29. "Güz Yarası ve Buz Kırağı"


Bölüm şarkıları:

Emir Can İğrek, Defoluyorum

Emir Can İğrek, 1001

Manuş Baba, Dönersen Islık Çal

Yüzyüzeyken Konuşuruz, Uykusuz ve Dengesiz

Yıldız Tilbe, Buz Kırağı

🍁

Avucundaki sarı yapraklar
Parçalanmadı kalbin kadar

•🧭•

Arda Gökmen:

Güz yarası, beni neden sevmedin?


Şarkı çaldı. Tekrar, tekrar, tekrar. Gözlerim kapalı, kulaklıklarım takılıydı. Dudaklarımın arasından çıkan duman üzerimdeki karanlık gökyüzüne salınırken ayaklarımı zemine koyup salıncağımı kendimle beraber geriye doğru çektim. Ayaklarımı yerden kaldırdım ve ileri geri sallanmaya başladım. Düşünceler diğer gecelerden farksızdı. Akışına kapıldım yine kafamın içindekilerin. Kül, küllüğe değil göğüs kafesime dökülmeye başladı.


Bazen seni tamamlamayan ama senin son parçan sandığın bir insan vardır. Sana uygun değildir, senin için değildir ama ona inanırsın, ona kanarsın. Sen onun için hiçbir şey değilsindir ama en çok ona yanarsın.


Bir cümlesi, yerin en dibinde hissetmeni sağlayabilir. Onun birkaç kelimesi sana cehennemi yaşatabilir. Susmak da bir tepkidir, özellikle de çenesi bir an olsun kapanmayan bensem susan, anlasınlar ki son kez boyun eğmişimdir.


Kendi kendime konuşurken kimi kandırıyorum bilmiyorum. Bu yürek, ona boyun eğmeyi hiçbir zaman bırakmayacak.


"Vazgeçeceğim," diye mırıldandım parkta tek başımayken. Beni benden başka kimse duymadı. "Vazgeç artık." Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdim. Dumanı içime çektim ama söylediğim cümleleri içim almadı. Öksürmeye başladım. Nefesim kesildi.


Daha fazla görmezden gelemeyeceğimin farkındayım. Daha fazla reddedemem. O başkasına aşık. Her hatasına rağmen onu kabul ediyor. Tıpkı benim ona karşı koyamadığım gibi ölse karşı koyamayacağı biri var hayatında. Her zaman onu tercih edecek. Gerekirse beni silecek ama günün sonunda yine ona gidecek.


Büyü dedi bana. Bunu bekliyormuşum. Ne söylerse yaparım demiştim, yapıyorum yine.


Büyüyorum ben, o günden beri büyüyorum.


Bir çocuğun kalbini sonsuza dek yaşatacağımı söylemişti babaannem onun yanında geçirdiğim günlerin birinde. "Bu nimet," demişti. "Bu en büyük nimet, Arda. Sıkıcı yetişkinler arasında ışıldayacaksın, gülümsemen insanlara bulaşacak, dünyayı değiştiremezsin ama senin dünyanı sen değiştireceksin. Öyle ki, hayatına giren insanlar gülmeden duramayacak."


O çocuğun kalbi öyle derinden kırıldı ki, işte o an büyümeye başladım. Sıkıcı değil, acı çeken bir yetişkin oldum şimdi. Artık gülümsemesinin arkasına saklayamayacağı kadar çok acı çeken bir yetişkin.


Dünyamı değiştirme çabamdan eser kalmadı çünkü o dünyayı başıma yıkıp duruyorlar benim. Gücüm yok. Güçlü biri değilim. Etrafımda dönen tüm kaosu bırakıp beni umursamayan bir kadın için sigara paketi bitirecek kadar acınası biriyim.


Görkem, Can, Kaya, Asya, katil, vakalar, olaylar, ekip... Eylül.


Virgüllerle ayıramayacağım bir dert. Kendi başına tek bir cümle. İnsanlar ikiye ayrılıyor: o ve diğerleri. Kalbimdeki yara bu kadar büyükken tek istediğim ağlamak. Ona sarılıp ağlamak. Kalbimi kırana koşmak.


"Vazgeçeceksin." Elimi saçlarımın arasından geçirdim. Aptal, dedim içimden. Herkes nelerle meşgul, sen neyin derdindesin?


Bazen anda kalmakta zorlanıyorum. Bazen hiçbir şey umurumda olmuyor. Susmak istiyorum, hiç susan biri olmadım. Kaçmak istiyorum, hiç kaçmadım. Yalnız kalmak istiyorum, Analizcilerin aksine ben bunu şimdiye dek hiç istemedim. Biliyorlar. Ama ne yapacaklarını bilmiyorlar. Çünkü ilk kez böyle. Çünkü bu ilk.


Şarkı söylemekten vazgeçmem, oyuncaklarımı kolileyip kaldırmam ve özenle hazırladığım avizemdeki kurumuş yaprağı avucumun içine alıp parçalamam ilk.


Gezegenlerin arasında dünya yok, benim dünyam başka. O dünya her an başıma yıkılıyor ama insan nefes aldığı yerden vazgeçemiyor.


Onu parçalamam, onu silebildiğim anlamına gelmiyor. Keşke gelse. Keşke olsa. Keşke yapabilsem bunu.


Vazgeçmek isteyişim ilk.


İleri geri sallanmaya devam ederken Can'ın avizedeki boşluğu fark ettiği an geldi gözlerimin önünde. Dehşet içinde baka bakmıştı ve ben de omuz silkip "Fazla kurumuş," demiştim. "Sadece dokunmak istemiştim, değer değmez parçalandı yaprak."


Onu avucuma alıp ezdiğimi söyleyememiştim. Oyuncaklarımı toplamaya başlamadan, Asya beni yatağın kenarına çökmüş halde bulmadan hemen öncesiydi.


"Ne sanıyorsun ki? İki yanımda durdun diye sensiz yapamayacağımı falan mı düşünüyorsun?"


"Çocuksun benim gözümde. Benim ne sana ne de ilişkim hakkındaki tavsiyelerine ihtiyacım yok. Büyü artık."


Büyümemi istediğini yüzüme haykıran o kadının geçmişten bir sahnede omzuma başını yaslayıp "Sen benim çocuk tarafımsın," dediğini kimse bilmiyordu. "Seni böyle görmek mutlu ediyor beni. Bu neşeni nasıl koruyorsun bilmiyorum ama kaybetme sakın hiç. Sana en çok gülmek yakışıyor."


Gözlerimi sımsıkı kapattım. Maziyi anmak hiçbir zaman iyi gelmezdi. Onunla yaşadığım tek bir an bile bana iyi gelmiyordu aslında ama ben hep tersine inandırırdım kendimi. Çünkü o benden uzakken yaşamıyordum, sadece nefes alıyordum.


Dinlediğim müziğin sesi kendiliğinden kısıldı ve bir bildirim sesi duydum. Gözlerimi ekrana çevirdiğimde beklediğim Can'dan gelen, artık odaya dönmem gerektiğini söyleyen bir mesajdı. Genelde "Yatağımın altındaki canavarı kontrol etmen gerek," diyerek beni geri çağırırdı. Bu aramızda ilk zamanlardan kalma bir şakaydı. Aynı odayı paylaştığımızdan o odada iki kişi olmadığımızda rahat edemiyorduk. Biri diğerine korktuğunu ima edip odaya çağırırdı. Bu, gönül rahatlığıyla uyuyabilmemizi sağlıyordu. Analizcilerin hasta olunca birbirlerinin başında beklemesi gibiydi, sadece ikimizinki hastalık sağlık fark etmiyordu.


Gelen bildirimin ondan olmadığını görmem kaşlarımı çatmama sebep oldu. Ekranı açıp mesajın üzerine tıkladım.


Koroner arter: Gelebilir misin?


Kalbi besleyen damar.


Aşık olduğumu anladığım ilk andan beri rehberimdeki ismi buydu. Onun rehberindeyse kovboyum diye kayıtlıydım. Onun aksine ben, hiçbir zaman iyelik eki ekleyememiştim sonuna. Ben hep onundum ama o hiç benim olmamıştı.


Kalbimi sökmeye yemin etmiş gibi davranan birine hâlâ bu tanımlamayı yakıştırıyor olmam, karşısındaki çaresizliğimi anlatmama yeterliydi.


Tekrar mesajını okudum. Sebep yoktu, sonuç yoktu, açıklama yoktu, sadece bir istek vardı. Beni çağırıyordu.


"Gitmeyeceksin," dedim, sigaramı söndürdüm. "Gitme," dedim, kulaklıklarımı çıkarttım. Elimi saçlarımın arasından geçirdim, görmezden gelip ekranı kapatmak istedim ama ayağa kalktım. Son bir çabayla "Hayır," dedim ve sonra kulaklığı da sigara paketini de salıncağın içine fırlatıp parkın kapısına gitmek yerine bana en yakın olan çitten atlayarak onun evine yürümeye başladım.


Adımlarımı hızlandırdığımda neredeyse koşuyordum.


İlişkimizin özeti tam da buydu. Beni paramparça eder, gitmemi söylerdi. Gitmeye çalışırdım. Kırıklarımı kendim toplayacağıma yemin ederdim. Sonra gel derdi, sebebini bile sormadan toparladığım birkaç parçayı da yere atıp ezer, kalbimin üzerine basıp kapısına giderdim.


E-18. Bu sitenin en güzel evi. Büyüklüğü ya da bahçesi yüzünden değil, içindeki kadın yüzünden.


Kapının aralık olduğunu gördüğümde refleks olarak elim belime gitti fakat buraya gelirken değil silahımı almak, bizim evin anahtarlarını bile almamıştım. Temkinli bir şekilde girdim içeri. Ne olduğunu çözmeye çalışırken gözlerim her köşede ondan bir iz bulmaya çalıştı. İçerisi her zamanki gibi deniz kokuyordu. Eylül ben onu tanıdığımdan beri aynı oda parfümünü kullanıyordu evinde. Bu yüzden bu kokuyu solumak bile içimdeki endişeyi dindirir, huzuru hissetmeme sebep olurdu.


Kapıyı arkamdan kapattığımda geldiğimi duymuş olacak ki onun güçsüz sesini işittim. "Banyodayım." Ağladığı belliydi. Benim bunu anlamam için onu görmeye ihtiyacım yoktu. Banyoya yürümedim, banyoya ışınlandım. O kadar hızlı vardım ki kapısına kalbimin ritminden bile hızlıydı adımlarım.


Onu kapının dibine çökmüş, ellerini saçlarına geçirmiş halde buldum ve bu maziyi bir kez daha önüme serdi. Anlatmasına gerek yoktu, ne olduğunu anlamıştım. Banyodaki kokuya rağmen içeri girip dizlerimin üzerine çöktüğümde doğrudan ellerini çekmesini sağladım saçlarının arasından. Eylül hıncını en çok saçlarından çıkarırdı hep.


"Arda." Kızaran dolu gözleri beni gördüğü an yaşlarını akıtmaya başladı yeniden. Onun her bir yaşı benim içimde bir yara demekti. Gördüğüm en büyük hasarı bana hep o verirdi ama ben bıkmadan, usanmadan bir kez daha sildim o gözlerini. "Yine başladı. Arda, başa dönmek istemiyorum."


Onu ilk tanıdığımda Eylül çok zayıftı, hepimiz bir hastalığı olduğunu düşünüyorduk. Yeme bozukluğuna sahip olduğunu söylemişti. Bununla yaşamaya çalışıyordu, günden güne kilo veriyor ve devamlı kustuğu için tansiyonu düşüyordu o zamanlar. Bu yüzden de sık sık kendini baygın buluyordu. Bunu bana kendisi anlatmıştı, yine ağlayarak.


Ben Eylül'ün ilk andan beri sırdaşıydım, arkadaşıydım, kendine belki de en yakın hissettiği kişiydim ama bu kadardım. Bundan ibarettim. O günden bugüne bir adım bile ilerleyememiştim. Derdi olunca çalınacak bir kapı olarak kalmıştım hayatında. O kapının ona her zaman açılacağı fikrini aşılayan da bendim.


Yeme bozukluğunu atlatabilmesi için öyle çok uğraş vermiştim ki artık onun için bir vazgeçilmez konumundaydım. Sadece kötü anlarının, en diplerinin vazgeçilmeziydim. Bu kadardım.


"Ne zaman kustun ilk?" diye sordum, endişelenmeden, panik yapmadan Alışkındım çünkü. Az beklememiştim başında. Az tutmamıştım bu elleri ben sırf saçlarını yolmaması için. Zaten ellerini de bir tek bunun için tutabilirdim, o zarar görmesin diye. "Eylül, sakinleş. Buradayım. Ne zaman başladı?"


"Asya'nın anlattıklarından sonraki gün." Duyduklarımız hiçbirimizin hayatına aynı şekilde devam edebileceği şeyler değildi. Bu yüzden cevabı beni şaşırtmadı. En azından artık onu avutabilecek bir bahane vardı elimde.


"Eskiye dönmüyorsun." Kendimden emin bir sesle konuştum. "Sadece öğrendiklerimiz ağırdı, hepimiz farklı tepkilerle atlatıyoruz bu süreci. Ben ağladım, Kaya uyuyamadı, sen de kustun. Bu kadar. Başka bir şeyden değil."


"Seni çağıracaktım," dedi gözlerini silmek için parmaklarını ellerimden çekerken. Kesik kesik konuşuyordu. "Seni çağıracaktım... Böyle olmamalıydı. Bu yüzden çağırmamalıydım."


Ayağa kalkıp onu yerden kaldırmak için elimi uzattığımda neyden bahsettiği hakkında fikrim yoktu. Bana tutundu, onu düştüğü yerden kaldırdım ve sonra beni geride bırakıp önümden yürümeye başladı. Senaryolar değişse de bu bağlam hep aynı kalırdı.


Salona doğru yürüdü sarsak adımlarla. Düşse tutabilecek kadar yakın yürüdüm ben de peşinden. İçerisini gördüğümde söyledikleri anlam kazandı.


Bir animasyon filmi açıp durdurmuştu geniş ekran televizyonunda. Masanın üzerinde patlamış mısırlar, cipsler, çikolatalar ve içecek kutuları duruyordu. Beni çağıracaktı. Benden özür dilemek için mesaj atmaktı aslında hedefi. Kendini affettirmeye çalışıyordu söyledikleri yüzünden ama yine bir şeyler ters gitmiş, buraya ona yardım etmem için çağırmak zorunda kalmıştı beni.


Tek bir tepki vermeyişimle birlikte düştüğü çukura daha fazla gömüldü. Gülümsememi beklemişti, gülseydim kendini iyi hissederdi her şeye rağmen ama kendimde gülebilecek gücü bulamadım. Gözlerine çöken hüzün daha da arttığında bana bu defa benim bir şeyler dememi umarak baktı. Her türlü sitemime hazır bekliyordu. Bu haldeyken ona öfkemi yöneltebileceğimi mi sanıyordu? Ben Buğra değildim.


"Boş ver şimdi bunları." Ona doğru bir adım attığımda kendimi durdurmasaydım omzunu tutacaktım. Ellerimi pantolonumun ceplerine sokup kapı pervazına yaslandım. "Tansiyonun düşmüştür yine. Biraz oturalım."


"Arda, böyle yapma." Dolu gözleri yüzünden sesi ağlar gibi çıkıyordu ama Eylül benim için ağlamazdı, onun gözyaşları başkasına akardı hep. "Her şey çok kötü. Hayatımdaki her şey çok kötü ve seninle de kötü olmamız beni çok üzüyor. Necip Amir bile fark etti sanırım. Gizleyemiyorum kimseden. Biz seninle böyle kavga etmeyiz hiç. Hiç bu kadar soğuk olmadık daha önce."


"Sorun yok," dedim. "Ben ilişkine burnumu soktum, sen bana haddimi bildirdin sonra da kapandı konu."


Sesim dümdüzdü, yüzüm de ifadesiz. Bunu fark ettiği an gözlerini kocaman açtı. Beni ilk defa böyle gördüğünü düşündüm ve bunu düşününce onun aslında beni pek de tanımadığını fark ettim. "Oyuncaklarını kaldırdığını duydum." Sesi çekingendi. Nadiren böyle konuşurdu.


"Doğru duymuşsun," dedim yirmi altı yıllık birikimimi silip atmak benim için oldukça kolaymış gibi. Her birinin ismi yokmuş, her biri bana geçmişimden bir günü hatırlatmıyormuş, her biri benim için içi pamuk dolu bez parçalarından ibaretmiş gibi. "Büyü dedin, büyüyorum Eylül. Beni bu kadar kafana takmana alışkın değilim, ortada bir sorun yok."


"Canımı yakmaya mı çalışıyorsun?" Şaşkınlık yüzünün her santimini ele geçirmişti. "Bunu yapmazsın. Her şeyi konuşalım ve sorunlar çözülsün istemiştim. O gün sinir anında ileri gittim ama yemin ederim telafi etmek için çağıracaktım seni bu gece."


"Ama birine ihtiyacın olduğu için çağırdın."


Geri adım atmam gerektiğini hatırlattım kendime ama kırılmış tarafım bu defa susmamakta kararlı davranıyordu. Pişman olacağıma emin olduğum şeyler söylemek üzereydim.


"Çok korkuyorum eskiye dönerim diye. Bu mevzuyu aramızdaki sorundan ayrı tutsak olur mu? Benim ne yollardan geçtiğimi biliyorsun."


"Biliyorum," dedim. Omzumu pervazdan çekip ileri doğru gittim ve koltuğa oturdum. Ben ayakta kalmaya devam etseydim o da dikilirdi karşımda, o otursun diye gelmiştim. O da oturdu bir koltuğa sonra. Televizyondaki animasyon filmine, masanın üzerinde duran paketlere bir kez daha baktım.


"Ama ben biliyorum," diye devam ettim. Susamıyordum. Durmuyordu dilim. "Canın acıyor, beni arıyorsun. Korkuyorsun, beni arıyorsun. Ne zaman zor durumda olsan yanında ben varım. Ben senin her şeyini biliyorum."


"Ve ben sana asla söylememem gereken şeyler söyledim." Pişman olduğunu görebiliyordum. Bende bir etki oluşturmaması tuhaftı.


"Olay bu değil," dedim doğrudan. "Birine ihtiyacın oldu, sen yine beni aradın Eylül. Ben ne zaman arasan geldim ve ne zaman arasan geleceğim ama sana bir şey sormak istiyorum. Neden o telefonda tuşladığın ilk numara ben oluyorum hep?"


Bunu beklemediği bariz belliydi. Yeni bir sorgulama değil, gerildiğimiz güne dair bir hesaplaşma yaşayacağımızı planlamış olmalıydı ama bu defa direksiyona ben geçmiştim ve konuşmayı ben yönlendiriyordum kendimi frenlemeden.


"Çünkü," dedi emin bir şekilde. Arkasından söyleyecek bir sebebi vardı ama o her neyse bunun esas doğru olmadığını fark etti ve başka bir cevap bulabilmek için dudaklarını birbirine bastırdı.


"Neden burada olan benim, Eylül?" Dirseklerimi dizlerime yaslayıp öne doğru eğildim. "Neden Buğra değil de benim? Onu arasana. Ona ulaş. Senin yanında olması gereken o, ben değilim."


"Sana bir şey olmuş," dedi titremek üzere olan bir sesle. "Bir şey ağır gelmiş bugün. Anlat bana ne olduğunu. Yanımda olduğun anlar sırrımızdır bizim, benim tanıdığım Arda yüzüme vurmaz o anları."


"Senin tanıdığın Arda kim ki?" Gözlerimi kıstım bir yaş oraya tutunamasın diye. "Öylesine yanında duran biri değil mi? İki yanında ağladım diye kendini ne sanıyorsun dedin sen benim karşıma geçip. Bana bunları sen söyledin. Senin tanıdığın Arda bundan ibaretmiş. Benim ne halde olduğumu görmüyorsun bu yüzden. Hâlâ her şeyin kötü gittiğini söylüyorsun, hâlâ sana sorular sorup derdini dinlememi bekliyorsun. Dönüp bakmıyorsun hiç ben ne haldeyim diye."


"Çok öfkelisin." Sesi daha çok titredi, onu daha çok kırdım. Ona asla öfke kusabileceğimi sanmazdım. Susmam gerekiyordu. Gitmem gerekiyordu. Buğra için yeterince ağlıyordu, benim için ağlamamalıydı. "Özür dilerim. Neye dokunsam batırıyorum bu sıralar. Gerçekten yolunda gitmeyen çok fazla şey var ama aralarında benim için en önemlisi sensin."


"İnanmıyorum sana." Ağzımdan çıkanlar için kendime duyduğum öfke diğer tüm duygularımı solladı. Kendimden nefret etmeye başladım. "İnanmıyorum çünkü ben hiçbir zaman o kadar da umurunda olmadım. Ağlayacak köşen mi kalmadı da barışalım istiyorsun? Ağzına geleni söyleyip beni yerle bir edeceksin sonra da film izleyeceğiz ve düzelecek mi? Beni ne hale getirdiğinin farkında bile değilsin."


Gözünden bir yaş aktı, benim yüzümden. Çekip gitmek istedim ama onu tek başına bırakamazdım. Dudaklarımı sımsıkı birbirine bastırdım daha fazlasını söylemeyeyim diye. "Sen benim en yakınımsın." Bir başka yaş daha aktı. "Nasıl böyle düşünürsün? Sana açıklamaya çalışıyorum, sinirliydim ve düşünmeden konuştum. Bunun sırası mı? Az önce kustum, birkaç gündür tekrarlıyor, korkuyorum, aramızı düzeltmeye çalışıyorum. Gerçekten iyi değilim. Bunları konuşmamızın sırası mı?"


"Ne zaman sıram gelecek?" Yükselen sesim onu korkuttuğunda yumruğumu dizime geçirdim. Yapmamalıydım. İçimde köpüren volkan durmuyordu. Derin bir nefes aldım. Hiçbir işe yaramadı. "Ne zaman sıram gelecek benim amına koyayım ya? Annenle kavga ediyorsun, kötüsün. Buğra'yla tatrtışıyorsun, kötüsün. Karakolda bir olay oluyor, kötüsün. O oluyor, bu oluyor, seni hep üzüyorlar ve sen hep kötüsün. Ben ne olacağım? Ne zaman bana soracaksın iyi misin diye?"


"Özür dilerim." Ellerini yüzüne kapattı. "Söylediklerim için özür dilerim ama n'olur sana değer vermiyormuşum gibi davranma bana. Haksızlık ediyorsun, bana seni yalnız bıraktığımı söyleyemezsin."


O beni öyle bir yalnız bırakmıştı ki boşluğumu kimseyle dolduramıyordum. Ona öyle aşıktım ki ruhumdan taşan acı artık fiziksel bir hale varmıştı. Canım yanıyordu. Onu düşünürken başım ağrıyordu, göğsüm kramplanıyordu, akciğerlerim tükeniyordu ve o tüm bunları bilmeden gözlerime bakıp ağzına geleni söyleyebiliyordu.


"Haklısın," döküldü dudaklarımdan. "Seninle tartışmak istemiyorum. Ara Buğra'yı, olması gerektiği yerde olsun bu gece çünkü yanında kalmayacağım. Benden bu kadar, ben çok yoruldum."


Onu çok üzdüm. Onu ne kadar üzersem üzeyim benim yaşadığım üzüntünün binde biri bile etmezdi.


"Artık sen bile benimle uğraşmak istemiyorsun," demesiyle birlikte bu cümle onun kurduğu en ağır cümleymiş gibi başka bir yaş düştü gözünden.


"Delireceğim!" Yaydan çıkmış bir ok gibi daha fazla bastıramıyordum içimdekileri. "Sen, sen, sen... Hep sen. Hep kendini düşünüyorsun, yine ne yapıp edip bir şekilde kendine çevirdin konuyu. Bunu sana ilk kez söyleyeceğim ve son olacak. Sen bencil birisin Eylül. Diğerlerine karşı değil, etrafındaki herkes için her şeyini verirsin sen ama bana gelince benim elimdekileri de almayı seçersin. Bıktım bundan."


"Bana neden bu kadar kızgınsın Arda?" diye bağırdı beni görmezden gelmeyi sürdürürken. "Gerçekten anlamıyorum." Sesi kısılıyordu çaresiz hissettiği için. "Böyle düşünmediğimi, senin için canımı vereceğimi biliyorsun."


"Beni görebilseydin benim için yapman gereken son şeyin canından vazgeçmek olması gerektiğini de bilirdin."


Duruldu, doğruldu. Gücünü toplamaya çalıştığını fark ettim. Yıpranıyordu ve bu halinden kurtulmaya çalışıyordu. "Oyuncakların bende." Bunu duymayı beklemediğim için gözlerimi yeniden gözlerine çevirdim. "Kaya aradı beni. Senin onları bir kutuya doldurup çöpün yanına bıraktığını söyledi sanki vicdan azabından ölmemi istiyormuş gibi. Kendisi de alabilirdi, kendisi de durdurabilirdi seni ama sırf aklımı başıma toplayıp hatamı anlayayım diye yaptı bana bunu. Gittim aldım o kutuyu. Odamda, yatağımın kenarına koydum. Sana verecektim hepsini bugün. Böyle olmaması gerekiyordu, halletmemiz gerekiyordu aramızdaki sorunu."


"Bir çocuğun dondurmasını yere atıp sonra külahını ona geri veremezsin," dedim ona bakmaya devam edersem konuşamayacağımı bildiğimden. "İstemiyorum geri. Müge'ye verirsin ya da at çöpe gitsin. Fark etmez artık."


"İstemiyorsan onları sana geri verebilmenin bir yolunu bulana kadar saklarım çünkü anılarını biliyorum. Sendeki yerlerini biliyorum. Öylece atmana da birilerine hediye etmene de izin vermem, vermeyeceğim."


Söylediklerinin hiçbiri umurumda değildi çünkü ona olan inancımı sarsmıştı. Artık her biri birer yalandan ibaretmiş gibi geliyordu ya da kendimi kandırmayı bırakmıştım. "Ara sevgilini, yanına gelsin," dedim bir kez daha, bu kez daha kararlıydım. "O geldiğinde ben gideceğim."


"Aramıyorum, hadi bakalım." Gözlerini sertçe sildikten sonra kollarını göğsünde bağladı. "Hadi git gidebiliyorsan. Yalnız bırak beni böyle bir gecede. Bu yeni halin olan sert adam bana sırtını dönüp yürüsün gitsin gidebiliyorsa. Değiştiğini iddia ediyorsun ya hani..."


"Aramıyorsun çünkü gelmeme ihtimalinden korkuyorsun." Sözlerim soğuk bir etki bıraktı üzerinde. Onu ezbere biliyordum, söylediklerinin ötesinde içinden geçirdiklerini de okuyabilecek kadar çok. "Aramak istemiyorsun çünkü bu ihtimal delip geçiyor kalbini. Sonra yine bana mecbur kalıyorsun. Ben senin hiç ilk tercih ettiğin olmadım, hep mecbur kaldığın oldum. Farkındayım bunun, sadece benim için sorun değil sanıyordum. Sen iyi olduğun sürece sesimi hiç çıkarmam sanıyordum ama Eylül, beni anla. Nasıl ki Buğra'ya verdiğin değerin çeyreğini göremiyorsan ondan, ben de sana verdiğim değerin çeyreğini göremiyorum senden. Bunun ne kadar kırıcı bir his olduğunu sen çok iyi biliyorsun."


Reddedemediği cümlelerim canımı daha çok yaktı. Yalandan da olsa duymak isterdim bazı şeyleri. Hayır, desin isterdim. Öyle değil, ben çok değer veriyorum sana. Arkadaşlığıma ve sırdaşlığıma değer veriyordu, bana değil. Bunu bu gece görebiliyordu o da.


"Bu his bir süre sonra kendine olan saygını yitirmeye başlamana sebep oluyor, Eylül ve ben olmaktan korktuğum kişiye yani sana dönüşmek istemiyorum. Ben beni bu kadar üzen, kırıp döken, onu dinlememi isteyen ama beni hiç merak etmeyen, nasıl olduğumla zerre ilgilenmeyen birini ne olursa olsun affeden o kişiye dönüşmek istemiyorum. Buğra'nın sana yaptığı bu. Senin de bana yaptığın bu. Ve hayır, buna göz yummaya devam etmeyeceğim."


Gözlerimin içine daha fazla çaresizlikle baktığında ben hiç konuşmadığım için bunları hiç görmediğini fark ettim. İnkâr etmek istiyordu ama edemiyordu. Haklı olanın ben olduğumu biliyordu.


"Ayrıca," dedim nefesim tıkanırken. "Ben Buğra olsaydım..." Hiçbir zaman onun yerinde, onun konumunda olamazdım. Eskiden Buğra'yı mükemmel sanır ve kendimi aşağı görürdüm Eylül sırf onunla olduğu için, şimdiyse sorunun Eylül'de olduğunu görebilecek kadar olgundum. "Onun yerinde olsaydım gecenin bu saatinde sevdiğim kadının ellerini başka bir erkek tutsun, onun gözyaşlarını başka bir erkek silsin istemezdim. Bana saygı duymuyorsan ona duy ve onu ara. Gelmeyecekse de seni alır bize götürürüm orada kalırsın, yalnız kalmana izin vermeyeceğim konusunda haklısın ama artık yanındaki ben olmayacağım."


Çok şey söylemek istese de ağzını bile açamadı ilk defa. Belki ilk kez baktı böyle gözlerimin içine, yalvarır gibi. Acıttı canını gerçekleri duymak. Uzun zamandır sınırdaydım, yanlış bir anda patlamıştım. Pişman değildim yine de. Ben artık kendimden ödün vermek istemiyordum. Onu sevmek, beni kendime yabancılaştırmıştı. Çocuk tarafımı tek bir cümlesiyle öldürebilmesi, benim için son noktaydı.


Ayağa kalktığında telefonunu almak için hareketlendiğini sanmıştım. Bunu yapmak yerine hemen yanıma oturdu ve yüzüme dikti dolu gözlerini. Kolunu boynuma sardığında başını omzuma yasladı ve Eylül ilk defa kollarımda benim için ağladı. İlk defa, hiçbir fikri olmasa da bana hissettirdikleri yüzünden ağlıyordu yanımda.


Öylece durmamı, öfkemi dindirmeye çalışmamı ya da onu itmemi mi beklerdi bizi gören birisi? Ona sarıldım. Gözlerimi kapattım, elimi saçlarının arasına yerleştirdim ve sımsıkı sarıldım. Geri çekilmesine izin vermedim çünkü dolan gözlerimin hesabını ona veremezdim.


"Özür dilerim," dedi hıçkırarak. Daha fazla yaslandı üzerime. "Böyle düşündüğünü gerçekten... Gerçekten bilmiyordum. Bu çok fazla birikmişliğinin sonucu Arda. Seni bu noktaya getirdiğim için, sana böyle hissettirdiğim için yemin ederim çok özür dilerim. Lütfen bırakma beni."


Dedim ki içimden, keşke. Keşke bırakabilsem seni.


"Bırakmam," dedi inatla doğruları söyleyen kalbim. "Zaten bırakmam. Özür dileme. Toparlan da bize gidelim hadi."


Bana çok fazla yakın olduğunda göğüs kafesimin içinden gelen gürültü ona ulaşır diye korkuyordum bazen ama Eylül konu ben olunca öyle kör, öyle sağırdı ki elime megafon alıp bağırsam da beni duymazdı, biliyordum.


Sarılışının verdiği ağırlık, kemiklerimi kırabilecek kadar yoğun bir baskı yaratıyordu üzerimde. Onun bedeni ne kadar zayıf olursa olsun bana böyle destek alır gibi yaslandığı her an ben birkaç ton yükün altında buluyordum kendimi.


Omuzlarını bir çocuk gibi silkip çıkmadı kollarımın arasından. "Seni kaybedebileceğimi hiç düşünmemiştim," dedi burnunu çeke çeke. "Haklısın. O kadar yanımdaydın ki hep sürecek sandım bu. Fark etmem için yüzüme tokat gibi çarpman gerekiyormuş."


"Bunu yapmayacağım," dedim acıyla kıvrılırken dudaklarım. "Ben fark edilmek için çırpınmayacağım bundan sonra. Bu son, yemin ederim son." Kendimi kollarının arasından çektim. Bir sarılmayı hiç ben sonlandırmamıştım ama o bunun da farkında değildi diğer tüm şeyler gibi. Kokusunun üzerime bulaşmasına neredeyse sevinmek üzere oluşum bile canımı yaktı. Sertçe yutkunup toparladım kendimi. "Üzerine bir şeyler al da çıkalım."


Burnunun ucu kızarmıştı, gözlerinin akı ve kenarları da. Hâlâ yaşlar akıyordu ama hiçbirini silmiyordum. Bunu sürdürmeye devam edebilmek için ellerimi yeniden ceplerime soktum ayağa kalktıktan sonra. "Kapıda bekleyeceğim," dedim çünkü odasına gitsem bana oyuncaklarımı geri vermeyi denerdi.


Başını salladı kırılmak üzere olan küçük bir kız gibi. "O dudaklarını da büzme öyle," dedim son kurşunu sıkmak üzere olduğumun bilincinde olsam da. Televizyonda açık olan animasyonu, en sevdiğim abur cuburları, oyuncaklarımı ve onu, sonbaharımı geride bıraktım. "Çocuk musun sen Eylül? Büyü artık."


🍁




Asya Yağmur Tunçbilek:


"İnsan psikolojisine adanmış bir ömür."


Can, koridorda yan yana yürürken muhtemelen gerginliğimin azalması için benimle konuşuyordu. Hocasını anlatıyordu bana, ona güvenebileceğimi söylüyordu. Bunlar zaten benim tarafımdan beklenen telkin cümleleriydi ama o, bir cümle daha kurmuştu gözlerimin içine bakarak: Bir şeyleri anlatmak için acele etme.


Onu yetiştiren hocasına her şeyi anlatmamı, şeffaf olmamı ya da içimi dökmemi söylememişti. "Kendine bir anda yüklenme," demişti Can, bir kapının önünde durduğumuzda. Deli oteline gideceğimizi sanmıştım ama kişisel bir ofisin içindeydik. Çağdaş hoca burada benimle kişisel bir görüşme yapacaktı.


"Senden beklediğim tek bir saatte tüm travmalarından arınman değil Asya." Can omzunu kapının yanındaki duvara yasladı. Başının üzerinde siyah bir zeminin üzerine beyaz harflerle işlenmiş "Çağdaş Toptaş" yazılı bir tabela vardı. "Bırak akışı o yönlendirsin, zaten ne yapacağını bilir. Cevaplamak istemediğin bir soru sorarsa bile ne hissettiğini yüzünden anlayıp konuşmanın gidişatını değiştirir. Beni yetiştiren adamla tanışacaksın bugün, olaya sadece bundan ibaretmiş gibi bakmaya çalış olur mu?"


"Burada duracaksın, değil mi?" Onun varlığı güvende hissetmemi sağlıyordu. Eskiden olsa dile getiremezdim ama artık böyle şeyleri itiraf edebiliyordum.


"Bugün çocuğunun ilk okul gününde tüm gün okulun bahçesinde bekleyen ebeveyn görevini üstleneceğim Asya," dedi gülümseyerek. Bunca olayın içinde bana vakit ayırdığı için ona minnettardım. Gülerek karşılık verdim. "Başını kapıdan uzatsan bile görebileceksin beni."


"Teşekkür ederim."


"İstediğimi başarırsam teşekkür edersin." Gözlerimin içine bakmaya devam ederken elini kapının kulbuna atıp aşağı indirdi ve kapıyı ittirdiğinde hiç beklemediğim bir anda Çağdaş hocanın görüş alanına girmiş oldum. Can duvara yaslı olduğundan görünmüyordu. Bense önümde aniden beliren odaya adım atmayı birkaç saniye sonra akıl edebilmiştim.


"Merhaba," dedim ne yapacağımı bilemeden kapı kolunu tutarak. Can'ın gülme seslerini duydum. Omzumun üzerinden ona bakmaya çalıştım ama Çağdaş hocanın bakışları yeniden bana dönünce uslu uslu kapattım kapıyı. "Asya ben. Can'ın-"


"Ev arkadaşısın, biliyorum." Boynundan sarkan ipe bir gözlük bağlıydı. O gözlüğü taktıktan sonra çerçevenin üzerinden yüzüme baktı Çağdaş hoca. Gür saçları griydi. Ellilerine yaklaşmış gibi görünüyordu, sakallı bir yüzü vardı. Uzun bir adam olduğunu oturuyor olmasına rağmen anlamıştım. Omuzları geniş olsa da bu spordan kaynaklanmıyordu, genetik olduğunu düşündüm. Kaslı biri değildi, kolları zayıf ve çelimsiz duruyordu. "Otur lütfen, seni merakla bekliyordum."


Derin bir nefes çektim içime. Tatlı birine benziyor, dedi Mete ama ben karşımdaki adamı tatlı olarak tanımlamazdım ilk bakışta. Mesafeli bir duruşu ve bakışı vardı. Ellerini masanın üzerinde birbirine kenetlerken gözlerini bile kırpmadan bana bakıyordu. Can'ın seneler sonraki haliyle göz gözeymişim gibi hissediyordum kendimi.


"Genelde ben Can'ı yardım istemek için çağırırım," dedi önündeki defterin sayfasını açtığında. Kahverengi, deri kapaklı bir defterdi. Can'ın yanından ayırmadığı deftere benziyordu, belki de ona hediye eden kendisiydi. "Onun seni bana yönlendirmesi beni biraz şaşırttı bu yüzden."


"Muhtemelen ona kalsa beni size daha erken yönlendirirdi ama ben pek yanaşmıyordum buna."


"Daha önce psikolojik destek aldığın sonucuna ulaşıyorum buradan."


Soru sorar gibi tonlamasıyla birlikte başımı hafifçe sallayarak onu onayladım. "Almak zorunda kaldım." Doğru cümle buydu. Yaşadıklarımdan sonra bir psikologla düzenli olarak görüşmem sağlanmıştı, bu işime dönebilmem için bana konulan bir şart gibiydi. Zorunda olduğum için gitmiştim tüm o görüşmelere. "Ama işler pek iyiye gitmedi açıkçası."


"Anladım." Önündeki siyah metal kalemlikte hepsi birbirinin aynısı olan kalemler vardı. İçlerinden birini çekip aldı. "Bana üç soru sormanı istiyorum Asya." Yatıştırıcı bir sese sahipti. "Seni tanıyabilmem için önce beni tanıman gerekiyor, anlıyorum bunu gözlerinden."


"Eğer Can'a benziyorsanız sizin doğru söyleyip söylemediğinizi anlayamam." Gülümsedi. "Doğru cevapları almayacaksam soru sormanın da bir mantığı yok."


Gülümsemesi hâlâ yüzündeydi. "Senelerdir bu işin içindeyim ama Can'ı hâlâ tam olarak ben de çözemedim. Söylediği beş cümlenin üçü yalan, ikisi şüpheli. O tuhaf biridir, ben onun kadar tuhaf değilim."


"Onu nereden tanıyorsunuz?"


"Bunu ilk soru hakkın sayıyorum. Can, ailesi tarafından sorunları olduğu düşünülen bir çocuktu. Türlü yerlere götürülmüştü, en son benim çalıştığım yere getirildi. Onu bir kliniğe kapatmaya çalışıyorlardı, inanabiliyor musun? Bir dahiyi bir deli sanmışlar."


Sorduğum tek bir soruyla bana Can hakkında bu kadar detay vermesinden rahatsız oldum. Ailesini tanıyıp tanımadığımı bilemezdi, Can'ın bana neyi ne kadar anlattığını da. Bu yüzden onun sırrını benimle tek seferde paylaşıyorsa benim sırlarımı da başkalarıyla paylaşabilirdi.


"Asya," dedi aklımı okuyabiliyormuş gibi beni durdurarak. "Bunu sana birileri mutlaka anlatmış olmalı. Hayır, güvenilmeyecek bir insan değilim. Doğru cevaplar istedin, verdiğimde de beni yargılıyorsun." Kaşlarını çattı, sonra düzeltti. "Can benim için çok özeldir, onu rahatsız edecek bir şeyi sana zaten söylemem."


"Onu küçüklüğünden beri tanıyorsunuz." Başını salladı. "Akıl hocası gibi bir şeysiniz, adınızı bile saygıyla söylüyor her seferinde. Onu çocukluğundan itibaren mi yetiştirdiniz?"


"Bana sorduğun bütün sorular onun hakkında olacak anladığım kadarıyla." Daha geniş gülümsedi ve önüne açtığı defteri kapattı. "Peki o zaman. Bugün Can'dan bahsedelim." Beni zorlayacak sorular bekliyordum, o ise konuyu tamamen başka bir noktaya kaydırıyordu. Sanki tek amacı beni konuşturmaktı, ne hakkında olduğu fark etmezdi. Bu sayede karakterimi çözebileceğini, beni tanıyabileceğini düşünüyordu sanırım.


Can'ın akıl hocası olan bir adamdan normal başlangıçlar beklenemezdi zaten.


"Hayatımda hiç Can gibi biriyle tanışmamıştım bana geldiği güne dek. Ailesi onunla görüşmemi istediğinde beklediğim şey ilgi çekmek için ailesini kızdıracak şeyler yapan bir çocukla sohbet etmekti ama o, zehir gibiydi Asya. İnsanların yüz ifadeleriyle kafayı bozmuş, seri katil belgesellerini izlemekten keyif alan, onlarca polisiye kitabı yalayıp yutmuş bir çocuk vardı karşımda. Onun ağzından laf alamıyordum çünkü anlıyordu. Konuşmama izin vermeden laflarıma müdahale ediyor, ne düşünüyorsam onu söylemem gerektiğini söylüyordu bana."


"Bu bir takıntı mı?" dedim, sesimi normal tonda tutmaya çalışarak. V.V. hakkında bilgi sahibi olduğunu sanmıyordum, bu yüzden istese de niye ağzını aradığımı anlayamazdı ama yine de dikkatli olmam gerekiyordu.


"Evet." dedi kendinden emin bir sesle. "Doğru şekilde yönlendirilmeseydi yanlış yerlere kayabilecek kadar tehlikeli bir takıntıydı bu."


"Yani onu psikolojiden uzaklaştırıp polisliğe yönlendiren de sizdiniz."


"Hiçbir zaman psikolojiden uzaklaşmadı ama ikinci söylediğinde haklısın. Can, ulaşabildiği belgesellerde suçluların zihinlerine girmeye odaklandığını sanıyordu ve ailesi de bunun korkunç olduğunu düşünüyordu. Onun o sorgulardaki polislerin tavırlarını, doğru ve yanlış yaklaşımlarını tek tek kafasına not ettiğini fark eden bendim. Soruların soruluş biçimlerine, kelime seçimlerine takılıyordu. Hepsini takır takır ezberlemişti."


"O..." Birkaç saniyeliğine duraksadım. "Manipülatif biri," diye devam ettim sonra. "Mesela beni buraya getirmeyi daha önce teklif etmemişti, uygun bir anda reddetme şansımın olmadığı bir teklif sundu ve burada buldum kendimi. Şimdi onun hakkında konuşuyoruz. Belki paranoyak olduğumu düşüneceksiniz ama bunun Can'ın planladığı bir şey olduğunu düşünmeye başladım."


"Biraz daha açar mısın?"


"Yani..." Yeniden duraksadım. Tüm taşlar yerine teker teker diziliyordu şimdi. Büyük resim önümdeydi. "Biz, Can'ın başrolünde olduğu bir olayın içindeyiz ve o bazı kararlar alıyor." Çağdaş hocanın hiçbir şeyden haberinin olmadığı yüzünden okunuyordu. "Sanki beni buraya getirmesi, onu daha yakından tanımam için. Onu anlayabilmem için, hatta gerekli görürsem onu durdurabilmem için belki de."


"Başı belada mı?" Dudağımın bir kenarının gergince yana doğru kıvrılmasıyla sıkıntılı bir durumun içinde olduğumuzu anladı. "Muhtemelen haklısındır o zaman," dedi arkasına yaslanarak. "Gün geçmiyor ki bu çocuk beni şaşırtmasın. Boşuna demiyorum zehir gibi diye." Eseriyle gurur duyan bir ressam gibi gülümsedi boşluğa bakıp. "Senin bunu anlayacağını tahmin etmiyordur, sen de zehir gibisin. Necip Amir boşa toplamıyor sizi etrafına."


Gülümsedim ama bir yanım hâlâ kırgındı Necip Amir'e. Belli etmemeye çalıştım bunu. "Can kafasına koyduysa bir şeyi onu durdurmanız mümkün değil," dedi Çağdaş hoca, onu yıllardır tanıyan biri olarak. "Ve bu şey kesin çok tehlikeli bir şeydir. Kabul etmek istemese de tehlike her zaman Can'ı cezbeder, kanı kaynar, içine atlamadan duramaz. Bugün buraya yüz elli tane kafa koparmış bir katil getirseler ve ellerini bağlamadan sorgu odasına alsalar ilk önce Can gider onunla konuşmaya. Öyle biridir o."


Tehlike her zaman Can'ı cezbeder cümlesi başımıza bela açacak gibi Yağmur.


"Birini mi kaybettin Asya?" Beklemediğim bu soru tokat etkisi yarattı üzerimde. "Yakın bir arkadaşın diye düşünüyorum. Aklından geçen ihtimaller seni çok fazla korkutuyor bu yüzden. Can'ı da kaybetmekten korkuyorsun."


"Birini kaybettim," dedim sesimin titremesine izin vermeyerek. "Ama bunu şu an konuşmak istemiyorum."


"Acelemiz yok," dediğinde o ve Can arasındaki benzerliklerin sandığımdan daha çok olduğunu düşünüyordum. "Can yine neye bulaştı da sen bu kadar korkuyorsun, bunu merak ediyorum."


"Anladığım kadarıyla hiçbirimizin onu geri döndüremeyeceği bir yolda yürüyor." Çağdaş hoca buna şaşırmış gibi görünmüyordu. Sanki Can günlük rutin olarak böyle şeyler yapıyormuş gibiydi tavrı.


"Son zamanlarda kendini yalnızlaştırmaya başladı mı?" diye sordu ellerini yeniden birbirine kenetleyerek. "Kendini odaya kapatıp saatlerce orada duruyor mu? Onu duvara bakarken yakaladın mı?" Söylediklerinin hepsine cevabım evetti, bunu dile getirmeme gerek kalmadan anladı. "Kafasını meşgul eden bir işin içinden çıkamadığında çıkana kadar böyle şeyleri çok sık yapar," diye açıkladı bana. "Can dertlerini paylaşmaktan kaçan biri değildir. Sadece bir şeyi takıntı haline getirdiğinde bunu kişisel mevzuya döndürür, içselleştirir ve kendi başına halletmeye odaklanır."


Tam da böyle bir meselenin içine düşmüştük. Buraya yardım almaya geldiğimi sanıyordum ama belli ki ona yardım edebilmek için buradaydım bugün. Can yine kendi kendine bir şeyler kurgulamış, bana kurguladığı senaryoyu canlandırmak kalmıştı.


"Onun için ne yapabilirim?" Kafamda büyük bir soru işareti vardı. "Diğerlerine kendini kapatmışken neden buradaki isim benim? Ne bekliyor olabilir benden?"


"Bu bir tür yardım çığlığı olabilir Asya." Yüz hatları gerildi. "Diğerleri onu göremediği için son çaresi sen olabilirsin, bunu senin ruhun duymadan sana anlatmaya çalışıyor olabilir. Mevzu bahis Can'sa yaptığı her hareketin altından kırk farklı anlam çıkabilir. Net bir cevap bulamam soruna."


"Çok fazla üst üste geliyor olaylar." Ellerimi saçlarımdan geçirip derin bir nefes aldım. "Herkes için böyle. Herkesin derdi başından aşkın. Geçen gün gözlerinin önünde bir kriz geçirdim. Buydu beni buraya getirme sebebi. Belki ben gereksiz yere eşeliyorumdur bu meseleyi. Zaten bir karmaşanın ortasındayız ve ben daha çok karıştırıyorum sanki her şeyi."


"Neden böyle hissediyorsun?"


"Hislerimle alakalı değil bu." Gözlerimi masanın üzerinden çekip onunkilere çevirdim. "Zaten böyle. Yüzüme de söylüyorlar benim. Düzeni bozduğum düşünülüyor."


"Sen de böyle düşünüyor musun?"


"Zaman zaman." İnanmadı. "Peki," dedim omuzlarımı düşürerek. "Sık sık. Fazlalıkmışım gibi geliyor bazen."


"Kendine mi yükleniyorsun yoksa diğerlerinin hareketleri sonucu mu oluyor?"


"Kafamda kuruyor muyum diye mi soruyorsunuz? Hayır. Bizzat Necip Amir'den düzeni bozduğuma dair bir cümle duydum. Kafamda kurmuyorum, bu gerçek."


"Kendini o eve ait değilmişsin gibi hissettiğinde bununla nasıl başa çıkıyorsun?" Gözlüklerini burnuna doğru ittirdi. "Arka arkaya sorduğum soruların sebebi, konuyu senin açman Asya. Öncelikli sorununu kendin belirledin. Bu yüzden bu konuyla ilgili konuşmak istiyorum biraz."


"Onlar benim ailem gibiler," dedim şeffaf olarak. "İçlerinden biri yüzümü güldürmek için ufacık bir şey yapıyor, bahsettiğiniz his de terk ediyor beni anında."


Gülümsediğinde nedenini anlayamadığım için kaşlarımı çattım. "Bu biri dediğin herhangi biri değil belli ki." Yüzüne aynı anlamsızlıkla bakmaya devam ettim. "Aklında özel olarak bir yüz belirdi bu cümleyi kurarken. Genelleme yaptın ama tek bir resmin etrafına çizdin diğer küçük resimleri."


Nedense utandım. Başımı eğip dudaklarımı birbirine bastırdığımda bahsettiği resmin başrolü Görkem'di. Onun odası, onun yatağıydı. Sorunlarımla baş etme mekanizmam son zamanlarda bu yönteme evrilmişti.


"Yükünü hafifleten biri mi var hayatında? Sıkı sıkı tutunduğun ya da tutunmak istediğin belki..."


"Evet." Gözlerimi kaçırdığımda yüzümde bastırmaya çalıştığım küçük bir gülümseme vardı. "Var biri."


"İlişkinizi nasıl tanımlarsın peki?"


Yüzümü buruşturdum. "Karışık." Daha fazla detay vermem için çenesiyle devam etmemi istedi. "Gidişattan memnunum ama bazen karşı tarafın düşüncelerinden emin olamıyorum."


"Sana net bir şeyler söylemekten kaçıyor mu karşı taraf?" Görkem'i tanıyordu ve adını vermesem de bahsettiğim kişinin o olduğunu anlamıştı.


"Ben iki adım ileri gidiyorsam kendini bir adım geri çekiyor diyelim." Tam da bundan ibarettik ikimiz benim gözümde. Sonra geriye attığı adımdan pişman olup bunu telafi etmeye çalışıyordu genelde.


"Asya," dedi Çağdaş hoca gülümseyerek. "Aşık mısın?"


İnkâr ettiğim aşamanın çok uzağındaydım bugün. Aşıktım. Şüphe duymuyordum hislerimden. "Bunu hiç dile getirmedim henüz," dedim beni anlayacağını bildiğimden. "Söyleyeceksem ilk ona söylemek istiyorum."


Koskoca adam karşımda sırıtmaya başladığında bu beni daha çok utandırdı. Çağdaş hoca tavırlarımı tatlı buluyor gibi eğleniyordu benimle. "Onunla zaman geçirmek hoşuna gidiyorsa lütfen bunu yapmaya devam et çünkü sana iyi geliyor, gözlerinin içi güldü ondan bahsederken."


"Sanırım," dedim ona ne kadarını anlatacağımı kafamda tartarak. "Birlikte olmamıza çok olumlu bakılmıyor ve bence kendisini geri çekmeye çalışmasının nedeni de bu."


"Bu profesyonel bir görüşten ziyade sizi tanıyan birinin yorumu olacak ama..." Parmaklarını masaya vurmaya başladı ve bunu Görkem'in yaptığı gibi yaparak yüzümü inceledi. Ad vermemiş olsam da yüzümdeki ifadeden kesinliğe kavuşturmuş oldu aklındaki ismi. "Benim tanıdığım Görkem," dedi bana samimiyetle. "Diğerlerinin fikirlerini çok önemser." Bunun olumsuz bir noktaya kaydığını düşündüğüm için istemsizce gerildi dudaklarım. "Ama hiçbirimiz onun bir kadına karşı bir şeyler hissederkenki halini görmedik," diye sürdürdü cümlelerini. "Bu yüzden sana anlatılan Görkem'le senin tanıdığın Görkem'in bir olmadığını düşünüyorum."


"Yani," dedim kendimi biraz rahatsız hissederek. "İkimiz yalnızken daha farklı biri olduğu kesin."


"Seni diğerlerinden daha iyi tanıdığını söyleyebilir misin?"


Bu soruyu biraz fazla düşünmem gerekti. "Emin değilim," dedim sonunda. "Ben hepsinde kendimden parçalar buluyorum. Bazı durumlarda beni en iyi anlayan Kaya'ymış gibi geliyor, bazen sadece Arda'yla sohbet etmek istiyorum, bazen Can'dan yardım almam gerektiğini hissediyorum. Benim farklı yönlerimi farklı şekillerde tanıyor bence hepsi."


"Anladım," dedi ve defterine hızlıca bir iki cümlelik notlar aldı. Ne yazdığını göremedim, belki ilgilensem anlayabilirdim ama anlamak istemedim o anlığına. "Diğerlerine seni daha yakından tanıyabilmem için birkaç soru sorabilir miyim? Bu şekilde başkalarının gözünden nasıl göründüğünü ve senin nasıl hissettiğini de karşılaştırabiliriz diğer görüşmelerimizde."


Bu fikirden nedenini bilmesem de çok hoşlanmamıştım. Analizcilerle aynı evde, aynı çatı altında yaşıyor ve sürekli bir arada duruyorduk. Terapi, iyileşme ya da adı her neyse bu sürecime dahil edilmeleri taraftarı değildim, gereğinden fazla hassasiyet göstermeye başlayabilirlerdi. Bana olan tavırlarının değişmesini istemiyordum, bu halimizle mutluydum.


"Beni diğerlerinden daha uzun zamandır tanıyan bir arkadaşım var." Gırgır Barış, dedi Mete içimden. Gülümsedim. "Hakkımdaki sorularınızı ona yöneltmenizi tercih ederim. En azından şimdilik diğerlerini buna karıştırmayalım."


"Nasıl istersen," dedi anlayışla başını sallayarak. "Kendisi bu hafta içinde herhangi bir gün yarım saatliğine buraya uğrayabilir mi yoksa ona telefon numarasından mı ulaşayım?"


"Gelebileceğini düşünüyorum." Düşünmüyordum, biliyordum. Barış söz konusu bensem dünyanın öbür ucuna da gidebilecek biriydi. "Bu kadar mı?"


"Bu bir süreç Asya," dedi aynı sakin tonuyla konuşmaya devam ederken. "Seanslara bölüp mümkün olduğu kadar düzenli bir şekilde görüşeceğiz seninle. Hayatının ne kadar yoğun geçtiğini az çok Can'dan bildiğim için bir günlük tutmanı öneririm. Bana anlatman gerektiğini hissettiğin olayları unutmamış olursun böylece koşturmanın içinde. Küçük notlar bile alsan bu bir başlangıç olur."


"Bir şeyleri kolay unutmam." Bulunduğum konumda olma sebebim olan yeteneğim aynı zamanda da en büyük işkencemdi. "Ama deneyeceğim yazmayı, teşekkür ederim."


"Ben teşekkür ederim. Çok memnun oldum tanıştığımıza." Ayağa kalkarken elini bana doğru uzattı, kısaca tokalaştık. "Can konusuna gelince, bildiğim kadarıyla Arda'nın onu desteklemediği bir konu var. Belki bu konuda o desteği senden karşılamayı bekliyor olabilir. Aklıma bu ihtimal geldi az önce. Sadece bilmen gerektiğini düşündüm."


V.V. kod adlı kişiyle konuşmalarına çok karşıydı Arda. Can kendinden ne kadar emin olsa da bunun huzursuzluğunu yaşıyordu, farkındaydım. Belki de Çağdaş hocanın dediği gibi, arkasında oluşan boşluğu ben doldurayım istiyordu.


"Anladım," dedim çantamı masanın üzerinden aldıktan sonra. "Görüşmek üzere, ben de memnun oldum tanıştığımıza."


Dışarı çıktığımda Can kapının önündeki sandalyelerden birine oturmuş kitap okuyordu. Kapının sesini duyduğu an parmağını kaldığı satıra koydu ve yüzüme çevirdi gözlerini. Nasıl geçtiğini ya da konuşmamızın içeriğini sormadı elbette ki. Sadece nasıl hissettiğimi anlayabilmek için yüzüme bakmayı sürdürdü. Sorun yoktu. Derinlere inmemiştik henüz, şu an mutluydum. Bugünün benim için bir başlangıç olmasını umuyordum.


Önce sayfasını bitirdi, ardından ayracını o sayfanın üzerine bıraktı. Polaroid bir fotoğrafı ayraç olarak kullanıyordu. Bu fotoğrafı biliyordum çünkü çekilen gün, hayatımın en özel hediyelerinden birini aldığım gündü. Yeni odamda, hepsinin bana bakarken benim kameraya gülümsediğim bir kareydi. Hepsinin ailelerine verdiği değeri farklı şekillerde, beklemediğim anlarda görüyordum. Bu bana hep aynı sıcaklığı hissettiriyordu.


Cebinden çıkardığı araba anahtarını bana doğru uzattı. "Sen geç arabaya, ben beş dakikaya gelirim. Bayağıdır göremiyordum hocamı, bir selam vereyim."


"Tamamdır."


O içeri girerken ben dışarı çıktım. Hafif yokuş olan sokağın aşağısına doğru yürüdüm çünkü arabayı oraya park etmişti Can. Biri dikiliyordu arabanın yanında. Sırtını kapıya yaslamış, ellerini pantolonunun cebine sokmuş ve başını gökyüzüne doğru çevirmişti. Arkasından vuran Güneş yüzünden silüeti görünüyordu. Dağınık saçlarının şeklinden, bedeninin gölgesinden ya da gömleğinin sardığı pazularından bile tanıyabilirdim onu. Sadece beklemediğim için şaşırdım ve yürümeyi bırakıp neredeyse koşarak vardım arabanın yanına.


"Görkem," dedim neşeyle. Sesim bile gülümsüyordu. Anlamsız bir mutluluk sarmıştı her tarafımı ve heyecanlanmıştım da. Başını gökyüzünden bana çevirdi. Sırtını çekti yaslandığı yerden. Daha fazla gülümsedim.


Hiçbir şey söylemeden sokağın aşağısına ve yukarısına doğru baktı hızlıca. Yeniden odağına beni aldığında belimi kavrayıp dudaklarıma küçük bir öpücük bıraktı. Eğer beni tutuyor olmasa yaşadığım şoktan dolayı yalpalardım. "Nasılsın?" diye sordu geri çekildikten sonra merakla yüzüme bakarak.


Hâlâ öpücüğünün etkisinde olduğum için gözlerimi kocaman açmış, kaşlarımı kaldırmıştım istemsizce. "İyiyim."


"Ne konuştunuz bilmiyorum." Bir açıklama beklediğimi anlamıştı. "Ama çıktığında burada olayım istedim Yağmur."


Ona ihtiyacım olabileceğini düşünüp buraya gelmişti. Buradaydı. Görkem Duman ne yaptığını bile bilmeden ideal bir sevgili gibi davranmaya başlamıştı.


"Teşekkür ederim." İki adım ileri gittiğimde bir adım gerilediğini söyleyeli henüz birkaç dakika bile olmamışken bana birkaç adım birden attığını görmek, kalbimin hızlanmasına neden oldu. "Ya," dedim elimde olmadan sesim incelirken. "Sen beni almaya mı geldin?"


"Yani," dedi bu önemsiz bir şeymiş gibi geçiştirmeye çalışırken. "Bilmiyorum. İyi hissetmiyor olabileceğini düşündüm. Karakoldan buraya geldim direkt taksiyle. Hep birlikte eve geçeriz, istersen biraz kafa dağıtırız dedim."


Ona olan bakışlarım her nasılsa kafasını omzuna doğru eğip bana kısık bakışlarla karşılık verdi. Yüzümde oluşan sırıtışın sebebini anlamaya çalışıyordu. Bir şey söylemek için ağzımı açtığımda geriye doğru gitmesi Can'ı gördüğünü düşündürdü bana. Arkamdaki yokuşun başında gördüm onu. Elini yüzüne siper etmiş, bize doğru yürüyordu.


"Sen nereden çıktın?" diye sordu haklı olarak. Bir ima yapmak istiyorsa da bunu bastırıyor gibi görünüyordu.


"Necip Amir'in yanından buraya geldim."


"Bir randevunuz varsa ben şuradan taksiye bineyim." Bu tarz cümleleri sürekli kısık sesle mırıldanıyor, bizi destekliyor mu yoksa sadece dalga mı geçiyor anlamamama sebep oluyordu.


Görkem avucumda duran anahtarı alıp arabayı açarken ona göz devirdi. "Çok konuşma da atla hadi."


Can eli kapı kolundayken açmadan önce bana dönüp "İyi görünüyorsun," dedi. "Bir sonraki seans ne zaman?"


İşlerin ilerleyişini yakından takip edeceğini bilmeme rağmen bu beni rahatsız hissettirmiyordu. İlgilenmesi hoşuma gidiyordu hatta. "Barış'la görüşecekmiş önce."


"Tahmin etmiştim." Gülümsemesi, bunun rutin bir işlem olduğunu anlatmak ister gibi güven vericiydi. "Muhtemelen bir iki kez beni de içeri alacaktır, en azından sen alışana kadar."


"Kendimi ilkokula başlamış gibi hissediyorum."


"Sana ekler alayım mı?" diye sordu Görkem gözlerimin içine bakarak. "Beslenme çantana koyarsın."


Attığım küçük kahkaha keyfimin yerinde olduğuna diğerlerini de ikna etti. "Tişörtüne eşek bastıracak mıyız?" diye sorduğumda olaylardan haberi olmayan Can'a aitti sıradaki kahkaha.


"Evde ki," dedi Görkem ciddi ciddi üzülerek bu duruma. "Hiç aklıma gelmedi ya."


"Sen bu adama ne yaptın da bu adam tişörtüne eşek bastırmadığınız için bu kadar üzülecek duruma geldi?"


"Bilmem." Arka kapıyı açtıktan sonra içeriye atladım. "Kendisine sor."


Kapıyı kapatmak için uzandığımda Görkem benden önce davranıp kapımı kapattı ve cama doğru eğilip sırıttı bana. Can'ın omzunu sıktı sonra. "Antin kuntin şeyler be oğlum. İnan ben de anlamıyorum."


Can gülmememek için kendini tutuyor gibi görünüyordu. Yolcu koltuğuna geçti ve Görkem arabayı çalıştırınca başımı iki koltuk arasındaki boşluğa doğru yasladım, bu bana eski günleri hatırlatıyordu.


"Amirimle görüşmeniz pek iyi geçmedi sanırım," dedi Can ağız arar gibi. Görkem aslında keyifli görünüyordu ama bu cümleyi duyduğunda gerçekten de kötü geçen bir görüşmeden çıktığını anlayabildim yüzünden. "Ne söyledi sana?"


"Biraz canım sıkkın sadece," dedi kestirip atmak isteyerek. İlgi bende kalsın diye çabalıyordu ama ben iyiydim, kötü olan kendisiydi. "Kendi ayaklarımla azar yemeye ve öğüt dinlemeye gitmişim, öyle söyleyeyim."


"Anladım." Önündeki güneşliği açıp arkasına yaslandı Can. Konuyu o da burada bitirmek istiyordu ama ben istemiyordum. "Başrol ben miydim?" diye sorduğum an Görkem'le gözlerimiz aynadan kesişti. Direkt başımı eğdim kendimi görmek istemediğim için. "Üzerine geliyor değil mi?"


Görkem Can'ın yanında konuşmak istemezse geri adım atıp konuyu kapatan da yine ben olacaktım. Onu zorlamaya çalışmıyordum sadece benimle konuşmasının benim için problem olmayacağını anlasın istiyordum.


"Bana artık yapamayacağım bir şeyi yapmamı tavsiye etti." Muhtemelen benden uzak durmasını istemişti, bunu tahmin edebiliyordum. Aslında herkes aynı şeyi istiyordu hem ondan hem benden. "Ben de içini rahatlatmak için yalan söyledim ama bunu yapmak, benim rahatsız hissetmeme neden oldu. Sorun yok, hallederim."


"O içindeki huzursuzluk bir gün başka şekilde ortaya çıkmasın, dikkat et." Görkem, ne dediğini açıklasın diye Can'a döndü ama Can devam etmedi konuşmaya. Bir öngörü belirtip burada bıraktı mevzuyu kenara.


"Sizin için her şeyi yapacağımı bildiğiniz için benden bir şeyler istemek konusunda rahatsınız," dedi Görkem, düşmanca bir tavrı yoktu aksine anlaşılmak istenen birine aitti sesi. "Ama bu değil, Can. Bu kadarı değil. Şu keskin tavrı, etrafıma çizilen sınırları hak etmiyorum ben. Bu 'madem öyle istiyorsunuz o zaman tamam' deyip geri çekileceğim bir mesele değil. Bunu bana yapmamalı."


Necip Amir üzerinden anlatıyor olsa da sözleri tüm herkese gibiydi. Can da bunu anladı. Ben arka koltukta değilmişim gibi birbirlerine baktıklarında birden fazla şey gördüm aralarındaki bağda. Görkem içindeki huzursuzluğun Can tarafından giderilmesini istiyor, Can'sa içten içe Necip Amir'e hak veriyor gibi görünse de Görkem'in içini rahatlatmanın yollarını arıyordu.


"Senin seçimin," dedi sonunda. "Kocaman adamsın, nerede duracağını söyleyecek halimiz yok. Sadece belli bir noktaya kadar uyarabilir seni, seçimine karışamaz."


"Yağmur bir seçenek değil," dedi Görkem, adımın altını kırmızı bir kalemle çizer gibi. Bu defa aynadan değil, doğrudan kafasını bana çevirdi. Elleri direksiyonda, gözleri üzerimdeydi. Hislerimi okumaya çalışıyor, üzülmemi istemiyordu. Yeniden Can'a döndü. "Bu birini seçip diğerlerinden vazgeçeceğim bir kumar oyunu da değil. Bana bu muamele yapılmamalı, anlıyor musun? Bu hem onu ötekileştirmek hem de bana hata yaptığımı düşündürmek demek. İkincisini siktir et ama birincisine asla izin vermem."


Can, netliği karşısında şaşırmış gibi görünüyordu. Karşı çıktığı kişi Necip Amir ve dolaylı yoldan diğerlerinin fikirleriydi, belli ki bunu ilk defa bu sertlikte ifade ediyordu.


"Onunla ben konuşabilirim." Kendimi öne atmaktan hiçbir zaman kaçmayacaktım. "Sana kızıyor olabilir, sen oğlusun. Bir de ben anlatırım, ben savunurum seni. Bu kadar derdin arasında böyle bir mevzu için uğraşma bir de."


Hâlâ mevzu, mesele ya da bu tarz kelimeler kullanıyorduk bahsederken. Zaten diğerlerinin gözlerinin önünde yaşananla perde arkası da apayrı birbirinden. Kimsenin gerçekten fikri olduğunu sanmıyordum aramızdakilere dair.


"Sen karışmasan olur mu?" Öyle kibarlaştı ki sesi birden, içimde alevlenmek üzere olan öfke sular seller altında kaldı. "Bana ne derse desin hatta ne derlerse desinler, sorun yok ama kimse sana benim yüzümden laf söyleyemez. Söylememeli."


"Sürekli çoğul konuşuyorsun."


"Çünkü öyle Can," dedi Görkem sitem ederek. "Hepiniz hakkımda bir sürü şey anlattınız, beni kendi fikirleriyle değil sizin fikirlerinizle tanıdı. Şimdi ufak bir hareketimde bile şaşırıp kalıyorsunuz bu sen misin diye. Demek ki sizin tanıdığınız ya da benim bildiğim kadar değilmişim ben. Fazlası varmış ona."


"Seni bir abi gibi gören tarafım, senin için gerçekten çok mutlu," dedi Can, dürüstçe. "Daha iyisin, daha iyisiniz. Adı her ne olursa olsun, bu bağ ikinize de iyi geliyor. Bu konuda hepimiz hemfikiriz zaten."


"Bir 'ama' diyeceksin."


Görkem yanılmadı. "Ama, sana bir lider gözüyle bakan ve fikirlerine her zaman saygı duyan diğer yanım Necip Amir'in komple haksız olduğunu da düşünmüyor. Yine de hiçbir şekilde karşında durmayacağım, bunu bil. Daha fazlasını da duymayacaksın benden çünkü haklısın, senin bileceğin iş. Ama ileride bunun bir seçim olduğunu sen de anlayacaksın."


"Eylül ne yapmıştır acaba?" dedim alakasızca. O kadar saçma bir konu değişimiydi ki bu halime acımış bile olabilirlerdi. Bu konumda görülmekten nefret ediyordum. Bazen Görkem'i ellerinden alıyormuşum gibi davranılıyordu. Bir seçimse bu, ben seçilen kişi olmak istemiyordum. Ben giderdim, ben vazgeçerdim, ben diğerleri için kendimi feda ederdim. Bunu bilmiyorlar mıydı? "Dün gece Arda da bahçeden içeri girmedi resmen."


"Sigara içti sürekli," dedi Görkem konu değiştirme çabama ayak uydurarak. Bu bir tek benim dikkatimi çekmemişti belli ki. Bir kez gece su içmeye diye uyanmıştım ve sadece kontrol etmek için camdan parka doğru baktığımda Arda'yı hâlâ salıncakta oturuyorken görmüştüm.


"Eylül'le konuştuk biraz gece," dedi Can kendi bilgisini aktarmak için bize. Eylül, onların odasında ve Arda'nın yatağında yatmıştı yine. Arda onu bize getirdiğinde sadece kötü olduğunu söylemiş ve sonra yanımızda hiç durmadan parka atmıştı kendini. Bir daha da girmemişti içeri. Konuşmak istemediğini söylediği için ben de Eylül'ü zorlamamıştım. Aslında hedefim bugün döndüğümüzde konuşmaktı ama başarılı olacağımı sanmıyordum. "Çok da bir şey anlatmadı zaten. Sadece bir iki kez kustuğunu ve korktuğunu söyledi."


Görkem'in parmakları direksiyonu daha sıkı kavradığında bunun altında bilmediğim bir sorunun yattığını anladım. "Ben evden çıkarken Eylül çoktan gitmişti," dedi alnını kaşıyarak. "Tüm gün karakoldaydım ve yoktu orada. Abime de sordum, gelmemiş hiç."


"Buğra'ya gitmiştir." Aklıma ilk bu ihtimal gelmişti.


"Kaya da Arda'yla çatı katındaydı sanırım sabah," dedi Can sıkıntıyla iç çekerek. Ben de onları görmemiştim bu sabah. Kahvaltıyı ayaküstü simitlerle geçirmiştik dışarıda Can'la bu yüzden hiçbirine günaydın bile dememiştim evdekilerin.


"Şu markette duralım," dedim sitenin girişine geldiğimizi fark edince. "Birkaç şey alacağım."


"Biz de gelelim," diye atıldı Can ama onları durdurdum. Bir iki ürün için bir ordu gibi rafları dolaşmamıza gerek yoktu. On dakika bile sürmedi işim. Kucağımda poşetle arka koltuktaki yerime döndüm tekrar.


"Merak ettim," dedi Görkem sıkıca tuttuğum poşetin içini görmeye çalışırken. "Evde anlarsın," diyerek poşeti arkama doğru çektim çocuk gibi. Bu Can'ı güldürdü, başını hafifçe iki yana sallayarak önüne döndü. Yuvamıza vardığımızda bizi sessizlik karşıladı. Can anahtarıyla açtı kapıyı. Ben de üzerimi bile değiştirmeden sağa sola bakınmaya başladım birilerini görebilmek için.


Hâlâ çatı katında olduklarını düşünmeye başladığımda Can ve Görkem odalarına doğru gitmişlerdi. Önümdeki merdivenleri hızlı hızlı tırmanıp eğer özel bir şey konuşuyorlarsa susmalarını sağlayacak kadar gürültü yaparak çıktım çatı katına. Kaya bilgisayar ekranının başındaydı ve Arda da karşısında kollarını masaya yaslamış, başını da üzerine koymuş yatıyordu. "Arda!" dedim nefes nefese ve heyecanla. İrkildiği için omuzları hareket etti. Gözlerini kırpıştırıp uykusunu dağıtmaya çalışırken bana doğru döndü. Kaya'nın da bakışları üzerimdeydi şimdi. "Arda, tam on dakika sonra yanıma gelmen lazım. Çok önemli."


Kaya kaşlarını çattı nemrut ifadesine hızla bürünürken. "Ne oluyor?"


"Sen konuşma," dedim ona. "Bana Arda lazım, sen o bilgisayara öyle eğilip kambur olmaya devam edebilirsin."


Arda heyecanıma aldırış etmeden hevesimi söndürebilecek kadar yitik bir sesle "On dakika mı dedin?" diye sordu. Merak bile etmedi ne olduğunu. "Tamam, inerim." Alnında çizgiler belirdi. "On dakika sonra bana söyle," dedi Kaya'ya dönüp. "Saatin kaç olduğunu bilmiyorum."


"Kalkmazsan da ben merdivenlerin başına götürüp kıçına basarım tekmeyi, inmiş olursun böylece aşağı," dedi Kaya bilgisayar ekranından gözlerini ayırmadan. Nasıl geleceği umurumda değildi, aşağı gelmesi yeterliydi.


Yanlarından ayrılıp mutfağa doğru koşturarak giderken önce ellerimi yıkadım lavaboya uğrayıp. Ardından Eylül'e bir ses kaydı atmak için uygulamayı açtım. "Naber Eylül? Neyse boş ver. Sana ne anlatacağım. Bugün bir tane mağazada beğendiğim şeyi duyman lazım."


Bugün hiç mağazaya girmemiştim, nereye gideceğimi biliyordu ve kötü hissediyor olabileceğimi, kafa dağıtmak istediğimi tahmin edecekti muhtemelen. Amacım bambaşkaydı. "Göğüs kulbu büzgülü, ipli, vücuda yapışan kısa ve lacivert bir elbiseydi. Kumaşı dökümlü dökümlüydü, mankenin üzerinde öyle güzel duruyordu ki... Uzaktan gördüm ama satendi sanırım ya, emin olamıyorum. Neyse öyle işte. Çok güzeldi. Sana da anlatayım istedim. Beni ne zaman alışverişe çıkaracaksın? Pinti kadın, benden paranı mı esirgiyorsun? Benim de maaşım var bir kere, kalmadım sana. Neyse bay, öptüm. Teşekkürler ve iyi günler!"


Kaydı dinlediğinde onu bulup bana hediye etmek isteyecekti. Şimdi benim için lacivert, ipli, dökümlü bir elbise arayabilirdi mağaza mağaza gezip. Böylece onun da kafası dağılacaktı sorun her neyse ve bana eğer söylediğim şeyi bulup hediye ederse de kendini mutlu hissedecekti.


Kalbin hep aynı güzellikte Yağmur.


Buna katılmasam da Mete'nin hâlâ burada bir yerlerde olduğunu bilmek bana iyi hissettirdi. Telefonumu bu defa müzik uygulamasına girmek için açtım. Sevdiğim playlistlerden birini oynatmaya başladığımda ilk şarkı Imagine Dragons'tandı. En sevdiklerimden biri olan Birds'e kısık bir sesle eşlik ederken poşetin içindeki yufka paketini yemek masasına bıraktım. Yeniden tezgâha döndüğümde kendime ve içmek isterse diye Arda'ya birer kahve hazırlamaya başladım Vanessa'dan.


Şarkı değişti, sonra bir tane daha değişti ve girişi tanıdığım an anısı canlandı gözlerimin önünde. Kahveyi bardaklara dökmeyi bırakıp durdum öylece. Gülümsedim, kendi kendime gülümsememin delice olması umurumda değildi. Bu şarkı, belki de bir şeylerin başladığı güne aitti. Her saniyesine eşlik etmek istedim bu yüzden.


"Hep beni bil beni söyle, dilinden düş'miyim."


"Olur, Yağmur."


İkinci cümleyi söylemek üzereyken arkamdan gelen sesle birlikte yönümü oraya çevirdim. Görkem pervaza yaslanmış, yüzündeki keyifli ifadeyle beni izliyordu. Eşikten ayrılıp içeri girdiğinde ellerimi arkamdaki tezgâha yaslayıp gözlerine bakmaya devam ettim. "Zaten böyle yapmıyor muyum?" diye sordu, karşımda durduğunda.


Aramızda bir nefeslik mesafe bırakmazsa onu duymayacaktım sanki. Parmaklarımla mermeri sıktım ani yakınlaşmamız karşısında ayakta kalmaya çalışırken. Söyledikleri yüzümdeki gülümsemeyi mümkünmüş gibi büyütürken o gülümsemeyi kendine ait kılmak istermiş gibi dudaklarıma bakması beni çok zorluyordu. "Hım..." dedim derin bir iç çekerek. "Böyle mi yapıyorsun?"


Gözleri bir saniyeliğine benden ayrıldı ve arkasındaki kapıyı kontrol etti. Hızlıca yeniden döndüğünde şimdi eskisinden de azdı mesafemiz. Kolu belime değecek şekilde yaslandığım tezgâha tutundu bir eliyle. "Bir köşeye sinsem, saatlerce izlerim seni. Dakikaları saymak bile gelmez aklıma. Az önce fark ettim."


Şiir gibi konuşması beni daha fazla yaklaştırdı eriyip yok olma kıvamına. Böyle gülümsemesi, böyle bakması, onun gibi birinden bu tarz cümleler duymak bambaşka hissettiriyordu. Kalbim, onun için atmaya devam ediyordu ve o da kendince ödüllendirmeye çalışıyordu sanki beni. Dile getirmekten kaçındığı bir sevgiyi bana vererek yapıyordu bunu hem de.


"Böyle burnumun dibine girdikten sonra geri çekilip bir köşeye sinemezsin yalnız." Meydan okumam, kaşlarını havaya kaldırırken diğer eli de belimin yanından tezgâhı buldu. Onun tarafından kafeslendim.


"Ne yapmalıyım böyle burnunun dibindeyken?" diye sordu. Onu zor durumda bırakmamı mı istiyordu? Bunu yapardım. Bunu daha önce de yapmıştım. Kaşınmamalıydı.


"Yasaklar seni cezbediyor sanırım." Başımı biraz kaldırdığımda burunlarımız birbirine sürtmek üzereydi. "Sana benden uzak durmanı söylemişler ama mıknatıs gibi yapışıyorsun ilk fırsatta."


"Bir lidere kendi kurallarını kabul ettiremezsin," dediğinde sağ elinin parmakları belime temas etti. "Kukla ya da robot değilim 13, bana verilen her komutu yerine getiremem."


"Aslında getirebilirsin ama getirmek istemiyor gibisin."


"Ne istediğimi sana anlatayım mı?" Burnunun ucunu belli belirsiz burnuma sürtüp gülümsedi. "Yeterince bilmiyorsun sanki."


"Aa..." dedim kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırarak. "Hiçbir fikrim yok. Lütfen anlat, hatta detaylarını dinlemeyi de çok isterim. Meraklı biriyimdir."


Daha geniş gülümsedi. Kulağıma doğru eğildiğinde "Bir gün," diye fısıldadı. "Hepsini anlatacağım." Nefesi içimi gıdıklıyordu. "Hem de hiçbir detayını atlamayacağım."


Çenesini kavrayıp yüzünü yeniden yüzümün önüne getirdim. Onu öpmemek için savaş veriyordum. Söz ağızdan bir kere çıkmıştı, ben öptüğümde bununla sınırlı kalmayız demiştim bu yüzden de doğru ana kadar kendime hakim olmak istiyordum. Pes etmeyecektim.


O bunu sorun etmedi. Dudaklarını dudaklarıma kendisi yasladığında ellerimi boynuna sardım anında. Bahsettiği savaşları artık benim için, başkalarına karşı vermeyi göze aldığı yerdeydik. Görkem ona yapılan uyarıya rağmen benden uzaklaşmamıştı. Onu benden ayırabilecek hiçbir şey yokmuş gibi hissetmeme neden oldu beni bugün burada bu şekilde öpmesi.


Sırtımı okşayıp belime dönen eli, dudakları dudaklarımdayken aşağı kaymaya devam etti. Elini bacağıma yasladığında arka fonda klibindeki her saniyeyi ezbere bilsem de adı şu an aklıma bile gelmeyen bir şarkı çalıyordu. Bana her şeyi unutturması basit bir temasına bakıyordu. Karşısında bu hale gelişim birkaç saniyesini alıyordu sadece.


Çenemi kavrayıp biraz daha kaldırdı. Muhtemelen kapıda beni izlerken hayalini kurduğu şey bunun bir tık ötesindeydi. Belki tezgâhın üzerine oturayım, bacaklarımın arasında bedeni olsun istiyordu. Özellikle bedenimi her an kavrayıp yerden kaldırabilecek gibi konumladığı elleri bunu düşünmemin sebebiydi ama o hamleyi yapmıyordu. Yaparsa duramayacağından korkuyordu belki de.


Diğer öpücüklerinden çok daha ısrarcı olan dudakları kanımın kaynamasına neden olurken omzunu sıktım. Tam bu esnada "Can!" sesi duyuldu, şaşkın bir çığırıştı bu. Arda'ya aitti ve öyle yakından geldi ki gözlerimi açmadan önce basıldığımızı çoktan anlamıştım. "Can!" dedi tekrar. Eli pervaza yaslıydı ama bunu bayılmamak için yapıyor gibiydi. Yukarıdaki donuk bakışlarının yerini küçük heyecan parıltıları almıştı. "Çabuk buraya gel, iddiayı ben kazandım!"


Görkem gözlerini sıkıca kapatıp benden uzaklaşmak yerine alnını alnıma yasladı. Sıkıntılı görünüyordu yüz ifadesi. Basılmamız benden çok onu rahatsız etmişti, bunun yaşanmasını kesinlikle istemiyordu ama telaş yapıp geri de çekilmemişti. Nefeslerini düzene sokmaya çalışırken hâlâ yüzümün kıyısındaydı yüzü.


"Ne oldu?" diye sordu koşarak geldiğini tahmin ettiğim Can.


"Öpüşüyorlardı." Arda heyecanlı heyecanlı onun kolunu sarstı. "Ben kazandım."


Anladığım kadarıyla üzerimizden girdikleri iddiada hiç öpüşmediğimizi savunan taraf Can ve kesin bunlar öpüşmüştür diyen taraf da Arda'ydı. Can bizi bu kadar yakın görmesine rağmen inanamadı ve "Yok ya," dedi bariz bir şaşkınlıkla. "Kendi gözlerinle gördün mü?"


"Görkem'in bedeni kocaman, Asya'nın orada olduğunu bile zar zor gördüm ama eminim. Bir şey desenize ya, öpüşüyordunuz işte!"


İkisi de merakla bize baktığı sırada Görkem hâlâ önümde, alnı alnıma yaslı halde duruyordu. "Neyine iddialaştınız?" diye sordu geri çekilmeden, gözlerini açmadan. Sesi derinden geldi ve bu onu öpmeye devam etme isteğimi körükledi.


"Bir hafta bireysel kölelik artı ev işlerinin tamamı," dedi Arda. O kadar heyecanlıydı ki yerinde duramıyordu. Can'ın omzunu sarsarak dürtmeye devam ederken işaret parmağının ucu da üzerimize dönüktü. Gülerek başımı Görkem'in omzuna yasladığımda saçlarıma sürtünen çenesinden onun da güldüğünü anladım. "Şu şarkının da sesini kısıverin size zahmet, çok önemli bir iddia kazandım şu an."


"Ben görmedim," dedi Can inkâr ederek. Bir ayağını yere vurdu. "İtiraf etsinler, inanmıyorum."


"Sence bu mesafede başka ne yapıyor olabilirler Allah aşkına ya?"


"Bu senaryoyu sen kurgulamış olabilirsin. Onlar da üzülme diye rol yapıyor olabilirler. Gözümün görmediğine inanmam kardeşim ben, belki beni kandırıyorsunuz nereden bileceğim?"


"Oğlum n'oluyor lan?" diye bir ses geldi ve hemen ardından bir beden belirdi arkalarında. "Ne toplandınız hepiniz buraya kukumav kuşu gibi?"


"Ne alakası var olayın kukumav kuşuyla?" diye çıkıştı Arda. "O deyim yalnızlık, kimsesizlik falan gibi anlamlarda kullanılır bir kere. Sence burada bir yalnızlık durumu mu var?"


Kaya boş boş onun yüzüne baktı. "Sen niye bu kodumun kuşuna bu kadar yükseldin ki şimdi?"


"Uğursuzluk getirir," dedi Arda bu dünyanın en önemli konusuymuş gibi. "Kötü habercidir hep, gören yatalak yaşlılar mezar yolu göründüğüne inanır kendilerine. Sevmem hiç."


"Biz de seni bilim insanı falan sanıyoruz," dedi Kaya dilini damağına vurarak. "Batıl batıl inançlar... Kara kedi görünce saçını da çekiyor musun bari?"


"Ya sen de bir dur şimdi." Yeniden Can'ı sarstı. Zavallı Can bunu hiç beklemediği için rüzgârlı havada ipe asılmış bir çamaşır gibi savruldu sağa sola. "Bak gördüm diyorum. Öpüşüyorlardı bunlar. Ben kazandım iddiayı."


"Ne belli?" Bu kavgayı sürdürme sebebinin sadece Arda'nın kafasını dağıtmak olduğunu hissediyordum. Leb demeden Çorum'u anlayan Can, ikimizi bu halde gördüğünde aramızda yaşananları da gayet net bir şekilde anlayabilecek biriydi.


"Ee..." dedi Kaya kafası karışmış görünerek. "Zaten bilmiyor muydunuz?"


"Nasıl ya?" diye sordu Arda, her an ağlayacak gibiydi. "Daha öncesi de mi var bir de?"


"Olmasa bu herif niye sürekli olur olmadık yerlerde gözü dalıp sırıtmaya başlasın ki?" diyerek oldukça mantıklı bir tez sunduğunu düşündü Kaya. Bir de kollarını göğsünde bağlamış, bunu diğerlerinden önce biliyor olmanın gururunu yaşıyordu kendi kendine.


Can omuzlarını silkti. "Hepiniz toplanıp ben kaybedeyim diye bana komplo kurmuşsunuz," dedi inatla. "Görkem'i tanımasam inanacağım. O cins biri, iğrenir böyle şeylerden."


Görkem'in tek kaşı havaya doğru kalktı ama sırtı kapıya dönük olduğundan sadece ben görebildim bunu. Yaşanan kaosla hiç ilgileniyor gibi değildi, bölünmemizin üzüntüsünü yaşıyor gibiydi daha çok.


Bir anlığına gözlerimin içine baktı, eli belime yerleştiğinde geri çekilip çekilmeyeceğimi kontrol etmek istedi. Ardından gülümsedi ve "Kaybettin Can," dedi sadece. Belimi sıkıca kavrayıp bedenimi tezgâhtan ayırdı, diğerlerinin de görebileceği bir konuma getirdi ikimizi. Elini sırtıma çıkartıp beni hafifçe geriye doğru yatırdı ve dudaklarıma kısa bir öpücük bıraktı herkesin önünde. Temasımızı sona erdirdiğinde "Ama," dedi gözlerimdeyken gözleri. "Ben de yenildim. Yalnız değilsin."


Kolunu öyle sıkı kavradım ki tırnaklarımın teninde izler bırakmaması mümkün değildi. Gereksiz yere utandım, göğüs kafesim heyecanım yüzünden hızlı hızlı şişip indi. Diğerlerine bakmak için başımı çevirdiğimde dünyanın sonunu izleyen insanlarda oluşabilecek cinsten yüz ifadeleriyle karşılaştım.


Can'ın dudakları aralık kalmıştı, Arda'nın gözleri yuvalarından fırlamak üzereydi ve Kaya yüzünde tuhaf bir gurur taşıyordu. Her an sırtımıza pat pat vurup helal lan, diyebilecek gibi görünüyordu.


"Bunu ben de beklemiyordum." Sesimden de anlaşılıyordu şaşkınlığım. Görkem diğerlerinin bizim hakkımızda bir şeyler söylemesinden bile rahatsız olurken şimdi onların gözünün önünde beni öperek ne yapmaya çalışıyordu? Umurumda olduğunu söyleyemeyecektim çünkü bu yaptığı gerçekten onun için çok büyük bir adımdı.


"Siz şimdi..." Sustu Arda. "Yani resmi olarak..." Sevgili misiniz diye soracaktı ama yarıda kesmesi beni mutlu etti.


"Ne yapacaksın resmisini?" dedi Kaya, o benden daha çok şaşırmıştı Görkem'e. "Sonuç olarak hepimiz bir gün bunun gerçekleşeceğini bilmiyor muyduk?"


İçimde hiç alışkın olmadığım bir utanç kendisini katman katman arttırarak daha fazla boy gösterdiğinde ne yapacağımı bilemediğim için Görkem'e baktım. Benden uzaklaşması mümkün değilmiş gibiydi, iki karıştan fazlası yoktu aramızda hâlâ.


"Bugün gerçekleşmesi, bana Görkem'in yaptığı bir başkaldırıymış izlenimini verdi." Can, içeri doğru adım atıp bir sandalye çekti ve oturdu. "Çünkü siz henüz bilmiyorsunuz ama Necip Amir bugün Görkem'e..."


Görkem kaşlarını çattığında bunun gerçek bir öfke olduğunu gördüm. Can'a karşıydı. İlk kez ikimizi bu şekilde görmüşlerdi, ilk kez Görkem benim için bu kadar büyük bir adım atmıştı kabullendiği şeyi diğerlerine de göstererek ve şimdi Can, bu hareketin sebebini analiz etmeye kalkışıyordu.


"Asya'dan uzak durmasını mı söylemiş?" diye tamamladı Arda onu. "Ve Görkem de şimdi bu aralarındaki şeyi bize göstererek kendi tarafına çekmeye mi çalışıyor bizi? Necip Amir olur da bir laf söylerse onlara, tarafımızı belli edip ikisini koruyalım diye bizi önceden mi bilgilendiriyor? Çünkü bu mevzu dallanıp budaklanabilecek, iki liderimizi karşı karşıya getirebilecek kadar büyük bir mevzu ve Görkem de bize bunu bile göze aldığını açıkça belli mi ediyor?"


Tek bir hareketten çıkardığı anlamlar karşısında dilim tutulmuş halde ona bakıyordum. "Ee, Can?" dedi Arda sonunda. "Tek Analizci sen misin şu evde? Biz de anlıyoruz ama sebep ne olursa olsun sonucu değiştiriyor mu? Görkem bir kadını öptü az önce, Görkem amına koyayım. Oturup Necip Amir'i mi konuşalım güzel kardeşim?"


Can bir şey söylemek için ağzını açacaktı ama göz göze geldiğimizde dudakları geri kapandı. Söyleyecekleri hoşuma gitmeyecekti, bunu yapmak istememişti bu yüzden de. Hâlâ ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilmiyordum. Analizcilerin arasında hep Asya olarak vardım şimdiye dek, şimdi Görkem'in öptüğü kadın olarak bulunuyor olmayı sindirmeye çalışıyordum.


"Ee, Asya?" dedi Arda, vurdumduymaz görünüyordu. Sadece kazandığı iddianın keyfini çıkarıyordu, kalanlar umurunda değildi. "Sen beni niye çağırmıştın?"


Biraz düşünmem gerekti. Amacım sorusunu cevaplamaktı ama ağzımı açtığımda "İki liderinizi karşı karşıya getirmek mi?" diye bir soru döküldü dudaklarımdan.


"Al işte." Dilini damağına tekrar vurdu Kaya. "Bozdun kızın devrelerini, takılı plak gibi kaldı."


"Bir yere takılacaksan, bunu bile göze aldı kısmına takıl 13."


Anlamıyordu, istemiyordum. Evet, aramızda bir şeyler olmalıydı ama bu şekilde olmamalıydı. Kimse bedel ödememeli, kimse yıllarca yanında olan birinin karşısında bulmamalıydı kendini.


"Ben," dedim. Devamında başka şeyler söyleyecektim ama rotayı değiştirdim. Hiçbir şeyden kaçmazdım, bundan kaçtım ya da erteledim, bilmiyordum ama değiştirdim konuyu. "Börek yapacaktım."


"Ne?" dedi Kaya her zaman koruduğu alaycı bakışları yerini parlayan gözlere bırakırken. Sanki biri bacağına iğne batırmış gibi de hemen doğrulup dik bir duruşa geçmişti saniyesinde.


"Senin anlamaman gerekiyordu, sürprizdi," dedim bozulan planlarımın hüznü yansırken sesime. "Sizin de hepinizin böyle mutfağa doluşmaması lazımdı. Arda'yla kendime kahve yapmıştım Vanessa'dan. Birlikte size börek yapacaktık."


Kaya'nın gözlerindeki heyecan çoğaldığında kafasını yana doğru yatırıp tezgâha baktı emin olmak için. Sadece daha fazla heveslenmeden önce neyle uğraştığımı teyit etmek istemişti. "Yufka almışsın." Sesi, bir tık inceldi sevincinden dolayı. Sonra bir anda bana baktı, durdu. "Yufka aldığına göre akşama yemekte makarna mı var?" Dalga geçiyor sandım ama gülmedi. "Ne, kuru fasulye mi? Dur, yoksa tavuk mu? Yemin ederim kırk yıl düşünsem bile anlayamam. Hiç anlamadım sürprizini gerçekten de."


"Geri zekâlı," diye mırıldandı Görkem ağzının içinde ama kocaman gülümsüyordu.


"Kes lan," dedi Kaya sertçe. "Can'ı da al yanına, siktirin gidin mutfaktan. Burada olmamanız gerekiyormuş, bir tek Arda inmeliymiş. Benim de anlamamam gerekliymiş ama zaten anlamadım ki. Neyden bahsediyor acaba? Ne yapacak çok merak ettim."


Dudaklarımdan sıyrılan kahkahaya başka kahkahalar da eşlik etti onunki hariç. "Ben ikna oldum ya," dedi Can, Kaya'nın günlük hayattaki alaycı tavrını kopyalayıp. "Sen de oldun mu Asya?"


"Ol," dedi Kaya. "Olmuşsundur."


"Oldum, Kaya. Sana börek yapacağım."


"Yemin et!" Durdu, ellerini eşofmanın cebine sokup yüzünü ciddileştirdi. "Ne, anlamadım. Bezelye yemeği mi?"


Diğerlerinin yüzlerindeki gülümsemeler sürdüğü için ben de sırıtmadan duramıyordum. Kaya'nın çabası hayran olunasıydı. "Sorun yok," dedim ona bakıp gülümseyerek. Alayla değil, bastıramadığım büyük bir sevgiyle. "Senin için börek yapacağım." Bilerek onun için olduğunu vurguladım çünkü onun için yapıldığını iliklerine kadar hissetmesi gerekiyordu. Birileri tarafından değerli hissettirilmek herkes için bir ihtiyaçtı. "Sürprizin bozulması sorun değil, hepiniz buradayken daha keyifli olur."


"Benim için mi?" Sesi, geçmiştendi.


Başımı salladım. "Sen seviyorsun diye."


"Ben seviyorum diye..." Kendi kendine fısıldadığını sanıyordu. "Diğerleri yemez değil mi?" dedi yeniden bana baktığında hevesle. Kaya'yı ne zaman böyle görsem dizlerimin üzerine çöküp ağlamak, ona sımsıkı sarılmak istiyordum. Bu öyle saf bir haliydi ki, üzerine kir değmemiş bir çocuğun sıkışıp kaldığını görüyordum anıların içinde. "Yemek ısmarlayayım size." Elini arka cebine atıp telefonunu yokladı ama bulamadı, yüzü buruştu. "Yemek söyleyeyim, ne istiyorsanız. Böreğin hepsini ben yiyeyim."


"Çok aldım," dediğimde gözlerim nemlendi. Yutkundum. "İki tepsi yetmemişti geçen sefer, üç yaparız diye düşündüm."


"Ama Görkem sen yapınca çok yiyor." Omuzlarını düşürdü. Bilerek yapmıyordu, bu rol değildi. Gerçekten tüm hareketleri, sesinin tonu, duruşu bile değişiyordu nadiren gerçekleşen şu ruh haline büründüğünde.


Görkem hepimizden daha çok aşinaydı ona, hepimizden daha çok biliyordu her şeyi. Onun yanına gittiğinde omzuna bastırdı ve yemek masasının kenarındaki sandalyeye oturmasını sağladı. "Bu sefer yemem kardeşim," dedi elini omzundan çekmeden. "Bir dilime bile dokunmam. Tokum zaten."


"Siz benim ruh sağlığımı çok bozuyorsunuz," dedi Arda, duyguları karmakarışık olmuştu onun da. "İzin verseydiniz de Can'ın kölem olacağına sevinseydim ya da ne bileyim, Görkem'in yaptığı hareketin şokunu yaşasaydım biraz. İki parça yufka yüzünden durduk yere sigara yaktıracak herif bana."


"Sırtıma alayım mı seni?" diye sordu Kaya ona. Uzun zamandır Arda'yı kimsenin sırtının tepesinde görmediğimi fark ettim. İlk gördüğümde garipsediğim bu olayı artık yaşanmıyor diye garipsiyordum. Çok şey değişiyordu.


"Cidden mi?"


"He," dedi Kaya. "Vazgeçmeden atla atlayacaksan." Görkem bir adım çekildiğinde uykusuzluktan gözleri şişmiş olan Arda, heyecanla ayağa fırladı Can'ın yanından. Can Arda'nın içine nihayet aşk acısından başka bir duygusunun yerleşmiş olmasının mutluluğunu yaşıyordu ve arka fonda karışık playlistim çalmaya devam ediyordu bu esnada.


Arda, sandalyeye çıkarken ben de birkaç saniyeliğine arkamı döndüm ve işimi hallettiğimde Arda için hazırladığım kahve Can'ın önünde duruyordu. "Vanessa'dan," dedim. "Bugün yanımda duruşunun ödülü, ayrıca Arda'nın kölesi olmadan önce güç toplaman gerek diye düşündüm."


Gözleriyle teşekkür ettiği küçük bir duygusal anın içindeyken "Yehu," dedi Arda. Kaya onu sırtına alıp bacaklarını sımsıkı sarmıştı, Arda da çenesini saçlarına yaslamıştı. Eğleniyor gibi duruyordu ama bunun bir çeşit bastırma yöntemi olduğunu hepimiz biliyorduk. Bu bastırışı güçlendirmek içindi ne yapıyorsam. Biraz olsun iyi hissetsin istemiştim. O kötüyse her şey kötüydü.


Şarkı değiştiğinde telefonuma baktım refleksle. Benim listeme ait olmayan bir fonu duyduğum için yabancılamıştım. Nasıl geçtiğini bilmesem de telefon Arda'nın elindeydi şu an. Bir eliyle Kaya'ya tutunuyor, diğer eliyle telefonu tutuyordu. "Haydaa..." dedi Kaya, sırıtmamaya çalışarak. Benden önce tanımıştı müziği.


"Hadi hadi," dedi Arda muzipçe.


"Asya buna hazır mı?" diyerek ortamın neşesine aynı şekilde ayak uydurdu Can.


Görkem'e bakıp ne olduğunu sormak için ağzımı açtım ama "Şşh," dedi eliyle küçük bir işaret de yaparak.


"Yanaar içim su gülüşüne..."


Kaya, şarkıya girdi. Arda'nın sabah söylediği şarkılara bin kere göz deviren Kaya, onu sırtına almış haldeyken hafifçe dizlerini büküp bir elini arabesk havayla sallayıp gözlerini kapatmış, Yıldız Tilbe'nin sesine eşlik ediyordu.


"Bir tebeessüm et söneyim..." Gözlerini açıp diğerlerini bir parmak hareketiyle senkronize etti ve aynı anda "Havaa buz kırağı deli bozuuk," dedi etrafımdaki dört erkek koro halinde. "Terk edilmez ah nöbetim."


Her saniyesinin keyif verdiği bu düete katıldığım yer şarkının bir nebze hızlandığı yerdi. Gözlerim, Kaya'yı izleyen Görkem'deydi ve aynı kısımda o da bana baktı. "Acıma kederime sonuma sebep olur ama gel."


"Yüreğime sor," diyerek noktayı koydu hepimiz adına ve aynı anda sustuk.


Kaya nakarata tek başına girdi. "Kaaaaal, yanımdaaa!" Kendini kaptırmış olmasına rağmen sesi kontrollüydü. Yalnız rakı masasındaymış gibiydi nedensizce. "Ulan be," dedi. "Ne güzel şarkı."


Onun yükselmesi bizi güldürürken kulağını şarkıdan hiç ayırmayan Görkem, bir kez daha gözlerimin içine bakarak eşlik etti sıradaki söze. "Uğrunda deliriyorum."


Nefesimi tuttum, nefesim kesildi, nefesin ne demek olduğunu unuttum. Kaya devam etti, Arda onunla dalga geçti, Can rahatsız oluyormuş da kulaklarını tıkıyormuş gibi yaptı. Ben Görkem'e baktım, Görkem bana baktı.


Gözlerim ezberlediğim ama bakmaktan hiç bıkmayacağım gülüşlerin üzerinde gezindi bir bir. Bu güzel anıyı bölüşen beş kişinin de gerçek gülümsemeler vardı yüzlerinde. Dünya da yansa burada, bir aradaydık ve mutlu hissedebiliyorduk. Her şey yoluna girmişti sanki.


İyi günler her zaman daha iyi günlerin habercisi değildir.


Mete'nin sesi gibiydi, Mete'nin sesi değil gibiydi. Duraksadım, bir yere tutunma ihtiyacı hissettim ve ne yazık ki düşündüm. Güzel günlerimi düşündüm. Her şey yolunda dediğim anda yaşadığım depremleri, yerle bir oluşlarımı düşündüm. Kötü finalle bitecek bir dizide hızlıca akıp geçen eski güzel sahneler olurdu, sanki yaşadığım an sadece o saniyelik anlardan biriydi. Sanki bu tekrar tekrar bakmak istediğim gülüşler, gelmekte olan kötü sonun habercisiydi.


Elimi göğsüme bastırıp başımı pencereye doğru çevirdim kimse görmesin diye. Bu aniden gelip sinir sistemimi alt üst edebilen hissi not almam gerekiyordu. Odağımı buraya kaydırdım. Çağdaş hocayla konuşabilirdim bu konuyu. En mutlu anlarımdan birinde bile böyle senaryolar kuruyor olmam normal olamazdı. Bunu ona anlatırsam belki de bir şeyler değişirdi. Belki tüm bunlar yalnızca benim travmalarımın bıraktığı bir hasardan ibaretti.


"Şu halimize bak," dedi Görkem, eğlenen bir sesle. Sırtım ona dönüktü, beni göremiyordu ama sesi giderek yaklaşıyordu. "Yine ne yaptın ettin, bizi başına toplayıp kendimize getirdin. Sonra vay efendim uzak dur bu kızdan. Neden durayım? Nasıl durayım?"


Saniyelik de olsa daldığım çukuru hissetmiş gibi bedeni arkamda bittiğinde çenesini omzuma yasladı ve birlikte pencereden dışarı baktık hiçbir şey söylemeden. Onun sayesinde gülümsüyordum. Derin bir nefes aldım, omzum hareket etti, çenesi de öyle ama geri çekilmedi yine de. İhtiyacım olanı anladı, gayet mutlu bir ortamda birlikte şarkı söylüyor olsak bile anladı ve saniyesinde müdahale etti bana. Bunu sürekli yapıyor olmasının değerini kelimelere dökemiyordum.


"Arda'yla deve güreşi yapmak ister misin?" diye sorduğunda bu soruyu hiç beklemediğim için büyük bir kahkaha attım. Arda duyup hevesle ellerini çırptı, seslerden anladığım kadarıyla neredeyse yere düşecekti.


"Hole geçelim o zaman," dedi Can da hevesle, yıllardır bu teklifi bekliyormuş gibi. "Ben hakem olurum, geniş geniş kapışırsınız."


"Ciddi misiniz?" Şaka yaptıklarını sanıyordum ama Analizciler oldukça ciddi görünüyorlardı. Aramızda hevessiz tek bir kişi vardı.


"Ama bana börek yapacaktık," dedi. "Kızı yormayalım şimdi, bir de ben Asya'nın kazanmasını isterim. Adil bir dövüş olmaz."


"Hain," diyerek topuğunun içiyle Kaya'nın beline vurdu Arda.


"Ne var? Sen mi yapacaksın bana böreği? Sen de yapsan senin de tarafını tutarım."


"Gelecek misin?" diye sorarken eliyle sırtına vurdu Görkem iki kez. Yeniden ciddi olup olmadığını sorguladım ki bu bir hataydı. Onların günlük hayatı benden önce de bu tarz aktivitelerle doluydu, normalleri buydu.


"Bak gelirim."


"Gel, başımın üzerinde yerin var."


Bu kelime şakası yaşanırken Can benim önüme bir sandalye çekmişti basamak olarak kullanmam için. Elini kraliyet hanedanından fırlamış gibi zarifçe bana uzattı Can. Tuttum ve sandalyeye bastım. Ardından gövdemi Görkem'in sırtına yaslayıp kollarımı boynuna sardım ve bacaklarımı da beline doladım. Dizlerimin arkasına avuç içlerini yerleştirerek yerimi sağlamlaştırdı. Ona ağır gelmiyordum, beli bükülmemişti bile. Hâlâ dimdik duruyordu.


"E bu ne?" diye takıldı Arda. "Bizi omuzlarına alsınlar bence Asya. Böyle kaplumbağa gibi olduk."


"Evet," dedi Görkem başını yukarı doğru kaldırıp alttan alttan bana bakarak. "Bakın, aynı kaplumbağa gibiyim. Evimi sırtımda taşıyorum."


•⚓•

Aile. Tek kelimeyle Analiz'i özetlemem gerekseydi bunu kullanırdım.

Kalemi Arda Gökmen'e vermeyi çok uzun zamandır istiyordum. Platonikliğin kitabını yazmaya başladı alır almaz. Çok fazla doluydu, bir patlama anı okudunuz ve belki yeri olmadığını düşünmüş olabilirsiniz ama bastırılmış duygular beklenmedik anlarda ortaya çıkar. Bu yüzden Arda çok gerçek hissettiriyor bana. Karakter gelişimini işlemeyi çok seviyorum.

Eylül'e karşı duygularınızı merak ediyorum. Açık olabilirsiniz. Arda ona yapılan olumsuz yorumları okusa kesin çok üzülürdü ama ona söylemem, aramızda kalır.

Neredeyse bütün bölüm sonu konuşmamı Arda'ya ayırdım çünkü benim için çok önemli bir karakter oldu hep. Yalnızca Eylül'ün değil, hepimizin sırdaşı gibi bence biraz o. Belki en çok da benim.

Neyse Kaya'ya elleriyle börek açmak isteyen kaç kişiyiz ya?

Son olarak, iyi günler her zaman daha iyi günlerin habercisi değildir.

Yine de bir kere gülümseyip öyle gidelim çünkü Görkem Duman bu bölüm gülümsemelerimizi görmeyi hak etti bence. :)

Teşekkürler ve iyi günler!

🔵🤝🔵


Yorumlar

  1. Bir kere gülüp öyle gitmekten suratsız yüzüm güler hâle geldi:') iyi günler ve teşekkürler..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"