24. "Aynı Yangının Külleri"
Bu bölüm, Analiz'in şimdiye kadarki en ağır bölümü. İçinde tetikleyici veya travmatik unsurlar içeriyor olabilir.
🕖
Bölüm şarkısı:
Little Mix, Little Me
İlk keşfedişimde bana Asya'yı hatırlatmıştı ve ne zaman dinlesem onun için dinledim bu şarkıyı.
•⚓•
Aynalardan korkmak, onlara bakamamak aslında en çok kendinden kaçmak demek ama insan kendinden sonsuza dek kaçamaz, bunu biliyorum.
Vardığın yerin kaçtığın yer olmak gibi bir özelliği var. Tilkinin döndüğü kürkçü dükkanı misali. Uzaklaştım sanıyorsun, yolum değişti zannediyorsun ve bunları yaparken attığın her adımda aslında geri döndüğünden habersizsin.
Yol ne kadar uzun sürerse o kadar çok kandırıyorsun kendini. Yüzleşmen geciktikçe canın daha çok yanıyor.
Bir nokta var hayatta. Bir kırmızı çizgi belki. Bir dur tabelası, bir çukur veya. İstediğin yolda istediğin kadar koş, aynı yere çıkıyor tüm dönemeçler o an. Sen o adımı atıyorsun, sınırı geçmek zorundasın çünkü başka seçenek bırakmıyor sana hayat.
Sonra her şey tepetaklak oluyor. Kaset başa sarıyor. Şanslıysan acı çekiyorsun, şanssızlar hiçbir şey hissetmeyenler.
Ben bugünün gecesinde odamda elimi nefes alamadığım için göğsüme yaslayacağımı, gözlerimden sicim sicim yaşlar akarken içimde bir his kırıntısı arayarak dakikalarca gözümü kırpmadan dolaba bakacağımı bilseydim eğer, ne olursa olsun o adımı atmazdım. Zorunda olduğumu bilsem de atmazdım. Başka seçeneğim yoksa da sonsuza kadar aynı noktada dururdum ama bir adım daha ilerlemezdim işte.
Ama bilmiyordum.
Asansör kapıları üzerime kapandığında yaptığım ilk şey aynaya sırtımı dönmek oldu.
Görkem Duman'ı kumar masasında bırakmıştım ve şimdi bir asansör kabinin içinde, aşağı doğru yol alıyordum.
Güvenlik kameraları, 249, 250.
Yapmam gerekenlerin sıralaması buydu ve rahatlamak için içimden devamlı olarak bunu tekrar ediyordum. Aklım Görkem'deydi. Benimle lavaboda yaptığı konuşmada onsuz bu binadan çıkmayacağımı söylemiştim, o da ben olmazsam vazgeçeceğini net bir şekilde aktarmıştı bana.
Belki de mezarımız olacak bu binanın yedinci katında durdu asansör kabini. Kapılar yavaşça açılırken hedefim doğrudan güvenlik odasını bulmaktı fakat daha ilk saniyeden, tüm planı değiştiren bir şey oldu.
Ros ile asansör kabinin önünde denk geldik.
Aslında bu iyi bir şeydi çünkü 249'a ve 250'ye girebileceğim kartları almak için onu her şekilde bulmak zorundaydım. Görkem'in saatini çalmak üzere on birinci kata, yanımıza gelmeliydi. Onları bize vereceği anı böyle planlamıştık fakat Görkem onun çoktan burada olması gerektiğini söylemişti bana lavabodan ayrıldığımızda. Bir aksilik olduğunu düşünmüş, güvenlik odasına gittiğimde kameralardan nerede olduğunu tespit etmemi istemişti. Buna gerek kalmamasına sevindim. Uğraşmayacaktım onun peşinde dolanmakla.
"Kameraları hallettim," diyerek hızlıca söze girdiğinde kıvırcık saçlarının dağıldığını fark ettim. Bir itişmenin içinden çıkmış gibi görünüyor, hızlı hızlı nefes alıyordu. "Bu kat kayıt altına alınmıyor ve güvenlik görevlisi herif de şu an ağzı bağlı bir şekilde bir köşede oturuyor. Aslında oturmuyor, baygın. Bayık bayık yatıyor."
Ona inanmak için hiçbir sebebim yoktu. Bu bir oyun olabilirdi. Beni kandırıyor olabilirdi. Her an bir yerden Hermes veya Selma çıkabilir, burada tek başımayken kolayca alıkoyulabilirdim.
Görkem bir plan çizmişti, Ros buna uymamıştı. Görkem ona güvenmemi söylemişti ama daha o Görkem'in dediğini bile yapmıyordu, nasıl güvenecektim?
Şüpheli bakışlarımı hisseden Ros cebinden oda kartlarını çıkarırken daha önce gördüğüm güvenlik odasının mavili yeşilli kartını da çıkarıp elime tutuşturdu. "İstiyorsan zaman kaybedip kontrol et ama sana yemin ederim, yedinci katı devre dışı bıraktım."
"Neden?" diye sordum. "Bunu ben yapacaktım? Niye işin olmayan şeye burnunu soktun ilk dakikadan?" Bir yandan da etrafı kolaçan ediyordum. Herhangi bir yerden gelebilecek saldırıya karşı tetikteydim ve hatta Barbaros'a bile onu her an yere serebilecekmiş gibi bakıyordum.
"Resepsiyonist kızın telefonunu sizin için aldım," dedi hızlıca. "Fakat iş tahmin ettiğimden bir tık fazla ilerledi. Kayıtları yok etmem gerekiyordu, anlarsın ya."
Flörtöz bir tavırla göz kırptığında hareketlerinde şüpheli tek bir şey bile yoktu, sesi de yalan söyler gibi değildi ama buna rağmen ikna olmuyordum. "İki arada bir derede kıza ne yaptın?" diye sordum tiksinen bir ifadeyle.
"Oha!" Aynı tiksinen ifade ona da bulaştı. "Öpüştük sadece. Telefon numarasını aldım, sonra telefonunu da. Olur da bu görev başım yanarsa kızın başına bir iş gelmesin diye uğraşıyorum Mila, başka bir şey düşünme. Kız masum, ben paçayı kurtaramazsam ona zarar gelmesin derdindeyim."
"Yaa..." Gözümü boyamaya çalışır gibi geliyordu. "Ne kadar iyi kalpli bir hırsızsın sen böyle."
"Az önce eline kendi oda kartım da dahil olmak üzere kurduğunuz planın tüm parçalarını vermişken bana güvenmemen ponçik kalbimi çok kırıyor," dedi Barbaros. "Sana yemin etmem bir şeyi değiştirmeyecektir ama yemin ederim, Duman'a ihanet etmem. Bak gözlerime, yalan söylüyor mu yeşillerim? Bizimkisi bir aşk hikâyesi diyorum, anlamıyorsun be kızım. Romeo Juliet halt etsin. Rosio ve Dumiet. Bak, işte biz."
Yüz ifadem buruşurken elindeki kartları aldım ve asla emin olamayan tarafım etrafı bir kez daha kontrol etti. Başımı kaldırıp kameraya çevirdim. Kayıtta olup olmadığını görebilirmişim gibi o noktaya baktım birkaç saniye.
"Zaman kaybetmeyelim," dedi. "Bana ne yapmam gerektiğini söyle. Görkem, senin yanında olmam gerektiğini açıkça belli etti ve seni burada beklememi söyledi. Yüksek ihtimalle nöbetçi diye dikti başına beni."
"Ne?" dedim Ros ve ben yan yana onun odasının olduğu kısma doğru ilerlemeye başladığımızda. "Konuşurken yanınızdaydım ve böyle bir şey söylemediğine eminim."
Bilerek onu kameraların olduğu tarafa çekmiştim. Bilerek elimdeki kartları görünür pozisyonda tutuyordum. Bu bir oyunsa ve kameralar hâlâ çalışıyorsa bile bana bu kartları Ros'un verdiği görünecekti böylece. Elimde 250'nin yani Hermes'in odasının kartı da vardı. Ben yanarsam Barbaros benden daha çok yanacaktı.
Bunu göze alabilecek biri gibi durmuyordu. Belki de Görkem'in dediğini yapmalı ve ona gerçekten de inanmalıydım.
"Bileğime parmağıyla 7 çizdi," dedi. "Bu açıkça burada bekle demekti ve sonra da seni buraya gönderdi anladığım kadarıyla."
Plan içinde plan yapması yüzünden ona sağlam küfürler savuruyordum içimden. Aklınca tek kalmamam için böyle bir şey yapmıştı. Beni buraya yalnız gönderdiğinde arkasında başka bir dalaverenin olduğunu anlamam gerekirdi.
Barbaros'un odasına cep telefonunu almak üzere girdiğimizde kapıya yaslanıp onun içeride ilerleyişini izledim. "Buradan sonra yukarı çıkacaksın," dedim kesin bir dille. "Fazla zamanımız yok. Hermes'in telefonuna tüm kameralar bağlı demiştin. Bu katı iptal ettiğini her an fark edebilir. Görkem'le şu an kumar masasında oturuyor, bir süre Görkem onun dikkatini dağıtacaktır ama zamanımız çok kısıtlı. Yukarıda bir sorun çıkma ihtimali, burada bir sorun çıkma ihtimalinden daha yüksek."
"Neyim ben posta güvercini mi?" diye sordu.
Ona tek güvercinin ben olduğumu söyle Yağmur.
Burukça gülümseyerek ona baktığımda Ros, bakışlarıma bir anlam veremedi ama alaycılığını bozmadan devam etti konuşmaya. "Bir seni bir onu mu koruyacağım? Melek miyim yahu ben? Kanatlarım var ruhumda şarkısını fazla mı abarttım da başıma bunlar geliyor benim?"
"Görkem, Hermes o telefona bakmasın diye tüm delilikleri yapabilir," dedim. Benim yokluğumu fazla sorgulamasınlar diye de yapabilirdi. "Ve yukarısı fazlasıyla kalabalık. İçlerinde silahlı olanlar var. Görkem tek başına. Ben sadece bir bilgisayara ulaşacağım. Bunu yapabilirim. Sen de defolup on bire gidecek, çok aşığım diye yanıp tutuştuğun adamı yalnız bırakmayacaksın."
"Kıskanıyorsun ona olan aşkımı kesin." derken diğer yandan da kızdan aldığı pembe kılıflı telefonu komodinin üzerinden çekip almış, yeniden adımlarını bana doğru yönlendirmişti. "Ama merak etme, kuma olarak seni kabul edebilirim üstüme."
"Çok iyisin," dedim kahkahama engel olamadan. Öyle ya da böyle kendini sevdirmeyi başaran bir yapısı vardı. Şeytan tüylü diyorlardı onun gibilere. "Eğer bir şey çeviriyorsan kuman seni kan kusturacak şekilde zehirler, haberin olsun istedim Barbaros."
"Ben her şekilde öleceğim." Omuzlarını silkti. "Görkem yukarıda beni gördüğünde farklı bir şey mi yapacak sanıyorsun? Sadece bana söylediğini yapmadığım için bile seksen farklı yöntemle öldürebilir beni. Ama merak etme, uçuyorum hemen yanına. Onu yalnız bırakmam. Sen de ölme bak sakın. Daha Analizcilere hangimizin saçlarının renginin daha güzel olduğunu sorup oylama yapacağız."
Zaten ölmemeliydim. Daha Görkem'le David ve Anna'nın filminin sonunu getirecektik birlikte. Hem ona Titanik'in sonunu izletmem de gerekiyordu. Sadece bunlar için bile hayatta kalmak zorundaydık ikimiz de. Verilmiş sözler vardı ortada.
Odadan birlikte geri çıktığımızda Barbaros doğrudan asansöre koştururken ben de 250'nin oda kartını parmaklarımın arasına aldım. İçeride birinin olup olmadığını bilmiyordum. Aslında bu katta kimse yokmuşçasına bir ıssızlık vardı ama her ihtimale karşı kendimi hazırladım.
Parmaklarımın arasındaki kartı, kapı kolunun hemen altındaki siyah hazneye okuttuğumda küçük bir ses çıkararak kapı aralandı ve içeri girmeden önce son kez etrafı kontrol edip kapıyı tamamen ittirdim.
Arkamdan kapattığımda devasa bir yatağın olduğu bir oda karşıladı beni. Sağ taraftaki kapı sanırım lavaboya aitti. Krem rengi, bel hizasına gelen çekmeceli bir dolap ve aynı renk basit bir çalışma masası vardı odada. Sandalyesi ahşaptı ama masa tarafında değil de sol taraftaki camlı balkonun önünde duruyordu. Beyaz yorgan dağınık bir şekilde yatağa seriliydi, saten çarşaf da düzgün değildi. Yastıklardan biri yerde, biri yatağın üzerindeydi.
Gözlerim hızlıca odanın her köşesini taramaya devam ederken buraya gizlice girmiş olmanın verdiği adrenalin, kalbimin hızlanma sebebiydi. Her an birinin gelme ihtimaline karşı tetikteydim ama bir yandan da kafamda ne olursa olsun o bilgisayara ulaşmam gerektiği gerçeği vardı. Omzumdan zinciri çıkarıp küçük çantamı yatağın üzerine attım ve sonra gözüme çarpan siyah çantaya doğru ilerlemeye başladım.
Çalışma masasının üzerinde duran çantayı kaldırdığımda hafif olmasını beklemiyordum. Bu Barbaros'un bize bahsettiği, postacı tarzı çantalardandı ve kaldırdığım an yine Barbaros'un bahsettiği bilgisayarı görmüş oldum. Çantayı yere bırakıp gri laptopun yüzeyine dokundum.
Parmaklarım onu açmak üzere hareketlendiğinde diğer elimi kamerasına kapatmaktı niyetim. Kimi bilgisayarların fotoğraf çekme özelliği olduğunu biliyordum ve yanlış bir şey yaparsam ifşalanma ihtimalimi sıfırlamak istemiştim ama buna gerek kalmadı. Zaten kamera siyah bir bantla kapatılmıştı.
Bunu çalıp buradan uzaklaşma fikri Görkem yukarıda kalmasaydı belki de mantıklı olandı. Biz buradan kaçtıktan sonra ne yaptığımızı fark etmelerinin bir önemi kalmayabilirdi ulaşacağımız bilgilere göre ama kalabilirdi de. Her şey ihtimallere dayanıyordu.
Yanımda bir flash disk olsa belki içindeki dosyaları kopyalamayı deneyebilirdim ama donanımsız bir şekilde, ne yapacağıma karar veremeden bu bilgisayarın başındaydım. İçini kurcalamaya vaktim olur muydu bilmiyordum, daha da kötüsü eğer şifreliyse onu nasıl açacağımı da bilmiyordum.
Açma tuşuna basarken içimden arka arkaya dualar etmeye başladım. Sanki bir şey yapabilecekmiş gibi Mete'yi bile andım o birkaç saniyede. Kamerası bantlı bir bilgisayarın şifreli olmaması gibi bir şey mümkün müydü? Ne olur olsundu.
Bilgisayar ekranı benim isteklerim doğrultusunda çat diye açıldığında defalarca kez şükrederek ekrana bakmaya başladım. Arka planda yıldızlar vardı. Üç tanesi diğerlerine göre daha parlak duruyordu. Sanki özellikle belirtilmeye çalışılmış gibilerdi. Kırmızı çizgilerle birleştirilmiş bu yıldızlar, gökyüzünde bir üçgen oluşturuyordu.
İlerleme kaydettiğimi şimdiden hissetmeye başladım. Ne kadar vaktim olduğunu bilmediğim için o an yapılacak en mantıklı şey, ne yapacağımı işin uzmanına sormaktı. Elimdeki pembe kılıflı telefonu açıp doğrudan Kaya'nın numarası tuşladım ezbere.
Kalbimin atışlarını kontrol etmek için elimi göğsüme bastırdım. Kendimi bir hırsız gibi hissetmenin yanı sıra içimde bunu yapmaktan keyif alan bir taraf da vardı. Aksiyonu sevdiğimi hiçbir zaman inkâr edemeyecektim.
Telefon iki çalışta açıldı fakat muhtemelen numara tanıdık olmadığı için Kaya, ilk sesi benim çıkarmamı bekledi. "Benim," dedim sadece.
"İyi misin?" dedi Kaya'nın telaşlı sesi. Benim için bir saniye gibi bir sürede böyle endişelenmesi her şeyin nasıl da değişmeye başladığının kanıtıydı aslında.
"İyiyim. Bana yardım etmen gerekiyor. Bir bilgisayarı çalmadan içindekilere erişmemizin bir yolu var mı?" Doğrudan konuya girmiş, her saniyenin kıymetinin farkında olarak hızlıca konuşmuştum. Yanımda herhangi bir cihazın olmadığını Kaya biliyordu. Zaten olsa da ben bir hacker değildim, kopyalamaya kalkacağım şeyler kısıtlıydı. Bir bilgisayardaki her veriye ulaşmam tek başımayken mümkün değildi.
"Yalnız mısın?" Bu sorunun altında yatan sebep Görkem'i merak etmesiydi. "O iyi," dedim içi rahatlasın diye. "Şu an farklı yerlerdeyiz ama yanında Barbaros var." Ben yeni tanışmış olsam da Görkem'i bıçaklayan bir adamı Kaya'nın zaten tanıyor olduğuna oldukça emindim.
"Tipini siktiğimin ceylanı," dedi Kaya beklemediğim bir anda. İçten küfrü bulunduğum duruma rağmen beni güldürdü. "Ne işi varmış orada? Altından çıkmadığı taş yok kodumun şeref yoksununun."
Bu kadar öfkeli olması içimi panikle doldurduğu için gülmeyi kestim. "Görkem'e bir zarar verir mi?" diye sordum ve eğer karşıdan evet cevabı gelirse, her şeyi yakmak pahasına buradan çıkıp koşarak on birinci kata döneceğimi biliyordum. "Görkem ona güveniyordu ama ben güvenemedim bir türlü. Söylesene, ona bir şey yapmaz değil mi?"
"Merak etme," dedi hoşnutsuz bir sesle. "Sadık bir ittir kendisi."
"Sen neden bu kadar sevmiyorsun o zaman bu adamı?"
"Şahsi."
Bu cevapla birlikte sorgumu ileri bir tarihte devam ettirme kararı aldım ve yeniden üç yıldızın parladığı bilgisayar ekranına çevirdim yüzümü. Boş bir ekran değildi. Bir sürü klasör ve adını daha önce görmediğim uygulamalarla doluydu ekranın sol tarafındaki beş sütun.
"Şimdi senin önünde bir bilgisayar mı var?" diye sorduğunda bu sorunun ne kadar saçma olduğunu düşünüp "Evet," dedim. "Hermes'in bilgisayarı önümde açık ama nereye bakmam gerektiğini bilmiyorum Kaya. Ne aradığımı bile bilmiyorum, yol göster bana."
"Sakin ol lan," dedi telaşıma şaşırarak. "En nadir Hint kumaşını bulmuşsun pahalı diye şikayet ediyorsun."
"Her an biri gelebilir," dedim. "Aklım da Görkem'de. Bir de ilk kez teknolojiyle tanışıyormuşum gibi salak salak ekrana bakıyorum. Sakinim gayet?"
"Uzaktan halledebilirim," dedi. "Ben anahtar olanım Asya, unuttun mu? Sakin ol ve beni iyi dinle şimdi."
Sesindeki özgüven yüzündeki sırıtmayı da gözlerimin önüne serdi sanki. Muhtemelen benim panik halim bile onu keyiflendirmeye yetmişti. "Tarayıcıyı aç," dedi. "Herhalde bunu yapabilirsin?"
Alaycılığı ve eğlenen hali göz devirmeme sebep olurken touchpadde parmağımı hareket ettirerek tarayıcıyı açtım ve "Ee?" dedim. Bir yandan da omzumun üzerinden arkama baktım içimdeki garip his yüzünden.
Odada yalnız olduğuma kendimi ikna edince kolumu masaya yaslayıp hafifçe diz çöktüm ve bilgisayar ekranıyla yüzümü aynı hizaya getirdim. Diğer elimde telefon vardı.
"Www." dedi Kaya tane tane. Benimle üç yaşında bir çocukla konuşur gibi konuşması sinirimi bozarken ses çıkartmadan w tuşuna bastım arka arkaya. "Harikaya." dedi. Dediğini yazdım. Bağlantının devamını söylemeye devam etti. Enter tuşuna bastığımda ekrandaki yazıyı bir kez daha okudum.
Harikaya. HariKaya. Harika ve Kaya kelimelerinin birleştirilmiş hali.
Kocaman bir kahkaha atmayı ben de beklemiyordum.
"Arda'nın isim önerisiydi," diye açıkladı hızlıca. O da gülüyordu benim gibi. "Kıramadım."
Oluşturduğu web sitesine Arda'nın önerdiği ismi koymuş olmasının beni duygulandırması şu durumda yaşanacak en saçma şeydi muhtemelen ama yaşanmıştı.
"Tıkladın mı?" diye sorduğunda touchpade tekrar uzandım ve onu onayladım. Önüme açılan website oldukça sade ve sıradan bir görünüme sahipti. Beklemediğim bir anda çerezleri kabul et yazısı çıktı önüme ve ben de siteyi incelemeye devam edebilmek için evet seçeneğine bastım.
"Mavi bir buton var," dedi Kaya. Sadece elinde telefon tutuyordu, önünde bilgisayarı bile yoktu ama buna rağmen uzaktan bir hack işlemi gerçekleştiriyordu. Bu siteyi ne zaman ve hangi amaçla kurduğunu merak etmiştim. "Ona da tıkla."
Yeniden söylediğini yaptığımda bu defa ekrana erişime izin ver seçeneği çıktı. Altında herkesin okumadan geçeceği türden uzunca bir açıklama yazısı bulunuyordu. "İzin vere basıyorum?" dedim yanlış bir şey yapmaktan korkarak.
"Biraz hızlı ol," dedi. "Çok fazla şeye izin vereceksin."
Söylediği gibi oldu. Dosya sistemi erişimine izin ver, depolama alanı erişimine izin ver, takvim ve saat uygulaması erişimine izin ver, mikrofon erişimine izin ver, konum bilgisi erişimine izin ver...
Hepsine arka arkaya tıklarken bu yaptığımız iş beni giderek daha da heyecanlandırıyordu. "Ne yani?" dedim. "Bu kadar kolay mı? Bu gibi izinleri birçok uygulamaya veriyoruz."
"Bu birçok uygulama değil," dedi. "Benim uygulamam. Ayrıca kolay değil, adım Kaya." Bu defa özgüvenine göz devirmedim çünkü hem beni kurtarmış hem de büyülemişti. "İzinlerin hepsini hallettin mi?" diye sordu en son.
"Evet," dedim. Bütün erişimleri onayladığımda ekrana klasik bir fontla 'teşekkürler ve iyi günler :)' yazısı geldi. Bu beni daha da çok güldürdü.
Kaya aramızda en soğuk olanımız gibi görünse de kurduğu siteye bile Analizcilerden parçalar ekleyecek kadar onları seviyordu. "Çok eğlenceli," dedim istemsizce. "Şimdi ne yapıyorum?"
"Sayfayı kaydır, altta birkaç tane link göreceksin." Mavi linkler gözüme çarptı söylediği gibi. "Sıra sıra tıkla hepsine," dediğinde birkaç tık tuşumla bu bilgisayara kaç tane virüs yüklediğimi düşündüm. Pek anlamadığım için yazılım dünyası bana sihir gibi geliyordu. "Hiçbirini atlama," dedi. "Dikkat et."
Tek tek tüm linkleri açtım ve sonra kapattım. Sonuncusuna bastığımda siyah bir kod ekranı belirdi sayfada. Kaya ezbere birkaç harf ve birkaç sayıdan oluşan uzun bir kod verdi bana. Hızlıca yazdığımda siyah ekranda kocaman bir gülümseme işareti daha belirdi. Ardından başka bir yazı takip etti onu.
'Hafife alma, hack vurur insana.'
Gülme krizine girmemek elimde değildi.
"İndirme butonu aktif hale geldi mi?" diye sordu. Sayfayı açtığımda gri olan kısım kırmızıya dönmüştü. Üzerine tıkladım. Ne yaptığımı asla anlamıyordum ama Kaya'nın kattığı küçük detaylar beni devamlı olarak güldürüyordu. Yükleme çubuğu dolduğunda yanında bir orta parmak emojisi belirmişti.
"Manyak," dedim gülmeyi kesmeden. O benim neye güldüğümü gayet iyi biliyordu. Zevkten dört köşeydi. Bu işleri yapmaya bayıldığına ilk kez bu denli şahit oluyordum. "Yapmam gereken bir şey kaldı mı?"
"Sekmeleri geçmişten sil," dedi sadece. Bu kadar kolaydı. Birkaç dakikada kim bilir kaç tane zararlı yazılım yüklemiştim bu bilgisayara. "Ekrana inmiş olan YAHİK isimli bir dosya olması lazım, onu da sil."
Bunun da bir anlamı olması gerektiğini düşündüm. Sanki bir şeyin kısaltması gibiydi. "Bu da mı bizimkilerle ilgili?" diye sordum gülümseyerek dosyayı silerken.
"Yok," dedi Kaya. "O, kaybettiklerimin baş harfleri."
Yetimhanedeki çocuklar...
Kaya'nın hiçbir zaman onları unutmaması, kalbimi hem çok kırdı hem de sardı kanayan yerleri. Yıllar öncesinin gazete küpürlerine karışıp kaybolan o isimleri hâlâ içinde yaşatan biri vardı.
"Tamam mıdır?" diye sordum yutkunduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi.
"Tamamdır," dedi o da istifini bozmadan. "Aramayı yaptığın telefondan numaramı silmeyi unutma. Bir şey olacağından değil de, önlem önlemdir."
"Teşekkür ederim." Kaya'ya daha önce hiç teşekkür edip etmediğimi düşündüm. Onunla iletişimimiz genellikle birbirimize sataşarak ilerlediğinden böyle anları pek sık yaşamıyorduk. "Kapatıyorum."
"Dikkat et."
Ve telefonu kapattım. Numarasını son arananlardan sildikten sonra telefonu masanın üzerine bıraktım. Bacaklarım uzun süredir bu elbisenin içinde, bu şekilde eğilmiş duruyor olmaktan dolayı kasılmıştı. Dizlerimin arkası acıyordu. Ellerimden birini dizimin arkasına bastırıp hafifçe ovalamaya başladım.
Bu sırada kapıdan bir ses geldiğini duydum ve verdiğim ilk refleks, bilgisayar ekranını hızlıca kapatıp siyah çantayı da aynı bulduğum şekilde üzerine koymak oldu.
Başımı geriye çeviremeden, topuklu ayakkabıların üzerinde bile dikilemeden önce sert bir cisim, kafamın arkasına indi ve sonra her şey karanlığa gömüldü.
🌠🌠🌠
Gözlerimi araladığımda kaç dakika, kaç saniye geçmişti bunu bilmiyordum ama yaşananları gayet iyi biliyordum. Başımın arkası dayanılmaz bir sancıyla sızlarken gözlerimi sıkıca yumup açtım. Dağınık yatağın üzerindeydim ve ellerim arkamda plastik bir kelepçeyle sabitlenmişti. Ayaklarım bağlı değildi. Ses çıkarıp dikkat çekmek istemedim ve sırtı bana dönük olan adam gözlerimi araladığımın farkına varmadı henüz.
Hızlıca masanın üzerindeki bilgisayara çevirdim bakışlarımı. Bulduğum şekilde bırakmıştım, ona dokunduğumu belki ayaktaki adam biliyordu ama bir başkası anlayamazdı. Yerde duran, bu halimin sorumlusu olan şeye değdi gözlerim sonra.
Balkonun önündeki ahşap sandalye, sırtımda parçalanmıştı.
Gözlerim çektiğim acı yüzünden dolmak üzereydi ama daha da beteri, benim biri tarafından alıkonulmuş şekilde gözlerimi açmamdı. Bu ilk değildi. Bu, öldürtücü bir şekilde kanıma anıların enjekte olmasına sebep olan bir zehirdi benim için.
Soluklarımın sıklığı değişmesin, korkudan nefesim hızlanmasın diye çaba sarf ettim. Ayağa kalkabilirdim, o adamın sırtı bana dönükken ellerim bağlı olmasına rağmen onu haşat edebilirdim. Bunu yapabilecek güçteydim ama zihnimdeki o iğrenç günün gölgesi, elimi bağlayan kelepçeden daha fazla kısıtlıyordu hareketlerimi.
Donup kalmıştım.
Gözlerim cayır cayır yanıyordu.
Mantıklı düşünebilmem gerekiyordu çünkü bir krize girersem bu diğer krizlerim gibi olmayacaktı. Bu, o anı tekrar yaşamaktı. Bileğimdeki plastik kelepçe, hafızamdan bir türlü çıkmayan o günün her saniyesini aklımın içinde yeniden oynatmaya başlamam için beni zorlayan bir tuş görevi görüyordu.
Gözlerimi kapatıp yutkunmayı denedim. Sırtı bana dönük, gri gömlekli adam benim boylarımda görünen, sarışın biriydi. Onu yukarıda gördüğümü hatırlamıyordum. Muhtemelen ilk görüşümdü. Bacaklarında ona fazla bol gelen siyah bir kot vardı. Üzerindeki gömlek de bol olduğundan vücudunun yapılı olup olmadığını anlayamıyordum. Ama tahmin edecek olsaydım onun çelimsiz olduğunu söylerdim.
Derin bir nefes alırken göğüs kafesimin içi, 7 Şubat'ın döktüğü benzinle aleve verildi. Kolaylıkla sıyrılabileceğim bir durumdayken nefes alamamama sebep olan travmam yüzünden hâlâ hiç hareket etmemiştim.
Sanki bir şey yapmaya çalışsaydım buradan kopup o günün içine savrulacak, o zamanlar henüz hiçbir iz bulunmayan bedenimde bir bıçak yarası daha açılacaktı. Sonra o iğrenç eller...
Bir kez daha yutkunmayı denedim ve başımı arkamdaki yatak başlığına yasladım.
Nefes almanın bile benim için mümkün olmadığı dakikaların içindeyken hiç tanımadığım bir adamla bir odada yalnız kalmanın verdiği rahatsızlık hissi, akciğerlerimin tamamen sönmesine neden oluyordu sanki. Olabilecekleri biliyordum, olabilecekleri yaşamıştım, ben bu anı daha önce yaşamıştım.
Sadece bir saniye için zihnim bana her şeyi daha da beter edecek bir oyun oynamaya karar verdi ve sarışın adamın yerinde simsiyah saçlı, ona göre daha uzun olan birisini gördüm.
Kalan son irademi avazım çıktığı kadar çığlık atmamak için kullandım. Düşünmeliydim. Sakin olmalı ve düşünmeliydim. Korkulacak bir şey yoktu. Halledebilirdim. O günkü gibi değildi hiçbir şey.
En başta sen, dedi Mete. Sen o günkü gibi değilsin Yağmur. Daha güçlüsün artık.
Sadece iki karış uzağımda olan çantam görüş açıma girdiğinde küçücük bir ışık yandı tüm anıları gölgede bırakacak şekilde. Barbaros'un garson kızdan çaldığı çakıyı hatırladım, Ros'un bileğini kavrayıp o çakıyı almış ve çantama atmıştım.
Artık tutunacak bir şeyim vardı.
Hızlı bir hareketle sırtımı çantama doğru döndüm ve zincirini parmaklarımla kavrayıp onu bana doğru çektim. Sırtımla yatak başlığı arasına sıkıştı çanta. Bunu yaparken çıkardığım ses yüzündense gri gömlekli sarışın, ayıldığımı anlamış oldu.
"Selam kızıl," dediği an dişlerini göstererek gülümsedi ve o bayık gözlerde karşımdaki adamın bilincinin kaymaya ne kadar müsait olduğunu gördüm. Bir maddenin etkisinde gibi duruyordu, sanki ne yaptığını bile bilmiyordu ve dakikalardır ayakta bomboş bakışlarla duvarı izliyordu.
Bilinci bulanık bir adamın kapıyı açıp, bu odaya girip, üç saniyeden bile az bir sürede sırtımda sandalye parçalayacak bir tepki verebilmesi nasıl mümkün olabilirdi? Ayrıca bu odaya giriş için kartı olmalıydı. Neden Hermes'in oda kartı bu keşin eline geçmişti?
Onun korumalarından veya piramittekilerden biri olduğunu düşündüm. Madde etkisinde olmasına rağmen bu kadar hızlı bir şekilde bana tepki verebiliyorsa belli eğitimler almış olması bile olasıydı.
Yüzündeki yara izi sol gözünden başlayıp dudağının kenarına dek iniyordu. Sağ gözünün altındaysa bir eşittir işareti dövmesi vardı. Bana doğru, bir avcının avına yaklaşır gibi sinsi sinsi sokulmasıyla kaçacak yerim varmış gibi kendimi geriye doğru çekmeye çalıştım.
İleriye uzanan bacaklarımın üzerine baskı kurarak oturduğunda dudaklarımı içten içe dişleyerek ona tatmin olacağı bir korkuyu yansıtmamaya çalışıyordum. Bir yandan da kelepçeli elimin parmakları, çantamın fermuarından içeri sızıyordu bu esnada.
Sakin ol, dedi Mete. Sakin ol Yağmur. Unut o günü. Bu heriften kurtulman en fazla bir dakika sürecek kızım, yeter ki titremesin ellerin.
"Görmeyi beklediğim başka bir kızıldı," dedi adam, yüzünü yüzüme doğru yaklaştırarak. Eğlenir görünüyordu. Ros'u kastettiğini anlamıştım. "Patron bana arada bir odasında çalınan bir şey olup olmadığını kontrol etmemi söylemişti. Yan odasında bir hırsız olduğunu düşünüyormuş, ne paranoyakça ama!"
Hermes, Ros için bu önlemi almıştı. Bir hırsızı yan odasına kendisi koymuşken herhangi bir önlem almaması zaten aptallık olurdu. Kimsenin benim buraya geleceğimden haberi yoktu ama kıskıvrak yakalanmıştım işte.
"Adın ne?" dedi. Tahmin ettiğimin aksine çelimsiz biri değildi, ağırlığı yüzünden bacaklarımı asla hareket ettiremiyordum. Tamamen devre dışı kalmışlardı. Onun altında lacivert, ip askılı bir elbiseyle yarı uzanıyor oluşum ve onun bana niyetini açıkça belli ederek bakması üzerine mideme ardı arkasına kramplar girdi.
Sadece kusmak istedim.
Elim önce soğuk bir metale çarptı, M harfi kazılı künyeye. Onu es geçen parmaklarım, çakının soğuk yüzeyini kavradığında aynı boş bakışlarla sarışının yüzüne bakıyor, dudaklarımı aralayıp tek bir cevap bile vermiyordum.
"Kafam çok güzel," dedi sarışın, bir elini çeneme koyarak. Yüzümü buruşturmamaya çalıştım. "Damardan alıyorum, sağlam mal. Uçuruyor insanı." Çenemdeki eli boynuma doğru kaydı ve bu tüm bedenimin titremesine neden oldu. Onu üstümden atmak isteyerek hareket etmeyi denedim fakat baskısı öyle kuvvetliydi ki yatağa sanki bir zincirle bağlıymışım gibi hissediyordum.
Gözlerim daha şiddetli yanarken içimden devamlı olarak sakinleştirmeye çalışıyordum kendimi. Eğer yanlış bir hamlede bulunmazsam Mete'nin de söylediği gibi, en fazla bir dakika sürecekti kurtulmam. "Sen de insanı fena uçurursun," dediği an midem daha şiddetli bulanmaya başladı. Belki de tek bir kelime bile etmeyişimin sebebi konuşursam sesimin titreyeceğini bilmemdi. "Acaba..." Elbisemin askısını kavrarken burnunu burnuma sürttü. "Seni Hermes için paketlemeden önce bir tadına mı baksaydım?"
Kasılan bedenim, dudaklarını boynuma yaslamasıyla taş kesildi. Sabret, diye sayıklıyordu içimdeki tüm sesler. Parmaklarımın arasındaki çakıyı bileklerimdeki kelepçeye sürtmeye başladım. Adamın dağılan dikkati, işimi kolaylaştırıyordu. Boynumda dişlerini hissettiğimde onu saniyeler sonra öldürebileceğimi düşünerek soğukkanlılığımı korumaya çalışıyordum.
Düşündüğümden daha uzun sürdü. Teslim olmuş gibi tepinmeden, hareketsiz bir şekilde altında uzanmama bile tepki veremeyecek kadar meşguldü boynumla. Bu iğrençti. Ciğerlerim yanıyordu. Ellerim, kelepçeyi kesmeye çalışırken birkaç defa kendimi yaralamam sonucu kanıyor olmalıydı ama tek bir tepki bile vermedim.
"Neden hiç ses çıkarmıyorsun?" diyerek gözlerime çevirdi gözlerini. "İtiraz yok ama kabul de yok... Niyetin ne güzellik, bir çeşit fantezi mi bu?"
Bileklerimdeki bir kısmını aşırttığım kelepçe, kollarımı iki yana doğru sertçe çekmemle koptu ve kanayan ellerimin arasına aldığım çakıyı bir saniye bile düşünmeden omzuna sapladım. Acıyla bağırdığında, daha da bağırmasına sebep olacak şekilde bastırdım çakının ucunu ve hatta döndürerek ilerlettim yaranın içinde.
"Evet," dedim sesimden nefret akarken. Acıdan dolayı savunmasız kalan adamı tek bir hamlemle yatağın üzerimden atmayı başardım. "Bir çeşit fantezi bu." Çakıyı derisini yararak omzundan çektiğimde sol elinin avucunu kanı durdurmak isteyerek sağ omzuna bastırdı. Acıdan kayan gözleri, saniyeler içinde neye uğradığının şaşkınlığını da taşıyarak bana saplandı. Bana doğru bir hamlede bulunmak istediğinde elimdeki çakıyı bu defa bacağına sapladım refleksle.
Tamamen yığılma aşamasına gelen adamın kanı, üstünde bulunduğumuz beyaz yorganı boyamaya başlarken acı dolu bir inilti firar etti boğazından. "Amına koyayım senin!" Haykırışı, yüzünü buruşturmasıyla son buldu. "Çok fena elimde kalacaksın, orospu seni."
Kanım damarlarımı yakarak akıyordu. Son on dakika içinde yaşananların gerçekliğini bile idrak edemiyordum. Az önce üzerimdeydi, beni taciz ediyordu ve ellerim bağlıydı. Şimdiyse kanayarak uzanıyor, bayılmak üzere olduğu her halinden belli oluyordu. Savurduğu küfürler beni çileden çıkacağım şekilde öfkelendirirken gözlerinin içine bakarak çakının keskin ucunu, bacağında ileriye doğru ittirdim.
"Seni Hermes için paketlemeden önce tadına baktım sadece," dedim gözlerim gözlerine alevler akıtırken. Acıdan kıvranıyordu, canı çok tatlı olmalıydı. Karşı koyacak gücü bile bulamamıştı kendinde. Kaybettiği kanın yanı sıra, kan görmek de onu etkiliyor gibi görünüyordu çünkü ilk hamlemde bile put kesilip doğru düzgün bir karşılık verememişti bana.
Eğer gözleri o an kayarak kapanmasaydı benim bir sonraki hamlem bacağındaki çakıyı çıkarıp doğrudan kalbine saplamak olacaktı, bunu biliyordum. Onu öldürme arzusuyla parmaklarım karıncalanıyor, geçmişimin külleri odanın her bir köşesinde uçuşup duruyordu.
Ayağa kalkmak, çantamı takmak ve buradan bir an evvel gitmek istedim ama topuklarımın üzerinde dikilmeye çalıştığımda bacaklarımın titremesi hesapta yoktu.
Az önce üzerime oturmuş, beni kafeslemiş, ben doğru düzgün hareket edemezken dudaklarını boynuma bastırmıştı.
Bir kez daha bu sahne kafamın içinde dönmeye başladığında bulunduğum oda da dönmeye başladı sanki.
Elimi boynumdaki ıslaklığa götürürken ayaklarımın üzerinde daha fazla duramadım ve öylece yatağın kenarına çöktüm. Çökmedim, düştüm.
Düşmedim, öldüm. Ben o an bilmem kaçıncı kez can verdim. Bir ölünün toprağa karıştığı gibi, bu odada çürümek isteyerek, bir leşten farksız hissederek sırtımı yatağın kenarına yasladım ve son nefesimi vermeyi beklemeye başladım.
On yedi saat süren bir bekleyişti ilki. Bu seferki ne kadar sürmüştü fikrim yoktu. Dizlerimin üzerinde, avuçlarımın içi kanarken kollarımı bedenimin iki yanına bırakıp öylece durdum. Gözlerim tek bir noktaya odaklanmış, o noktada bir ayna olmamasına rağmen yansımamı görür gibi olmuştum.
Sesler duydum. İçimdeki yaşamak isteyen küçük taraf, kendimi diri diri gömdüğüm toprağın altında, son bir çabayla tabutu tekmeliyordu sanki. Hayır, gerçek bir sesti bu. Biri, içinde bulunduğum odanın kapısını kırarcasına tekmeliyordu.
"13!" diye bağırıldığını idrak ettim o an. Mila, Asya veya Yağmur denilse tepki verir miydim bilmiyordum ama ruhunu kaybetmiş bedenim, bu sese tepki verdi ve başımı kapalı olan kapıya doğru çevirdim. "Orada mısın? Gitmemiz gerekiyor."
Komutla çalışan bir robot gibi ayağa kalktım. Önce yatakta uzanan bedene, sonra kırık ahşap sandalye parçalarına ve en son da ellerimdeki kana baktım.
Sırtım da başımın arkası da avuçlarım da acımıyordu. Şu an içimde acı da dahil tek bir hisse bile yer yoktu.
Ruhumu o yorganın üzerinde bırakmıştım sanki. Elimi bir kez daha boynuma götürdüm ve gözlerim kapının üzerinden ayrılmazken yatakta kanlar içinde uzanan baygın herifin ısırdığı noktayı silersem geçecekmiş gibi bastırdım parmaklarımı oraya.
"13!" dedi korku dolu bir ses ve kapı daha şiddetli şekilde tekmelenmeye başladı. "Yukarısı karıştı. Gitmemiz gerekiyor. Aç kapıyı. Benim!" Kapıya doğru acele etmeden ilerledim. Adım atıyor olmam bile bir mucize olabilirdi. Yanan gözlerimden inatla yaş akmıyordu ama Görkem, neredeyse ağlar tonda konuşmaya başladı bu defa. "İyi misin? Açamıyorum kapıyı. Delireceğim! Bir şey olmamış olsun sana."
Elimi kapı koluna uzattığımda kanım oraya da bulaştı. Bunu önemsemeden kolu kavrayıp aşağı doğru çektim ve muhtemelen Görkem'in rahat bir nefes almasına neden oldum. Ben nefes alıp almadığımı bilmiyordum. Bir kâbusun içinde olmadığımın tek kanıtı kanın kokusunu bu kadar net algılayabiliyor oluşumdu. Kan kokuyordum. Hep kan kokuyordum.
Telaşlı gözleri benimkilere çarptığında bakışlarım, onun kaşlarının çatılmasına sebep oldu. "Bi-bizi arıyorlardır." Görkem Duman, karşımda kekeledi. Bana doğru bir adım attığında bir adım geri çekildim ve bununla birlikte, kaşları iyice çatıldı. "Ne oluyor?" diye sorarken gözleri, ellerime çevrildi ve yere damlayan kanı gördüğünde panikle yüzüme uzattı elini.
"Yaralandın mı?" dedi yanağımı kavrayarak. Dakikalardır kendime bile dokunmamıştım ama onun bana dokunmasına izin verdim. "Sikeyim," dedi. "Ne oldu? Yaralı mısın? Konuş benimle."
Ellerimi kavrayıp avuçlarımı yüzüne doğru yaklaştırdı. Yaraların yerlerini bilmiyordum. Kanayan parmaklarım mıydı, bileklerim miydi yoksa avucumun içini mi kesmiştim bilmiyordum. Tek bildiğim iki avucumun da kana bulanmış olmasıydı.
Görkem buraya hangi amaçla geldiyse, hangi amaçla geldiysek hepsini o an bir kenara fırlattı. Bunu gözlerinde gördüm. Tepkilerden arındırılmış bir şekilde, bir şokun en derininde karşısında dikilmeye devam ettiğimde bana bir adım daha yaklaştı. Dolan gözleri, korkuyla dolaştı üzerimde ve başını hızlıca eğip iki avucumun içine de birer öpücük bıraktı.
"Ne oldu?" diye sordu titreyen bir sesle gözlerimin içine bakarak. Elimdeki kan, ellerine bulaştı. "Yalvarırım söyle bana." Bir astım krizinin içine girmiş de nefes alamıyor gibiydi.
"Beni," dediğimde çıkan ses bana ait değildi sanki. "Buradan götür."
Gözleri sadece bir saniyeliğine benden ayrılıp odanın içine kaydı, yatakta uzanan baygın adamı gördü ve gözlerine öyle bir öfke oturdu ki, bu öfke beni korkuttu. İçimde beliren ilk his korku oldu.
Gözleri yeniden üzerime döndüğünde o bakışlarda kirlendiğimi görürüm diye korktum. Bana bir leş kargasına bakar gibi iğrenerek ya da aksine, kaldırımda ölü bir kuş görmüş gibi acıyarak bakar diye korktum.
"Sana elini sürdü mü?" İçinden taşmak üzere olan öfkesine rağmen yumuşak bir tonda çıktı sesi. Dolu gözleriyle, bomboş bakan gözlerimin içine, ona hayır cevabını vermem için umutla baktı. Her şeyi siktir etti ve "Yağmur," dedi iki eliyle birden yüzümü kavrayarak. "Sana dokundu mu?"
Kalbim kasıldı. Ellerini ittirmemi beklerdim kendimden çünkü bu anda kimsenin bana temas etmesini istemeyeceğimi düşünüyordum ama bedenim benim aksime, iki elimi de tutunur gibi bileklerine sararak tepki verdi ona. Avuçları iki yanağımı sımsıkı kavramıştı ve ben de onun bileklerine sarılıyordum. Dudaklarım titremeye başladı. "Yalvarırım," dedim ve sınırlı yalvarışlarımın arasına bir yenisini ekledim. "Beni buradan götür."
Yanağımdan çektiği eli yumruk olarak düştü bedeninin yanına. Sıktığı yumruğu duvara geçirmek istedi ama bundan korkmamdan çekindi sanki. Derin bir nefes almaya çalıştı. O nefes ciğerlerine ulaşmadı. "Gidelim," dedi. İçeri adımladı hızlıca, çantamı aldı ve saniyeler içinde dönüp büyük avucunun içine kaydırdı elimi. "Gitmemiz gerek." Kontrol parmaklarının arasından kayıp gitmek üzere gibi duruyordu. Kendini son bir umutla ana bağlamaya çalışıyordu.
"Özür dilerim," dedi arkamızdan kapıyı kapatırken. "Özür dilerim. İyiliğin için uğraşıyordum. Yemin ederim sana bir şey olmasın diye yukarıdaydım. Burada olmadığım için çok özür dilerim. Seni evimize götüreceğim. Sikeyim ki özür dilerim."
O özür diledikçe ben kurtarılmayı bir an olsun beklemediğimi fark ettim. Varlığı bile aklıma gelmemişti. Bu defa onun gerçekten hiçbir suçu yoktu. Olması gereken yer yukarısıydı, olmam gereken yer burasıydı. Her şey doğru ilerlemişti. Eğer o sandalye üzerime inmeden hareket edebilseydim, daha hızlı olsaydım bunların hiçbiri olmayacaktı.
Parmaklarımı koluna sardığımda yangın merdivenlerinin başındaydık. Gözlerim kararıyor, mide bulantım her saniye giderek artıyordu. Tırnaklarım Görkem'in koluna saplanmak üzereydi. Öyle fazla sıkıyordum dokunduğum yeri.
"Seni kucağıma alabilir miyim?" diye sordu çaresizce. "Buradan kurtaracağım bizi. Tek bir şey daha olmayacak, tamam mı? Geçti her şey."
Etraftaki seslere ilk kez o zaman kulak verdim. Bağırış çağırışlar, koşturan adımlar belki... Bir iki çığlık, birkaç anlam veremediğim patırtı. Tüm bu kaosun içinde donup kalan ben ve gözlerime benden daha çok ölmek ister gibi bakan Görkem.
Başımı salladım. Onu daha fazla korkutmak ya da burada son nefesini benimle vermesini istemiyordum. Bensiz gitmeyeceğini de bildiğimden ona ayak uydurmak için zorladım kendimi. Elini çıplak sırtıma yasladı. Diğer kolu bacaklarımın etrafına sarıldı ve etten yapılma bir kuklayı taşır gibi kucağına aldı bedenimi.
Hafifçe hareket etmemi sağlayıp beni sımsıkı kavradı ve göğsüne doğru çekti. Temasının bana rahatsızlık vermesi şöyle dursun, başımı göğsüne yasladım sanki kucağında olmam bile yetersizmiş gibi.
Sertçe yutkunduğunu gördüm. Başını eğip alnıma bastırdı dudaklarını ve sonra tüm o basamakları olağanüstü bir dikkatle inmeye başladı hızlı hızlı.
Gözlerimi kapatıp kulağımı kalbine yaklaştırdım. Benimki atmıyor gibi hissediyordum o ana dek ama onun ritmini duyunca, benim kalbimin de atmaya devam ettiğine ikna oldum.
Buraya girdiğimiz kapıdan dışarı çıkmadı. Yangın merdivenlerinin içinde personel tabelalı bir kapı vardı, oradan çıktığımızda iki kat kadar yüksekte olmalıydık yerden. Merdivenler binanın dışından bir sarmal çizerek aşağı inmeye devam ediyordu. Arka tarafta çöp konteynerleri görüyordum. Görkem ne yaptığını bilen adımlarla aşağı inmeye devam etti fakat merdivenlerde bizim dışımızda bir ses duydum. Aşağıdan geliyordu.
Gözlerini bana çevirdi, ona nasıl baktığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu ama çenesini sıktı ve beni kendinden bir üst basamağa, ayaklarımın üzerine bıraktı. Parmaklarımla demir parmaklığı kavrarken sadece durup bekledim.
Üç büyük adımda bir kat merdiveni aşarak aşağı indi ve sonra görebildiğim kadarıyla iri yarı bir adamı tekme atarak aşağı ittirdi. Ayaklarıma hareket komutunu o an verebildim. Adam silahlı olabilirdi, Görkem'e zarar verebilirdi, belki şu an onu etkisiz hale getirecek güce sahip değildim ama en azından kendimi Görkem'e siper edecek kadar hareket edebileceğimi düşünüyordum o basamakları inerken.
Görkem kafasını kaldırıp bana baktı adım seslerimi duyunca, ardından ayaklarının dibinde uzanan adamın suratına bir yumruk geçirip başının sola düşmesine neden oldu. Adam yangın merdivenlerinin sonunda yığılmış haldeydi.
Önümdeki az sayıda basamağı da indiğimde gökyüzü bile kararmıştı sanki. Çevremdeki tüm ışıklar yanıp sönüyor gibi hissediyordum, tek sorun bir ışığın bile olmayışıydı.
"Oğlum Ros," diye mırıldandı Görkem elimi kavrayıp beni merdivenlerin sonundaki kaldırıma çektiğinde. Karşısındaki eski model, çalıntı olduğu her halinden belli olan bej renkli aracın üzerindeydi gözleri. "Aferin lan sana." Tebrik eder gibi değil, şükreder gibiydi. Elimi yeniden sımsıkı kavradı ve bizi o araca doğru ilerletmeye başladı.
Bu sırada bizim çıktığımız kapıdan aşağı doğru koşturan dört kişi gördüm. İkisi silahlıydı. Gözlükleri vardı hepsinin ve namluların ucunda da biz vardık.
Eğer bana izin verseydi onun arkasına geçecektim ama beni ezbere biliyor gibi, kolumdan hızlıca çekip sırtımı göğsüne yaslamama sebep oldu ve bana siper etti kendini. Koşarak arabaya doğru ilerlerken bulunduğumuz sokağa kurşun yağmaya başladı yangın merdivenlerinin parmaklıklarının arasından.
Cebinden bir anahtar çıkarıp düğmeye bastı ve yolcu koltuğunun kapısını açtı hızlıca. Hâlâ bir adım kadar gerimdeydi. Şoför koltuğuna koşmuyordu, beni içeri oturtana dek oradan çekilmedi.
Kapıyı kapattığında kurşunların isabet ettiği yerleri görebilecek bir açıdaydım. Sokak ortasında, öylece ortalık yerde kalmıştı Görkem. Omzunu dönüp o adamların yüzünü aklına kazımak ister gibi sadece beş saniye kadar yangın merdivenine baktı, ardından arabanın arkasından olacak şekilde bir tur attı ve şoför koltuğunun kapısını açtı.
Anahtarı çevirip gaza yüklendiğinde iki elimi de koltuğa bastırmış, olduğum yere tutunmaya çalışmıştım. Arabanın tekerlekleri ses çıkararak harekete geçti. Görkem direksiyonu sımsıkı tutan parmaklarıyla hızlıca sağa doğru kırdı ve savrularak otoparkın önünden geçtik hızla.
Peşimize birilerinin takılma ihtimalinin farkındaydı. Gaza daha fazla yüklendi ve bu arabanın çıkabileceği en yüksek hıza çıktı. Direksiyondaki parmakları titriyordu, alnında ter damlaları vardı. Bana bakmak istiyordu ama bakamıyordu, baksa mahvolurdu bunu biliyordu.
Başımı geriye atıp gözlerimi kapattım. Akıttığım kanı düşündüm. Acıyla bağırışını, o sarışına hak ettiğini yaşattığım o anı düşündüm. Bunun beni biraz da olsa rahatlatması gerekiyordu. Bacaklarımın bu denli titremesini durdurması gerekiyordu.
Son sürat uzaklaşıyorduk. Geride kalmalıydı yaşananlar. Geride bırakmalıydım yoksa aynı 7 Şubat gibi ömrümün sonuna kadar benimle bir leke olarak gelecekti bugün de. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Midem yanıyordu, içinde asit dolaşıyor gibiydi ve o asit sadece midemi değil, gözlerimi, ellerimi, akciğerlerimi bile yakıyordu.
Nefes almam gerektiğini hatırlattı Mete. Beni o gün o odanın içinden kucaklayıp çıkaran kişi Mete'ydi, bugünse Görkem üstlenmişti aynı görevi. Fakat iki gün arasındaki farklar oldukça büyüktü. En önemlisi, bugün üzerimde kıyafetlerim vardı. Görkem Mete'nin aksine çırılçıplak bedenimi ceketiyle sarmak zorunda kalmamıştı.
"Geçti," dediğini duydum ama gözleri bana dönmedi, dönemedi. "Gidiyoruz, bir şey yok. Geçti, tamam mı? İyisin."
"Yaralandın mı?" diye sordum kaybolmaya yüz tutmuş sesimle. "O kurşunlardan biri sana isabet etmedi değil mi?"
Arabayı otoyola çıkardığında bir aracın ilk defa bu kadar deli kullanıldığına şahit oluyordum. Devamlı savruluyorduk ve muhtemelen hız sınırlarını zorluyorduk. Başımı takip ediliyor muyuz diye arka tarafa çevirdim, yeniden önüme döndüğümde Görkem'in gözleri, benimkilere saplanmıştı. "Ben iyiyim," dedi bunu sormam onu şaşırtırken. Onun iyiliğinin her zaman benimkinden önce geleceğini söylerken ciddi olmadığımı mı sanıyordu? En önemli şey oydu.
Fazla aracın olmadığı otoyolda son sürat ilerlemeye devam ederken bana çevrilen gözleri bende kalmaya devam etti. Yola bakmıyordu. Ani bir frenle yolun kenarında durduğumuzda neredeyse ön cama çarpacaktım başımı. Bedenini mümkün olduğunca bana çevirdi ve eli, çenemi kavrayıp hafifçe yukarı kaldırdı.
"Boynun..." dedi, sustu. Dişlerini sıktı, gözlerini yumdu ve yeniden açtı. Ağlamamak için kendimi sıktığım yüzümdeki her noktadan belli oluyordu. O bana böyle bakınca benim dudaklarım daha çok titredi. Yutkunmaya çalışıp başımı eğdim. Tek bir cümlesi, bana biraz daha bu şekilde bakması beni saatlerce aralıksız ağlatabilirdi. Bunu anlamasını istedim.
Çenem de titremeye başlayınca Görkem, baş parmağıyla çenemi okşadı yavaşça. Beyaz tenliydim ve tenim en ufak bir dokunuşta bile kızarırdı. Bu yüzden gözlerinin saplanıp kaldığı boynumda bir morluk olduğunu düşündüm. O herif, oraya bir iz bırakmış olmalıydı.
"O mu yaptı?" diye sordu emin olmak isteyerek. Gözlerine yerleşen ifade tüyler ürperten cinsteydi. O gözlerde o sarışının ölüm fermanı asılıydı. "Yağmur, ağlama gözünü seveyim. Söyle bana. De ki, o yaptı, o bu hale getirdi beni. Bir kez bunu duyayım senden, kırayım direksiyonu, basayım o oteli, taş üstünde taş bırakmayayım."
Bunu gerçekten yapacak kadar kafayı yemiş haldeydi. "Saçmalama," demeye çalıştım ve yüzümdeki temasına engel oldum. "Uzaklaşmamız lazım bizim. Sür şu arabayı."
"Sana dokunan o piçin parmaklarını tek tek koparıp ona yedirmez miyim sanıyorsun?"
"Gitmemiz lazım." Son bir çabaydı bu gözyaşlarım akmaya başlamasın diye. "Ben, benden istediğini yaptım. Yaptım Görkem. Başardım. O bilgisayara eriştik biz Kaya'yla." Bir hıçkırık firar etti dudaklarımdan. "Üstesinden geldim. Geldim, değil mi? Hallettik biz görevimizi. Batırmadım ben."
"Sikeyim görevi!" Gözlerinden ateş çıkıyordu. "Bak," dedi. "Bak, nefes alan tek bir insan bırakıyor muyum arkamızda?" Motoru yeniden çalıştırdığında geri dönmek üzere olduğunu anladım. "İzle şimdi, nasıl bir enkaza çeviriyorum orasını. Kaç kişinin mezarı yapıyorum o binayı."
"Beni eve götür," dedim. Demedim, bağırdım. Sesim sitemle yükseldi. "Beni, eve götür!"
Önce duşa girmek, temiz hissetmek istiyordum. Duştan çıkmasam da olurdu, orada canımı versem de olurdu. Bir an evvel üzerimdeki izleri silmem lazımdı. Kan olmuştu üstüm başım. Arınmam gerekiyordu bu kokudan benim.
"Boş verdim," dedi benimle olabilecek en sakin tonda konuşurken. "Senin için görevi boş verdim. Birbirine kattım ortalığı. Hermes'e yumruk attım." Sıraladığı cümlelerin arasında derin nefesler alıyor, ona inanayım istiyordu. "Sana yemin ederim, sen istersen söylediklerimin hepsini yaparım. Yemin ederim yakarım orayı."
"Anlamıyor musun beni? Dönmek istemiyorum. Durmak istemiyorum. Konuşmanı da istemiyorum."
Ölmek istiyor sadece ama bunu sana söylemeyecek Görkem.
Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı cama çevirdim ve o da üzerime tek bir kelime bile etmeden yeniden arabayı çalıştırıp ilerlemeye başladı.
Oradan buraya nasıl geldiğimizi, bu eve nasıl girdiğimi pek hatırlamıyordum. Yolun geri kalanı öyle ya da böyle bir şekilde bitmişti işte.
Arabadan inip titreyen bacaklarımı hareket ettirmeye çalışırken düşmemek için kendimi çok fazla zorladım. Zaten ağrıyan topuklarım basıncın etkisiyle daha da sızlarken Görkem'in anahtarıyla açtığı kapıdan geçtim.
Elimi duvara yaslayıp nefes almaya devam etmeye çalıştım. Görkem'in yüzüme baktığını hissediyordum ama ona daha fazla bakmaya cesaretim yoktu hiç. Kendimi gizlemek, kendimi gömmek, bir daha açığa hiç çıkmamak istiyordum.
Hareketsizliğim uzayınca Görkem bir dizini kırarak önümde eğildi. Elleri bana uzandığında elimde olmadan geriye doğru gittim. Bu, onun iyice dilinin tutulmasına sebep olurken kafasını kaldırıp benimle göz göze gelmeye çalıştı. İnat ettiği için mecburen ona bakmak zorunda kaldım.
"İzin verirsen," dedi ve tekrar elini uzattığında parmakları ayakkabımın kayışını kavramıştı. Bana değmemek için bir bomba imhacının sahip olacağı türden ince işçilikle tokayı çekti ve ayak bileğime bağlı olan bandı gevşetip ayakkabımı çıkardı yavaşça.
Çıplak ayağımı yere bastırdığımda sanki kendime üçüncü bir göz gibi bakıyordum ve gördüğüm tek şey tüm unutmak istedikleri ısıtılıp önüne koyulmuş bir kadındı.
Diğer ayakkabım için de aynı şeyi yaptı Görkem tek kelime etmeden. Ayağa yeniden kalktığında ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilememenin çaresizliği bulaşmıştı gözlerine.
Sesimizi duyan Analizciler birer birer salondan çıkıp holde belirdiler. Eylül de buradaydı, morali bozuk duruyordu. Kaya keyifli, Can düşünceli ve Arda da üzgündü ilk çıktıklarında ama beni gördükleri an, hepsinin yüzüne benzer endişe ifadeleri yerleşti.
"Ne oldu?" diyerek bana yaklaşmaya çalıştı Arda. Ellerimdeki yaralara bakıyordu ve ellerini uzatarak bana doğru adımlamıştı ama Görkem, avucunu onun göğsüne bastırarak Arda'nın bana dokunmasına engel oldu.
Avuçlarımı geriye doğru alıp kan olmuş ellerimi onlardan gizlemek istedim ama bu mümkün değildi çünkü biraz elbiseme de bulaşmıştı. Sonra omzuma değdi gözlerim. Dikiş izinin üzerindeki çapada bile kanlı parmak izleri vardı. Tüm o anıları hatırlarken oraya da dokunmuş olmalıydım.
"Görevi bitirdik," dedim gözlerim alev alev yanarken. Soru sormamalarını diledim. Bana acır gibi bakarlarsa kendimi daha fazla sıkamazdım ama bilmediğim şey, insanın ailesinin yanında zaten kendini tutamayacağıydı.
Evimize dönmüştük, ailemin karşısındaydım ve tam o an, biriktirdiğim ne kadar şey varsa hepsi boşalmaya başladı gözlerimden.
Ellerimi yüzüme bastırıp bütün duvarlarımı yıktım önlerinde.
Bu ekipte muhtemelen herkes ilk defa ne yapacağını bilemiyordu. Hıçkırıklarım ve iç çekmelerim dışında tek bir ses yoktu holde. Nefeslerini bile tutmuş, bana bakıyorlardı.
"Bebeğim," dediğini duydum Eylül'ün. Boynumdaki morluğu görmüşler miydi? Görmüş olmalılardı. Ne düşünüyorlardı? İğrenmişler miydi, öfkelenmişler miydi? Akıllarına gelebilecek şeylerden fazlası vardı benim geçmişimde. Bugün, o günün yanında bir hiçti. "Asya'm, güzelim, dur bir. Ne oldu? Kapatma ellerini yüzüne öyle utanır gibi. Bak bakayım bana."
Sesi her saniye daha yakından geliyordu. Birkaç adım ötemde kala kalan Arda'yı geçip tam önümde durdu. Titreyen kollarıma bastırırken ellerini, dolu gözlerimi onun gözlerine çevirdim.
"Kan kokuyorum." İç çektim. "Üstüm başım kan oldu benim." Daha çok titredi bacaklarım. "Ben izin vermedim. Eylül, ben izin vermedim. Herifin birinin elleri, dudakları değdi bana. Ellerim bağlıydı, yine durduramadım Eylül. Yine oldu."
Eylül'ün gözleri de benimkiler gibi dolmuştu. Bana gördüğü en kötü tabloya bakar gibi bakıyordu ve o gözlerde gördüğüm şey bir arkadaştan ziyade bir anne şefkatiydi. Kollarımı okşayan parmaklarını boynuma sardı ve sarıldı tir tir titreyen bedenime.
Ellerim ikimizin ortasında öylece kalakalırken gözlerimi aralayıp Analizcilere baktım çaresizce. "Kim?" dedi Kaya, bastırmaya çalışmadığı öfkesiyle birlikte. "Gördün mü o piçi? Kim o?" Bana değil, Görkem'e soruyordu.
Görkem tek bir yaşam belirtisi bile göstermiyordu. Herkese bakabiliyor, bir tek ona bakamıyordum ben de.
Arda buz gibi bir sesle "Yaşıyor mu?" diye sordu. "O herif hâlâ hayatta mı?"
"Asya," dedi Can, sesini ilk defa bu kadar güçsüz duymuştum onun. "Buradayız biz," diye devam etti kelimelerin üstüne basa basa. "Utanma bizden. Yargılamayız seni. Duyuyor musun? Kaçırma gözlerini, yanındayız. Anlatabilirsin her ne olduysa."
"Çok kirliyim Can." Gözlerimdeki yaşlar bir saniye olsun dinmeden akmaya devam ederken Eylül bana olan temasını kesmemiş, sırtımı okşamaya başlamıştı. Başımı omzuna yaslayıp gözlerimi kapattım. "Çok kirliyim. Kan kokuyorum. Üzerimde o adamın parmak izleri var Can."
Yalvarır gibi çıkıyordu sesim. Ettiğim sitemlerle onlara sığınıyordum. Beni kurtarmalarını, her şeyin bir kâbustan ibaret olduğunu söylemelerini istiyordum ama sırtım acıyordu, boynum sızlıyordu, başım ağrıyordu. Tüm bunların tek iyi tarafı, acıyı hissetmeye başlamış olmamdı. Bir hisse sahiptim en azından.
"Yıkayalım mı seni bir tanem?" diye sordu Eylül ve o an, onun da benim gibi ağlamaya başladığını anladım. "Ellerin mi kanayan? Bir baksın Arda, pansuman yapsın. Sonra seni temizleyelim. Geçti her şey. Suyla akıp gider tüm izler. Ben seni tertemiz yaparım. Korkma daha fazla, bitti güzelim benim."
Dağılmış saçlarımın arasındaydı parmakları. Ellerimi sırtına yasladım. Parmaklarımda kurumuş kan lekeleri vardı, ona da bulaşacak diye korkup geri çektim hemen ama bu küçük hareketime rağmen o, desteğini kabul ettiğimi, kendimi ona teslim ettiğimi anladı.
"Biz ne zaman çıkıyoruz?" diye sordu Kaya, Görkem'in gözlerinin içine bakarak. Bir an ne dediğine anlam veremedim ama yüzüne yerleşen o sert ifade, neyi kastettiğini anlatmaya yetti. "Amına koyayım, cevap versene soruma. Ne kadar daha burada duracağız? Niye siktirip çökmüyoruz o adamın boğazına?"
Can sakin olmasını isteyerek Kaya'ya baktı ama o da dişlerini sıkıyordu. Dışarı doğru bir adım atsalar en önlerinde Can gider, ilk darbeyi o adama Can vurur gibiydi bakışları. Kendini dizginlemeyi diğerlerine göre daha iyi beceriyordu sadece.
"Beni bırakacak mısınız?" Sesim, buradan ayrılmamaları için yalvarıyordu bu defa. Durmaksızın ağlarken onlara bu hayattaki tek varlıklarım onlarmış gibi bakıyordum şiş gözlerimle. Onlardı çünkü. Kimsem yoktu benim. "Oraya dönemezsiniz Görkem," dedim bir şey söylemesini isteyerek. Gözlerimi ona çevirdim, bundan daha fazla kaçamazdım.
Sırtını duvara yaslamıştı. Alnındaki damar şişmiş, çenesinin kenarındaki kemik yerinden çıkacakmış gibi belirginleşmişti. Burnundan soluyordu ama ona baktığımı fark ettiğinde bakışlarını yumuşatıp bana odakladı gözlerini. "Hiçbir yere gitmiyoruz." Sesi çatallaşınca boğazını temizledi. "Bir saniye bile yalnız kalmayacaksın, dert etme sen. Buradayız biz."
Kaya da bunu başıyla onayladı hızlıca. Sinirini geri plana çekmiş, merhamet dolu gözlerini üzerime dikmişti. Bana beni anlar gibi bakıyordu.
"Bakayım mı ellerine?" diye sordu Arda alçak bir sesle. Sanki biraz bile yükseltse sesini parçalara ayrılacaktım. "Nasıl oldu? Derin mi kesikler?"
"Ellerimi..." Nefesim kesilince bir saniye duraksadım. "Ellerimi kurtarmaya çalışıyordum. Plastik kelepçeyi kestim çakıyla. Sonra ona sapladım." Bedenim kasıldı. "İki kez yaptım. Bayılttım onu."
Bir çocuk gibi konuşuyor, kekeliyor ve nefes alamıyordum. Canım çok acıyordu. Acı her yere yayılmaya başlamıştı. "Derin değildir," dedim. "Dikiş gerektirmez, değil mi Arda?" Bunu bilemezdi çünkü görmemişti ama ondan bir cevap almaya ihtiyacım vardı.
"Gerektirmez," dedi hızlıca. Onun da gözleri dolu dolu olmuştu. "İzi kalmaz, geçer hemen."
"Kalmasın." Elim boynuma gittiğinde nereye dokunduğumu anladılar. Farkında değildim bunu yaptığımın. Parmaklarımı ateşe değmiş gibi geri çektim. "Eylül," dedim. "Bana yardımcı olabilir misin? Duş almam gerekiyor benim hemen. Kan kokusu iyice sindi üzerime. Geçmeyecek biraz daha beklersem. Geçer mi? Geçsin."
"Geçer tabii ki." Eylül bütün ağırlığımı üzerine almış, beni belimden sıkıca kavramıştı. O olmasa ayaklarımın üzerinde durmaya devam edebilir miydim bilmiyordum. "Sen banyoya geç şimdi, ben hemen ayarlayayım kıyafetlerini."
"Geçmeyeyim." Sıkı sıkı tuttum kolunu. "Ayna var orada."
Analizciler belki de ilk defa gözlerimde bu derecede bir korkuya şahit oluyorlardı. İlk defa beni bu kadar yıkılmış, bu kadar yerle bir, bu kadar hassas görüyorlardı ve bir daha böyle görmemek için canlarını bile vereceklerine emindim.
"Ben hallederim," dedi Görkem. Ellerinden birini yumruk yaptığını, yumruğunun titrediğini o an fark ettim. İyi görünmüyordu. "Biz ayarlarız kıyafetlerini. Siz banyoya geçin. İstersen sökeyim aynayı, çıkarayım yerinden. Bekle halledeyim hemen."
Harekete geçeceğini anlayınca "Eylül varken korkmam," dedim. Eylül daha sıkı sarıldı bana. "Üstüme askılı bir şey çıkarma ama olur mu?" dedim tek sorun buymuş gibi. Burnumu çektim. Yüzüm ağlamaktan dolayı kızarmış olmalıydı.
Omzumu gizlemek istediğim için bunu söylediğimi anladı ve ağır ağır başını salladı. İçi gidiyor, ayaklarının üzerinde durmakta bile zorlanıyor gibiydi.
"Hadi bebeğim," dedi Eylül. "Onlar ayarlar, biz gidelim." Yine bir çocuk gibi başımı salladım ve adımlarımı onunkilere uydurdum.
Eylül, yeni doğmuş bir bebeği taşırken gösterilen hassasiyetle beni ilerletti banyonun kapısına kadar. Kapıyı ittirdiğinde benden önce girdi ve aynanın önünde durdu bedeni. İçeri geçmemi bekledi. Fayansların soğukluğuyla birlikte ayak parmaklarım içe doğru büküldü. Kapıyı arkamdan kapatırken her an dizlerimin üzerine çöküp hıçkırıklara boğulacak gibiydim.
"Suyu ayarlayayım önce." Ne yapacağını o da bilemiyor gibiydi. Titreyen parmaklarıyla gözlerinin altını sildikten sonra duşa kabinin kapısını araladı ve musluğu çevirdiğinde suyun sesi doldu aramıza. "Çıkarabilir misin üzerini? Ben de yapabilirim istersen." Eylül bile bana dokunup dokunamayacağını kestiremiyordu.
Askılarımı indirmek üzereyken lacivert elbisemin içine sütyen giymediğimi hatırladım. Parmaklarım öylece kalakalırken çekinerek durdum. Bana yardım etmek zorunda değildi Eylül, beni çırılçıplak görmek istemeyebilirdi. Belki de çıkması daha iyiydi. Onu burada kalmaya zorlayamazdım ama teklifi yapan kendisiydi. Burada olmak istemese burada durur muydu?
"Sorun değil," dedi aklımdan geçirdiklerimi okumuş gibi. Üzerindeki tişörtün eteklerini tutup tek bir hamlede çıkarttı onu. Karşımda siyah sütyeniyle kalırken buruşturduğu tişörtü bana uzattı. "Rahatsız olacaksan giyebilirsin ama inan bana benim için sorun değil. Utanmana hiç gerek yok. Seni çok seviyorum, kıyamam, bakma bana öyle çaresiz çaresiz. Ölürüm o bakışlarına ben. Bir şey yok, geçti."
O tişörtü giysem de ıslanıp üzerime yapışacaktı. Eylül'den utanmazdım, sorun yoktu benim için. Tek istediğim bir an önce suyun altına girebilmekti. Ondan arkasını dönmesini de, sadece oturup benim duş almamı beklemesini de isteyebilirdim ama ben ilk defa yardıma muhtaç olduğumu kabul etmek istiyordum.
Önce sol omzumdan indirdim askıyı, sonra sağ. Ona sırtımı döndüm ve belimdeki ipleri açmasını bekledim. Buz kesen parmakları sırtıma değdi, hızlıca çözdü düğümü ve elbisenin üzerimden kayıp gitmesine izin verdi.
İlk saniyeler onun gözlerinin içine bakamadım utandığım için ama sonra onun Eylül olduğunu hatırladım. Ona güveniyordum, onu seviyordum, burada olmasını bile kabul etmiştim, utanmama gerek yoktu. Kabinin içine adımımı attığımda ayakta durmak yerine yere çökmeyi seçtim ve Eylül de benimle birlikte içeri girdi.
"Sorun yok," dedi her şeye rağmen beni rahatlatmak isteyerek. "Lazerci ablalara bile açıyoruz kendimizi, kız kardeşine açmışsın çok mu?" Bu beni gözyaşları içinde gülümsettiğinde Eylül de dolu gözlerle gülümseyip duş başlığını eline aldı. "Su sıcak değil, değil mi?"
"Biraz daha ısıtabilir misin?" diye sordum başımı arkamdaki mermer duvara yaslarken. "Emin misin?" diye sordu. "Ellerin acıyabilir. Açık bir yara var ya, sıcak değince yanmasın canın?"
"Canım zaten yanıyor."
Acıyor demedim, yanıyor dedim. Benim bugün canım yanıyordu.
"Kıyamam." Gerçekten de kıyamıyordu. Duş başlığını tutan eli titriyordu ama gülümsemeye, beni sakinleştirmeye çalışıyordu. "Bütün acın bana geçsin, ben çekeyim hepsini. Kıyamam sana."
Dudaklarımı birbirine bastırıp gözyaşlarımın daha fazla akmasına engel olmaya çalıştım. "Çok mu morarmış boynum?" Ben hiç görmemiştim henüz. "Çok büyük mü? Geçer mi hemen?"
"Küçücük." Yalan söyledi. Bunu boğazındaki düğümden bile anladım. "Aman," dedi gülmeye zorlayarak kendini. "İki fondötene bakar hayatım, kapatıveririz."
Yanağımı avuçladığında duş başlığını kaldırdı ve ben de gözlerimi kapattım. Saçlarım ıslanıp dağılınca içindeki tokaları dikkatle çekti, parmakları yanağımı okşadı, sonra yeniden saçlarıma dokundu ve onları sırtıma doğru ittirdi.
"Bana bir daha hiçbiri aynı bakmayacak," dedim Eylül saçlarımı okşayarak ıslatmaya devam ederken. "Bir daha hiçbirinin gözünde aynı kadın olamayacağım."
"Bizimkilerden mi bahsediyorsun?" diye sordu şaşkınlıkla. "Bildiğimiz bizimkiler mi?"
"Daha önce de yaşadım bunu ben." Gözlerimi daha sıkı kapatıp dizlerimi kendime doğru çektim. Altımda iç çamaşırım duruyordu. Bacaklarımı birbirine bastırdım. "Kimse yüzüme söylemedi ama arkamdan fısıldaşıp durdular. Koca bir karakolun bana olan bakışları değişti Eylül."
"Onlara sen mi anlatmıştın?" dediğinde kesin bir şekilde reddederek başımı iki yana salladım. "Çünkü anlatamadın..." diye devam etti. "Başına geleni duydular ama hiçbir zaman senden dinlemediler değil mi? Sadece konuştu herkes." O sakin sesiyle cümlelerini sıralarken ben de ellerimdeki kurumuş kan lekelerini tırnaklarımla kazıyordum. "Bize anlat, Asya," dediğinde bunun ihtimali bile göğsümde bir yangına sebep oldu. "Fısıldaşmayız, konuşmayız, dinleriz seni sadece ve bu, bugün yaşanmalı. Sen her şeyi bu gece aşmalısın. Aşmak zorundasın. Nefes alamıyorsun, izin ver nefesin biz olalım."
Aslında bazen anlatıp kurtulmak istiyordum. Bir sır gibi taşımak, ona kimsenin dokunmasına izin vermemek beni gerçekten yoruyordu. Bence her insan bir noktada daha fazla dayanamayacağını düşünüp bir kişiye de olsa açmak istiyordu kendini. Karşı tarafın anlamasını bile beklemiyordu çünkü bazı acılar öyle kolay anlaşılmazdı ama sadece oturup dinlenilmek, belki de birlikte ağlamak bile sırrın sahibini biraz olsun rahatlatmaya yetebilirdi.
Ben, beni o gün oradan kurtaran Mete'ye bile bir kez olsun açtırmamıştım konusunu ama o ne yazık ki saniye saniye biliyordu her şeyi. İlk zamanlar bana dokunmasına dahi izin verememiştim fakat bir gece sonra sığınıp hıçkıra hıçkıra ağladığım, daha fazla devam edemeyecek gibi hissettiğimi haykırdığım kollar yine onunkilerdi.
Kendimi tekrar birine bu şekilde teslim edebilir miydim? Birilerinin beni bütün çıplaklığımla görmesine izin verebilir miydim?
Eylül duş jelini döktüğü lifi köpürtürken ona bunu kendi başıma yapabileceğimi söylemek istedim ama beni bakışlarıyla susturdu. Düşünmem için, kabul etmem için bana zaman tanıyordu. "Canım şimdi bile çok yanıyor," dedim ona. Lifi sürttüğü ilk yer sol omzum olduğunda gözlerim kapandı. "Bölüşür müyüz o yangını ki?"
"Bölüşür, sonra yok ederiz," dedi güven verici bir sesle. "Bir şehir yıkılmış üstüne Asya. Sen insanların bir kaldırım taşı bile kaldırmasına izin vermiyorsun."
İyileştirir miydi anlatmak? İyi gelir miydi? Bilmeleri gerektiğini hissediyordum, bu hissin sebebini bilmiyordum ama Eylül'ün dediği gibi, bu gece bu meseleyi halletmeliydim. Yoksa çok geç olacaktı.
Ben son söylediği cümlenin üzerine başka cümle kuramadım, o da sessiz kaldı aynı benim gibi. Suyun üstümdeki tüm lekeleri silebileceğine inandırmıştım kendimi. Bedenimden akıp giden köpüklere baktım uzun uzun. Tüm kan izlerini tek tek silmeme yardım etti Eylül. Analizciler kıyafetlerimi ve bornozumu kapının önüne bırakmışlardı. Eylül durmadı, giyinirken bile yardım etti bana.
"Teşekkür ederim," dedim ıslak saçlarımla o banyonun içinde gözlerine bakarak dikilirken. İlk defa bir kadın beni çırılçıplak görmüştü, bedenimin yanında hissel de bir çıplaklıktı bu. Korunmasız ve savunmasızdım.
Eylül'ün bu yaptığını ömrüm boyunca unutmayacaktım.
"Tarayayım mı saçlarını?" diye sordu. Teşekkürüme karşılık hiçbir şey söylemedi, sanki yaptıkları onun gözünde teşekkür gerektirecek şeyler değildi. Başımı iki yana sallayarak onu reddederken eğer aklımdakini bir an önce yapmazsam bir daha asla buna cesaret edemeyeceğimin bilincindeydim.
Birlikte banyonun içinden çıktık. Sular süzülen saçlarımı elime ilk geçirdiğim tokayla ensemde topladım ve ardından diğerleri nerede diye bakınmaya başladım. Salonda olmadıklarına göre çatı katında olmalılardı.
Ben önden ilerledim, arkamdan Eylül geldi. Çatı katının camından gökyüzü görünüyor, içeri hafif bir ışığın sızmasına sebep oluyordu ve o ışığın altında dört adam oturmuş, tek kelime bile etmiyorlardı.
Bir sandalye çekmek için masaya yaklaştıkça yeni detaylar çarptı gözüme. Koca bir bardak dumanı tüten çay vardı masada. Yanında içinde limon dilimi olan bir kupa ıhlamur, bir şişe su ve onun yanında da reçel kavanozu. Başka bir tabağın içinde yarım ekmekten tost vardı, kenarındaysa Arda'nın zulasından çıkmış olduğuna emin olduğum birkaç paket abur cubur.
Bunların tümü, tek bir noktaya yığılıydı ve diğerlerinin önü bomboştu. Sevdiğim şeyleri önüme dizmişler, aç olduğumu düşünüp tost bile hazırlamışlardı benim için.
Bu alışık olmadığım bir karşılanma şekliydi.
Onlara bir şey söyleyemesem de minnetle baktım, midemin tek bir lokmayı dahi kaldırabileceğini sanmıyordum. Sandalyeyi çekip oturduğumda hemen yanıma Eylül yerleşti, karşımda Görkem, masanın sağ başında Arda, sol başında Kaya ve Görkem'in yanında da Can vardı.
"Ellerine bakalım mı?" Konuşma cesaretini ilk gösteren kişi Arda'ydı, kısık bir sesle sormuştu. Bunu istemedim. Onlara zaten açıp en derin yaramı gösterecektim az sonra, başkasına gerek yoktu.
"Bugün," diye başladığım an sesim dalgalandı. "Bu hale gelme sebebimin bugün yaşananlar olmadığını hepiniz biliyorsunuz." Duraksadım. "Daha fazlası olduğunu zaten tahmin ediyordunuz, zaten anladınız değil mi?"
"Tahmin yürütmeye çalışmadım," dedi Arda. "Açılmasını istemediğin bir konunun üzerine düşünmedim bile. Sınır istedin, sana sınırları verdik."
"Şimdi onları yıkmak istesem yine de yüzüme bakacak mısınız?"
"O kadar inanmıyorsun ki seni bırakmayacağımıza..." diye mırıldandı Can. "Ben bile üzerine gelmedim Asya, ben bile seçimi sana bıraktım. Eğer ki sınırları yıkmak istiyorsan sana ilk balyozu ben vereceğim, ne demek yüzüne bakmamak?"
"Sana sırtını dönecek olanın soluk borusunu da ilk ben ezerim," dedi Kaya dümdüz. "Çünkü sen bana börek yaptın."
Dudaklarım iki yana kıvrılırken yüz ifadem buna ayak uyduramayıp acıyla gerildi. Sessiz kalan tek kişiye, Görkem'e çevirdim başımı. Bir şeyler söylemesini bekledim ama o, dinlemekten bile korkarcasına masaya dikmişti gözlerini. "Bir şeyler yeseydin," dedi bana bakmadan. "Açsın." Parmaklarını masaya vurmaya başladı. "Çok ağladın," dedi sonra. "Çok ağladın, boğazın da acıyordur. Sıcak bir şey içseydin bari."
"Hiç ağlamadım?" dedim sorarcasına. "Siz gördünüz mü ağladığımı?"
"Asla," dedi Eylül.
"Katiyen," dedi Kaya.
"Yok," deyip omuz silkti Can.
"Bir damla bile yaş aktıysa ben şerefsizim," diye de destekledi Arda. Sonra onun da ne durumda olduğunu bildiğinden Görkem'e sataştı. "Sen rüya görmüşsün herhalde liderim."
"Kâbus," diye düzeltti Görkem. "Kâbus görmüşüm."
Hepsi söze nasıl başlayacağımı düşünürken kıvrandığımı biliyordu. Bu gece bu masaya dökeceklerim kaç gözyaşının sebebi olacaktı bilmiyordum. Ne kadarını anlatabilirim, o anı onların gözünün önünde bir kez daha yaşarken ne hale gelirim hiçbir fikrim yoktu ama bir yerden başlamam gerekiyordu.
"Mete." Böyle başladım, ölü bir güvercinin ismine tutunarak. "Mete'nin henüz biz tanışmadan önce ünlenmesine sebep olan bir olay vardı. İçine sızmaya çalıştığı bir suç yuvasının onu tespit edip yakalamasıyla başlıyor her şey. Mete, esir alındığı yerden kaçmaya çalışırken üç ceset bırakıyor arkasında. Biri..." Bu noktada nefes almam gerekti. Adını dile getirecek olmak, gözümün önünden gitmeyen görüntüsü kadar kötü hissettiriyordu. "Ilgaz'ın erkek kardeşiydi."
Bu ismi söylemek bile ellerimin titremesine sebep olduğunda hızlıca birbirlerine kenetledim onları. "O," diyerek devam ettim. "Gözünü intikam hırsı bürümüş bir psikopattı. O, iğrenç ve hastalıklı bir herifti."
Eylül, titreyen elime uzanıp onu masanın üzerinden çekti ve sonra parmaklarını, parmaklarımın arasına geçirip sıktı bana güç vermek istercesine. "Bir gün..." Yutkundum. "Herhangi bir gün değil, 7 Şubat'ın ilk saatleri." Bunu, onlara bakarak anlatamayacağımı anladığımda masaya diktim bakışlarımı. "Mete, Barış ve ben biraz alkol almıştık. Çok değildi, bilincim yerindeydi. Onlardan ayrılmış, evime yürüyordum."
Çatı katının havası öyle gergindi ki, kimse beni bölmemek için sesini çıkartmamasına rağmen hepsinin hisleri bir şekilde üzerime bulaşmayı başarıyordu. "Karşı koyamadım." Nefesim kesildi bunu söylerken bile. "Mücadele edemedim ben." Eylül, elimi sıktığında titrek bir nefes çektim ciğerlerime. "Bir el kapandı benim ağzıma, bilincimin kaydığını hissettim. Bağırmaya çalıştım, çıkmadı benim sesim."
"Gelmişini, geçmişini..." diye başlayan Görkem, dudaklarını birbirine bastırarak sustu. "Evveliyatını siktiğimin şerefsizi."
"Hayal meyal bir arabaya sürüklendiğimi hatırlıyorum ve sonrası yok. Gözlerimi açtığımda... Gözlerimi aç..." Yine nefesim kesilince korkarak onlara baktım. Tutunmak istiyordum bir şeylere, tahmin ettiklerinden çok daha güçsüzdüm ve o an benim onlara her şeyden daha çok ihtiyacım vardı.
"Sakin," dedi Can bu mümkünmüş gibi. Ortamda sakinlik belirtisi gösterebilen tek bir kişi bile yoktu. "Anlatman ne kadar sürerse o kadar dinleyeceğiz biz. Acele etmene gerek yok, kendine nefes almak için vakit ayır."
"Gözlerimi küçük bir odada açtım." Aklıma doluşan her detay yüzünden bir bıçak daha saplandı bedenime. "Normal bir oda değildi, bir psikopatın özenle hazırladığı bir odaydı."
Tam olarak anlayabilmeleri için detaylara ihtiyaçları vardı. Bir kez konuşacaktım ama her şeyi anlatacaktım. "Metal, kırılması mümkün olmayan bir sandalyeye bağlıydım. Dört kelepçeyle. Ellerim, ayaklarım ayrı ayrı bağlanmıştı sandalyeye. Kıpırdayamıyordum bile. Gerçekten, hareket etmem mümkün değildi."
Boştaki elim boynuma doğru çıktığında nabzımı yırtmak ister gibi kaşıdım o bölgeyi. Dilim damağım kuruyor, Eylül'ün avucundaki elim zangır zangır titriyordu.
"Bütün oda aynalarla kaplıydı. Bütün oda... Duvarlar, tavan, yerdeki kırık parçalar... Nereye bakarsam bakayım kendimi görüyordum ve ben..." Gözümden bir yaş aktığında bu noktadan sonra geri dönüşümün olmayacağını biliyordum. "Ben çırılçıplaktım. Hiçbir şey yoktu benim üzerimde."
Onlara bakamadığım için yeniden başım öne eğildi. Bir iç çekiş sesi duydum, sanırım Eylül dişlerini sıkıyordu ağlamamak için. Diğerleri ne haldeydi bilmiyordum, onlara bakmak istedim ama yine de kaldıramadım başımı.
"Bak bana," dedi Görkem. Nemli gözlerimi çekinerek ona çevirdiğimde öfkeden köpürüyor olduğunu gördüm ama yine, yeniden benimle konuşurken sakin olmaya çalıştı. "Suçluymuşsun gibi eğme o başını öne." Çenesi kasıldı. "O sokuk herifin yediği haltın utancını çekecek kişi sen değilsin."
"Bilmiyorsun," diyerek susturdum onu. "Ne olduğunu bilmiyorsun."
"Ne olmuş olursa olsun," diye devam etti ama gözlerime devam etmemem için yalvararak bakıyordu. "Fark etmez. Hiçbir şeyi değiştirmez ne yaşandıysa."
"Beni değiştirdi," dedim. "Çırılçıplaktım, odanın köşesinde bir kamera vardı. Önümdeki aynalı duvarda da kocaman gri bir duvar saati. Çıkardığı ses boş odada yankılanıyordu. Beynimin içinde çalışıyordu sanki. Ben o gün, neden o odada olduğumu bile bilmezken çok değiştim Görkem."
"Ben bunu dinleyebilecek kadar güçlü değilim," dedi Arda, sesi titreye titreye. "Anlatmasan mı? Dinlemesek mi hiç? Bu böyle, burada kapansa mı? Yalvarırım devam etme. Kafayı yerim ben, deliririm."
Benden önce davranan Can oldu. Ona attığı bir bakışla Arda dudaklarını birbirine bastırdı ama ben yine de devam ettim. "Bugün anlatamazsam bir daha hiç anlatamam."
"Bir yangını bölüşeceğiz," dedi Eylül, banyoda yaptığımız konuşmayı alıntılayarak. "Kime ne kadar alev sıçrayacağı umurumda değil, hepimiz dinleyeceğiz."
"02.17." dedim. "Gözümü açtığım an ilk önce saate baktım ve 02.17'ydi. Neden orada olduğumu bilmiyordum, beni kimin oraya getirdiğini bilmiyordum. Kendime bakmaktan başka çaremin olmadığı o odada, yelkovan ve akrep kafamın içinde hareket ederken, birilerinin kameradan çıplak bedenimi izlediğini biliyordum sadece."
"Mete!" diye bağırdım. "Barış!" diye haykırdım sonra. Bir kâbus muydu, kamera şakası mıydı anlayamadım. İdrak edemedim gerçekliği, buz gibi odanın havası tenime çarpana ve beni uyuşturmaya başlayana dek anlam veremedim. Anlayamadım gerçek olduğunu. "Kimse var mı?"
Ellerimi hareket etmeye çalıştığımda metal kelepçeler bileğime sürtündü. Kollarımı çekiştirmeyi denedim ama sandalyeye bağlı olan kelepçe ve benim bileğimdeki kelepçe arasındaki zincir öyle kısaydı ki iki elimin parmakları birbirine bile değmiyordu sandalyenin arkasına demirlenmişken.
Ayaklarımı hareket ettirmek istediğimde yerdeki kırık ayna parçaları, topuklarıma battı. Bunun için konulmuş gibilerdi. Sandalyeyi yere devirmeye çalışsam da bu sefer kollarım, bacaklarım kanayacaktı. O kameraya bakıp avaz avaz bağırdım, çığlık attım, korkudan bacaklarım titreyerek birbirine çarptı.
"Psikolojik işkencenin fiziksel işkenceden ağır olduğunu ben o gün öğrendim." Ortam buz kesmiş, diğerlerinin nefes seslerini bile duyamaz olmuştum. "Biri gelsin diye haykırıyordum ama benim üzerimde hiçbir şey yoktu. Gelen beni öyle görecekti. Aklımdaki ihtimallerden dolayı midem bulanıp durdu. Tam bir saat sürdü bu, bir saat boyunca başıma ne geleceğini bilmeden orada öylece bekledim ben. Bir süre sonra direnmeyi de bağırmayı da bıraktım. Benim ilk pes edişim o zamandı."
Eylül daha fazla kendini tutamayıp ağlamaya başlamıştı, Arda da her an infilak edecek gibiydi. Gözlerimi sımsıkı kapattım.
"Ölmedin değil mi?" diye bir ses duyduğumda bulunduğum odanın kapısı açıldı. Başımı hızlıca o yöne çevirmemle bir adamın bana doğru adımlaması bir oldu. Her attığı adımda yerdeki ayna parçaları kırılıp ufalanıyor, iğrenç bir ses çıkarıyordu. "Ölme sakın, lazımsın bak bana."
"Sen kimsin?" Gözlerinin içine ondan korkmadığımı haykırarak bakmak istedim ama çıplak oluşum, buna engel oluyordu. Bacaklarımı birbirine bastırmak, ellerimi kendime siper etmek için yanıp tutuşuyordum. Hareket ettirdiğim bileklerimde derin yaralar açıldı.
"Beni tanımak elbette hakkın," dedi gülümseyerek. "Adım Ilgaz ve derdim seninle değil. Mete'nin canını yakacağım, sen sadece bunun için bir araçsın. Kardeşime karşılık kardeşi, kısasa kısas yani anlıyorsun ya? Şimdi birlikte onu arayıp bir merhaba diyeceğiz. Uslu bir kız ol."
Elimi Eylül'ün elinden çekip titreyen yumruklarımı kucağıma bıraktım. "1.80 civarıydı Ilgaz. Simsiyah, kısacık saçlara sahipti. Çenesinde derin bir çukur vardı, gözleri koyu kahverengi. O gün siyah rugan ayakkabılar giymişti, gri kısa çorap, siyah ütüsüz bir kot pantolon, eski olmalıydı ki dizlerine doğru renk açılıyordu. Koyu kahverengi kadife bir mont vardı üzerinde, göğüs cepleri düğmeliydi. Düğmeler siyahtı. Dudakları kanı çekilmiş gibi mora yakın bir pembe, ten rengi oldukça hastalıklı gibi soluktu. Üşüdüğü belli oluyordu üstündeki monta rağmen, benim üstümdeyse bir toz zerresi bile yoktu."
İyi bir hafızanın kötü sonuçları.
O geceyi her ayrıntısıyla hatırlıyordum.
"Bana dedi ki, istediğim kadar kötü görünmüyorsun. Mete'yle konuşurken daha kötü görünmeni tercih ederim." Gözyaşları ardı arkasına ıslatıyordu yanaklarımı. "Elini boynumdan omzuma, omzumdan koluma sürttü. Onu durduramıyordum. Daha fazlasını yapabilirdi. Çığlık çığlığa bağırıyor, ağlıyordum. Memnun oldu bundan, gülümsedi. Bana yaklaşmıyordu, kafasını bile getirmiyordu yakınıma."
Nefes almayı denedim. "Elinde tuttuğu telefonu yan çevirdi, telefon çaldı, çaldı ve saat sesleriyle birlikte bu da yankılandı küçük odanın içinde. Gecenin üçünde neden görüntülü arandığını merak etmiş Mete'nin yüzü geldi ekrana. Uykudan kalkmıştı, gözlerini kırpıştırdı ve görüntüdeki kişiye onu tanımadığı belli olurken baktı. Peşindeki kişiden o gün haberi oldu Mete'nin."
Ilgaz kendini tanıttı ve onu nereden tanıdığını da anlattı uzun uzun. Bu sırada kadraja beni almamıştı hiç. "Şimdi bak," diye bitirdi cümlelerini. "Bak yanımda kim var."
Kamera bana döndüğünde, Mete'yle göz göze geldiğim anda omuzlarım sarsılarak ağlamaya başladım. "Yağmur!" diye bağırdı Mete. Küfürler, ölüm tehditleri, hakaretler. "Yağmur, iyi misin? Neredesin? Canımın içi, ağlama. Bulacağım seni. Çık lan karşıma sikik herif, adres ver bana. O kıza elini sürecek olursan..."
Sadece yüzümü görebilen Mete, kameranın hafifçe eğilmesiyle birlikte bedenimi de gördü ve o an Ilgaz, bacağımı okşadı yavaşça. "Ee?" dediğinde sesindeki alay, bana dokunan eli, tüm her şey midemin bulanmasına sebep oldu. "Ne olur elimi sürersem?"
"Çek lan elini." Mete sinirden kıpkırmızı kesilmişti. Dişlerini sıkıp tükürürcesine konuşuyordu. "Kafana sık de bana tam şu an, alayım tabancamı sıkayım düşünmeden. Canımı vereyim, bırak Yağmur'u. Dokunma ona. Benden al intikamını."
"Senden alıyorum zaten." Ilgaz dişlerini göstererek gülümsedi. "Ama tek seferde değil, Mete Ölmez. Canını da alacağım an gelecek. Sadece önce bir oyun oynayacağız. Benim kardeşim için bir şansım olmamıştı, sana kardeşin için bir şans vereceğim. Yirmi dört saatte anlaşalım mı? Yirmi dört saatin var. Bul onu."
"Mete!" diye bağırdım. "Gelme. Neredeyim bilmiyorum ama gelme. Bulma beni. Senden istediği hiçbir şeyi yapma."
"Sık dişini," dediğinde Mete'nin gözlerindeki ifadeyi ilk kez böyle ölümcül görüyordum. O bakışlar içimi ısıtırdı, o bakışlar bana bir abim olduğunu hissettirirdi, o bakışlar bana her döndüğünde huzurla dolar sonra Mete kocaman gülümserdi. Şimdiyse sadece ölümün izleri vardı yüzünün her zerresinde.
Sesini yumuşak tutmaya çalışırken ağlar bir ifadeyle baktı yüzüme. "Yağmur'um, güzel kızım, canım, sık dişini anlaştık mı? Yer yarılsa içine girer bulurum seni. Dayan sadece."
"Kıpırdayamıyor," dedi Ilgaz. "Sen onu bul diye beklerken ben de boş durmayıp hızlanman için sana gereken motivasyonu sağlayacağım. Emin olabilirsin."
"Çok soğuk," dedim ama bu tamamen bilinçsizce ağzımdan çıkan bir şeydi. "Mete, çok soğuk. Uğraşma. Mete, gelme. Öldürecek bu herif seni buraya gelirsen. Ben zaten soğuktan öleceğim, arama beni."
"Soğuk işlemez ki sana," derken Mete zangır zangır titriyordu. Saçlarını çekiştirdi, gözünden bir yaş aktı. "Hani biz geçen kış karlara yatmış, sıra sıra gömmüştük birbirimizi. Barış da ben de salya sümük hasta olmuştuk da sen turp gibi sağlam kalmıştın. Soğuğa dayanıklısın ki sen. Ben çıkaracağım seni oradan."
Mete'nin ağzından dökülen her kelimeye inanan biri olmuştum ama o an, ona birazcık bile olsa inanmadım. Öleceğimi kabul ettim ve daha da ötesi, bir an önce ölmek istedim.
"Çok ağır," dedi Arda. Ellerini yüzüne kapatmıştı. "Çok ağır amına koyayım. Nefes alamıyorum ben."
Görkem beni sessizce dinlerken parmaklarına bir sürü yaralar açmıştı tırnaklarıyla. Elinin üzeri izlerle dolmuştu. Can gözlerini bir an olsun benden ayırmıyor, Kaya'ysa bir an olsun bana bakmıyordu.
"Ilgaz bu konuşmadan sonra odadan çıkıp gitti ve ben her saniye geri dönebileceğini, bana dokunabileceğini ve daha fazlasını yapabileceğini bilerek, elimden hiçbir şey gelmeden orada oturdum. Kurtarılmayı beklemedim, kendimi kurtarmaya da çalışmadım çünkü yemin ederim mümkün değildi, sadece oturdum ve öleceğim saati bekledim gri bir saatin önünde. Ne halde olduğumu gördüm. O gece sağda ve solda, tavanda ve yerde, baktığım her noktada ben vardım. Titreyen, soğuktan morarmaya yüz tutmuş bedenim, şiş gözlerim, dağılıp omuzlarıma düşen, saçma bir çabayla göğüslerimi kapatmak için uğraştığım saçlarım... Her saniyem bir kamera tarafından kaydedilirken, birisi beni bu şekilde izlerken ben de aynalardan kendimi izlemekle cezalandırıldım."
Anılar öyle çok yakıyordu ki beni, öyle çok tutuşmuştum ki içimden yükselen duman kokuları var gibi hissediyordum. Sanki iç organlarım bile ruhumla birlikte çürümeye başlamıştı ve tüm bunların kokusu etrafımı sarıyordu. En derin yaramı açıp onların üflemesini beklemenin hiçbir şeye fayda etmeyeceğini o an anladım, yapabilecekleri hiçbir şey yoktu ama ben artık kendimi durduramıyor, içimdeki bütün birikimi her ayrıntısıyla dışa vuruyordum.
"Başta gözlerimi kapatmayı denedim, kendimi o halde görmek istemedim. Kendi görüntüme bile tahammül edemedim ama saat kafamın içinde tıkırdadıkça mecbur kaldım. Bir saatin karşısına geçtiğinizde sadece bir dakika boyunca salisenin hareketini izlemek bile bir ömür gibi gelir size, ben saatlerce o saliseyi takip ettim sırf kendimi görmeyeyim diye."
"Kıyamam..." diye mırıldandığını duydum Eylül'ün. İçli içli, halime acıyarak belki de, susmadan gözyaşı akıtmaya devam ediyordu. Bir kadının korkularını bir kadın bilir, bir kadının başına gelebileceklerin ne kadar korkunç olabileceğini de en iyi hemcinsi tahmin edebilirdi ve Eylül, benim bütün hislerimi üzerine geçirmiş gibi görünüyordu.
Devamından korkuyordu, ben de zamanında çok korkmuştum.
"O anki saati hatırlamıyorum, hafızamda birkaç boşluğun bulunduğu tek kısım burası çünkü bir noktada, bilincimi tamamen kaybetmeme neden olacak bir olay yaşandı."
İç çektim, gözyaşlarımı sildim, o günün geride kaldığını hatırlattım kendime ama nafileydi. Titremeye devam ediyordum.
"Elinde bir bıçakla girdiğini gördüğümde şükrettiğimi hatırlıyorum. Sonun geldiğini düşündüm, sonu istedim, son kurtuluştu. Doğrudan bitirecek işini sandım, yirmi dört saati beklemeyeceğini sandım."
"Yapma," dedi Arda bilinçsizse sayıklar gibi. "Söyleme, devam etme."
Duymaya bile dayanamıyorlardı, ben o günden beri saniye saniye her anını yaşıyordum.
Arda'yı bir noktada dinlemek zorundaydım. "Bir şey oldu," dedim bu konuyu onlara bile anlatamayacağımı bilerek. "Sonra ben, beni öldürmesi için ona yalvardım. Elindeki bıçak bana saplansın diye bedenimi kaldırmaya çalıştım sandalyeden, kısıtlı hareket alanımı da ölmeyi umut ederek kullandım. Kendimi bıçağa yaklaştırmaya çalıştım."
Artık onların tepkilerini bile takip edemeyecek, bir kez bile onlara bakamayacak haldeydim. Bir an önce anlatayım ve bitsin istiyordum ama sözcüklerimi ben seçmiyordum.
"Elleri nasırlıydı, sağ elinin yüzük parmağında tuhaf işlemeli bir yüzük vardı. Tırnakları kısaydı, sol işaret parmağında iki tane ben vardı alt alta. Bıçağı sağ elinde tutuyordu. Yeni bilendiği bile belliydi, bıçaktan bile yansımamı görüyordum, o kadar sivriydi ki omzuma ilk değdiği an bile kan akmaya başladı oradan."
"Mete seni görebiliyor," dedi ve bıçak derime bir kez daha değdiğinde kısık bir sesle inledim. "Oyunu kuralına göre oynuyoruz, ona daha hızlı olması için bir sebep veriyorum. Muhtemelen en kötüsü de sen böyle çıplak olduğun için Mete'nin bu videoyu kimseye gösterememesi olacaktır. Elini kolunu bağladım, tek başına çekiyor acısını."
Mete ben yaşayayım diye kalan hiçbir şeyi önemsemezdi. Çoktan herkesten yardım istediğini, karakolu birbirine katıp tüm bağlantılarını olaya dahil ettiğini, gerekirse Barış'la şehrin altını üstünü getirmek pahasına beni arayacaklarını ben biliyordum. Şu an kendine acı çekmek için bile zaman tanımıyor olmalıydı, sadece çalışıyordu.
Beni görebilir miydi? Duyabilir miydi peki? Kameraya doğru mu konuşmalıydım?
Ilgaz'ı bu haldeyken kışkırtmanın hiçbir anlamı yoktu. Bana her şeyi yapabilirdi, Mete'nin onı öldüreceğini söylememin, ona ölüm tehditleri yağdırmanın hiçbir anlamı yoktu. Ağlayıp duruyor, hayatımda ilk kez bir şeyin sona ermesini böyle çok istiyordum.
Geride bir notum kalsın istedim. Varlığımı hatırlayacak, mezarıma çiçekler getirecek fazla kişi yoktu. Eğer öleceksem sadece iki kişiye bir not bırakmak istedim.
"Mete," dedim elleri omzumdaki kanı silip, kollarıma bulaştırırken. O iğrenç eller benim üzerime kırmızı lekeler bırakarak ilerledi, bense kalan son nefesime bir vedayı sığdırmak istedim. "Barış," dedim sonra. "Sizi tanımak, hayatımın en büyük iyi ki'siydi."
"Seni öldürmeyeceğim aptal," diyerek araya girdi Ilgaz. "Mete kuralına göre oynarsa seni bulacak, sonra da seni buradan çıkaracak. Gerçek ceza, onun için orada başlıyor. Ben onun canını almaya gelene dek, gözünün önündeki kız kardeşine her baktığında her şeyin sorumlusunun o olduğunu hatırlayacak."
Bıçak tenime beklemediğim bir anda girdiğinde, Ilgaz yaranın içini deşerek sapını oynattı. Çığlık çığlığa bağırdım, acıdan gözlerim kaydı. Ilgaz bıçağı boynuma yakın olan kısımdan omzuma kadar dümdüz bir çizgi şeklinde ilerletti. "Seni ben öldüreceğim," diye bağırdığımı hatırlıyorum kendimden geçmişken. "Seni kendi ellerimle..."
"Baş harfimi kazıdım," dedi. "Aynı bir I gibi oldu, güzel bir iz bıraktım üzerine." Ben bağırırken o gülümsedi, ben ağlarken o daha fazla ittirdi bıçağı.
Acı eşiğim alçak sayılmazdı fakat çektiğim acı öyle kuvvetliydi ki bayılmak üzere olduğumu biliyor, dişlerimi dudaklarıma geçirirken kendimi uyanık tutmaya çalışıyordum. Bayılırsam bana ne yapacağını bilemezdim, ne yaşadığımı bilemezdim. Ölmeye razıydım ama bayılmaya değildim.
"Şimdi, bana iki dakika izin ver."
Kanım aynaların üzerine damladı, koluma bulandı, dudaklarımdan da akmaya başladı çünkü kendimi sıkarken onları parçaladım. Debelendim, tepindim, canım çok acıdı. O geri dönene dek ölmek için dua ettim.
"Geri geldiğinde elinde bir sütür seti vardı." Bacaklarımı birbirine bastırdım. Nefesim kesildi. "Bilincim açıkken, uyuşturmadan dikiş atmaya başladı omzuma. Omzumdaki yara da dikiş de onun eseri. Ben istesem de silemiyorum onun izlerini vücudumdan. Su bile silemiyor, duş alınca geçmiyor. Orada, sonsuza kadar orada."
Bir insan ne kadar mahvolmuş görünebilirse o kadar mahvolmuştum. Bakışlarım masadaki bir noktadaydı ama gördüğüm orası değildi. "Bayıldım acıdan. Katlanamadım daha fazlasına. Yeniden kapandı bilincim. Gözlerimi tekrar açıp olanları hatırladığımda sandalyemi yere devirdim. Yerdeki kırık parçalardan birini avucuma almaya çalışıyordum, o delirmiş haldeki Asya'nın tek hedefi bileklerini kesmekti. Buna bile izin vermedi. İçeri girip kaldırdı beni."
Daha fazlasına kimsenin dayanamayacağını biliyordum, bu kadarı bile yetmişti herkese.
"19.17," dedim. "Mete'nin o kapıdan içeri daldığı, beni dört kelepçeyle sandalyeye saplanmış, tam on yedi saat boyunca fiziksel ve psikolojik olarak işkencenin her türlüsüne maruz kalmış olarak bulduğu saat."
Ondan önceki iki saat boyunca Ilgaz odaya bir kez daha uğramamıştı. Kaçtığını sonradan anladım. Söylediği gibi Mete'yi de beni de öldürmeyecekti ama Mete'nin onu sağ bırakmayacağını da biliyordu ve kaçmıştı beni orada öylece bırakıp. İstediğini almış, beni de Mete'yi de yerle bir etmişti.
"Kimse içeri girmesin!" diye bağırıyordu Mete'nin sesi. Gerçek olduğuna inanmadım ama eğer gerçekse ondan istemem gereken bir şey vardı. Gözlerimi zar zor aralayabiliyordum ve soğuktan donarak ölmeyi bekliyordum son iki saattir. Olmuyordu bir türlü. Akrep ve yelkovan ilerlemeye devam ediyordu birden fazla Asya, o odanın içinde acı çekerken. Bir sürü yansıma, bir tane de ben.
"Yağmur, geldim bak. Buradayım." Koşarak yanıma yaklaşıyor, sicim sicim yağmur yağıyordu yanaklarına. Yalpaladı, önümde diz çöktü, yeşil ceketini telaşla çıkarmaya çalıştı üzerinden. "Beni duyabiliyor musun? Götüreceğim şimdi seni, kurtuldun bak. Yağmur, konuş benimle."
Elini nabzımı kontrol etmek için boynuma yaslamak istediğinde sandalyemi geriye doğru ittirmeye çalıştım. "Mete," dedim delirmiş halde. "Mete, yalvarırım öldür beni. Silahın yanında mı? Mete, n'olursun."
Beni kaldırmak, kucaklamak istedi ama hareket ettiremedi. Çıldırmış gibiydi, nefesleri düzensizdi ve parmak uçlarına kadar titriyordu.
"Barış!" diye haykırdığını duydum. "Bağlı," dedi kısık bir sesle. Tekrar bağırırken sesini yükseltmişti ama sesi çatlıyor, titriyordu. "Barış, kelepçeli. Çözebilir misin? İçeri ekipmanla gel, sadece sen gel. Kimse gelmesin sakın."
Bu halimi kimsenin görmemesini diliyordu ama ben kayıt altına alınmıştım. O kayıtların kaç kopyası olduğunu, kimlere dağıtılacağını, bir gün karşıma nerede çıkacağını bilmiyordum. Hiç bilmeyecektim. Benim on yedi saatlik işkencemin görüntüleri vardı.
"Mete!" diye bağırdım son gücümle. "Öldür beni. Öldür! Böyle olmaz. Böyle yaşayamam. Mete, yalvarırım. Kurtarılmak istemiyorum. Ölmek istiyorum."
"Barış!" diye bağırdı Mete tekrar. "Neredesin amına koyayım?" Ceketini çıkarıp üzerime örttüğünde mora çalan tenimin sadece omuzlarım ve kalçalarım arasındaki bölge kapanmıştı. Dikişe değen kumaş inlememe sebep olurken bir an önce her şeyin sonlanmasını istiyordum.
Mete üzerindeki kazağı da sıyırıp çıkarırken içeriye saçlarının uçları bu havaya rağmen terden sırılsıklam olmuş Barış girdi koşarak. Elinde bir kutu vardı, bacakları titriyordu. Kutuyu ayna parçalarının üzerine fırlatıp üstündeki montu çıkardı titreyen elleriyle. Koşarak yanıma ulaştı ve bacaklarıma örttü. "Geçti," dediğini duydum. "Bitti, buradayız. Uyuma sakın. Çözeceğim şimdi, hemen halledeceğim. Çıkaracağız seni buradan."
"Çıkarmayın!" Krize girmiştim. Hareket etmeye çalışıyor, bir kez daha kendimi yere devirmek istiyor, onların yapmadığını kendim yapmak istiyordum.
Beni dinlemediler. Barış, elleri titrediği için normalden daha uzun bir sürede tek tek kelepçelerden ayırdı beni. Mete bu sırada yüzümü kavramış, benimle konuşmaya çalışıyordu ama asla anlayamıyor, bağırarak ağlıyordum.
Mete bedenimi üzerimdeki montlarla sarıp beni kucakladığında ellerimi boynuna bile saramadım. Bilincim yeniden kaydığında bu defa güvende olduğumu bilerek kapanmasına izin verdim gözlerimin.
"O adamı ben öldürdüm," dediğimde sesim buz gibi çıktı. "İntikam planı için aylarca bekledi, biz de arka planda hep onun peşindeydik. Mete... Önce o Mete'yi öldürdü. Mete karnındaki kurşun yüzünden kollarımda kan kaybederken ben bir şarjörü o herifin üstüne boşalttım, bu şekilde geldi sonu. Öyle kolay oldu ki... Acı bile çekmedi. Sürünmedi o. Canı yanmadı, ölmek için yalvarmadı benim gibi. Saniyeler bile sürmedi ölmesi. İçimi biraz bile soğutmadı. Benden Mete'yi de aldı. Benden her şeyimi aldı. Benim elimde hiçbir şey kalmadı. Ben artık yaşamıyorum ki."
Ellerimi yüzüme kapattığımda onlara bakmayacaktım ama sonra, böyle bir krizin ortasındayken bir şey fark ettim. Ben hikâyemi anlatırken herkesten az da olsa bir tepki duymuştum. Yüzlerine bakamasam da dişlerini sıkmalarını, küfürlerini, bana bir şeyler söylemeye çalışmalarını duymuştum.
İlk andan beri konuşmayan sadece bir kişi vardı.
"Biliyor muydun?" diye bağırmamı o an kimse beklemiyordu. Herkes irkilirken ben ellerimi masaya vurmuş, Kaya'nın gözlerinin içine bakmıştım. "O on yedi saatlik kayda da mı ulaştın Kaya? İzledin mi? Tepki bile vermedin, zaten biliyor gibiydin. Kaya, beni orada öyle otururken gördün mü sen?"
Öfkeyle bağırırken yumruklarımı sıkıyor, ağlamaya devam ediyordum. Kaya paniklemedi, stres olmadı, gözlerini gözlerimden ayırmadı. "Kayda ulaştım," dedi ve hayat o an bir kez daha durdu benim için. "Ama izlemedim." Bana, ona inanmam için yalvarır gibi baktı. "Asya, izlemedim. Senin hakkında araştırma yaparken gördüm, hakkında başka belgeler de vardı. Kaçırıldığını biliyordum ama yemin ederim, o kaydı açmadım. Daha güvenli bir hale getirilmesini sağladım. Yemin ederim bunun için uğraştım."
"Bana nasıl söylemezsin?" dedi Görkem. Gözlerinin içi kıpkırmızı olmuş, parmaklarında kan toplanmıştı. Tırnak izlerinden dolayı elinin üzeri mosmordu. Dişlerini kıracakmışçasına sıkıyor, sırf bana saygı duyduğu için sonuna kadar kendini dinlemeye zorladığı belli oluyordu. "Yaşananlar hakkında bir fikrin varsa bana nasıl söylemezsin?"
"Sizi de beni de ilgilendiren hiçbir kısım yoktu," dedi Kaya dümdüz şekilde. "O herif ölmemiş olsa belki oturup konuşurduk ama zaten geberip gitmiş. Asya kendi anlatmadığı sürece değil size söylemek, ben bile eşelemedim konuyu daha fazla."
"Ne demek bizi ilgilendiren kısım yoktu?" diye yükseldi Görkem, Kaya'ya. Kaya asla sakin tavrını bozmuyor, en çok kimi alttan alması gerektiğini bilir gibi bakıyordu. Görkem kalkıp ona saldırmaya kalksa elini kendini savunmak için bile kaldırmayacak gibiydi. "En başından beri biliyor musun lan sen her şeyi? Nasıl gizleyebiliyorsun bunu kafana göre? Nasıl bu kararı tek başına alabiliyorsun?"
"İster miydi sanıyorsun?" diye araya girdi Can, kırk yıl kadar yaşlanmış görünüyordu. Tek kalmak ister gibi bakıyordu. "Asya, kendisi hazır olmadan bizim bunu öğrenmemizi ister miydi sanıyorsun? Eğer anlatsaydı Kaya'ya kızardım. Eğer anlatmış olsaydı Asya ne Kaya'nın ne de bizim yüzümüze bakardı."
"Öyle güçlüsün ki," dediğini duydum Arda'nın her şeyden sıyrılıp. "Ben bu geceden sağ çıkamadım, sen o geceden sağ çıkmayı başarmışsın. O kadar güçlüsün ki..."
Eylül tüm bu yangının ortasında yanmayı ilk göze alan kişi olarak yeniden elime uzandı ve bu defa doğrudan dudaklarına götürüp elimin üzerini öptü. Gözyaşı damladı parmağıma. "Kıyamam sana. Nasıl dayandın bunca zaman? Kıyamam. Buradayız biz. Kimsenin bakışları falan da değişmedi, değişmeyecek. Kimse fısıldaşmayacak arkandan. Söz veriyorum sana."
Banyodaki endişelerimi dindirmeye, kalan son gücüyle yanımda olmaya çalışıyordu.
Birilerinin yanımda olmasına izin vermem için önce benim var olmam gerekiyordu ama bu gece ben, bir kez daha yok oluyor gibi hissediyordum.
"Bu kadardı," dedim ve kalktım sandalyeden titreyen bacaklarımla. Tepkilerini daha fazla göremezdim. Utanıyordum, burada durmak istemiyordum, anlattığıma pişman olmuştum ama anlatmamın en doğrusu olduğunu da biliyordum. "Bütün hikâye bu kadar."
Arkamı dönüp kaçarcasına ilerlemeye başladığımda kendimden bu gece kaçamayacağımın farkındaydım. Bir yangını bölüşeceğimize inanarak çıktığım bu yolda geride sadece küller bırakmıştım.
•⚓•
Yirmi beşinci bölüm üç gün sonra yani 7 Temmuz'da gelecek.
Bu defa Görkem anlatacak.
Görüşmek üzere...
🔵
neden yaptin bunu kine
YanıtlaSilGogsum agridi yagmuru okurken
YanıtlaSilbi kere gülümseyip öyle gidin demedin. çünkü kimsede gülümseyecek hal bırakmadığını çok iyi biliyorsun…
YanıtlaSilİçim yandığını hissetim ,yazarım çok iyi bir yazarsın dememebile gerek yok şapka çıkarıp eğiliyorum ✨
YanıtlaSil