem içimi ısıttı hem de bir yaranın üzerine tuz basılmasına sebep oldu. Benden önemliydi. Bu evdeki her şey benden daha önemliydi, böyle hissediyordum. Giderek daha fazla değersizleştiriyordum kendimi kafamın içinde. Engel olamıyordum.
"Her zamanki annem," dedi Eylül. "Merak etmeyin. Buğra da her zamanki Buğra."
"Eşeği suya yollayayım mı?" diye sordu Görkem gülümseyerek.
"Senin eşeği bir seferliğine ödünç alıp ben yollayacağım suya," dedi Eylül bir anda. "Yine ne yaptın bu kıza sen onu söyle."
Gülüşü hızla soldu yanımdaki adamın. Afalladı, beklemediği soru karşısında ne yapacağını şaşırdı ve en son dönüp bana baktı. Eylül'ün bir bakışta anlayacağı kadar mı kötü olduğumu sorguladı gözleriyle. Analizcilerin bakışları da ona döndü bu esnada. Herkes oturmuş bir cevap bekliyordu ben hariç.
"Ne yinesi?" dedi en sonunda. "Sürekli bir şeyler yapıyormuşum gibi konuştun."
Eylül ciddi misin der gibi bir kaşını kaldırıp ona bakmaya devam etti. "Gerçekleri konuşmuşum o zaman?"
"Konuyu annenle Buğra'dan uzaklaştırmak için bana yüklenmesene," dedi Görkem.
Üstelemedi Eylül daha fazla çünkü Görkem'in onların yanında konuşmayacağını anladı. Benden öğrenebileceğini düşündü olacakları ama sanmıyordum. Konuşulacak bir şey yoktu.
"Biz çıkalım o zaman yavaştan," dedi Can ayaklanarak.
"Ben de geleceğim," dedi Arda. Can'ın yanında olma isteği kadar Eylül'ü yalnız bırakmama isteği de vardı içinde. Bu yüzden itiraz kabul etmez bir kesinlikte söylemişti.
Görkem ellerini masada kenetlerken başıyla da onay verdi ona bakan Arda'ya. "Telefonum açık, en ufak bir aksilikte arıyorsunuz beni."
"Felaket tellallığı yapma adam," dedi Eylül. "Boş bir sokağı dolaşacağız alt tarafı. Oradan da yemeğe çıkarırım bizim çocukları. Siz şansınızı kaybettiniz."
"Tüh." dedi Kaya göz devirerek. "Ben biraz odama gidip buna ağlayacağım."
Bilgisayarının ekranını kapatıp kolunun altına sıkıştırdığında dosyayı da yanına çekti ve çalışmaya odasında devam edeceğini anladım. Umursamaz tavırları artık bana sökmüyordu. Küçük hareketlerini yakalıyordum ve bu diğerlerine verdiği değerin en büyük kanıtıydı.
"Sağ ol Kaya," dedi Can da anladığından. "Sanmıyorum ekstra bir şey bulabileceğini ama gerekirse sabaha kadar deneyeceksin."
"Yoo..." dedi Kaya. "Yastığıma sarılıp Eylül bana yemek ısmarlamadı diye ağlayacağım bir süre. Rahatsız etmeyin beni. Teşekkürler."
"Ve iyi günler," dedik hep bir ağızdan. O kadar senkronize dökülmüştü ki sözcükler, bir koro gibi çıkmıştı sesimiz. Durup birbirimize bakarak gülmeye başladık.
Ben de kalkmak üzereyken Görkem, "Şu Fahri Bey'i konuşalım uygunsan," dedi. "Sağlam bir plan gerekiyor bize."
"Fahri Bey bana kesin bir gün bildirdiğinde konuşuruz." Sandalyemi ittirdim. "Ayrıca Can, Hasan'ın artık elimize bir şeyler vermesi gerekiyor. Sen yoğunsan ben deneyeyim şansımı."
"Selma'nın onu sattığına inandığı an benimle konuşacak," dedi Can emin bir şekilde.
"Yani ne zaman?"
"Hasan'ı yakalayalı günler oldu ama onu görmeye giden, onu soran tek bir kişi bile olmadı Asya." Kurduğu cümleye üzülmemem gerekiyordu ama durulmuştum yine de. Kız kardeşinin kendisini satacağına inanmaması oldukça normaldi. O kötü biriydi, bana anında yavşayacak kadar da aşağılık bir adamdı ama inandığı biri tarafından ağır kazık yemişti ve bunu hazmedemeyişini anlayabilirdim. Zaman gerekiyordu Can'ın da söylediği gibi. Konuşacaktı.
Dikkatimi dağıtan aynı anda gelen iki bildirim sesi oldu. Biri benim telefonumaydı, elini cebine attığına göre diğeri de Eylül'ünkineydi. Bakıştığımızda mesajın kimden geldiğini anladık ve diğerlerinin yanında açmamaya karar verdik. O, Can ve Arda el salladıktan sonra merdivenlere yöneldiler. En son Kaya da çıktı çatı katından ve hemen arkasından ben de kaçarcasına yürümeye başladım merdivenlere doğru.
"Akşam markete gelecek misin?" diye sordu Görkem. Çok beklersin diye bir cevap vermek isterdim ona ama zaten Fahri Bey konusunu konuşacak kadar bile onunla yalnız kalmak istemeyişimden bir şeyler anlamıştı. Yani, anlamış olmalıydı. Emin de olamıyordum mevzu bahis o olduğunda.
"Bir buçuk saate inersin aşağı," dedim burada kalacağını bildiğimden.
"İnemem," dedi düz bir şekilde. "Bir ya da iki desene, tam olsun."
"Bir buçuk," diye tekrarladım. "Bana ne senin takıntılarından?" Sonra aşağı indim yüzüne bile bakmadan.
Odama kendimi attığımda yatağıma uzandım. Kaçtığım insanı orada görürüm diye duvardaki fotoğraflarda oyalanmasın istedim gözlerim ama sırtımı yasladığım lacivert yatak başlığından tut karşımdaki açık mavi giysi dolabına kadar her şeyde onun parmağı vardı. Bu yüzden bu evin sınırları içinde ne yazık ki Görkem'i görmezden gelmeye çalışmak zordu.
Telefonuma sarılıp gelen mesajın üzerine tıkladım. Bige abla, Eylül ve benim olduğum bir grup oluşturmuştu. Fotoğrafı bile vardı. Eylül'ün elleri bulanıktı, bana bir şey anlatıyordu. Benim gözlerim elimdeki çay bardağındaydı ve Bige abla yüzünün yarısını kadraja alarak gizlice üçümüzü ifşalamıştı buluştuğumuz akşam.
Üç Idiots
Grubun adına bayılmıştım.
Bige abla: Egemen geldi kapıma sabah. Açmadım. Yokum sansın istedim evde ama nöbet saatlerimi biliyor. Evde olup bile bile açmadığımı anladı. Durdu kapıda dakikalarca. Gitmedi elim kapı koluna, gitmesin diye elimi kesecektim. İnatla durdurdum kendimi. Açmadım o kapıyı.
Eylül: Kraliçem parti kur oy vereyim
Bige abla: Konuştu biraz kapıda. Yapma dedi. Diğer gece kırmasaydı beni yapmazdım belki.
Asya: sorun ne
Bige abla: Çok kötü hissetmem. Bok gibi hissetmem. Allah belamı versin diye oturup beklemem. İçimde gerçekten berbat bir his olması. Beni durdurun yoksa ona yazacağım.
Eylül: TABİİ Kİ YAZMAYACAKSIN
Eylül: Senin yüzünden sevgilime posta koydum. Bu geceye kadar kendini affettirmezse ilişkimi bitireceğim. Beni bu yola sürükleyen senken döneklik yapamazsın.
Eylül: Asya bir şey de
Asya: Görkemle markete çıkacağız. Ağzını arayabilirim haberi var mı diye. Vardır diye düşünüyorum. İyi olup olmadığını yazarım sana abla.
Bige: Değildir iyi ama sağ ol, bekleyeceğim.
Egemen abiyle arasında ne gibi bir konuşma geçtiğini bilmesem de Görkem onun kötü olduğunu söyleyip abisinin yanına gitmişti dün. Belli ki Bige abla bu defa yaralandığından daha çok yaralamaya karar vermişti. Bu bir çözüm müydü, yapılması gereken bu muydu bilmiyordum. Herkes kendi hikâyesini yazıp yaşıyordu.
O konuşmanın ardından bu sabah Bige ablanın kapısına dayanan Egemen Duman'ı canlandırdım bu defa gözlerimin önünde. Bana her ne kadar otoriter ve yıkılmaz bir karakter gibi gelse de Bige abla onun kırmızı çizgisiydi. Bu yüzden o kapıya gittiğinde gözlerinin dolu olduğunu, o kapı ilk kez kendisine açılmadığındaysa yerle bir oluşunu tahmin edebiliyordum.
Analizcilere katılmamın tek kötü yanı çevremdeki insanların acılarını acım kabul etmeye başlamamdı. Onlar kadar dertlenip onlar yerine kırılmamdı. Benimkiler bana yetiyordu, gerçekten gereği yoktu bu kadarının.
Arda'nın hediye ettiği pembe yunus Pinko'ya dirseğimi yasladım ve biraz müzik dinledim odada. Bunu uzun zamandır yapmadığımı fark ettim. Arda zaten her sabah bize söylüyordu ama ben, uzun zamandır kulaklıkları takıp tavanı seyrederek müzik dinlememiştim.
Ona söylediğimden tam bir buçuk saat sonra odamın kapısında belireceğini bildiğim için üzerimi değiştirmiştim. Ayaklarım geri geri gidiyordu. Hatta ağzını arayacak olmasam belki bir bahane bulup onu ekerdim ama öyle ya da böyle sonsuza kadar uzak duramayacağımızı biliyordum. Biz istemesek bile birçok durumda baş başa kalıyorduk ve birkaç gün sonra ikimizin göreve çıkacak olması da bunun en büyük örneğiydi.
"Hazır mısın?" diye sordu kapıyı kendi ritmiyle tıklattıktan sonra. Ona söylediğim anın üzerinden tam olarak, saniyesi saniyesine doksan dakika geçmişti kapıya ilk vuruşunda.
"Geliyorum," dedim. Onun kadar hiçbir şey olmamış gibi davranabilirdim. Onun Can'a yaptığı gibi ben de ona olan kırgınlığımı saklayabilirdim. Derin bir nefes çektim içime.
Birlikte evden çıkıp arabaya geçene denk ne o ne de ben tek kelime etmedik. Her fırsatta beni konuşturmasına alışkın olduğumdan garipsedim bu durumu ama yansıtmadım yüzüme. Ellerini direksiyona koydu ve arabayı çalıştırmadan bana döndü.
"Söyle hadi," dedi konuşmaya fırsat yakaladığını düşünerek. "Herkes bana sebepsiz yükleniyor, sen sebebin varken yüklenmiyorsun. Herkes sussun, sen anlat."
"Ne anlatayım sana?" diye sordum şaşırarak. Resmen ona öfkemi yöneltmemi bekliyordu. Yaptıklarının arkasında duracak cesareti mi yoktu geri adım mı atmaya çalışıyordu? Hiçbiri değildi. Sadece onunla konuşmamı bekliyordu. Sanki benim ağzımdan çıkacak herhangi bir cümle onun için ihtiyaçtı. "Yok söyleyecek bir şeyim. Bırakmadın."
"Öyle."
"Konuşmayı sen istiyor gibisin," dedim tavrını izlerken. "Bir şeyler söylemek istiyorsun da kıvranıyorsun gibi."
"Çok şey söylemek istiyorum," dedi iç çeker gibi. "Ama susmam inan daha iyi."
Üsteleyeceğimi mi düşünüyordu? "Sen bilirsin," dedim. "Senin için çabalamaktan vazgeçtiğimi söylediysem ciddiyimdir Görkem. Susman daha iyiyse sus, bu benim meselem değil."
Halledeceğiz dediğimde halledeceğim demiş, bunu bile almıştı ya elimden; bana sen benim meselemsin dediği anı hatırlamasını istemiş ve bunu almak istemiştim ondan.
Anladı. Bunu anlayacak kadar zeki bir adamdı ama konunun içinde ben olduğumda genelde aptallaşıyordu. Tıpkı Bige ablanın dediği gibi dengesizleşmeye başlamıştı ve gerçekten onun ima ettiği şeye işaretse bununla nasıl baş ederdim bilmiyordum.
"Seni üzgün görmeyi sevmiyorum ama seni üzen benim," dediğinde hâlâ garajdan çıkmamıştık. İçerisi loş bir ışıkla aydınlatılıyordu, önümüzde açık garaj kapısından da içeri hafif bir ışık sızıyordu. Dışarı bakarken durmuş, bana çevirmişti başını. "Bunu istemiyorum. Anlatamıyorum da." Derin bir nefes aldı. "Anlasam anlatırdım, anlıyor musun beni?"
"Anlasan anlatırdın," diye tekrarladım. "Anlıyorum seni." Tekerleme gibi döktüğü için dile hoşuma gitmişti bu cümle.
"Bu şekilde olmak istemiyorum." Şeffaflığı beni şaşırttı. Gözlerimi ona değdiğinde ateşe değmişçesine kaçırışımı, onunla yalnız konuşmaktan kaçışımı görmüştü. Halbuki ben onun kör olduğunu, önünü göremediği için beni uzaklaştırmaya çalıştığını sanıyordum.
"Sen ne istediğini bilmiyorsun," dedim açıkça. Aralanan dudakları bir şey söylemeden geri kapandı.
"Görkem," dedim gözlerim gözlerinden ayrılamazken. Ayıramadım bu sefer. Bakamadım başka tarafa. Çeviremedim kafamı. "Bana bir çizgi çektin ama sen o çizginin hangi tarafında duracağını bilmiyorsun." Yutkundum. "Görkem," dedim tekrar. "Bak, görüyorsun, ben çok karışığım. Tarafını seç, kal orada çünkü böyle giderse denizi yakmayı bırak, denizde yüzmeye bile gücüm kalmayacak benim."
Bu saflıkta, bu vurguyla beklemezdim dudaklarımdan dökülecekleri kendimden. Sözde hiçbir şey olmamış gibi yapacaktım. Planım bu olmasına rağmen ilk denemesinde patır patır dökülmüştüm ona. Bu, karşısında kalkanlarımın ne kadar düştüğünün göstergesiydi. Beni güçsüzleştiriyordu.
"Anladım," dedi. Benim kaçmak için kullandığımı söylediği cümleyi bana karşı kullandı. "Özür dilerim." Dilemesin istedim. Çok sık yapıyordu. Özür dileyecek şeyler yapmamasını istedim. "Sen geldiğinden beri ben, ben değilim sanki demiştim sana hatırlıyor musun?"
Başımı salladım hafifçe. Gözlerini gözlerime dikip aynı cümleyi tekrar kurmamalıydı.
"Sandım ki uzaklaşırsak bu değişir." Dürüst itirafı birçok yere çekilebilirdi ama üzerine düşünmemeyi seçtim. "Çünkü kendimi ait hissetmem gereken yer dümenin başı, çapanın yanı değil."
Kendini benim yanıma ait hissettiğini anlatmak için seçtiği yol öyle bir yoldu ki bunun iyi mi yoksa kötü mü olduğunu anlayamamıştım. Ama söylemişti işte. Yeri, yanımmış gibi hissediyordu ve bu yalnızlığı iliklerine kadar bilen bir kadın için çok fazla anlam ifade ediyordu ne yazık ki.
"Sanki çok yakındık da bizi uzaklaştırmayı deniyorsun," dedim alayla gülerek. Bu şekilde düşüncelerimden uzaklaşabilirim sandım ama yanıldım o tekrar konuşunca.
"Biz birlikte uyuduk, Yağmur."
Asya demedi, 13 demedi, birlikte uyuduk dedi. Çizginin hangi tarafında duracağını seçmesini söylüyordum, o ise sanki eline bir silgi almış da sınırı komple silmeye başlamış gibi davranıyordu.
"Ve bu, Analizcilerle birlikte uyuduğum gecelere benzemiyordu." Devam etmesini bekledim sessiz kalarak fakat kalbim iznim dışında ritmini arttırdı o konuştuğu sırada. "Çünkü yanımda uzanırlarken hiçbir zaman benden bağımsız onlara kayıp durmadı gözlerim."
Boğazımdaki kuruluk hissini yutkunarak atlatmaya çalışırken söyleyecek tek bir şeyimin olmaması sinirimi bozuyordu ama onun konuşmaya devam etmesi için hareket bile etmiyordum. Tamamen yüzüne odaklıydı bakışlarım.
"Bunu engelledim," dedi yanlış anlamamdan korkarak. "Uyurken bir sapık gibi seni izleyemezdim, sırtımı döndüm." Yaptığı açıklama düşünmeden fırladı dudaklarından. Bu yüzden kullandığı ifadeden utandı. Yanımda düşünmeden konuşuyordu. "Ne fark ettim biliyor musun?"
"Ne fark ettin?" diye sordum anında. Söylediklerinden biraz bile rahatsız olmayışımı sesimden anlayabilecek kadar usta bir analizciydi ve bu yüzden bana sonucunda konuşabileceğim bir soru sormuştu.
"Benim yanımda uyuduğunuz gece," dedi. "Senin nefes seslerini diğerlerininkinden ayırt edebildiğimi fark ettim. Ben senin soluklarını ezberlemişim."
"Haklısın." Toparlamayı denedim kendimi. "Fazla yakınlaşmışız demek ki."
"Bir çaba bile gerekmedi bunun için," diye devam etti cümlelerini belli bir yere bağlayacağını bana hissettirerek. "Kendiliğinden gelişti. En çok da bu yüzden anlayamıyorum belki de, plansız ve beklenmedik oluşundan."
"Bunları anlatman saçmalık," dedim dün sabah kahvaltı masasındaki tavrı aklıma geldiğinde. "Hiçbir şeyi açıklamıyor."
"Hiçbir şeyi mi?" diye sordu cevabı yüzümde bulabilecekmiş gibi dikkatle bakarken.
"Ne yapmamı bekliyorsun?" dedim aynı şekilde bakarak. "Beni yeniden görmezden gelmeye başla diye boynuna mı sarılayım?"
Söyleyecek bir şeyi yoktu. Anında yumuşamamı, unutmamı mı istiyordu? Yapıp yapıp özür dileyince geçiyor muydu? Dışarıdan ona kırılmaz biri gibi mi görünüyordum? Yazıktı bana, içimi görebileceğini sanmıştım.
İhtiyaç duyduğum anda yanımda olmamış biri için, ihtiyaç duymadığını söylese bile yanında olmaya çalışmıştım ve o beni kendi eliyle itmişti. Buna rağmen yine buradaydım, yan koltuğunda oturuyor ve kendi içinde başlattığı savaşa tek başıma karşı koymaya çalışıyordum.
Bu değildim. Analizciler onun değişmeye başladığını söylüyordu ama hayır, olan bana oluyordu. Değişen bendim.
Sessiz kalışımı saygıyla kabul etti ve arabayı çalıştırdığında başımı cama doğru çevirip herhangi bir göz göze gelişe daha izin vermeyeceğimi açıkça belli ettim ona. Siteden çıktık, girişteki markete gideceğimizi sanmıştım ama oradan daha büyük bir yere gidiyor olmalıydık. Bu yüzden direksiyonu caddeye doğru kırdı ve belki on dakika kadar aramızda tek kelime bile konuşulmadı.
Sonra hatırladım. Bige abla için onun ağzını aramam gerekliydi. Benden Egemen abinin iyi olup olmadığının haberini bekliyordu hâlâ.
"Dün abinin yanına gideceğini söylemiştin." Kafasını bana çevirdi ama yüzünde garip bir ifade yoktu. Bir şeyler olduğunda olmamış gibi yapmayı normalleştirmiştik. Bu yüzden de başka bir konu açışımı tuhaf karşılamadı. "İyi mi o?"
"Berbat halde," dedi açıkça. Yeniden yola bakarken hafifçe çenesi kasılmıştı. Abisinin acısı karşısında yaşadığı çaresizliğin dışa vurumuydu sanki bu. "Mahvolmuş. Bige ablam mahvetmiş onu."
Gözlerimi sıkıca yumdum ve Bige ablanın ona neler söyleyebileceğini, ne kadar ileri gidebileceğini düşündüm. Bir sınır belirleyemedim çünkü o çok kırgındı. Kırgın bir kadının dili en güçlü silahıdır demişti Eylül. Egemen abi o silah tarafından vurulmuş olmalıydı.
"Abim ağladı," dedi sert bir sesle. Bu, sesi titremesin diye yaptığı bir şeydi. Abisine verdiği değeri ikisini yan yana gördüğüm an anlamıştım zaten ama bu cümleyi içi parçalanırcasına dile getirmesi tahmin ettiğimden bile çok olduğunu gösterdi o değerin. "Kocaman adam, yanımda oturdu ağladı 13. Çok zoruma gitti dedi. Ne oldu, ne bitti anlatmadı. Dayanamam dedi. Neye dedim. Cevap bile veremedi. Zorlamadım ben de. Tanıyorum onu, işe yaramazdı konuşmaya çalışmak."
Gerçekten dayanamamış olmalı ki bu sabah Bige ablanın kapısına gitmişti ama açılmamıştı o kapı ona.
Kararan havaya, bir bir geçtiğimiz sokak lambalarına baktım. Aşkın onlara ne kadar zarar verdiğini düşündüm ve biliyordum, yanımdaki adam da aynılarını düşünüyordu.
Bu sırada bir bildirim sesi duyuldu torpido gözünün üzerinde duran telefondan. Görkem'inkiydi. "Bakabilir misin?" diye sordu.
"Abin." Kaşlarım çatıldı. "Yanlışlıkla mı atmış acaba?"
Abim: •• • ••
Mesaja bir kez daha baktığımda anlam buldu. "Dur," dedim. "İki nokta, bir nokta, iki nokta. Ne demek bu?"
Görkem aniden gaza yüklenince oturduğum yerde sarsılıp refleksle koltuğa tutundum. "İyi bir şey değil," dedi açıklama beklediğimi bildiği için. "Acil durum çağrısı yapmış." O an bir mesaj daha düştü ekrana. Konumdu bu seferki. "13, aç hemen." Durup aldığı solukları düzene sokmaya çalıştı. "Lütfen," diye ekledi sonra.
Hızlıca konumu açıp ona okuduğumda panik dolu ifadesini saklamaya çalıştığını görebiliyordum. Telefonu onun da mesajı görebileceği şekilde tuttum aramızda. Direksiyonu sıkan eli titredi gözleri ekrana kaydığında. "Yetişeceğiz," dedi şüpheyle. "Yetişiriz, değil mi?" Sadece bir saniye bana baktı ve hemen yola çevirdi gözlerini. "Sana yetişemedim, bizimkiler gelmeseydi çok başka şeyler olabilirdi ama abime yetişirim değil mi 13?" Direksiyona vurdu ellerini. "Amına koyayım! Başı belada abimin."
Bana bir kez yetişemedi diye artık kimseye yetişemeyeceğini düşünüyordu. Travması olmuştum onun.
"Uzak sayılmayız," dedim sakin sesimle. Duygularımı gizleme konusundaki üstün yeteneklerim ara sıra işe yarıyordu. Ne olduğunu bilmiyorduk. Egemen abinin ne durumda olduğunu, yanında birinin olup olmadığını bilmiyorduk. Biz bir bilinmeze yetişmeye çalışıyorduk. "Sana mesaj atabilecek kadar iyi durumda demek ki."
"Sen de öyleydin," dedi kendine de bana da acımadan. "Beni arayacak kadar iyi durumdaydın. Sonra seni kanlar içinde yerde uzanırken gördüm. Abimi..."
"Sus Görkem." Sesim çok sert çıkmıştı. Yüzüne vurduğum bir tokat gibiydi. "Bir şey olmayacak. Adres neresi biliyor musun?"
Soğukkanlı kalmak zorundaydım çünkü mevzu bahis kişi, belki de bu dünyada ona en yakın kişiydi. Abim saydığım adamın kollarımın arasına çektiğim bedeni, ellerime bulaşan kanı aklıma gelmemeliydi. Bu ana tutunmam gerekiyordu Görkem için. Kaybetmeye başladığı kontrolünü elime almalıydım.
"Çalıştığı büronun civarı," dedi gözlerini sımsıkı kapatıp açtıktan sonra. Önümüzdeki araçları sollayarak ilerlemeye başladı. Araç ciddi anlamda hızlı gidiyordu ve en ufak bir hatası ikimizi de geri dönüşsüz bir yola sürüklerdi. O ise şu an hata yapmaya çok müsait bir adamdı ama ben canımı hiç düşünmüyordum. "Şu karşısına aldığı göt heriflerden biri mi acaba? Peşine adam mı takıldı dersin? İyi midir?"
Ne söylersem inanacak gibiydi sesi. Çaresiz bir çocuğa benziyordu cevapları beklerken. Gereksiz bir güvence vermek istemedim karşılaşabileceğimiz tablonun korkunçluğunu düşünerek. Derin bir nefes aldım ve bir kez daha kovmaya çalıştım kafamdaki görüntüleri.
Onun aklını koruyabilmek için kendi aklımla savaş veriyordum. Yaptığım buydu.
"Canlı konum atmış," dedim telefon ekranına bakarken. "Hareket halinde. Sokağın sonuna doğru yürüyor."
"Otoparka gitmeye çalışıyordur." Direksiyonu öyle kuvvetli sıkıyordu ki parmak boğumları bembeyaz kesilmişti. "Takip ediliyor." Kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. "Bir şey olmadı. Abime bir şey olmaz. Peşinde birilerinin olduğunu anladı ve bana haber verdi. Otoparka varmaya çalışıyor."
Hızlı hızlı konuşuyor, sık sık soluyordu. Bir senaryo kurup bunun gerçekliğini kendine kabul ettirme çabasındaydı.
"Trafik var," dedi yumruk yaptığı elini dizine bırakarak. Orta şeritteydik, önümüz bir anda kapanmıştı. Bu yüzden trafik canavarlığını sürdüremiyordu Görkem. Muhtemelen sadece buraya gelene kadar bile en az üç tane hız cezası yemiştik.
Bir mucize bekliyormuş gibi kornaya bastı fakat araçlar ilerleyemiyordu, yol kitlenmek için bu zamanı seçmişti. "Kodumun trafiği!" diye bağırdı ve aramızda duran telefonu çekip eline aldı. Ardından torpidodan silahını çıkardı ve saniyeler içinde kapıyı açıp dışarı attı kendini.
Ne yaptığını sorgulamadım. Vakit kaybetmemize sebep olmayacaktım. Ağzımı açmadan takıldım peşine. Korna çalan araçların ve hatta camdan başını çıkarmış yolun ortasında ne yaptığımızı soran şoförlerin arasından koşarak geçip caddeyi aştık ve kaldırıma gittik birlikte.
Buralara aşina olmalıydı çünkü parmakları arasında tuttuğu telefona bakmıyordu. Caddeden o sokağa giden ara sokakları biliyordu. Koştu, nefesim yettiğince koşmaya başladım. Sonra bir anda durdu ve bana baktı. "Geç kalırız böyle," dedi çaresizce. "Cadde en kestirme yol."
Yolu hızlıca taradığımda sokak lambası gözüme çarptı. Önemli olan ışık değil, ışığın aydınlattığı şeydi. "O zaman caddeye dalalım." Cep telefonumu çıkarıp sokak lambasına koştum. Uygulamayı açıp karekodu okuttum ve scooterın kilidini açtım.
"Ne?" dedi Görkem şok içinde. "Ne yapıyorsun? Nasıl gideceğiz onunla? Ben hiç binmedim!"
"Güven bana," dedim. "Neyle, kaç kişiyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Bana ihtiyacın var ama fazla koşamam Görkem, yaralıyım. En kısa yol cadde demiyor muydun? Gidelim hadi."
Yeşil scooterın üzerine basıp telefonu arka cebime attım ve ellerimi gidona yerleştirdim.
"Nasıl sığacağız?" diye sordu nefes nefese. Kısacık mesafeyi maratoncu gibi koştuğundan soluk almakta zorlanıyordu.
Ayaklarını boardın üzerine koyduğunda dengemizi sağlamak için sıkıca tutundum gidona. Bana alan bırakmak isteyerek geri çekilmeye çalıştığı sırada yanlışlıkla frenin üzerine bastı ve neredeyse düşüyorduk.
Ellerini iki yana açıp dengede kalmaya çalıştı arkamda. Titanik yapıyor gibi görünüyor olmalıydı. Tüm bunlar saniyeler içinde ve telaşlı hareketlerle gerçekleştiğinden dışarıdan bizi izleyen biri olsa halimize dakikalarca gülebilirdi.
"Düşerim," dedi panikle. "Nereye tutunacağım?"
"Salak," dedim ayağımla yerden destek alıp harekete geçerken. "Sarılsana belime."
"Sen söylemeden temas etmek istemedim."
Caddeye daldığımızda trafiğin bir arpa boyu kadar bile ilerlemediğini gördük. Orta yerde bıraktığımız aracımız birçok şoförün hâlâ küfürler etmesine sebep oluyordu.
Görkem sağ kolunu düşmekten korkar gibi sıkıca belime sardı. Sol kolunu da emniyet kemeri misali belime sarıp sırtımı göğsüne yasladığında düşmekten değil, düşmemden korktuğunu anladım.
Ne yazık ki çok hızlı gidemiyorduk ama araçların arasından aldığımız tehlikeli yol yüzünden yaptığımız şey risk taşıyordu. Başını sağ omzuma doğru getirdiği o saniyelik anda başka bir detay fark ettim. Hiçbir şekilde yaralarıma değmemeye özen gösteriyordu. Ne karnımdaki bıçak yarasına değiyordu kolları ne de sol omzumdaki dikiş izine yakındı başı.
Kontrolünü kaybetmek üzere olduğunu sanıyordum, öyle görünüyor ve öyle davranıyordu ama benimle ilgili şeyleri en ince detayına kadar hesaplamıştı kafasının içinde bilinçli veya bilinçsiz olarak.
Aramızda kalan ufacık boşluğu sırtımı tamamen göğsüne yaslayarak kapattım. Öyle ki artık rüzgâr bile geçemezdi oradan. Bana ne tarafa gideceğimizi tarif ediyordu ve bunu kulağımın dibindeyken yapıyordu. Soluklarının yeniden düzene girdiğini fark ettim, kendini benim nefes alış verişime uydurmuştu.
Daha emindi artık yetişeceğimizden. İnanıyordu ve neredeyse sakinleşmeye başladığını söyleyebilirdim. Derin bir nefes aldı. Ben de mümkün olan en hızlı şekilde ilerlemeye devam ettim arabaların arasından.
"Yol ayrımından sağa." Dengemizi sarsmamaya özen göstererek sağa kırdım direksiyonu hafifçe. Derin bir nefes daha çekerken içine çenesini omzuma yasladı ve "Teşekkür ederim," dedi fısıltı gibi bir sesle.
Bir an için neredeyse yalpalayacaktım ama çabuk toparladım. "Seksen saniyeye otoparktayız," dedi Görkem. Direktifi üzerine sola döndüm. Yeniden telefonundaki konuma bakmak için belime sardığı kollarından birini çözdü, ardından buna gerek kalmadan frene asıldım.
Otoparka doğru giden eli silahlı bir kişi görmüştüm. Görkem neye uğradığını şaşırarak kafasını kaldırdı, kavraması sadece birkaç saniye sürdü ve ardından aşağı atlayıp son sürat koşmaya başladı oraya doğru.
Tek düşündüğü abisiydi. Karnıma aynı anda batan onlarca iğneye rağmen tüm gücümü kullanıp koşmaya başladım arkasından.
Gri ve sarı boyalı duvarlı, yüksek tavanlı otoparkta geniş bir kolonun önünde durup ellerimi dizlerime yasladım ve etrafa baktım hızlıca. Otoparkın ana girişinden girmemiştik, araçların çıkışı için konan kapılardan birinden gelmiştik. Güvenlik yoktu burada. Arabaların arasından koşarak giden eli silahlı, uzun boylu ve zayıf adamın birkaç adım gerisinden de Görkem ilerliyordu sessizce.
Tekrar onlara yetişmek için hızlandığımda manzara tamamen görüş açıma girdi. Bir kişi yerdeydi ve sanırım baygındı, sarışın birinin karşısında Egemen Duman dikiliyordu ve gömleği kırış kırış olmuş, ceketi ayaklarının dibine serilmişti.
"Geri çekil!" diye bağırdı zayıf olan. Silahını Egemen abiye çevirdi ve ona dönene kadar bekledi. Egemen abi yönünü ona çevirdiğinde yüzünün halini gördüm. Kaşı yarılmış olmalıydı. Şakağından süzülen kan neredeyse çenesine kadar bir yol çiziyordu. Dudağı patlaktı, çenesine darbe aldığı da belliydi ve beyaz gömleği kan lekeleriyle çevrelenmişti.
Elini gri kolona yasladığında parmaklarındaki kan lekelerini gördüm. Yüzü gözü dağılmıştı ama gerektiği kadar uzun bir süre onlara karşı koymayı başarmıştı. Namlunun ucunda olmasına rağmen yüzüne karşısındaki insanı çıldırtacak cinsten bir gülümseme yerleşti. Uzun boylu yeniden tehditkâr şekilde tabancayı yüzüne doğrulttu ve "Geri çekil," diye bağırdı. Yerdeki arkadaşını görmüştü ve aynısı Egemen abinin birkaç adım uzağında duran sarışına da olur diye korkuyordu.
"Bence," dedi Egemen Duman kanlı bir gülümsemeyle. "Sen ayaklarını götüne vura vura topukla hemen buradan."
"Haha," dedi silahlı. "Nedenmiş?"
İki çift mavi göz birbirine değdi ve o kanlı gülümseme, sırıtışa evrildi. "Çünkü kardeşim geldi."
Silahlı, hızlıca arkasını dönüp yaklaşık beş adım kadar gerisinde dikilen Görkem'i görünce şeytan görmüş gibi oldu. "Yaklaşma!" dedi ani bir ünlemle. "Onu vururum."
"Siktir lan oradan," diyen Görkem adeta silahın üzerine atladı ve adamı boynundan tutup duvara yapıştırdı saniyeler içinde.
Elden fırlayan silah, sarışının ayağının dibine düştü. Görkem duvara yapıştırdığı adamın suratına onu öldürmek istercesine bir yumruk geçirirken bunu fark etmedi. Anında silahıma davranıp sarışının şakağına doğrulttum ve "Sakın," dedim zemindeki tabancayı tekmeleyerek. "Aklından bile geçirme."
Onlar ve Egemen abinin arasına geçip artık bir saldırı gerçekleştiremeyeceklerini bilsem de kalkan yaptım kendimi bir numaralı Duman'a. Karşımdaki sarışın ellerini kaldırdı.
"Kökünüzü sikerim sizin!" diye bağırdı Görkem. Başımı ona çevirdim. Sırtı bana dönük olsa da yan profilinden yüzünde kan olduğunu görebilmiştim. Kaşla göz arasında bir darbe almış olmalıydı. "Kimsiniz lan siz?"
"Takipteydiler beni. Şu yerdekinin cebinden bir fotoğraf çıktı," dedi Egemen abi. Gömleğinin yakalarını düzeltip elini kaşına bastırdı. "Senin ve benim büronun altındaki kahvecide çekilmiş bir fotoğrafımız."
Bu açıklamanın zamanlamasının doğru olup olmadığını sorgulayamadım çünkü gözlerinde tuhaf bir ifade yakaladım. Korkuydu bu ve bu korkunun peşindeki adamlarla hiçbir ilgisi yoktu. Görkem'le konuşup ilgiyi biraz olsun üzerine çekebilme çabasında olduğunu fark ettim.
Adamın yüzünün ortasına Görkem'in bir yumruğu daha patladı ve başı sola savruldu. "Ona elini sürmeyecektin oğlum sen." Bir yumruk daha. "Siz, benim abime dokunmayacaktınız!" Başka bir yumruk daha. "Konu bensem hesabı benimle görsenize piç herifler. Ailemi katmasanıza lan işe." Adamın bileğini tutup döndürdüğünde olduğum yere mıhlanmış gibiydim Görkem'in öfkesi karşısında.
Abisini kurtarmıştı ve ona uzanan her eli kırmaya yeminli biri gibi bakıyordu.
Bana yetişebilseydi tekme yediğim o adamlara neler yapabileceğini düşündüm sadece bir saniye.
Namlunun ucunda teslim olduğunu sandığım sarışın dikkatimin dağılmasını fırsat bilmişti. Soluma aldığım şiddetli darbe beni birkaç adım geriletirken boştaki elim karnımdaki yaranın üzerine kapandı. Dudaklarımdan fırlamasına engel olamadığım küçük inleme, tüm öfkesine rağmen Görkem'in kulağına gitti ve bu yangına benzin dökmekle eş değer bir sonuca yol açtı.
Duvardaki yarı baygın adamın yakasını bırakmasıyla birlikte o da çoktan oyundan çıkmış arkadaşının yanına serildi ve Görkem'in elleri sarışının boğazına sarıldı benim karşılık vermeme fırsat tanımadan. Şimdi duvara yapıştırılma sırası ondaydı. "Katil olayım diye zorluyorsunuz amına koyayım!"
Raydan öyle bir çıkmıştı ki zaman ve mekân algısını kaybediyor olabilirdi. "Ne vuruyorsun kıza? Mal mısın? Seni sırf bunun için bile öldürebileceğimi bilmiyor musun? Düzgün düzgün dursana yerinde göt herif." Kırılan bir kemiğin sesini duyar gibi oldum.
Görkem, tahmin ettiğimden çok daha güçlüydü ve kontrolsüz diye nitelendirdiğim hali düşündüğümün çok daha ötesindeydi.
"Görkem," dedi Egemen abi. Bunun ne şekilde sonuçlanabileceğini benden iyi bildiğinden müdahale etmeye çalışıyordu. "Bana bak." Baksın diye bekledi ama Görkem önündeki sarışınla fazlasıyla meşguldü. "Ben iyiyim. Sorun yok, bırak onu."
Sözler onun için anlamsızdı. Gözlerini gereğinden fazla kırpıştırırken sıktığı çenesi seğiriyordu. Bir tik gibi başını iki kez sağa eğdi ve ardından başka bir yumruğu adamın karın boşluğuna indirdi. Tam olarak benim az önce darbe aldığım noktaya.
"Yeter," dedi abisi ona doğru küçük bir adım atarak. Temkinli oluşunu görebiliyordum. "Tamam oğlum. Bitti. Bırak onu."
"Benim sevdiklerime dokunmayacaksınız," dedi Görkem. Adam yere düşmesin diye yakasından tuttu bir eliyle. "Bir kez daha bunun olmasına izin vermeyeceğim. Seni de, seni gönderenin de, diğerlerinin de topunu sikeceğim."
Sondan bir önceki cümledeki daha ifadesinin benimle ilgili olma olasılığı yüzde kaçtı?
Abisine atılan yumruklar kadar benim yediğim tekmelerin hesabını da soruyor gibiydi, belki iki olayın birbiriyle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen.
Egemen'in gözleri yardım dilenir gibi bana döndüğünde bacaklarıma hareket komutunu verebilmem beni şaşırttı. Şoka girip tepki verememiştim saniyelerdir. "Görkem," dedim ona doğru ilerlerken. Deli gibi alıp verdiği nefesler göğsünün hızlıca şişip inmesine sebep oluyordu. Elimi omzuna koyup varlığımı hatırlamasını sağladım. "Öldüreceksin adamı, bırak artık."
Başını bana çevirdiğinde karşımda bambaşka biri vardı. İlk kez tanışıyordum bu yanıyla. Söylediğimi sorguluyordu sanki. Öldürmesinin nesinin kötü olduğunu sorarcasına bakmıştı gözlerime. Anlam verememişti sözlerime. Alnında biriken ter damlalarına, ne ara açıldığını bilmediğim kaşına baktım. Etrafını morartacak kadar kuvvetli bir darbe almıştı.
"Dur," dedim başka ne diyebileceğimi bilmediğimden. "Yeter."
"Sana vurdu," dedi dişlerini sıkarak. "Abimin haline bak." Boynundaki damarlar patlamak üzereymişçesine şişmişti. "Neden durayım? Nasıl durayım?"
Sözlerimle ikna edemeyeceğimi anlayınca bilerek hafifçe sendeledim ve omzuna gömdüm parmaklarımı. Adamı saniyesinde bıraktı ve sarışın duvarda kayarak yere düşerken Görkem belime sardı kolunu.
"Ne oldu?" dedi panikle. "Başın mı döndü?"
Egemen Duman'ın onun birkaç adım arkasında sırıtmaya başladığına şahit oldum ama ona baktığımı gördüğü an sildi o ifadesini. Anlamıştı rol yaptığımı ve baş parmağını kullanarak sessiz bir onay verdi bana. Kanlar içinde, morluklarla dolu, mahvolmuş ve iki büklüm görünürken yaptığı bu hareket oldukça ikonikti.
"İyiyim," dedim beni sımsıkı tutan adama bakarak. "Bir an gözüm karardı."
Beni bırakmaya yeltenmedi. Eliyle belimi destekliyorken omzumu göğsüne yasladı ayakta durmamı kolaylaştırmak adına. Saçlarımın biraz üzerinde olan başı abisine dönüktü. "Sen iyi misin?" diye sordu karşısındaki manzaradan hiç hoşlanmadığını belli eden bir sesle.
Bu aşamada sorun olmadığını belirtir gibi elimi göğsüne yasladım ve hafifçe dokunduğum yere vurup bir adım geri çekildim. Silahım yerdeki üç adama dönüktü. Gerçi ayağa kalkacak halleri yoktu ama yine de başlarında dikilip abi kardeşe zaman tanıdım.
"Otoparka varmışsın," dedi Görkem. "Araban girişte duruyor ama buraya gelmişsin. Allah aşkına bir anlat bana, ne geçiyordu aklından? Niye basıp gitmedin manyak herif?"
"Şu zirzopların ne adını biliyorum ne başka şeylerini," dedi Egemen abi oldukça sakin bir halde. Fena dağılmıştı kaşı gözü ama buna rağmen Görkem'in ona bu halde kızmasına takılmıyor, kendini açıklıyordu. "Basıp gitsem belki kim olduklarını bulamayacaktık. Şimdi alıp sorgulayabilirsin. Bak, yakalattım hepsini."
"İyi halt ettin," dedi hızlıca ona doğru yürüyüp aradaki mesafeyi abisinin sırtına sardığı kollarıyla kapatarak. "Ne kadar korktum biliyor musun sen?"
"Kaybettin kendini yine," dedi Egemen abi gözlerini sımsıkı kapatıp sarılışına karşılık verirken. "Hani artık olmuyordu? Bana neden yalan söyleyip duruyorsun?"

Görkem bir şey demeden geri çekildi ve göz ucuyla yerdekilere baktı. Sonra bir şey görebilecekmiş gibi karnımdaki yaranın olduğu kısma çevirdi gözlerini. Ardından gözlerinin hedefi yeniden abisinin suratı oldu ve öfkesi geri geldi.
Belinde duran ama kullanmanın aklına bile gelmediği silahı çıkarıp zemine çömeldi. Yere serilmiş adamlardan birinin gözleri kapalı, başı omzuna eğilmiş haldeydi. Onu bayıltan Avukat Duman olmalıydı. Biz geldiğimizde çoktan yerdeydi zaten. Ortada duranı da es geçti. Bana vuran sarışın, en ayık gözükendi bu yüzden onu hedefledi.
Namlunun ucuyla sarışının çenesini yukarı doğru kaldırdı ve gözlerini dikti onun kapanmamak için direnen gözlerine. Bu sırada Egemen abi birine telefon açıyordu. Necip Amir olduğunu düşündüm nedense.
"Kim gönderdi sizi?" diye sordu Görkem alev saçan bakışlarıyla. Öncesinde öldüresiye darbeler yediğiniz bir adam size bu şekilde bakarsa konuşmak zorunda kalırdınız. Sarışının hiç şansı yoktu. "İsim soyisim istiyorum anladın mı beni?"
"Abi..."
"Kes!" dedi Görkem. "Abiymiş. Acındırma kendini. Acır mıyım sanıyorsun sana? O eli kaldırmadan önce düşünecektin sen onu."
Çattığı kaşları, sık solukları, yere çöküp öne eğildiği için gömleğinin gerilen kumaşı, yaralanan kaşından süzülen kan ve ölümcül sertlikte çıkan sesi.
Nefes al Yağmur, nefes al.
Mete resmen gülümsedi. Otoparkın bir köşesinden bana bakıyor gibiydi, yüzünde oluşan o imalı bakışın resmi geldi gözlerimin önüne.
"Selma Çıracı," dedi sarışın daha fazla diretemeden. Sesi cızırtılı ve derinden geliyordu. Elini kanayan burnuna bastırdı. "Sadece ismini ve bize verilen görevi biliyorum. Yemin ederim bu kadar."
"Size verilen görev?"
"Fotoğraftaki yere git, adamı yalnız yakalayıp takip et, hırpala, başına zarfı bırak. Bu kadar."
Ozan'ın kafesinde bulduğu zarfın içinden Görkem ve Can'ın fotoğrafının bulunmasının üzerinden bir süre geçtikten sonra şimdi de bu yaşanmıştı. Planlı hamlelerdi, sabırla oynanan bir oyundu. Acele edilmiyor, titiz çalışılıyordu.
Oyunu bilmiyordum ama kuralları öğrenmeye başlamıştım.
"Adını biliyor musun?" diye sordu Görkem aynı ses tonunu koruyarak. Baş parmağıyla arkasında duran abisini işaret etti. "Söylediler mi sana onun adını?"
"Yok."
"Bu kadını tanıyor musun peki?"
"Hayır abi."
"Benimle ilgili ne biliyorsun?"
"Sağlam yumruk attığını." Burnundan sert bir soluk bırakıp başını hafifçe eğdi ve gülümsedi Görkem.
"Başka?" dedi otoritesini koruma çabasına girmeden. Sesi daha sakindi şimdi.
"Asulokura mı ne, öyle bir şey diyorlardı sana."
Kaşlarımı çattım. "Azul oscuro olabilir mi?"
Sarışın gözlerini bana çevirdi bir saniyeliğine fakat sonra hemen kendine gelip yeniden başını eğdi. "Evet."
Görkem yerden kalkmadan kafasını kaldırdı ve aşağıdan aşağıdan baktı suratıma cevabı beklerken. Elindeki silah hâlâ sarışının çenesine yaslıydı. "İspanyolca," dedim tahmin ettiği bir gerçeği ortaya koyarak. "Koyu mavi."
"Lacivert yani?" dedi kaşlarının ortasındaki çukur derinleşirken. Sorgulayıcı tavrı yüzünden alnında çizgiler yer edindi.
"Evet. Oscuro karanlık demek, mavi karanlık gibi bir anlamı da olabilir."
Hiçbir şey söylemeden önüne döndü ama o kafanın içinde yirmi milyon tilki dönmeye başlamıştı, biliyordum.
Görkem laciverte o kadar aşık bir adamdı ki bunu Selmalar bile biliyordu bir şekilde. Belki fotoğraflarda da lacivert giydiğindendi. Lakabı ona takanın Hermes olduğunu düşündüm. İş sandığımızdan çok daha karışıktı ama şimdi üzerine düşünmeyecektim. Nasıl olsa bunun da analizini yapardık zamanı gelince.
Dakikalar sonra siyah bir araç yanaştı bulunduğumuz yere. İçinden inen iki kişi, yerdeki üç kişiyi arabaya adeta tıktılar. Karakoldan olduklarını tahmin ediyordum. Görkem onlarla kısa bir şey konuştu, sanki bir uyarı yapmış gibi ciddileşmişti ifadesi. Araç sessiz sedasız uzaklaştığında biz bize kalmış olduk.
Görkem telefonunu cebinden çıkarıp hızlıca parmaklarını klavyede gezdirirken bana bakıp, "Eylül'e arabasının çekicide olduğunu yazıyorum," diye açıkladı.
"Hız cezalarından da bahset istersen," dedim kendi kendime gülmeye başlayarak. Sinir bozucu, yorucu bir gün olmuştu. Eve dönmek istiyordum. Evimiz benim için güvenli bölge haline gelmişti. Bir sığınak gibi, oraya gidersem içimdeki sıkıntının geçeceğine inanmaya başlamıştım.
Egemen abi arabasına doğru bir adım attığında topalladığını fark ettim. Dik duruşu aldanmama sebep olmuştu. Tahmin ettiğimden daha kötü haldeydi. Yanına gittiğimde hiçbir şey söylememe gerek kalmadı çünkü doğrudan dirseğini omzuma yaslayarak destek aldı benden itiraz etmeden.
"Beni kurtardınız," dedi, Görkem hâlâ telefon ekranına gömülü haldeyken. "Kahramanlarım benim." Sırtıma vurdu hafifçe. "Nasıl yetiştiniz öyle?"
"Scooterla," dediğim an kahkahası yankılandı otoparkın duvarlarında. Artık buna ben de gülebilirdim. Ona eşlik ettim saniyeler içinde.
"Ciddi ciddi scooterla mı geldiniz buraya kadar?" dedi şaşırarak. Görkem başını aşağı yukarı sallayarak onay verirken bir yandan da abisinin yerdeki ceketinin cebinden arabanın anahtarlarını alıp peşimize takılmıştı. Egemen abi dağılmış saçlarımı karıştırdı. "Manyaksınız siz."
Analizciler onu abi saydığı için ben de bu şekilde sayıyordum şimdiye dek ama ilk kez, gerçekten abimmiş gibi hissettirmişti düşünmeden yaptığı bu küçük hareketi. Gerçek sevgi, içinden gelerek yapılan basit davranışlarla belli ederdi kendini. Dudaklarım iki yana kıvrılırken nedense utanıp gözlerimi kaçırdım ondan.
Arabaya vardığımızda şoför koltuğuna Görkem geçti. Egemen başta buna itiraz etmişti, ellerinin titreyeceğini söyleyerek onun kullanmasının doğru olmayacağını düşünüyordu fakat kendisinin de bu halde direksiyon sallayamayacağına nihayet ikna oldu ve yolcu koltuğuna oturdu.
Ben de arka koltuktaki yerime geçince yol almaya başladığımızda anılar ardı arkasına dolmaya başladı zihnime. İki koltuğun arasına başımı yaslayıp gözlerimi kapattım. Direksiyonda Barış, yanında ise Mete olurdu ve benim yerim her zaman bu noktaydı.
Bu ortam, huzurlu hissettirdiği kadar canımı da acıtmıştı.
Bu defa telefonu eline alan bendim. Doğrudan Bige ablaya yazdım. Sormadım, sorgulamadım, tereddüt etmedim. Böyle bir olayı ondan gizlemeye çalışırlardı ama ben buna müsaade edemezdim. Bir doktora ihtiyacımız vardı.
Tıpkı Egemen abinin bana yaptığı gibi ben de "Pansuman için birini çağırdım," diye girdim cümleye. Gizli kapaklı iş çeviriyor gibi hissetmek istememiştim. "İtiraz kabul etmeyeceğim için de size sormadım. Kusura bakmayın."
Cümlelerini kopyala yapıştır yapmıştım, bu sayede bana kızmaları ihtimalini sıfıra indirmek istemiştim ama kızmak yerine gerildiğini hissettim Egemen abinin. "Gelmeyecek," dedi sesli bir nefes aldıktan sonra. Daha kısık bir sesle, "Gelmesin," diye ekledi. "Gelirse kendine çok kızar. Gelmesin. Gelmeyecek."
Sonuncusunu kendini rahatlatmak için söylemişti sanki.
"O sana hep gelir," dedi Görkem. Aynadan gördüğüm kadarıyla bir kaşını sorgularcasına kaldırmıştı. Egemen abinin böyle düşünmesine şaşırmış görünüyordu.
"Hep değil," dedi Egemen abi. Tek bir ismin geçmesi, onu fiziksel yaralarından daha çok etkilemiş gibiydi. Canının acısını gizleyemedi bu defa. "Artık değil."
"Saçma sapan konuşma." Görkem onun kendini üzüşüne engel olamadığı için sinirlenmişti. Onu üzen herkesin karşısında durabilirdi ama abisinin karşısında duramazdı, bunu anlayabiliyordum. "Düzelecek her şey. Canını sıkmanın sırası mı? Pestilini çıkardılar benim yüzümden."
"Bunu konuşacağız," dedi Egemen kestirip atarak. "Bana neler döndüğünü anlatacaksın. Başını hangi belaların içine soktuğunu tüm ayrıntılarıyla öğreneceğim, duydun mu beni?"
"Abi," dedi Görkem direksiyonu sımsıkı kavrarken. Kendini öyle suçlu hissediyordu ki sadece bakışlarından bile nasıl her saniye dibe doğru yol aldığını anlayabiliyordum. "Ben halledeceğim."
"Kapa çeneni."
"Abi," dedi Görkem yine, bu sefer alçak çıkmıştı sesi. "Özür dilerim."
Çok çabalıyordu, görevini elinden gelen en iyi şekilde yapıyordu ama çevresindekiler yine de bir şekilde zarar görüyordu. Buna engel olamıyordu, sonra bunun vicdan azabını çekmeye başlıyordu. Ona kıyamıyordum. Bu kadar üzüldüğünü, bu kadar yıprandığını gördüğüm an yaşananların hiçbir önemi kalmıyordu.
"Anayasada bir madde vardır, bilir misin?" dedi Egemen abi. "Kardeşler gerekli gereksiz kendilerini her boka suçlarlarsa abilerinin onlara kafa göz dalması oldukça yasaldır."
Ortamı bozan şey gülüş seslerim olmuştu. Görkem'le aynadan bakışlarımız kesişti ve onun da dudaklarının iki yana kıvrıldığını gördüm. "Gerekli gereksiz değil," diyerek kendini savundu sonra. "Bu tartışılacak bir konu bile değil. Bildiğin peşimdekiler gözümü korkutmak için sevdiklerimi hedef alıyorlar. Olayın sizle hiçbir ilgisi yok."
"Gebertirim peşindekileri." Egemen abinin alaycı sesinden eser kalmadı bir anda. "Kim var lan senin peşinde? Takip mi ediliyorsun?"
"Yüzün gözün morarmış, kan içindeyken benim için endişelenme. Sinirim bozuluyor." Sadece birkaç saniye onun yüzüne baktı ardından hızla yola döndü tekrar. "Canın çok acıyordur."
"Abim," dedi Egemen sabırla. Sesindeki yumuşak ton içimi sıcacık yaptı. "Geçiştirmesene beni. Neyin içine düştün sen?"
"Polis olan benim, Avukat. Bırak ben halledeyim."
"İstersen bordo bereli ol amına koyayım." Belli ki sabrı taşmıştı. "Abinim ben senin. Seni korumak benim görevim oğlum. Seni ilgilendiren her şey beni de ilgilendirir."
"Şu yüzünü gözünü bir toparlayalım, konuşuruz sonra," dedi Görkem ve bu eve varana dek söylenen son şey oldu arabanın içinde.
Analizciler tam kadro salondaydı. Bekledikleri şeyse ellerimizde poşetlerle eve dönüşümüzdü, kan içindeki iki adamla değil.
"Abi," dedi Kaya panikle Egemen'e bakarak. Sonra Görkem'e değdi gözleri. "Ne oldu lan size?" derken ayaklanmıştı oturduğu yerden.
Arda'nın kolu alnının üzerindeydi, gözlerini ışıktan korumaya çalışır gibi görünüyordu. Sanırım uyuyordu. Can masanın üzerine yığdığı şeylerin arasında yine kaybolmuştu. Kaya'nın bilgisayar ekranı açıktı ve aynı masanın üzerindeydi.
Nefes alacak zamanımız öyle azdı ki artık bir şeyler sonuca ulaşsın diye her şeyimi feda edebilirdim. Yeter ki biraz olsun şu kafalar rahatlasındı.
Egemen abi artık dik durmasına gerek olmadığından kambur duruyordu ve o maskelerin tümü kapıdan içeri girdiği an düşmüş, acısını saklama gereği duymadan koltuğa çökmüştü. "Görkem'i tehdit etsinler diye kullanıldım." Elini karnına, başını ise koltuğa yaslayıp tavana çevirdi masmavi gözlerini. "Planlanıldığı gibi bitmedi. Biraz zaman ver bize sorgulamadan hiçbir şeyi. Detaylıca konuşuruz sonra."
Can iri iri açtığı gözleriyle onun ciddi anlamda mahvolmuş suratına bakarken yüzünü buruşturdu canı yanar gibi. "Sen de yaralısın," dedi Görkem'e bakarak ardından bana döndü. "Sen iyi misin peki?"
"Bana bir şey olmadı," dedim tekli koltuğa geçip. "Sorun yok."
"Arda'yı uyandırayım."
"Bırak," dedi Görkem yanıma otururken. "Bige abla geliyor." Egemen abi bundan o kadar da emin değildi. "O niye uyuyor bu saatte?"
"Her zamanki şeyler," dedi Can. Olayın başrolünün Buğra olduğunu anlamamak imkansızdı.
"Bir şey bulabildiniz mi bari?"
"Yok," dedi Can. "Konuşuruz sonra. Daha önemli sorunlarımız var."
Konuşulacak o kadar çok şey, yapılacak o kadar plan vardı ki kendimi boğuluyor gibi hissediyordum. Sonra yanımdaki adama baktım. Mavi gözleri bana sabitlenmişti haberim yokken. Sanki canımın acıyıp acımadığını yüzümden anlamaya çalışıyordu.
Bakışları değil ama gözleri derindi. Onunla göz göze gelince hızlıca başımı çeviremiyordum. Başka şeye bakasım gelmiyordu. Daha önce Necip Amir'den duyduğum o ışık, gerçekten gözlerindeydi. Ona baktığınızda farklı biri olduğunu anlıyordunuz. Zekâ dolu parıltılar belli ediyordu kendini.
Zaman zaman güven veren ve zaman zamansa sadece acıtan bir şeyler vardı orada. Maviyi şairler umutla bağdaştırırdı, özgürlük derlerdi. Böyle mi hissettirmesi gerekiyordu?
Sanki savaştı. Evet, ona bakınca gördüğüm buydu. Bir yanda kendisiyle verdiği savaş vardı ki bu muhtemelen en ağır olanıydı, diğer yandaysa Analizciler için verdiği savaş vardı.
Güven duygusunu kaybetmiş bir kadını, hatta onun tarafından yüzüstü bırakılmış bir kadını nasıl olurdu da tüm o savaşların galibi olacağına inandırabilirdi? Ben inanıyordum. Başımıza her ne gelirse gelsin, işler ne kadar daha karışırsa karışsın bir şekilde onun sayesinde yüzeye çıkacağımızı biliyordum.
☸️

Egemen Duman
Başak. Benim ilacımın adı ama bana yasak.
Hayatınızda sizden daha çok yer kaplayan birinin olduğunu kabul etmek başta çok zordur. Korkutur bu, şaşırtır, elini ayağına dolaştırır. En sağlam yere basanı bile yalpalatır. Duvara çarpmış gibi hissettirir, içten içe yer ve zamanla seni bitirir. Süreç böyledir.
Kabul edebildiğinde ise hayatın kökten değişir. Kökler, bir kadının parmak uçlarıyla yeşerir.
Ben aşığım on yedimden beri. Ona artık söyleyemiyorum belki ama çok aşığım. Biraz olsun azalmadı, bir an olsun azalmayacak. O beni anlamayacak, belki de geçen gece söylediklerini gerçekten yapmaya çalışacak ama ne olursa olsun tek bir saniye bile benim içimdekiler değişmeyecek.
Kırılırsa kırıp döker, canı yanarsa daha çok can yakar. Bana kadar, bu kadar sevilmemişti hiç hayatında. Bu yüzden, ona olan sonsuz toleransımı bildiğinden ve birlikte geçirdiğimiz tüm o günler yüzünden her duygusunu yüzüme yansıtmaktan çekinmez hiç. Öfkeliyse dibine kadar öfkelidir, gizlemez. Seviyorsa içinden geldiği gibi sever, bastırmaz. Yani, severdi. Eskiden.
Geçen gece beni ilk defa o hale getirdi başka birine şans verme ihtimalinden bahsederek. Öyle zoruma gitti ki bunu söyleyebilmesi onun yanında sadece durdum ama eve gidip ağladım tek bir cümlesine. Görkem durdu yanımda. Ne teselli verebildi ne ağzını açabildi. Sadece oturdu, yalnız olmadığımı hissettirdi ve acı çekişimi izledi. Benim onunla birlikte büyürken onun için yaptıklarımın bir geri ödemesi niteliğindeydi.
Sabah kapısına gittim. İçeride olduğunu biliyordum, oradaydı. Hatta başını kapıya yaslamış, gözlerini kapatıp beni dinlemiş olmalıydı. Bize bunu yapmasın diye yalvaracak haldeydim ama bize bunu yapan bendim.
Hiç dile getirilmeyen, bir kez bile kimseye bahsetmediğim bir konu var benim. Silah tutmadım hiç ama kelimelerin silahlardan daha yaralayıcı olabildiğine inanırım. Ağızdan çıkan her söz benim için önemlidir, her söylenenin altında bir bit yeniği ararım işim gereği. Cümlelerle cinayet işlenebildiğine şahit oldum, hem diğer davalarda hem de kendi davamda.
Müge ortalıkta yokken, ben aklımı kaybetmek üzereyken, Başak'ın gözünde yaş kalmamışken kriz anında kurulan birkaç basit cümleydi aslında bugünkü halimizin sebebi.
Adalete inanmayanlarla dolu bu ülke. Ben ise bu uğurda canımı isteseler vereceğim. Kanunlarla yürür işler. Yasaları ve hakkını arayan insanları savunmak benim görevimdir. Bu konu benim için kırmızı çizgidir, hiçbir şeyi önüne geçiremem.
Rüşvetle bana bir şey yaptırmaları mümkün değil, teklif etmeye kalkanı dahi doğduğuna pişman ederim. Ölüm tehditlerine boyun eğmem. Gözümü korkutmalarına izin vermem.
Ama onlar beni bir gün beni kızımla durdurmaya çalıştılar.
Kimliğimin temelleri sarsıldı, bildiğim tüm doğruları ilk kez sorguladım, etik ve ahlaki ikilemler yüzünden olabilecek en boktan durumun içine düşmüş oldum. Bir tercih yapmam istendi. Kızımı, canımı öldüreceklerini söylediler elimdeki davayı kazanırsam.
Polise gitmemem tembihlendi, yalnız olduğum söylendi. Kızımı ve karımı tanıyor olabilirlerdi ama beni doğduğu andan beri yalnız bırakmayan erkek kardeşimi tanımıyorlardı, şanslıydım. İşleri onun devralmasıyla birlikte sanki Müge'm kollarımın arasındaymış gibi rahatlamıştım.
Görkem ne pahasına olursa olsun onu bulurdu ve buldu da.
Ben o davaya kazanmak için çıktım, o ise kızımı bulmak için bir baskına hazırlandı ekibiyle birlikte. Eş zamanlı oldu bunlar. Duruşma bitene dek haberim olmadı hiçbir şeyden ama buna rağmen kazandım. Bana iki seçenek sunuldu ve ben üçüncü bir seçeneği yazdım.
Ama dışarıdan, iki seçenekten birini seçmişim gibi göründü. Kızımı feda ettiğim düşünüldü.
Adliye binasının merdivenlerinde beynimden vurulmuşa döndüğüm günü, söylenen tek bir sözü unutmadım ben. O bana ne söylediğini hatırlamadı bile ama aklına geldiği an defalarca kez özür diledi. Aksini iddia edip durdu. Beni, en başından beri bunun benim suçum olmadığına ikna etmeye çalışmıştı zaten. Aynı şekilde mahkemeden sonra da beni durdurmak için her şeyi yaptı.
Ama söz ağızdan bir kez çıkmıştı işte.
"Bakamıyorum yüzüne," diye bağırdı bana elleri titrerken. Görkem'in operasyonda olduğunu biliyordu ama operasyonun sonucunda ne olduğu bilgisi hâlâ geçmemişti elimize. "On beş yılımı verdim ben sana, sen nasıl kıydın benim kızıma?"
Karşısına geçip Görkem'e çok güveniyorum, onun Müge'yi kurtaracağına emindim diyemezdim ki. Bu kocaman bir riskti. Ucunda kızımın canı olan bir kumardı ve ben buna rağmen oynamıştım bu oyunu.
Kendimi hiçbir zaman affetmedim. Bildiğimden vazgeçmediğim için gurur mu duymam gerekirdi? Hiç duymadım. Pişman mı olmam gerekirdi? Asla olmadım.
"Yazıklar olsun birlikte geçirdiğimiz her saniyeye. Nasıl yapabildin Ege?" dedi merdivenlerde bir üst basamağa geçip gözlerini gözlerime daha yakından dikerek. "Senin yüzünden kızım öldü bugün benim."
Delirmiş gibi titriyordu karşımda. Omuzlarını tuttum. Bir sinir krizinde olduğunu biliyordum. Onu göğsüme çekip sakinleştirmeye çalıştım ama aynı zamanda kaburgalarıma bir daha asla oradan silinmeyecek bir cümle kazındı keskin bıçakla.
Bakamıyordu yüzüme, kendini zorlamasın istedim.
On beş yılını vermişti bana, daha fazlasını almak istemedim.
Kızının öldüğünü söylemişti benim yüzümden, ne o ne de Müge bir daha zarar görsün istemedim.
Boşanmak benim kararımdı, o beni bu karardan döndürmeye çalışırken kırk takla atmıştı sonrasında. Adliyenin merdivenleri hariç tek bir saniye bile suçlamadı beni. Öyle hissetmediğini biliyordum. Karşımda aşık olduğum kadın değil, evladını kaybettiğini sanan acılı bir anne vardı ve bunlar onun cümleleriydi ama ben ne yaparsam yapayım aşamadım işte.
"Benden vazgeçeceksin, demişti. Kapıma gelmeyeceksin, adımı anmayacaksın, beni sevmeyi bırakmak zorundasın. Hayatımdan çıkacaksın Ege. Eğer gerçekten benden boşanırsan bir daha bunun geri dönüşü olmadığını bileceksin."
Ne o söylediklerinin arkasında durabildi ne de ben verdiğim sözleri tutabildim.
Gözlerimi tavandan çekip Asya'nın üzerine çevirdim. Bakışları bir an olsun Görkem'den ayrılmıyordu. Can ve Kaya'nın aksine, başındaki kurumaya başlamış kana değil de onun ellerine bakıyordu titriyor mu diye.
Kızıl saçlı bir kız, benim küçük kardeşimi çözmüştü.
Herkes kardeşimin bu halini tamamen duyduğu öfkeye ve kendisini suçlamasına bağlarken Asya, Görkem'in korkmuş olduğunu biliyordu. Onun ne kadar korktuğunu hissetmişti ve sanki omuzları, o gidip başını yaslasın diye dimdik duruyordu. Asya gerçekten Bige'ye benziyordu.
Görkem gözlerini kapatıp şakaklarını parmaklarıyla ovalarken yanındaki tekli koltukta oturan Asya kol saatine bakarak huzursuzca kıpırdandı yerinde. "Bu şekilde oturmayın daha fazla," dedi en sonunda ayaklanarak. "Ben gidip odadan Arda'nın çantasını alayım."
Başak'ın hâlâ gelmeyişi ve Arda'yı da uykudan uyandırmaya kıyamayışı yüzünden kendisi harekete geçmeye karar vermişti.
Başak gelmemeliydi. Gelmemesi onun için daha iyiydi çünkü biliyordum ki kendine çok kızacaktı. Koymaya çalıştığı sınırı tek seferde yıkmış sayılacaktı. Gururunu çiğnemiş olacaktı bir kez daha benim için, böyle hissedecekti ve asla affetmeyecekti kendini.
Ben her zamanki gibi onu düşünürken kapı zili duyuldu. Gözlerimi yumdum. Yapma, dedim içimden. Sakın dolu gözlerinle geçme karşıma yine. Sakın korkudan titreyerek gelme yanıma.
Salona adımını attığı an arka plandaki her şeyi silip ona çevirdim gözlerimi. Bu dünyadaki en bakılmaya değer şeydi.
Sevmeye doyamadığım saçlarını başının üzerinde sımsıkı toplamıştı, onları açtığında yine başı ağrıyacaktı. Maviye boyadığı tutamın rengi akmış, laciverte doğru koyulaşmıştı.
Siyah pantolonun üzerindeki gümüş tokalı kemere değdi gözlerim. İnce beli yüzünden pantolonları geniş geliyordu ve kemerdeki delikler fazla bol kalıyordu. Ben masamda çalışırken ayaklarını sürterek yanıma yanaşmış ve o deri kemeri çıkarmıştı arkasından.
"Neredeyse iki tur dönüyor etrafımda," dedi kemeri ona kinlenmiş gibi sallayarak. Kaşlarını çatmıştı ve sinirli göründüğünü sanıyordu. "Üzerime hiçbir pantolon olmuyor. Kemer takayım diyorum o bile olmuyor. Çok mu zayıfladım aşkım ben yine? Zayıflayınca çirkinleşiyorum."
Hastanede ve evimizde çok fazla koşturuyor, üzerine aç aç dolaşıp bayılana kadar yemek yemek aklının ucundan bile geçmiyordu. Zayıflamıştı ama bu çirkinleştiği anlamına gelmiyordu. O, her haliyle dünyanın en güzel kadınıydı benim gözümde ama ne yazık ki buna bir türlü inandıramıyordum onu.
Scarlett Johansson gelse ona bakmazmışım. Bir avukata karşı yaptığı savunma da buydu.
"Gece gece buna mı üzüldün?" dedim önümdeki dosyadan kafamı kaldırıp. Kalemleri ve kağıtları bir kenara itip ona yer açtım çünkü yanıma vardığında kalçasını masaya yaslayacağını biliyordum. Siyah çerçeveli gözlüklerimi de çıkarıp bir kenara bıraktım.
"Evet," dedi yanıma vardığında. Masanın ucuna oturup başını bana doğru eğdi hafifçe. "Yeni bir kot aldım ama o kadar bol geldi ki kemer bile tutmuyor belimi."
"Tüh," dedim dudaklarım iki yana kıvrılırken. "Hiç mi tutmuyor? Bir giysene göreyim, anlayamadım tam."
Omzuma vururken o da gülmeden edemedi. Çatık kaşlarını düzeltmeyi başarmıştım böylelikle. "Ne bu arsızlık ya?" derken dilini damağına vurup ayıplamıştı bir de beni.
"Gel," dedim elindeki kemeri aldıktan sonra onu bacaklarından tutup yeniden dik durmasını sağlarken. "Ölçelim de halledeyim kemerini."
Gecenin iki buçuğunda, kalemlikten aldığım makasla kemerde delik açmıştım o başımda dikilirken. Hatta bir kez fazla baskı uyguladığımdan makas kayıp avucuma batmış, elimi tutup avucumun içini öpmüştü Başak.
O zamanlar evliydik, birlikteydik, her şey çok güzeldi.
Şimdiyse boşanmıştık, ayrıydık ve her şey bok gibiydi.
Dik duruyor, soğuk bir ifadeyle bakıyordu etrafa. Kendini kasıyordu. Gözleri beni bulduğu an birkaç saniye kıpırdayamadı. Bakışlarını kaçıramadı. Tüm kırgınlıklarını geriye attı yine, bunu o gözlerde defalarca kez görmüştüm.
Asya'nın elindeki çantayı aldı ve kararlı adımlarla yürüdü koltukların arasına. Görkem'e döndü yüzünü. "Geçmiş olsun ablacığım," dedi ve sesi titremedi. Güçlü çıktı. Sırtı bana dönükken gülümsemeden yapamadım. "Yine ne halt ettiniz acaba?" Racon kesiyordu. Bu tavırları çok yakışıyordu ona.
"Bana değil abime bak," dedi Görkem çenesiyle beni işaret ederek. "Ben kendim hallederim, büyük bir yara değil zaten." Kaşı açılmıştı ama bu onun için sinek ısırığıyla aynı şeydi.
Kaya ve Can, yanımdaki koltuktan kalkıp yerdeki minderlere geçtiler anne baba kavgasından kaçan çocuklar gibi. Başak elindeki çantayı masaya bırakıp yanımda boşalan yere oturdu. Gözlerime bakmaktan inatla kaçınarak çantayı açtı ve içinden işine yarayacak ıvır zıvırları çıkardı tek tek.
Yeterince oyalanıp derin nefesler aldığında nihayet yüzüme baktı yeniden. Alnı kırıştı, benden çok canı yandı ama bunu belli etmemeye çalıştı. Hiçbir şey demeden elini çeneme yerleştirip başımı sola doğru çevirdi ve yanağıma doğru baktı. Parmakları titreyecek gibiydi her an.
Yüzümün ne halde olduğunu bilmiyordum ama bakışları kararmaya başladı öfkeyle, sonra korktuğum başıma geldi ve gözleri doldu. Karşımda hisleri alınmış biri gibi ifadesiz şekilde durmayı o ana kadar başarmıştı fakat maskesi yere düşüp parçalandı yüzümdeki yaralara yakından bakarken.
"Sen bir de karşı tarafı gör," dedim gülsün diye.
Gülmedi. "Çok daha kötüsü olabilirdi," dedi eline pamuğu alırken. Aynı duygusuz ifadesini geçirdi üzerine. Tüm bunları öyle ezbere biliyordum ki devamında yaşanacakları durdurmak istedim. "Sen kendini Görkem mi sandın? Ne işin var senin silahlı adamlar arasında?"
Sesini yükselterek kurdu cümlelerini. Titremesin diye yapıyordu. Kendini kasmaktan çenesi kitlenmişti. Asya bu kadar detay vermeseydi de olurdu sanki başıma gelenleri anlatırken.
"Sakin ol," dedim. "İyiyim ben."
"Ölebilirdin." Kurumuş kanı temizlemek için şakağıma değmek üzere olan pamuk parmaklarının arasından sıyrıldı ve elleri göğsüme düştü çaresizce. "O silahtan çıkacak bir kurşun senin hayatına son verebilirdi. İyiyim deme bana, kaç kere silahların ortasında kaldın sen Ege?"
Kızgınlığı ve korkusu aynı anda alev almıştı gözlerinde. "Bir şey olmadı," demeye çalıştım onu rahatlatmak için.
"Küs ölecektik," dedi en son ve bu gözyaşını düşürdü yanağına. Dudakları titremeye başladı. "Sen kapıya geldin, ben açmadım. Son yaşadığın şey bu olacaktı. Benden duyduğun son şey..."
Doğukan'a bir şans vermeye karar vermesi olacaktı. Susup kendini durdurdu ama cümlenin devamı bu şekildeydi.
"Öyle düşünme..."
Konuşmama fırsat vermedi. "Kapıyı açsam böyle olmazdı," dedi suçu kendine yıkarak. "Bunlar yaşanmazdı. Güvende olurdun. Sen bugün ölebilirdin Ege." Üzerimdeki kanlı gömleğin kumaşına tutunan elleri titremeye başladı.
Diğerlerinin nefesini tutmuş, ne yapacağını şaşırmış olduklarını tahmin edebiliyordum ama gözlerimi tir tir titreyen kadından alamadım. Parmaklarımı yüzüne uzatıp gözyaşını kuruladım. Onu öpmek, ona sarılmak, onu göğsüme saklayıp sakinleşmesini sağlamak istesem de hiçbirini yapamazdım. Yüzüne dokunmama izin vermesi bile o geceden sonra mucizeydi.
"Allah'ın belası o kapıyı açsaydım yanında olurdum," dedi ve ne kadar pişman olduğunu gördüm verdiği karardan.
Bu halde olmasaydım kendinden emin şekilde devam ederdi yoluna. Yine ne yapmış etmiş, yelkenlerini suya indirmesine sebep olmuştum elimde olmadan.
"Sen yanımda olsaydın korkardım," dedim. "Biz bu yüzden uzağız zaten Başak." Hatırlatmak, onu sinirlendirip dikkatini dağıtmaktı hedefim. Ağlasın istemiyordum. Ağlarsa dayanamazdım.
"Sana küfür etmeyeceğim Ege." Kaşlarımı öyle mi dercesine kaldırdığımda yanağım sızladı ama belli etmedim. "Hayır, etmeyeceğim," diye tekrarladı ve elindeki pamuğu o kadar sert şakağıma bastırdı ki oturduğum yerde irkilerek kaydım.
Bu esnada Arda gözlerini açmış kendine gelmeye çalışıyordu arka planda her şeyden habersiz. Asya da çattığı kaşlarıyla Görkem'in kendi canını acıtmasını izliyordu. Görkem, Başak'tan bile daha sert şekilde kendi kendine pansuman yapıyordu. Sebebi de bir cezayı hak ettiğini düşünmesiydi, onu tanıyordum.
"Kimdi onlar?" dedi Arda tamamen birbirine karışmış saçları ve şiş gözleriyle. Uykudan yeni kalktığı için sesi derinden geliyordu. Can, minderden kalkıp onun yanına oturdu Arda koltukta doğrulduğunda.
Arda bugün bu kadar dik durabiliyorsa bunda Can'ın payı çok büyüktü. Aynı şekilde Can da biraz olsun dışa dönükleşmeye başladıysa tamamen Arda sayesindeydi. Bu evin içindeki bağları seviyordum, birbirlerine iyi geldiklerine ve birlikte geliştiklerine şahit olmuştum yıllardır.
Arda bir cevap beklerken Asya dudaklarını araladı ama onun sorusunu duymamış gibiydi çünkü bal rengine yakın ela gözleri, kardeşime kilitlenmiş durumdaydı. "Niye o kadar bastırıyorsun?" diye sordu kolunu kolçak kısmına yaslayıp yüzünü ona yaklaştırarak.
Bilerek yaptıklarını sanmıyordum ama ikisini ne zaman görsem ya birbirlerine küçük temaslarda bulunuyorlardı ya da yüzleri yakın oluyordu. Hepimiz neyin ne olacağını bilsek de hiçbirimiz bunu Görkem'e söylemiyorduk. İyi bir şekilde sonuçlanmayacağını biliyorduk çünkü. Ya reddedecekti ya da kısa devre yapacaktı. Analizcilerin istediği son şey onun zekâsından mahrum kalmak olmalıydı.
"Bastırmıyorum," dedi Görkem geçiştirmek için. Boşta olan eli, kolçağın üzerinde ritmimizi tutuyordu. İki, bir, iki. Çocukluğumuz, ince duvarlı yan yana odalarımız, onun krizleri ve aramızdaki şifre.
Görkem her zaman zor bir çocuktu, hatta annem onun doğumunun bile çok zor olduğunu ve bir daha çocuk yapmamaya yemin ettiğini söylerdi ondan sonra. Aramızda dört yaş olmasına rağmen kendimi bildim bileli üzerine titreyen bir abi olmuştum çünkü özel olduğunu biliyordum. Verdiği savaşları, onunla birlikte doğduğunu düşündüğüm takıntılarını ve aklını kaçıracak düzeye gelişini izlemiş, benim doğuş amacımınsa onu kendinden bile korumak olduğuna inanmıştım.
Huzurlu bir ev ortamında büyümüştük. Arif Ahmet Duman, dünya üzerindeki açık ara en iyi babaydı. Öyle büyük merhameti ve öyle kocaman bir kalbi vardı ki kimseyi onunla yarışa sokamazdım bile. Annemse ona göre daha otoriter, daha kuralcı, daha mükemmelliyetçiydi çünkü geride bıraktığı hayat onda derin izler bırakmıştı.
Görkem annemi sürekli çıldırtırdı, bilerek yapmazdı ama o gerçekten hayal edilebileceğinden çok daha sinir bozucu huylara sahipti ve annemi bu konuda çok zorluyordu. Ben daha kolay, daha mükemmel ve daha onun istediği gibi olan çocuktum.
Annem beni daha çok severdi, bu bir gerçekti.
Babamınsa Görkem'e ayrı bir düşkünlüğü vardı, bu da bir gerçekti.
Özellikle babamla son dokuz aydır çok az görüşmüştüm ben. Çünkü Bige'den ve Müge'den ayrılışım karşısında sergilediği tutum yüzünden ona bakacak yüzüm kalmamıştı. Bir itiraftı, utanıyordum. Ondan yediğim azarı ve onun bana duyduğu öfkeyi Başak'tan bile görmemiştim. Babam onu gerçekten kızı sayıyordu ve muhtemelen kızımı ve karımı kendi çocuklarından daha çok seviyordu.
Başak, elindeki pamuğu şakaklarımdan çekerken başka bir parça koparıp dudaklarımın yakınına getirdi parmaklarını. Gözlerimi kapatmamak için çaba gösterdim. Dikkatimi ondan çekmeye çalışıyordum çünkü bu yakınlıktayken ona karşı koyabilmek benim için ölüm gibiydi. Yüzüne birkaç saniyeden fazla bakarsam geçen gece aylar sonra onu nasıl öptüğümü, yüzünü nasıl kavradığımı, içime o huzurun nasıl dolduğunu hatırlar; yeniden ona uzanmak için yanıp tutuşmaya başlardım.
Gözlerimin kardeşimde ve hayatına bomba gibi düşen kızılda olduğunu biliyordu. Onunla bu konuyu konuşmuştuk ve aynı düşünceleri paylaşıyorduk.
Mahvolacaklar. İkisi de birbirini mahvedecek. Bizim gibi.
Asya, Görkem'in koluna temas ettiğinde Görkem ateşe değmiş gibi çekti elini yaslandığı yerden. Sanki Asya onun bir yarasına dokunmuştu. Sanki ikisinin arasında bununla ilgili özel bir şey geçmişti. Hiçbir fikrim yoktu. "Bastırıp durma şunu beynine sokmak ister gibi," dedi Asya kızarak. "Yaradan daha çok acıtıyorsun canını."
Konuşmak istememiş ama kendini durduramamış gibiydi. Nereden bildiğini bilmesem de kardeşimin acıyı, baş ağrısına tercih ettiğini öğrenmiş olmalıydı ve bunun önüne geçmeye çalışıyordu.
Asya biri için kendini asla paralamayacak kadar umursamaz görünüyordu dışarıdan ama gördüğüm kadarıyla daha şimdiden Görkem için paramparça olmuştu.
Yeniden kardeşimin ona dönmemekte inat eden mavi gözlerine baktım. Bir şeyler hissettiğini zaten biliyordum ama bunu fark etme aşamasına geçtiğini yeni yeni görüyordum. Kıyametinin yanında oturduğunu kabul etmek üzereydi ve mümkünmüş gibi bundan kaçmaya çalışıyordu.
"Senin de yarana baksın Bige abla," dedi ve yeniden aynı pamuğu kaşına delmek istercesine bastırdı.
Zordu. Her dönem çok zordu.
Daha okula başlamadığı günlerden bir gün onu mutfakta halının üzerinde yakalamıştım. Tezgâhın üzerinden aldığını düşündüğüm kırmızı paket kucağındaydı ve yere saçtığı kelebek makarnaların ortasında oturuyordu.
Onları tek tek, hepsi birbirinin ucuna değecek şekilde halının çevresine dizmişti. Kenarların üzerinde bir cetvelle hizalanmış gibi duran kelebek makarnalar mükemmel bir düzenin içindeydi ve Görkem onların tam ortasında dikiliyor, yere bakıyordu.
Benim geldiğimi görünce hevesle başını kaldırdı. Onu oyuncaklarla oynarken bile böyle heyecanlı görmemiştim. Zaten oyuncaklarıyla da bir garip oynuyordu. Ne bulsa dizmeye çalışıyor, hizaya sokuyor ve benim bozacağımı söyleyerek ona katılmama izin vermiyordu. Kontrol manyağı bir veletti.
"Abi," dedi ellerini çırparak. Saçları neredeyse sapsarıydı ve gözleri babamınkiler kadar açık maviydi. "Tam beş tur dönüyorlar halının çevresinde. Sadece iki makarna fazla kalıyor, onları da çöpe attım. Her makarna sence de bu kadar sayıda mıdır?"
Ona geçiştirmek için cevap veremezdim. Yanlışımı yakaladığı an bana küsüyordu ve onu başımdan savdığımı düşünüyordu. Halbuki her sorusuna verecek cevabım olmadığından öyle yapıyordum. Her şeyi bilmiyordum, sadece dört yaş büyüktüm ondan.
"Görkem," dedim. "Ama o makarnaları akşam yiyemeyeceğiz şimdi."
"Her makarna bu kadar sayıda mıdır?" diye sordu yeniden. Yaşı kaç olursa olsun sorduğu sorunun cevabını almazsa uyuyamıyordu. Yüzünü ısırarak sevme isteği uyandırmıştı içimde bana olan bakışları.
Ben bir cevap düşünürken annem belirdi arkamda ve mavi gözleri yukarı doğru çevrildi Görkem'in. Aynı soruyu bu defa ona sordu hevesle. Yeni bir icat keşfetmiş gibi davranıyordu. Kelebek makarnaların halının kenarlarında beş tur atması onun için dünyanın en önemli şeyiydi sanki.
Annem bir süre mutfağa baktı, sonra ona ve sonra yeniden mutfağa. "Kızma," diye fısıldadım. "Anne, kızma. Ben toplarım mutfağı."
"Beni çok yoruyor, Egemen," dedi bana bakarak. "Yataktan zor çıkarıyorum, saatin tama gelmesini bekliyor. Kitap okuyalım diyorum, sayfanın sonu sıfır olmadan bıraktırmıyor. Sayıları senden öğrendiğinden beri sayılabilecek ne varsa sayıyor evin içinde. Geçen gün saydığı mercimekler tek sayıda çıkmış diye kavanozu fırlattı yere. Toparlamaya gittim, zorla oturttum sandalyeye. Sana yemin ederim yerdeki kırık parçaları sayamadığı için elleri titredi küçücük çocuğun. Ne olacak böyle?"
Ben de küçücük bir çocuktum ve benimle hep yetişkinmişim gibi konuşurdu. Bu öyle etki etmişti ki bana ister istemez Müge'yi bu şekilde büyütmüştüm. Yaşımızdan olgun çocuklardık.
"Ben halledeceğim," dedim anneme, Görkem'in yanına yürürken.
"Neyi halledeceksin sen? Sesimi çıkarmazsam, susarsam takıntı kalacak hayatı boyunca. Kızma diyorsun ama iyiliği için yapıyorum."
Görkem'in yanında, Görkem'den üçüncü bir kişi gibi bahsedişinden hep rahatsızlık duyardı küçük kardeşim. Bu yüzden annemi mutfaktan göndermeye çalıştım.
"Babana söyleyeceğim," dedi işaret parmağını ona doğru kaldırarak en son. "Ben artık başa çıkamıyorum Görkem, baban uğraşsın seninle."
Annem ona çok kızıyordu çünkü içten içe onun kendisine benzediğini biliyordu. Bunları kabul etmese de annemin de takıntıları vardı. Her akşam saat tam sekizde otururduk yemek masasına, geç geleni azarlardı. Evde sadece pazarları sütlaç pişerdi, başka günler sanki tatlı yememiz yasaktı. Çamaşırları her defasında belli bir sıraya göre dizerdi ipe ve asla bu düzenin dışına çıkmazdı.
Ciddi değildi ama ufak ufak, bir sürü şey vardı böyle ve Görkem'in takıntılarını iyice tetikliyordu tüm bunlar.
"Hep ben halledeceğim diyorsun anneme," dedi Görkem makarnalarını bozmamaya özen gösterip onun yanına çöktüğümde. "Niye öyle diyorsun abi?"
"Sevdiklerimizin sorunlarıyla ilgilenip onları halletmemiz gerekir," demiştim ileride neye sebep olacağımı bilmeden. "Aslında bu bir zorunluluk değildir, içimizden geldiği için yaparız."
"Hım..." dedi gülümseyerek. İçimde yine aynı şefkat belirdi. Eşek kadar adam olsa bile her anında yanı başında olmalıydım, o yaşımda bile bunu biliyordum. "Yani beni sevdiğin için yapıyorsun?"
Şımarıp ağzımdan laf almaya çalışıyordu ve bunu o kadar tatlı bir yolla yapıyordu ki onu kollarımın arasına çekip sırıttım. "Evet velet," dedim parmaklarımla yanaklarını sıkıştırarak. Sonra kızaran yanağını öptüm. "Çok seviyorum seni."
Annem, Görkem'i babama şikayet etmişti ve babam o gece üç farklı markanın kelebek makarnasıyla dönmüştü eve. Halının ortasına oturduk biz üç erkek. Babam, Görkem'i dizinin üzerine oturttu ve ben de sırtımı babamın sırtına yasladım. Bu, tüm zamanlarımızın bir özeti gibiydi. Bana dayanak, ona korunaktı babam.
Tek tek paketleri açıp yan yana dizdik makarnaları. Görkem bazen bizi durdurdu, uçlarını birbirine tam olarak değdirmemiz gerektiğini uzun uzun anlattı ve yeniden dizmeye başladı. Hepsinde aynı sayıda makarna yoktu. Hepsi halının etrafında aynı sayıda tur atmamıştı. Ben hatırlamıyordum ama Görkem hâlâ hatırlıyordu.
Birkaç ay önce annem beni arayıp söylemişti bugün Görkem eve gelip kendini mutfağa kilitledi diye. Öğrenmek istemiştim nedenini ve onu aramıştım endişelenip.
Makarnanın gramajının değiştiğini görmüş ve yeni halinin kaç tur attığını çocukluğumuzun halısında gidip ölçmek istemişti. Sebebi buydu.
Abartmıyordu. İlgi çekmek için de değildi. Bunu yapmasa içi hiç rahat etmezdi biliyordum.
"Ne düşünüyorsun Egemen abi?" diye sordu Arda ve bu beni dünyaya döndürdü. "Size bir soru sordum. Kim yaptı bunu? Hiçbir şeyden haberim yok benim."
"Bizim de yok ki daha," dedi Kaya.
"Ama tüm detayları öğreneceğiz," dedi Başak ve parmaklarını dudaklarıma sürttü. Başımı ışık hızıyla ona çevirdiğimde bunun kasıtlı bir hamle olduğunu gördüm. Onu kırmış, son kez öptüğümü söylemiştim ve şimdi ciddi yüz ifadesiyle yaralarımı temizlerken tüm bunların intikamını alıyordu benden.
Canımı alsa sesimi çıkarmazdım yemin ederim.
"Sen iyi misin Arda?" diye sordu Asya, başını bu defa ona çevirerek. Arda hızlıca başını salladı.
Görkem'in bu kıza kapılmama olasılığı, eline bir daha matematik kitabı almama olasılığına eşitti. Asya'yı tanıdıkça bunu daha iyi anlıyordum ama o, henüz farkında olmasa da ilk gördüğü an anlamış olmalıydı.
Bige için ağladığım gün, Görkem yanıma gelince zor da olsa birkaç cümle dökülmüştü ağzımdan. Çok zayıf hissettiğimi söylemiştim. Onsuz güçsüz olduğumu, ona geri dönmek için her şeyi yapabileceğimi ama yapabilecek hiçbir şeyin olmadığını anlatmıştım kısık çıkan sesimle.
"Dün gece onu öptüm," dedim. "Ve Görkem, sana yemin ederim bu bir ihtiyaçtı. Nefes almıyormuşum oğlum ben."
"Dün gece bana sarıldı," demişti. Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi açılmış, kaşlarım şaşkınlıkla yükselmişti. Yanağımda izi duran yaşı elimin tersiyle silip başımı ona çevirdim. "Kötü olduğumu anladı ve diğerlerini başka bir bahane uydurarak yanımda uyumaya ikna etti. Abi, o öyle bir kadın ki ben ona akıl sır erdiremiyorum."
Yaşadığım şoku kelimelere dökebileceğimi sanmıyordum ama koymaya çalıştığı mesafeyi anlayabiliyordum. Gözlerini yine kaçamak bir şekilde Asya'ya çevirdi çünkü olayı onun anlatacağını biliyordu.
"Daha önce Can ve Görkem'in fotoğrafını zarf içinde bir kafeye bırakmışlardı hani," dedi Asya Başak'tan ve benden çekinmeden. Bizi sevmeye başladığını hissediyordum. "Aynısını Egemen abiye yaptılar. Diğerine göre daha net bir mesaj olarak zarfı ona elden teslim edip..." Durdu ve parmağıyla yüzümü işaret etti. "Geride bir mesaj bırakmak istediler."
Görkem'in elleri yumruk oldu. Başak'sa dikkatimi dağıtacak şekilde yüzümle ilgilenmeye devam ediyordu. Bu kadının bana yaptığı pansumandan daha kısa süren ameliyatlara girdiğinden emindim. Canıma okumaya çalışıyordu, hakkıydı. Yeniden patlayan dudağıma dokunduğunda bu defa parmaklarım isteğim dışı bileğine sarıldı. Saliselik şeytani bir ifade belirdi suratında ve sonra geri çekildi.
"Sonra konuşuruz," dedi Görkem. Biz burada olduğumuz için açmak istemiyordu konuyu.
"Mesaj Hermes ve Selma'dandı," diye devam etti net bir sesle Asya ona meydan okuyarak. Görkem donup kaldı, gözlerini ayıramadı o bakışlardan. "Kuzey'in Görkem olduğunu anladıkları apaçık ortada. Oyunumuza bir oyunla karşılık verdiler fakat bu defa hamleleri daha sertti. Geri çekilelim istiyorlar."
Biz diye bahsediyordu. Anladığım kadarıyla sorun Görkem'e aitti, Görkem'den kaynaklıydı ama biz diyordu o. "Bana öyle bakma Görkem," dedi sonra başı Analizcilere dönük olmasına rağmen. "Bugün göz korkuturlar, yarın daha da ileri gidip ne yapabileceklerini sana gösterirler. Kimsenin ölmesine izin vermeyeceğim. Hiçbir şeyi de ertelemeyeceğiz ve burada, birlikte konuşacağız."
Keskin tavırları, hafifçe kaldırdığı çenesi ve kararlı bakışlarıyla kardeşimin elinden kayıp giden kontrolü avucunun içine aldığını belli ediyordu. Liderine liderlik taslıyordu.
O mavi gözleri ezbere bilen biri olarak, hayatımda ilk defa orada böylesi bir bakış gördüm. Dudakları birkaç milim yukarı kıvrılır gibi oldu ama hemen toparladı ifadesini. Hoşuna gitmişti. Hayır hayır, Görkem zevkten dört köşe olmuştu.
Başak bana baktı, ben Başak'a baktım ve aynı şeyi düşündüğümüzü anladık yine. Gülmeyeyim diye yanağımdaki morluğun üzerine bastırıp canımı yaktı ve benim canım yanınca o da yüzünü buruşturdu. Böylece hiçbir şeyi çaktırmadık.
"On gün içinde yeniden Kuzey ve Mila olmayacak mıydınız siz?" diye sordu Kaya umursamaz görünmeye çalışarak. Hiçbirimiz bu tavırlarını yemiyorduk ama inatla devam ediyordu bu şekilde davranmaya. "Görkem'in Kuzey olduğunu biliyorlarsa nasıl bir yol izleyeceğiz?"
"Planda değişiklik yok," dedi Görkem bana bakmamaya çalışarak. Bakarsa yine vicdan azabı çekecekti. "Sadece biraz süre istiyorum, yalnız kalayım. Sonra oturup konuşacağız detaylıca."
"Hayır," dedi Can keskin bir tavırla. "Seni en son yalnız bıraktığımızda..." Sözleri bıçak gibi kesildi, duraksayıp devam etti. "Birbirimize düştük?" dedi kendi de emin olamayarak. "Arda'yla kavga ettik."
"Ne kavgası?" dedi uyku mahmuru Arda. "Ne ara?"
"Ne?" diye araya girdim ve elimi Başak'ın karnına bastırarak onu geriye çekerken ben öne doğru hareketlendim. "Onu en son yalnız bıraktığınızda ne oldu? Ne saklıyorsunuz?"
"Sarhoş oldu körkütük," dedi hızlıca Asya diğerlerine ölüm sessizliği hakimken. "Gruba saçma sapan mesajlar yazdı, harfleri birbirine karıştırdı Görkem. Öyle anladık sarhoş olduğunu."
Doğruyu mu söylüyor yoksa yalan mı ayırt edemedim. İnsanların yalanını şak diye yakalardım bu yüzden doğruyu söylediğine inanmak istedim.
Sonra Görkem, Asya'ya minnetle baktı ama Asya onunla göz göze gelmeye tahammülü yokmuş gibi kafasını çevirdi. Ettiği bir yemini bozmuş gibi kaçmak istemişti sanki. Başak da beni kovup kovup sonra yanımda bulunca kendini bu şekilde davranırdı.
"Yani şimdi," diye araya girdi Arda. "Kuzey'in kim olduğunu gerçekten öğrenmişlerse siz ciddi ciddi ölüme mi gideceksiniz önümüzdeki görevde?"
Görkem dudaklarını birbirine bastırırken biz buradayken ağzını açmayacağını belli etmişti Analizcilere. Asya'nın da bu görevde rol oynayacağını anlamıştım, ne düşündüğünü anlamaya çalışırcasına üzerinde gezindi gözlerim ama o şu an sadece Görkem'e zaman tanıyordu.
"Sen bir gelsene benimle," dedi Başak bir anda. Çantanın içine çıkardıklarını geri koyup fermuarı çekti ve ayağa kalktığında benim de ayağa kalkmamı bekledi. İkimizi ortamdan uzaklaştırmaya çalışıyordu anladığım kadarıyla rahat konuşabilsinler diye.
Belki de Asya'yla sözsüz bir anlaşma imzalamışlardı bizim ruhumuzun duymayacağı. Kadınları anlamak güçtü, her şey olmuş olabilirdi.
"Kim ölüme yürüyor?" dedim Başak'ın bileğini yakalayıp gitmesine engel olarak. "Doğru düzgün anlatsınlar bir."
"Ben mantıksız kararları baltalamak üzere burada duracağım abi," dedi Kaya. Görkem'in on sekizinden beri el freni gibiydi ama çoğunlukla, onları vitesi boşa almış yokuş aşağı sürüklenirlerken bulurdum. Güven vermiyordu bana, yine de inatla bana bakan kadın yüzünden ayaklandım ve uslu bir çocuk olup onun önüne düştüm.
Bizi odaların olduğu koridora soktuğunda son geldiğimden farklı olarak kapılara asılmış denizci figürlerini gördüm. Kaya'nınkinde deniz feneri vardı, Arda ve Can'ın odasının kapısında pusula ve filika, Asya'nınkinde çapa ve Görkem'inkinde ise dümen. Başak ben dümenin önünde dikilinceye kadar adım atmam konusunda beni yönlendirdi.
Uzanıp kapıyı açtığında içeri girmeden önce kaşlarımı kaldırıp ona baktım. "Beni kardeşimin odasına mı atıyorsun sen?" diye sordum göz kırparak.
Bugün hiç gülümsemiyordu, canımı sıkmıştı bu durum. Üfleyerek bana cevap verme tenezzülünde bile bulunmadı ve içeri geçmemi sağladı sırtımdan iterek.
İnatla ona bakarak alayımı sürdürdüm. "Yalnız benim gibi bekâr bir adamın sizin gibi bekâr bir kadınla böyle bir odada baş başa kalması hiç hoş karşılanmaz," dedim sırf gülsün diye gözlerinin içine bakarak.
"Otur şuraya," dedi öfkesini koruyarak. Diğerlerine benzemiyordu. Ciddi anlamda karşılıklı olarak kırılmıştık ve iki tarafın da gözyaşı dökmesiyle biten bir savaştan çıkmıştık ama yine, kader bizi bir odanın içinde baş başa bırakmıştı bir şekilde. Bu kaçınılmazdı.
Şansımı zorlamak istemediğimden Görkem'in yatağına oturdum ve başımı kaldırıp ne yapacağını bekledim.
"Darbe aldın değil mi karnına da?" diye sordu sesi bir ton yumuşarken. Farkına varınca hafifçe yutkundu ve sesini toparlamaya çalıştı. "Koltukta öne doğru eğilirken çeneni kastın, boynun gerildi. Otururken de omuzların düşük duruyordu, anlamamıştım sebebini. Dik duramıyorsun çünkü karnına darbe aldın değil mi?"
İçerideki beş uzman Analizciyi cebinden çıkarıyordu konu beni analiz etmek olduğunda.
Yine aramızdan geçen binlerce şeyi, kurulan cümleleri ve sona eren evliliğimizi düşündüm ve canım en derininden yandı.
Yanımdaki boşluğa oturup çantayı bir kenara bıraktı. Gömleğimdeki kan lekelerine değdi gözleri tek tek. Parmak boğumlarımdaki yaralara baktı ve sonra gözlerini kaçırdı. "Sıyır hadi gömleğini," dedi benden cevap gelmediğinde.
Hafifçe inleyip yayıldım yatakta. "Çok yaralıyım." Ellerimi avuç içlerim yukarı bakacak şekilde iki yanıma bıraktım. "Sen yap."
Gözlerini devirirken bir yandan da mesafesini korumaya çalışıyordu ama biz ikimiz yan yanayken mesafe diye bir şey hiçbir zaman olmamıştı. "Ben bir doktorum," dedi. "Hipokrat yeminim var benim," diye söylenmeye devam etti kendi kendine ve ellerinden biri kemerimin tokasını buldu. "İhtiyacı olan herkese yardım etmeliyim." Hâlâ bana bakmıyordu. Gömleğin kumaşını pantolonumun içinden kurtarıp yukarı doğru çekiştirirken nefesimi tutmuştum.
"Çok iyi bir doktorsun," dedim hızlanan soluklarımı kontrol altına alma çabasına girmeden. "Ve ben de senin hastanım."
"Benim hastam mısın bana hasta mısın?" diye sordu bir kaşını kaldırarak. Kasıklarımın üzerinde kalan morluğu görmüştü ve buna odaklanmamaya çalışıyordu yeniden dudakları titremesin diye. "Ben hastalarımla flört etmem sayın Egemen Duman."
Etmesindi zaten.
"Neden?" diye sordum bana iyice yaklaşmasını fırsat bilip derin bir nefesle doldururken ciğerlerimi. "Kalbin mi dolu?"
Gözlerini meydan okurcasına gözlerime dikerken buz kesmiş parmaklarının dışını karnımdaki yaranın üzerine değdirdi. Beklemediğim hamlesi karşısında gerildim ve o bunu hissettiğinden aklımı kaçırmama sebep olacak şekilde gülümsedi. "Konuşma çok," dedi bir de.
"Başak," dedim. Parmaklarını hareket ettirdi. "Başak..." Gülümsemesi büyürken üzerimde sonsuza kadar sürecek olan etkisini görmekten oldukça memnun haldeydi. "Başak," dedim bir kez daha, bu defa can çekişir gibi çıkmıştı sesim.
"Yarayı kontrol ediyorum sadece. Kendinize hakim olun Egemen Bey."
"Ulan," dedim gözlerimi kapatıp. Dokunuşlarını bu şekilde hissetmeyeli ne uzun zaman olmuştu. "Mahkemede bile haksız tahrik olaylarında ceza indirimi uygulanıyor." Ona baktığımda dudaklarının iki yana gerilmiş olduğunu gördüm. Bana dünyanın en güzel manzarasını sunuyordu. "Ben sana gelince hep müebbet hep müebbet."
"Aa..." dedi abartılı bir ifadeyle. "Avukat mısınız?" Nefesimi kestiğini bildiği için oldukça keyiflenmişti. Buraya geldiğinden beri ilk gerçek gülümsemeleriydi bunlar. "Ben de bekâr bir doktorum."
Parmakları gömleğimin düğmelerini alttan açmaya başladı ve bu hamleyle birlikte işin rengi değişti. Beni yakmak için harlamaya çalıştığı ateş ona sıçradı. Anılarımız ona da işkence ediyordu
"Çok acıyor canın, değil mi?" diye sordu tüm zırhlarını bir anlığına düşürüp. Geçmişi ve kırgınlıkları birkaç dakikalığına geride bıraktığımız yere gelmiştik şimdi. "Nasıl morarmış..."
"Düşündüğün kadar acımıyor." Yeniden gülmeye çalıştım. "Ama öpersen geçermiş, Müge de öyle der ya hep."
"Sen o defteri tamamen kapattın ya," dedi hatırlatır gibi. Birkaç dakika bile sürmemişti geride bırakacağımızı sandıklarımın yakama yapışması. "Üzgünüm, kremle idare edeceksin."
Kremi elime tutuşturup beni bu odada tek başıma bırakabilirdi. Çünkü biri sizi dokuz ayın ardından öptükten sonra gözlerinizin içine bakıp 'ne halin varsa gör' temalı bir konuşma yaparsa o kişinin yüzüne bile bakmak istemezdiniz.
Kapınıza gelse bile açmazdınız ve hayır, buna pişman da olmazdınız.
Ama o olmuştu. O beni bırakmıyordu. O hâlâ bastırmaya çalıştığı korkusuyla yaralarıma dokunuyordu.
"Kaç kişiydiler?" diye sordu bana bakmamak için her yere bakmayı seçerek. Kremin kapağını yavaşça çevirdi. Gözlerinin sürekli olarak üzerimdeki kan lekelerine değdiğini görüyordum.
En sonunda dayanamadı ve yeniden düğmelere uzandığında kafasını kaldırıp gözlerime baktı. "Gömleğini çıkarabilir miyim?" diye sordu çekinerek. "Üzerinde daha fazla kan görmek istemiyorum, sürekli kötü senaryolar kurmama sebep oluyor bu."
"Ben çıkarırım," dedim rahatsız hissetmesin diye. Bunu kabul eder sanmıştım ama "Canın acır," diyerek durdurdu beni. Parmakları tek tek iliklerden çıkardı düğmeleri alttan üste doğru. Sırtımı doğrulttuğumda sol kolumu çekti önce, ardından sağı da ben sıyırdım gömleğin içinden.
Gösterdiği özen, kendisiyle verdiği savaş ve gözlerindeki mağlubiyet yüzünden ben yine ondan çok kırıldım.
Bu defa gözleri boynumdaki zincire tutundu. Ucunda duran yüzüğe baktı uzun uzun, acele etmeden, kendine sindirmek için zaman tanıyarak.
Zorunluluklarım dışında hiçbir zaman üzerimden ayırmamıştım alyansımı ben.
"Anlatmanı istiyorum," dedi yutkunduktan sonra. Kremi parmağının ucuna sıktı ve karın boşluğumdaki morluğun üzerine sürdü yavaşça. Soğuk yüzünden irkildiğimde, sıcak avuç içini karnımın diğer tarafına bastırdı. "Nasıl oldu? Neredeydin? Kaç kişiydiler?"
"Üç." Her sorunun cevabını hak ediyordu. Geçiştiremezdim, benim için böylesine korkan birinin karşısında susamazdım. "Bürodan çıkmıştım, otoparka yürüyordum. Üç kişilerdi. Takip edildiğimi anladım, önce sokak ortasında sıkıştırmaya çalıştılar. Biri elinde bir zarf tutuyordu. Zarfı kapıp kaçmaya başladım. Yani, onlar öyle sandılar."
"Belaya bulaşmadan duramayacaksın değil mi?" Parmakları duraksadı karnımın üzerinde. "Benim bir ailem var, canımı kurtarayım demeyeceksin. İlla o adamları tuzağa düşürüp bu hale gelmen gerekiyordu."
"Zarfın içinden Görkem'le benim uzaktan çekilen bir fotoğrafımız çıktı Başak. Günler, belki haftalar öncesine aitti. O herifleri elimden kaçırmamak için ne yapmam gerekiyorsa yapardım. İşin içinde ailem varsa canımı kurtarmak düşüneceğim son şey olur."
"Bu senin görevin değil," dedi beni ikna etmeye çalışır gibi. "Sen canını gözünü kırpmadan ortaya koyma lüksüne sahip biri değilsin. Sen kimsesiz bir adam değilsin Egemen. Arkanda bırakacağın bir sürü insan varken ölüme yürüyemezsin. En başta Müge'ye bunu yapamazsın. Nefes almayı bile ona senin öğrettiğin kardeşine bunu yapamazsın." Yine elleri titredi, sonra dudakları. İçim gitti. İçim yok oldu onu böyle görünce. "Bana bunu yapamazsın..."
Bileğini kavrayıp onu hafifçe kendime çekecek bir hamlede bulunmam, başını göğsüme gömmesine yetti. Çok güçlü biri olduğunu biliyordum fakat gücü bana gelene kadardı. Benim yanımda hiçbir zaman, hiçbir şekilde maske takmasına gerek yoktu.
Biz ayrı olsak ve hatta onun hayatına başka birisinin girme ihtimali olsa bile.
"Kafayı yiyeceğim," dedi ben başının arkasına yasladığım elimle onun bedenini yatakta yanıma, kolumun altına çekerken. Saçları göğsüme yayıldı ve yine derin derin nefesler alıp kokusunu depoladım ciğerlerime. "Üç silah, Egemen. Üç tane it herif. Tek bir hamleye bakardı ya, tek bir yanlış hareketine bakardı."
Kirpiklerini aralayıp yüzüme doğru kaldırdı başını bir şeyler söylememi beklerken. "Egemen deyip durmasana," dedim bu gerçekten canımı acıttığından.
"Sana çok sinirliyim."
"Biliyorum."
"Çok fazla öfkeliyim."
"Biliyorum."
"Ölümü unutuyoruz Ege," dedi ve sesi titreyince kendini geri çekti. Gitmesin istedim, evi az önce başını yasladığı yerdi ve ben onu sonsuza kadar orada yaşatmak istedim ama öfkeli gözleriyle baktı yüzüme. "Bir gün çok geç olacak."
Öyle içime işleyerek konuştu ki nefesimin tıkandığını hissettim. "Bir gün artık ikimiz için çok geç olacak. Sen bunun farkında değilsin. Yemişim öfkesini, gururunu. Kaybedecektim ben seni. Geride çöpe attığın dokuz ay bırakmış olacaktın. Şansımız varken senin yüzünden yaşayamadığımız dokuz ay. Değer mi ya? Gerçekten soruyorum, değer mi?"
"Başak..."
"Senin yerindeki ben olsaydım bugün, yine de benden uzak durmaya devam edebilecek miydin?"
"Başak." Düşüncesi bile içimi ürpertmişti.
"Bir şeylerin kıymetini elinizden kayıp gittiğinde mi anlayacaksınız hep?"
İçeride detaylarını bilmediğimiz ama ne olduğunu hissettiğimiz olayı da dahil etmişti cümlesine. Görkem'in Asya'yı kırmış olduğunu anlamıştı benim gibi ve bize yönelik konuşuyordu.
"Ben artık sana bu kadar değer vermek istemiyorum." Bir cevap veremeyişim omuzlarının çökmesine neden oldu. "Gerçekten istemiyorum."
"Mutlu olacağına inancın olduğunu bilsem seni durdurmaya çalışmayacağım." Dilime ağır gelen cümleleri tek nefeste döktüm ortaya. "Bilsem ki onunla gerçekten mutlu olacaksın, unuttuğumuzu söylediğin ölüme bile razıyım Başak. Öyle bir yere geldik ki biz senle, kanatan da biziz saran da. Başka türlüsünü yapamıyoruz."
"Hiçbir zaman senden başka şansım olmayacağını düşünüyorsun değil mi?" İkimizin de bildiği bir gerçeği ortaya koymuştu. İçim yanarak gülümsedim. "Adi herif. Şerefsiz insan. Allah kahretmesin seni. Egoist mahlukât."
"Onu bunu bırak," dedim gülümseyerek. Kafası dağılsın istemiştim. "Bizim üzerinde oturduğumuz yatak var ya." Elimle çarşafın üzerine iki kez vurdum. "Asya, bizimkine sarılmış burada."
"Nereden bizimki oluyormuş?" dedi kaşlarını çatarak. "Ruhsuz, hissiz, armut piş dibine düş Görkem seninki olabilir. Asya benimki."
O söz öyle değildi ama onu bozmadım.
"Görkem'in bunu gelip sana yetiştirmesini nereden tutsam elimde kalıyor maalesef. Bildiğin abayı yakıyor kızıma," diye devam etti. Asya'yı bir iki görüşte bu kadar sahiplenmiş olmasını onun anaç karakterinden çok, Asya'nın hayatında böyle bir figüre ihtiyaç duymasından kaynaklandığını düşünüyordum.
Başak, yalnız olduğunu anladığı bir kadına kol kanat germeye karar vermişti ve şimdi onu iki numaralı Duman'dan korumaya çalışıyordu.
"Günlerden cumartesiymiş ama sütlaç yemiş Asya'nın elinden."
"Şaka yapıyorsun!" İnanmadı söylediğime. "Yiyemez ki," dedi onu çok uzun zamandır tanımasının getirdiği eminlikle.
"Dahası da var." Dedikodunun devamını merakla bekleyerek doğruldu yerinde. Bir yandan kendisi farkında olmasa da eli hala bedenimin üzerindeydi. "Bana dedi ki, daha önce hiç yapmadığı bir şeyi bir anda neden bu kadar ister insan? Nasıl bilmediğin bir şeye ihtiyacın olduğunu hissedebilirsin ki?"
"Dur," dedi karşılık olarak. "Bu cümleyi elli farklı yere çekebilirim. Ne anlamam gerekiyor şimdi buradan?"
"Sadece birkaç dakika öncesinde ona seni öpmenin benim için bir ihtiyaç gibi olduğunu söylemiştim."
Düşünmeden konuştum olayı onunla paylaşıyor olmanın heyecanına kapılarak. Bir an gözlerini kırpıştırıp idrak etmeye çalıştı, ardından tüm boşluklar kafasında dolmaya başladığında Görkem'in neyi düşünerek bana bu cümleyi kurduğunu anladı.
Yine de ben dile getirmek istedim çünkü benim elimde büyüyen küçük kardeşim, daha önce hiç yaşamadığı için tanımadığı bir hisse sahipti ve her şeyden habersiz, ne yapacağını bilemeyerek bir savaş meydanının ortasında dikiliyordu.
"Görkem Asya'yı deli gibi öpmek istiyor Başak. Onu gerçekten tanıyorsam gerçekleşmesi fazla uzun sürmeyecektir."
•⚓•
Avukat Egemen Duman yani Görkem'in hayata 1-0 önde başlama sebebi. Ben hallederim cümlesinin gerçek sahibi, en güzel duyguların katili, içine attıkları yüzünden çareyi boşanmakta bulan biri.
Dumanlarda boğula boğula canım çıktı. Teşekkürler ve iyi günler.
Analiz'in en uzun bölümünü okudunuz çünkü Ege, tahmin ettiğimden çok daha fazla konuştu ve böylece ortaya ciddi anlamda detaylar dökülmüş oldu.
Kelebek makarnalar, halının çevresinde beş tur atar ve iki tane de fazla kalır. :) 🦋
Artık öyle değil, gramajı değiştiği için daha az tur atıyorlar o halıda ve Görkem bunu yirmi sekiz yaşında olmasına rağmen atlatamadı çünkü ezberinin bozulmasından hiçbir zaman hoşlanan biri olmadı.
Ve kızıl bir kadın, ezber mezber bırakmadı.
Bölüm sonunda sorduğum soruların altına yazılan paragraflık cevaplara bakıp uzun uzun düşünmeme sebep oluyorsunuz. Hepinizin yerine kendimi koyup anlamaya çalışmak öyle güzel ki, bir sürü farklı bakış açısı kazanıyorum sayenizde. Bu defaki sorum kızlarım hakkında olacak.
Asya'nın Görkem'e karşı tavrını belli etmesine rağmen bir yandan da sürekli yanında olması hakkında ne düşünüyorsunuz? Takıntılarının umurunda olmadığını söyledi ama diğer yandan, abisinin öğrenmesini istemediği bir durum için onu anında korudu. Sizin gözünüzde doğru araya keskin bir mesafe koymak mıdır yoksa her şeye rağmen yanında olmak mıdır?
Bige Başak Ekinci'nin tüm yaşanılanlara rağmen hâlâ evliliğini kurtarmaya çalışmasını doğru buluyor musunuz? Karşı tarafın bu kadar aşık olduğu bilinen bir hikâyede gururun yeri neresidir?
Ve sizce, bu aşamada kim kime daha çok aşık? Ne hissediyorsunuz?
Bir kere gülümseyip öyle gitmeyi unutmuyoruz. :)
Gökten üç farklı markaya ait kelebek makarna düşecek. Onları da bir zahmet sayıverin. Tek sayıda çıkarsa kavanozu yere fırlatırsınız çünkü neden olmasın?
Teşekkürler ve iyi günler.
🔵🤝🔵
bir kere gülüp öyle gitmiyim mi
YanıtlaSilBölümü okumadım henüz ama baştaki cümleyi okudum piramitle alakalı sanki yazılanlar😀
YanıtlaSil