3. "Tik ve Tak"

 Tik tak. Anılar kanar.

Tik tak. Saatler akar.

Tik ve tak.

Her şeyi yak, yoluna bak.

Alan Walker, Lost Control

•⚓•

Ne kadar sevgi, o kadar acı.

Arda'nın odaya gitmeden önce Eylül'e attığı son bakışta bunu daha net bir biçimde kavramıştım. Halbuki Eylül bunun farkında bile değildi, gülümseyerek eline tutuşturulan çikolata paketine bakmakla meşguldü bu sırada.

Başını hafifçe iki yana sallayan Arda, arkasını dönüp seri adımlarla gözden kaybolmuştu. Sanki adımları yeterince hızlı olmasa buradan uzaklaşamayacaktı, sanki gitmeyi istemiyordu ama daha fazla kalırsa acısının katlanacağını biliyordu.

Aptal değildim, Buğra'nın Eylül'ün sevgilisi olduğunu anlamıştım. Eğer Arda ortamdan uzaklaşmasaydı Eylül Buğra'dan bahsetmeye devam edecekti.

Gerçi çoğunlukla böyle olmaz mıydı? Sen severdin, o başkasını severdi. Zincirin ucu bir yerde bağlanır, nihayet iki kişi birbirine kavuşurdu. Geride kalanlarsa yanarlardı.

Eylül evine gittikten sonra sessizlik uzadıkça uzadı. Görkem, dirseklerini dizlerine dayamıştı. Hafifçe öne doğru eğilmiş, kavuşturduğu ellerinin üzerine çenesini yaslamıştı ve karşısındaki duvara bakıyordu. Bakışları boş değildi, bir problemi çözüyormuşçasına alnını kırıştırmıştı. Yarınki planının üzerinden geçiyor olması muhtemeldi.

"Arda uyuyor mudur?" diye sordum.

"Arda bu saatte parkta oturur," dedi Kaya.

"Bu gece hava da biraz serin," dedi Görkem. "Üşütmese bari. Hasta halini çekemiyorum o sümüklünün."

"Havanın serin olmasını umursamaz." Can'ın yüzüne kırık bir tebessüm yerleşti. "İçi yanmıştır onun şimdi."

Kaya bu muhabbete daha fazla dahil olmak istememiş olacak ki ayağa kalktı. "Yatıyorum ben, ses çıkaranın topuğuna sıkarım."

Can birden sırıtmaya başladı. "Rüyanda beni gör."

"Allah korusun," dedikten sonra salondan çıktı Kaya.

Can, Görkem'in koluna uzanıp vurdu. "Sen de ne taktın yarınki plana, sal gitsin be aga."

"Aga mı? Ulan iyice Arda'ya benzemeye başladın. Cıvık herifler sizi."

Görkem'in konuyu değiştirme çabasını Can da benim gibi fark etmiş olmalıydı. "Harbi diyorum, niye batıyor Titanik'in? Keman çalmaya başlayayım mı?"

Dudaklarının kenarındaki çizgiler ortaya çıktı Görkem gülünce. "Bilmiyor musun oğlum beni? Buz dağını görmesem dahi hesaba katarım. Karşılaşabileceğimiz her ihtimali değerlendirmeye çalışıyorum, bir de konu benim fotoğraflarım olduğu için sanki bizi tehlikeye kendi elimle itmiş gibi hissettim bu defa."

"Bu çok saçma," dediğimde ne zamandır sessiz sessiz onları dinliyor olduğum için ikisinin de hafif şaşkınlık barındıran bakışları bana doğru çevrildi. "Hiçbir konuda kendini suçlamaya kalkma, deli olursun."

"Tecrübeli misin?"

"Tahmin edemeyeceğin kadar çok."

"Neyse," Omuz silkti. "Saat de geç oldu. Bugünlük benim odamda kalırsın. Koridorun sonundaki oda. Bir şeye ihtiyacın olursa salondayım ben."

"Gereği yok."

"Soru sormadım."

Hadi ya, biz de hiç anlamamıştık.

"Gereği yok dedim."

"Senin bu inadınla nasıl başa çıkacağız biz?"

Hafifçe gülümsedim. "İşine gelirse."

"Seni aramıza kattığına göre, demek ki işine gelmiş," diyerek araya girdi Can.

"Senin kafanı ezerim psikolog."

"Ben de seni seviyorum," dedi Can sırıtarak.

"Sana Arda'yı yasaklamamız lazım. Üzüm üzüme baka baka kararır da, Arda'dan başka üzüm mü bulamadın güzel kardeşim?"

"İkimiz bir salkımın üzüm açan bağıyız."

Görkem bana 'bunlar iflah olmaz' temalı bir bakış atarken başını hafifçe iki yana salladı.

"Benim uykum geldi biraz, azıcık, çok az," dedi Can.

"Miktar belirtirken birini söylemen yeterliydi sayın yürüyen kelime israfı," diye mırıldandı Görkem.

"Bir kelimelerimi saymadığın kalmıştı, çakma hesap makinesi kılıklı seni."

Tencere yuvarlandı ve kapaklarıyla bir araya geldi. Sen bu adamların arasında hiç sırıtmazsın Yağmur. Hepiniz delisiniz, al birini vur ötekine.

Mete'yi susturmaya çalışıp ayağa kalkan Görkem'e odaklandım. "Yer yatağı mı, benim odam mı? Seç," dedi.

"Yer yatağının yerini söyleyin, üçüncü odaya hazırlayayım."

"Ben hallederim." Karşı çıkmama fırsat bırakmadan salondan ayrıldı.

"Bilmen gereken bir şey var." Sesini iyice alçaltıp fısıldayarak söyledi Can bu cümleyi. "Görkem durup dururken bir yerlerden fırlayıp karşına çıkabilir."

"Neden?"

"Biz her an, her yerden gelebilecek saldırılara karşı hazırlıklı olmalıyız. Bu sebeple reflekslerimizin gelişmesi için çabalıyor. Bir keresinde yeni uyanmıştım, mutfağa gidiyordum. Kaya'nın odasından çıkıp çat diye yüzüme yumruğunu geçirdi. Yemin ederim üç gün mosmor bir gözle dolaştım."

"Reflekslerinizi geliştirmek için size aniden saldırmaya mı başlıyor? Ne biçim yöntem bu?"

"Görkem anormal bir insan, hepimiz gibi. Hiçbirimizden normal hareketler beklememeni tavsiye ederim."

"Tavsiyene uyacağım," dedim, ardından daha fazla oyalanmamak adına odaların bulunduğu koridora doğru ilerlemeye başladım. Bej renkli duvarlarda Analizcilerin ve Eylül'ün birlikte çekilen fotoğrafları asılıydı. Üçüncü odanın içine girdim, sağa sola bakındım. Yerde bir yatak vardı fakat Görkem burada değildi.

"Bö!" diye bağırarak içeri girdi. Kucağındaki battaniyeler ve yastıklardan dolayı yüzünü göremiyordum ama güldüğünü duyabiliyordum. "Çok korktun değil mi?"

"Hıı," dedim. "Ne sen sor ne de ben söyleyeyim."

Elindekileri yere bıraktıktan sonra yüzündeki gülümsemeyi silmeden bana baktı. "Birkaç güne bu odayı kendine getiririz. İdare edebilirsin değil mi? İstiyorsan hâlâ odamda kalabilirsin bu arada."

"Bana inatçı diyene bakın hele." Gülümsedim. "Burası iyi. Seni yerinden etmeye niyetim yok."

Gözlerim pencereye kaydı. Parkta bir salıncağa oturmuş, ayaklarını sallayan Arda'yı buldu bakışlarım. "Bu manzaraya alışsan iyi edersin," dedi Görkem. "Her gece bununla karşılaşacaksın çünkü."

"Her gece mi?"

Başını yavaşça salladı. "Keşke elimizden bir şey gelse ama gelmedi, gelmeyecek de. Bile bile kendini zehirliyor, biz de göz yumuyoruz."

"Yanına gitsem olur mu? O böyle çok yalnız gözüküyor."

Senin gibi mi Yağmur?

Mete'nin sesine kendi iç sesim, 'Beni yalnız bırakan sendin aptal.' diye karşılık verdi.

Derdim yokmuş gibi bir de ikisinin çatışmasıyla uğraşıyordum.

Görkem omuz silkti. "İstiyorsan git, sen bilirsin." Üzerimdeki hırkanın fermuarını kapatıp kapıya doğru ilerlediğim sırada söyledikleri duraksamama neden oldu. "Mutfak, banyo ve tuvalet diğer koridorda; ben de odamdayım. Bir şeye ihtiyacın olursa duvara tıklatman yeterli. İyi geceler."

"İyi geceler," diye karşılık verdim ona. Sonrasında odamın arka kapısından çıktım ve doğrudan Arda'nın yanındaki kırmızı salıncağa oturdum. O zamana kadar farkına varmadığım şeyi, havaya süzülen dumanla birlikte fark ettim. Parmaklarının arasında bir sigara duruyordu.

"Nasılsın?" Cevabını bildiğim halde sırf laf olsun diye sorduğum bir soruydu işte.

"Gördüğün gibiyim."

"Gördüğümden daha beter gibisin." dediğimde acıyla kıvrıldı dudakları. "Sen Eylül'e-"

"Cümleyi tamamlama," dedi Arda, sigarayı dudaklarına götürüp bir nefes çekti, sonra yavaşça havaya üfledi. "Ne anladıysan o. Sadece dile getirme lütfen."

"Haberi var mı?" Çok belliydi, Arda'nın Eylül'e aşık olduğu o kadar belliydi ki ilk görüşte bile anlaşılıyordu.

"Bilmiyorum," dedi yavaşça sallanmaya başlayarak. "Gelip benimle konuşmadı bu konu hakkında, anladıysa da anlamazdan geliyor. Belki de hiçbir şeyden haberi yok. Bilmiyorum Asya."

"Eğer birileriyle konuşmaya ihtiyaç duyarsan ben buradayım," dedim gülümseyerek. "Ama yalnız kalmak istiyorsan gidebilirim."

"Teşekkür ederim," dedi sadece. "Söyleyemediğin her his büyüdükçe büyür, koca bir bataklığa dönüşür ama sen çıkamazsın oradan. İçin içini yese de tek kelime edemezsin ya hani, öyle işte. Öyleyim çok uzun zamandır."

"Hiç ona anlatmayı düşünmedin mi?"

"Kendine bile zor itiraf eden bir çocukla konuşuyorsun." İleri geri sallanmaya devam etti. "Çok zor, biliyor musun? O kadar zor ki... Neyse, boş ver."

Arda kendinden bahsederken bile çocuk kavramını kullanıyordu. Muhtemelen çevresindekiler sürekli ona böyle dediği için o da bu kelimeyi kabullenmek durumunda kalmıştı.

"Red Kit izleyelim mi?" diye sorduğumda yüzündeki üzgün ifade yerini saf bir neşeye bıraktı.

"Gerçekten mi? İzler misin benimle?"

"İzlerim," dedim salıncaktan kalkarak. "Eğer istersen başka şeyler de izleyebiliriz."

Hâlâ yarısı durmasına rağmen sigarasını yere bastırarak söndürdü, ardından kenardaki çöp kovasının içine basket attı. "Asya, bir şey diyeceğim ama şımarma tamam mı?"

Güldüm. "Tamam, şımarmam."

"İyi ki geldin."

"Eyvallah," dediğimde gülümsemesi sırıtışa dönüştü.

Birkaç saniyelik sessizliğin ardından, "Bu arada," dedi. "Sormayı unuttum, sen nasılsın?"

"İyiyim."

'Hep, her zaman' diye fısıldadı iç sesim.

"Sana içimi açtım, eğer senin de anlatacakların varsa dinlerim."

"Ama Red Kit izleyeceğiz," dedim konuyu değiştirme çabasıyla.

"Biraz bekleyebilir."

"Arda, ben kendimi anlatmayı pek sevmem."

Kıvırcık saçlarını elleriyle karıştırdı. "Kendini değil, Mete'yi anlatmalısın bence. Diyorum ya, içinde sakladığın her his büyür. Yapma bunu kendine."

"Bu konuyu konuşmak istemiyorum," dedim net bir şekilde. Onu kırmayı asla istemezdim ama sesim sert çıkmıştı.

"Tamam. Sen bilirsin," Alınmış görünmüyordu ve hatta gülümsüyordu.

Onun ve Can'ın birlikte kaldığı odaya girdiğimizde hayranlıkla etrafıma bakmaya başladım. Oda resmen ikiye ayrılmıştı. Arda'nın tarafını, yani parka bakan camın olduğu kısmı gören birisi asla bu dekorların yirmi altı yaşındaki bir adama ait olduğunu anlayamazdı.

Etrafta oyuncaklar vardı. Peluş ayılar, tavandan sarkan gezegenler, güneş şeklinde bir avize... Çizgi filmden fırlamış gibiydi odanın bir bölümü. "Sen gerçekten çocuk gibisin." Aşağılamak adına değil, imrenerek söyledim bunu. İçindeki çocuk ruha sahip çıkmayı başarabilmişti Arda.

Başını aşağı yukarı salladı. "Gerçekten öyleyim."

Gözlerim Can'ın tarafına kaydığında ikisinin arasındaki tezatlık bütün gerçekliğiyle serildi önüme. Çok daha sadeydi onun yatağının bulunduğu kısım. Yatağın başucundaki komodinin üzerinde üst üste yığılmış psikoloji kitapları ve küçük bir abajur duruyordu.

İki yatak arasında öylece dikilirken tam karşımdaki ortak kitaplığa bakmaya başladım. En üst raf Arda'nın çizgi romanları için ayrılmıştı. Bir altındaysa Kaya'nın kafası kadar kalın ansiklopediler duruyordu. Yarısı psikoloji ve sosyoloji konulu kitaplardan oluşurken diğer yarısı da bilimsel konulu kitaplarla doluydu.

Avizeden sarkan gezegenlere bir kez daha bakabilmek için başımı yukarı kaldırdığımda başka bir detay dikkatimi çekti: Güneş sistemindeki bütün gezegenler vardı, biri hariç. Dünya yoktu. Onun yerine sararmış bir yaprak figürü asılıydı. "Dünya neden yok?"

Dudaklarının kenarları yukarı kıvrıldı, kurumuş yaprağa bakarken gözü uzaklara dalmıştı sanki. "Benim dünyam sizinkinden farklı."

Kurumuş yaprak. Sonbahar. Eylül.

Arda'nın dünyası Eylül'dü.

Ben böyle bir sevgi karşısında nefes alamadığımı hissettim.

"Hadi gel de başlayalım artık." Yere iki minder attı. Ardından yatağının altından büyük boy bir cips paketi çıkardı. "Sakın Can'a söyleme. Yoksa hepsini yer o hayvan."

Elimi dudaklarıma götürüp görünmez bir fermuar çektim ve Arda'nın bana fırlattığı paketi havada yakaladım. Minderlerden birine oturduğum sırada Arda da yanımdaki yerini aldı ve iki yatağın arasına monte edilmiş televizyondan Red Kit'in rastgele bir bölümünü açtı. Hayranı olduğum jeneriği odayı doldururken cips paketini açıp ona doğru uzattım.

Paket bittiğinde henüz beş dakika bile olmamıştı.

Arda nasıl bir fanatikti bilmiyordum ama her sahnede ne olacağını söylüyor, replikleri karakterle aynı anda söyleyip kendi kendine gülüyordu. Bu benim de yaptığım bir şeydi aslında ama benimki tamamen hafızamdan kaynaklıydı. Arda'nınki ise kendisinin de söylediği gibi milyon defa izlemiş olmasındandı.

Kapanış müziği başladığında, "Teşekkür ederim," dedi büyük bir minnetle. "Bana katlanmak zordur."

"Kendine haksızlık ediyorsun. Ben gerçekten eğlendim."

"Sevindim."

Bu sırada kapının açıldığını duydum. Omzumun üzerinden arkama baktığımda Can'ın dehşete kapılmış ifadesini görmeyi beklemiyordum.

Hayırdır birader, ne bakıyon kar görmüş İzmirli gibi?

'Mete bir sus Allah aşkına.' dedi iç sesim bıkkınlıkla.

"Burada bensiz cips mi yenilmiş?" Ellerini gözlerine bastırıp aşağı doğru kaydırdı. Bu hareketi, yanaklarının aşağı doğru şişkinleşmesine ve gözünün altındaki kırmızı alanı görmemize sebep oldu. 'Çığlık' tablosunu andırıyordu duruşu.

"Aman Allah'ım! Neler görüyor bu gözler? Kör olsun bu gözler."

Arda yatağının üzerine doğru uzanıp oyuncak ayılarından birini Can'a fırlattı. "Tövbe de lan."

"Bu ihanet değildir de nedir?"

"Tövbe de çabuk," diye diretti Arda.

"Tövbe. Sana da tövbeler olsun Arda. Boğazından nasıl geçti haysiyetsiz it?"

Arda başını eğip gözlerini kırpıştırarak gülümsedi. "Zulamın yerini söylesem affeder misin beni?"

"Yatağının altına sakladığını biliyorum," dedi Can sırıtarak.

Arda'nın yüz ifadesi donduğu esnada odanın duvarından sesler gelmeye başladı. "Of bu da yaşlı üst komşular gibi," dedi Arda. "Tamam bey amca tamam, yapmıyoruz ses." Elini ağzının kenarına koymuş, Kaya'nın odasının olduğu tarafa doğru bağırıyordu.

Hafif bir tebessümle oturduğum yerden kalktım. "Gideyim ben artık. Yolcu yolunda gerek."

"Sanki sefere gidiyorsun Asya," dedi Can kıkırdayarak. "Alt tarafı birkaç adım atıp yan odaya gideceksin."

Dramatik bir sesle, "Hakkınızı helal edin," diye fısıldadım.

"Helal olsun. Bizi unutma oralarda."

İkisi bir olup beni odalarından uğurladılar. Üçüncü odaya girip bavulumda bulunması kolay olsun diye en üste koyduğum pijamalarımı aldım.

Üzerime önü düğmeli lacivert pijama takımımı giydikten sonra çıkardığım kıyafetleri ve gri hırkamı bavula tıktım, bir dolabım olana kadar mecburen böyle idare edecektim.

Görkem'in yer yatağının kenarına bıraktığı battaniyeyi kafamın üzerine kadar çektim. Uykuya dalmak benim için son zamanlarda çok zor bir eylem haline gelmişti. En az yarım saat yatakta debeleniyordum. Uykuda da pek rahat sayılmazdım, kâbuslar kâbusları kovalıyordu ama artık buna alışmıştım.



Alnımda biriken boncuk boncuk teri silerken nefes nefese olduğumu fark ettim. Ne gördüğümü hatırlamıyordum, hatırlamak da istemiyordum.


Böyleydi işte. Uykumdan yorgun kalkardım ben, dinlenmiş hissetmeyi özlemiştim.

Yattığım yerden doğruldum ve gözlerimi kol saatime çevirdim. Henüz 7.48'di. Uzaklardan hafif tıkırtılar geliyordu. Belki de Analizciler her sabah çok erken kalkmak zorundaydılar. Ben de onların düzenine uyum sağlamaya başlamalıydım.

Elimi saçlarıma daldırıp kabaran saçlarımı biraz düzeltmeye çalıştım. Pek başarılı olduğum söylenemezdi ama bavulumdan tarağımı bulmaya üşendiğim için onları kendi haline bıraktım.

"Manda yuva yapmış söğüt dalına."

Bir anda Arda'nın bağıra bağıra söylediği şarkıya Can'ın sesi de eklendi.

"Aman aman..."

"Yavrusunu sinek kapmış. Gördün mü?"

"Amanini yandım."

Ayağa kalkıp koridora çıktığımda yeni uyanan tek kişinin ben olmadığımı anladım. Görkem ve Kaya aynı anda odalarının kapısında belirdiler. Koridorları ve girişi birbirine bağlayan holde bir yandan ellerindeki kaşıkları şıngırdatıp bir yandan şarkı söylemeye devam eden Arda ve Can'a bakmaya başladık hep birlikte.

"Amanın, amanın, amanın yandım."

"Tiridine, tiridine, tiridine bandım."

"Ulan cıvık herifler," dedi Görkem uyku mahmurluğuna bulanmış sesiyle. "Sabahın köründe ne yapıyorsunuz Allah aşkına?"

Ne Arda Görkem'i umursadı, ne de Can. Karşılıklı kaşık oynamaya devam ettiler. Deli gibi gülüyorlardı. "Bedava mı sandın?" dedi Arda, Görkem'e bakarak.

"Para verip aldım," diye ekledi Can.

"Tiridine tiridine suyuna da bandım."

Kaya sinirli görünüyordu. "Ben sizi banacağım şimdi tiridine. Kapatın lan şu müziği!"

"Kaya yuva yapmış öküz dalına," diye bağırdı Arda bu defa. Kahkaha attığı için sesi kesik kesik geliyordu. Kaya'nın çenesi kasıldı ve koridorun sonuna doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı.

"Aman aman," dedi Can. Melodik olarak değil de korkarak söylemişti bunu.

Görkem ve ben de hole varmıştık. Bir adım önümüzde yüzündeki korkutucu gülümsemesiyle Kaya duruyordu. "Arda'yı da Kaya kapmış, gördün mü?"

"Amanın sıçtım," dedi Arda ve arkasına bile bakmadan salona doğru koşmaya başladı.

Kaya kapüşonunu başına geçirip Arda'nın peşinden gitti. Sabır çeker gibi derin bir nefes aldı Görkem. "Karga bile yememiş daha sistemsel atığını. Ne işiniz vardı da kalktınız bu saatte?"

"Sana cevap vermek isterdim ama Arda'yı o koca devin elinden kurtarmam gerekiyor."

Hakikaten de Arda can çekişiyormuş gibi çığlıklar atıyordu.

Sen nereye düştün böyle Yağmur? Hepsi manyak bunların.

Mete haklıydı. Mete her zamanki gibi haklıydı. Fakat benim ölmüş birinin sesini duyduğumu hesaba katarsak asıl manyağın kim olduğunu tekrar gözden geçirmemiz gerekiyordu.

Başta Can olmak üzere hepimiz salona girdik. Gözüm ilk önce sehpaya takıldı. Dünkü çikolata çöpleri bir yığın halinde sehpanın üzerinde duruyordu ve sanırım bu durum kimseyi rahatsız etmiyordu.

Sonunda dikkatimi sehpadan çekip Kaya ve Arda'ya dönebildim. Duyduğum çığlıklara bakarak Arda'nın işkence çektiğini görmeyi bekliyordum. Gördüğüm şey ise Kaya'nın sırtına çıkmış bir Arda'ydı.

"Adios amigos!" diye bağırdı Arda, can havliyle Kaya'ya tutunmaya çalışırken. "Rodeo yapıyorum ama bir boğayla değil, bir öküzle!"

Kaya'nın güçlü bir yapıya sahip olduğu her halinden belliydi. Eğer gerçekten isterse Arda'yı sırtından savurup duvara yapıştırabilirdi ama bunu yapmıyordu. Sanki belli etmese de o da eğleniyor gibiydi.

"Eğer aşağı inmezsen bir hafta boyunca 'Edison' baskılı bir tişörtle dolaşırım evde. Yemin ederim yaparım bunu."

Ve Arda anında Kaya'nın sırtından aşağı atladı. "Hidrojen gibi hissediyorum kendimi. Koskoca periyodik cetvelde kendine yer bulmuş ama onu da yanlış bulmuş. Evet tam da bu işte hissettiğim: Metaller tarafından dışlanmış bir ametal. Zavallı yalnız Hidrojen... Sen eşittir ben kardeşim."

"Çocuktaki kafa yapısına bakar mısınız?" dedi Görkem. "Kendini periyodik cetvel üzerinden acındırıyor. Vallahi helal olsun Arda."

"Eyvallah."

"Pişt Hidrojen, gel bakayım yanıma. Ben buradayken kim dışlıyormuş oğlum seni?"

Arda koşarak onun yanına gitti ve kolunu omzuna attı. "Ben Hidrojen'sem sen de Oksijen'sin Can'ım. Biz seninle H2O'yuz, ayrı ayrı düşünülemeyiz."

"Ben hiç bu kadar duygusal bir konuşmaya şahit olmamıştım," dedim alayla. "Sayın su molekülleri, konuşmanız bittiyse kahvaltıya geçebilir miyiz?"

"Geçelim geçelim. Biz Can'la hazırladık kahvaltıyı. Biz hazırladık. Can ve ben. Yani biz."

"Tabii siz hazırlayacaksınız, kaybeden sizdiniz çünkü."

"Tamam, yüzümüze vurmana gerek yok Görkem reis. Hazırladık işte," dedi Can. Konuya Fransız kaldığımı görünce ise bana dönüp açıklama yaptı. "Ev işlerini yapacak kişiler haftalık olarak seçilir. PES oynamıştık geçen hafta, Arda'yla ben kaybettik ve haliyle bu haftaki işler bize kitlendi."

"Ya da böyle şeylerle uğraşmak yerine sırayla da işleri yapabilirdiniz."

"Of Asya, sıkıcı mısın sen?" Kaşlarını çatıp kızıyormuş gibi yaptı Arda. "Ortada bir iddia yoksa ne eğlencesi kalır ki?"

"Bir sonraki iddiaya sen de dahil olacaksın," dedi Görkem. "İlk kez oynayacağın için sana kıyak geçeceğimizi sanma, adil olmak önemlidir." Bu cümleleri kurarken yüz ifadesini gören biri yetmiş yaşında olduğunu sanırdı. Torununa öğüt veren dededen halliceydi.

"Kıyak geçmenizi isteyen kim?" dedim kaşlarımı meydan okurcasına kaldırarak. "Sanırım size öğretmem gereken şeyler var beyler."

"Vucu vucu," diye bir ses çıkardı Arda. "Şu kadar havalı olsam yeter be. Bana ilk öğrettiğin şey bu olsun n'olur."

Gülümseyerek baktım ona. Hareketleri, tavrı, bitmek bilmeyen enerjisi ile beni de pozitif olmaya zorluyordu.

Kaya homurdanarak mutfak masasına doğru ilerledi. Görkem onun peşinden gidip sandalyelerden birine oturdu.

Can ve Arda da içeri girdikten sonra gözlerimi kısaca etrafta gezdirdim. Mutfak fayansları beyaz renkliydi. Dolap kapaklarıyla tezgah, mermer desenli ve parlak siyahtı. Kulplar ise gümüş rengindeydi. 'L' şeklindeki mutfağın uzun kenarının ucunda ise devasa büyüklükte gri bir buzdolabı duruyordu.

Hemen karşısında ceviz renkli büyük bir yemek masası vardı. Eni duvara yaslıydı, çevresinde beş adet sandalye vardı. İki uçta Görkem ve Kaya oturuyordu, Arda ve Can da sandalyelere yerleştiğinde Kaya'ya en yakın olan sandalye bana kalmış oldu.

Yüzlerindeki sırıtışa bakarsak Arda ve Can ikilisi bunu kasıtlı olarak yapmıştı.

"Yemekten sonra hangi dolapta ne olduğunu anlatırım sana," dedi Arda iki elini birbirine ovuştururken. Üşümüş olabilirdi, sabah soğuğu vardı. "Zaten zamanla ezberlersin."

"Bir kez bakması yeterli olacaktır," dedi Görkem bana dönüp. Haklıydı, bir kere bakmam kesinlikle yeterliydi.

"Mutfağı inceledin mi?" diye sordu Arda.

"Evet."

Yüzünü şaşkınlık bürüdü. "Ne ara?"

"Sen ekmeğin kıtır kısımlarını koparıp yerken."

Sofrada olanların bakışları aynı anda ekmeğe dönünce, annesine yakalanmış çocuk gibi suçlu suçlu sırıttı. "Seviyorum, biliyorsunuz."

"Oğlum sen ne zaman büyüyeceksin?" Kaya kaşlarını çatmasa bile kaşlarını çatmış gibi görünüyordu.

"Konumuz ben değilim, konumuz Asya." Bana dönüp göz kırptı. "Söyle bakalım küçük aptal balık, buzdolabının üzerinde kaç magnet var?"

Gözlerimi devirdim. Sırtımın buzdolabına dönük olması buzdolabını göremeyeceğim anlamına gelmiyordu. Hafızama kaydedilmişti çoktan.

İlk içeri girdiğim anı gözümde canlandırdım. Buzdolabı çift kapaklı olduğundan oldukça geniş bir alan kaplıyordu, dolayısıyla dikkat çekmeme ihtimali hiç yoktu. En ortadaki magnete odaklandım. İçten dışa gitme yöntemini kullanacaktım, bu sebeple önce ortadakini tam anlamıyla hatırlamam gerekiyordu.

Tabi ben tüm bunları yaparken geçen saniye sayısı ikiydi. Anlatması, uygulamasından çok daha uzun sürüyordu sadece.

"Sana ait olan dokuz tane magnet var," dedim. "En ortadaki magnet kovboy filmlerindeki iki tarafın karşılıklı bakıştığı sahnede ortadan geçen sarı ve çalımsı bir figür. Onun sol tarafında sırasıyla bir Red Kit figürü, bir tane Düldül figürü ve her bir Dalton'un yan yana dizilmiş figürleri var. Sağ kapağın üst kısmında da Sünger Bob ve Patrick duruyor."

Arda iri iri gözlerini arkasına çevirip buzdolabına baktı. "Saydıklarının hepsi doğru ama bir tanesini unuttun."

Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı. "Unutmadım. Cümlemin başında 'sana ait olan dokuz tane magnet' dedim. Toplam on tane var. Saymadığım tek figür sol kapağın en uç köşesinde bulunan, diğerlerinden daha ayrı duran siyah pi sembolü. Bu da Görkem'e ait."

"Beyler kabul edelim, bu kız muhteşem!"

Hafifçe boğazımı temizleyerek bana bakmalarını sağladım. "Kendimi yeterince kanıtladığıma göre artık ilkokul çocuğu gibi bana bir şeyleri saydırmayı bırakırsınız diye tahmin ediyorum. Dün raftaki kitapları saydım, bugün buzdolabındaki magnetleri... Yeterli mi?"

"Onu bunu boş verin de kahvaltıya başlayalım mı artık? Açım da ben biraz."

Can'ın tavsiyesi üzerine tam çatalı elime almışken Can başımı geriye doğru çekti. Tam da bu sırada Arda yumruğunu masaya vurdu, eş zamanlı olarak gözümün önünden bir zeytin uçtu ve Kaya'nın açtığı ağzının içine girdi.

"Basket!" dedi Arda çatalının ucuna bir zeytin daha koyarken. Diğer ucuna yumruğunu vurdu ve bir zeytin daha yolladı Kaya'nın ağzına.

Çatalla mancınık yapmak da tam Arda'dan beklenebilecek bir hareketti doğrusu. Beni asıl şaşırtan taraf gülerek zeytinleri yiyen Kaya'ydı.

"Günlük kahvaltı rutini," dedi Can.

"Tuhafsınız." Güldüm. "Teker teker baktığımda hepiniz çok farklısınız aslında ama bir aradayken de göz yormuyorsunuz, anlamlandıramadığım bir uyum içindesiniz."

Arda bu defa zeytini kendi ağzına attı. "Peki sen kutunda ne hissediyorsun Asya? Büyük mü, küçük mü? Kolayca uyum sağlayabilecek gibi misin?"

"Bunu söylemek için henüz çok erken," dedim Arda'ya. Konudan kaçma şeklim miydi bu? Kendimi buraya ait hissetmemiş miydim?

Sahi ben en son ne zaman kendimi bir yere ait hissetmiştim ki?

"Ben çıksam iyi olacak, işlerimi erkenden hallederim."

Görkem'e gözlerini kısarak baktı Arda. "Holding sahibi zengin bey misin sen? Portakal suyundan da bir yudum içmek ister misin çocuk adam?"

"Dalga geçme benimle, halletmem gerekenler var."

"Hep var Görkem."

"Arda, tam olarak isteğin ne senin koçum? Dizinin dibinde mi oturayım? Evinin kadını çocuklarının anası mı olayım?"

"Evet, evet, evet!"

"Yürü git işine," dedi Görkem sofradan kalkarken.

"Otur," dedi Kaya. "İki lokma bir şey ye, aç aç gidilmez öyle."

Görkem birkaç saniye ayakta dikildi, sonra Kaya'nın dediği aklına yatmış olacaktı ki geri oturdu yerine. "Arda, sen Cengiz'in mekâna Eylül'le mi gideceksin?"

Eller aynı anda masanın ortasındaki tavaya uzanınca elimde olmadan dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. Hepsi ekmeklerini sucuklu yumurtaya bandırdı ve yine organize bir şekilde geri çekildiler.

"Eylül'le gideyim de bütün gün Buğra hıyarını anlatsın bana," dedi Arda lokmasını yuttuktan sonra. "Ama bir yandan da iki kişi gitmemiz daha iyi olur gibi geliyor. Sen ne diyorsun?"

"Birlikte gidin," dedi Görkem sanki bu soruyu bekliyormuş gibi. "Sen kameranı al, Eylül de kayıt cihazı bulsun bir yerden. Röportaj ayağına öğrenebildiğiniz kadar şey öğrenin mekân hakkında."

Sessizce onları dinlemeye devam ederken krem peynir sürdüm ekmeğime.

Reçelsiz yenmez o şimdi.

Peyniri yücelten iki şey vardı: karpuz ve reçel. Midem patlayana kadar bunlarla beslenebilirdim.

Can nereden anladı bilmiyorum ama Görkem'in tarafında bulunan çilek reçelini bana doğru uzattı. Bir baş hareketiyle ona teşekkür edip reçeli de krem peynirin üzerine sürdüm.

Analizcilerin elleri tekrar tavaya doğru hareketlendi. Kurmalı oyuncaklar gibi hareket ediyorlardı. Buna uyum diyemezdim, bu başka bir boyuttu. Ellerinin masadan ayrılma anları bile aynıydı. Arda doğrudan sucuklara saldırıyordu, Görkem bir yere gideceğinden olsa gerek sucuklardan uzak duruyordu. Can yumurtanın sarısını yerken Kaya da beyaz tarafını tırtıklıyordu.

"Artık gidebilir miyim?" diye sordu Görkem şakayla karışık bir ciddiyetle.

Kaya başını onaylarcasına salladı. "Çok koşup terleme, soğuk su da içme. Yabancılarla konuşma. Sana şeker verirlerse alma."

"Tamam anne."

"Hadi sen defol git, siz de sofrayı toplayın köleler."

Arda ve Can yüzlerini buruşturarak sofraya baktılar. Tavanın dibi sıyrılmıştı; ben iki dilim ekmek yemiş, yumurtaya dokunmamıştım. "Başa gelen çekilir," dedi Arda, kalkması için Can'ı dürterken. Can neredeyse sandalyeden düşüyordu.

"Ben yokken birbirinizi öldürmeyin," dedi Görkem. "Gittim ben, Allah'a emanet."

Cebinden yeşil bir paket çıkardı ve içinden bir naneli şeker alıp ağzına attı. Daha sonra mutfaktan ayrılıp üzerini değiştirmek için odasına doğru gitti.

Arda ve Can'ın sabahki curcunasıyla birlikte gözümüzü açar açmaz koridora fırlamıştık. Peki Görkem ne ara cebine atmıştı naneli şeker paketini?

Belki onunla uyuyordur, kimsenin zevkine karışamayız Yağmur.

Mete'ye gözlerimi devirmek istedim ama dışarıdan garip görünürdüm. Olabildiğince normal davranışlar sergilemeliydim, ki bu oldukça zordu.

Hiç yardım etmeye kalkışmadım. Madem iddiayı kaybetmişlerdi, o halde sofrayı toplayacaklardı. Gereksiz yere kendimi yoracak tipte biri değildim. Herkesin yardımına koşmaya çalışan insan olmamıştım hiçbir zaman.

Ben daha çok etliye sütlüye karışmamayı tercih ederdim çünkü insanlardan da bunu beklerdim.

Aslında, insanlardan pek bir şey beklemezdim. Hayatta en sevdiğim insan tipi benden uzak olanlardı.

'Herkesten nefret ediyorum modunu kapatmayı unutmuşuz.' dedi iç sesim.

Analizcileri benimsememin zor olacağını düşünmüştüm sırf karakterimden ötürü fakat onlar farklıydı. Bir kere samimilerdi, bunu anlayabilmek için birlikte çok zaman geçirmemize gerek yoktu. Sahte suratlarla dolup taşan dünyada gerçek yüzlerle karşılaşmak, çölde susuzluktan ölmek üzereyken karşılaşılan vaha gibiydi.

Ayağa kalktım ve hiç ses etmeden çıktım mutfaktan. Biraz daha uyuyabilsem hiç fena olmazdı, aslında hep uyuyabilsem çok güzel olurdu ama gördüğüm rüyalar sebebiyle son zamanlarda uykudan giderek soğuyordum. Hatta geçtiğimiz hafta kâbus görmemek için 48 saat uyumamışlığım vardı, direnebilseydim uyanık kalmaya devam ederdim. Maalesef bünyem yenik düşmüştü ve kanepede sızıp kalmıştım.

Belki kulağa abartı gibi geliyordu ama kesinlikle öyle değildi. Benim bilincimin altına ölüm kazınmıştı.

Ölüm, bir gerçekti. Tek gerçekti. Giden giderdi, kalan tükenirdi. Zaman geçerdi, acı dinerdi ama göğsüne saplanan ağrı orada beklerdi. Ara ara sızlar, bazen azalırdı ama sonuç olarak hep oradaydı.

"Ne diye dikiliyorsun orada?"

Görkem gitmemiş miydi hâlâ? "Su içeceğim," dedim parmaklarımla oynayarak. Gerçekten su içmeliydim, boğazım kurumuştu.

'Kurumuş boğazım...'

Olur olmadık yerlerde olur olmadık şarkıları hatırlatmak da iç sesimin en belirgin özelliğiydi. Özellikle reklam şarkılarına bayılıyordu.

'Ooo Eti Petito...'

Karşımda dikkatle bana bakan Görkem ve içimden Petito şarkısı söyleyen ben... Bir de gözümün önüne gelen Petito ayıcığı...

'Tuhafız,' dedi iç sesim.

Ben bir kişi değildim, biz bir bedende üç kişiydik.

Can her ne kadar aksini iddia ediyor olsa da içten içe farklı boyutta bir kişilik bozukluğumun olduğunun farkındaydım. Elimden geldiğince bunu dışarı yansıtmamalıydım, her zaman olduğu gibi bunu da içimde yaşamalıydım.

"Görüşürüz 13," dedi gülümseyerek.

Adım da 'on üç' kalmıştı. Bir değil, iki tane birden adım varken bir tane de lakaba gerek var mıydı sahiden?

"Görüşürüz Duman," dedim. O bana ismimle seslenene kadar ben de ona soyadıyla hitap etmeye devam edebilirdim.

Çünkü neden olmasın?

Bu da Mete'nin favori cümlesiydi.

Adımlarımı tekrar mutfağa doğru yönlendirdiğim sırada dış kapı kapandı. Lavaboya ilerlerken Kaya'nın şeytani bir sırıtışla mutfağı toparlayan Can ve Arda'yı izlediğini gördüm. Can bulaşık makinesine tavayı yerleştiriyor, Arda buzdolabına kahvaltılıkları koyuyordu.

Bardakların yerini bilmiyordum ama elimle koymuş gibi bulmam zor olmadı. Lavabonun hemen üzerinde duran dolap bardaklar için biçilmiş kaftandı. Yüzde doksan ihtimalle o dolapta olurlardı ve Şekil A'da da görüldüğü üzere çıkarımım doğruydu.

Bir bardak suyu birkaç büyük yudumda biriktirip bardağı tezgâha bıraktım. "Size bir bulaşık daha çıktı," dedi Kaya keyifle. "Durun, bir bardak da ben içeceğim. Hatta sırf pislik olsun diye beş farklı bardaktan birer yudum içesim geldi."

"Bir," dedi Can, Arda'ya bakıp sırıtarak.

Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.

"İki," dedi Arda aynı sırıtışla.

"Üç," dediler ikisi birlikte.

"Güzel elbiseleri, giyip kuşanacağım!"

Kaya'nın yüz ifadesi buruşurken Can ve Arda ellerini başlarının üzerinde birleştirip Yıldız Tilbe dansı yapmaya başladılar.

"Senin önünden geçip sana bakmayacağım!" diye devam ettiler, sanki söyledikleri haricinde gerçekten bir müzik duyuyorlardı ve kendilerini ritme kaptırmış gibi dans ediyorlardı.

"Ne olur beni Yıldız Tilbe'den soğutmayın," dedi Kaya ayağa kalkarak.

Bitirim ikili onları umursamadı. "Beni kırdığın gibi kalbini kıracağım. Beni dinlemedin ya, seni duymayacağım!" Dansları giderek komikleşirken tek yapabildiğim tezgâha yaslanıp gülmek oldu.

"Tamam lan tamam, siz kazandınız. Gidiyorum, gözlerim kanadı."

"Yürü anca gidersin," dediler bir ağızdan. Kaya mutfaktan koşar adımlarla çıkınca ikisi birbirine dönüp kahkaha atmaya başladı.

Arda, Can'ın havaya kaldırdığı eline bir beşlik çaktı. "Yapıyoruz bu işi." Sonra ikisi de aniden ciddileşip bulaşıkları dizmeye devam ettiler. Az önce delicesine dans eden bendim sanki.

Sessiz sedasız ayrıldım yanlarından, onlar da işlerine devam ettiler. Evin işleyişi, birbirleriyle iletişimleri ve daha birçok şey insanı imrendirecek cinstendi. Ortam gerçekten güzeldi, uyumlarına hayran olmamak elde değildi ve bu benim gözümü korkutuyordu.

Benim burada ne işim vardı?

Ben bu resmin neresindeydim?

Kafamın içinde hiç durmadan dönen bir çark vardı. İçimdeki sesler sussa bu defa ürettiğim sorularım bırakmıyordu yakamı.

Kendi kendimi tüketiyordum aslında ben. Özellikle son zamanlarda bunu çok daha sık hissetmeye başlamıştım. Düşüncelerim minik farelere dönüşüyor ve kuklamın halatlarını kemiriyorlardı.

Bana en büyük zararı yine ben veriyordum.

Günün ilerleyen saatlerini odamda tek başıma geçirdim. Bu süre boyunca kimse beni rahatsız etmedi, sadece bir kez Arda kapıyı tıklattı ve içeri girmeden karnımın acıkıp acıkmadığını sordu. Cevabım hayır olduğunda ise tekrar beni kendimle baş başa bıraktı.

İlk buraya girdiğimde yer yatağını toparlamayı düşündüysem de tekrar yorganın altına girmek daha cazip bir fikir gibi gelmişti. Sonrasında ise baş ucumdaki telefona gitti elim. Ekranı açtım. Parmağım galeri simgesinin bir santim kadar üzerinde duruyordu.

Elim titremeye başladı.

Yumruğumu sıkıp yavaşça gevşettim. Göğsümün ortasına bir yıldırım düştü. Toprağın altına gömdüğüm tohum çatırdadı, ince kabuğundan çıkmak istedi. Eğer filizlenmesine izin verirsem yeryüzümü ele geçirirdi.

Bu his yalnızken çıkıyordu ortaya. Yalnız kaldığım zamanlarda duvarlarımı indirme isteğiyle dolup taşıyor ve her seferinde bunu bir şekilde geri ittirmeyi başarıyordum.

Yorganı biraz daha çektim üzerime ve boğazıma oturan yumru eşliğinde tıkladım galeri simgesine.

Gözlerim cayır cayır yanıyordu.

Son fotoğraf Mete'yleydi. Onun ölümünden üç gece önce çekmiştik bunu.

Ofiste sabahladığımız zamanlardan biriydi.

Onunla son ortak anılarımızdan biriydi.

Telefon onun elindeydi, kolu uzun olduğu için o çekerdi selfielerimizi. O otuz iki diş sırıtarak bakıyordu kameraya. Gözlerinin kenarları kırışmıştı. Elindeki kahve kupasını hafifçe kaldırmıştı.

Ben ofisimizin orta yerinde çömelmiştim ve elimde onun elindekinin aynısından bej rengi bir kupa vardı. Gülmekten gözlerim yaşarmıştı.

Ofisin ortasına çökme sebebim, Mete'nin 'kahve makinemiz görünmüyor' diye sitem etmesiydi. Benim koca kafam, onun biricik makinesini kapatıyormuş. Aynen böyle söylemişti.

Sertçe yutkunurken titreyen ellerimle diğer fotoğraflara geçtim. İki fotoğraf, üç fotoğraf derken daha fazla kalbim dayanmadı ve ekranı kilitleyip telefonu kendimden uzaklaştırdım.

Ayağa kalktığım gibi parka bakan camı açtım ve sert rüzgarın yüzüme vurmasına izin verdim. On beşe kadar saydım yavaş yavaş.

Bu defa bu bile yeterli gelmedi.

Duvarların üzerime doğru gelmeye başlamasıyla birlikte odadan hızlıca ayrılıp koridora çıktım ve salona doğru ilerledim. Kafamı dağıtmam gerekiyordu, o odada biraz daha yalnız kalırsam nefesim kesilecekti sanki.

Ben tam holdeyken zil çaldı, Görkem kapıyı çalmayı tercih ediyordu ve bildiğim kadarıyla diğerleri de evden çıkmamıştı. Bu yüzden gelenin Eylül olduğunu düşündüm.

Kapıyı açar açmaz karşımda kolunu kapıya yaslamış, siyah güneş gözlüklerinin üzerinden bana bakan Eylül'le göz göze geldik. Üzerine dizlerine kadar uzanan toprak tonlarında bir trençkot giymişti, saçlarını sımsıkı bir atkuyruğu yapmıştı ve elinde bir ses kayıt cihazı vardı. "Gazeteciye benzemiş miyim?"

"Harika görünüyorsun," diye karşılık verdim yamuk bir gülümsemeyle.

"Arda hazır değil mi daha?"

Bu soruyu sorar sormaz içeriden bir müzik sesi yükseldi. İsmini bilmiyordum, ilk kez duymuştum ama filmlerde havalı sahnelerde kullanılan fonlara benziyordu.

Arda koridordan çıkıp artist artist yürüyerek yanımıza doğru gelmeye başladı. Siyah bir kot giymişti, üzerinde beyaz bir tişört vardı ve beline kırmızı ekose bir gömlek bağlamıştı. Boynuna da bir fotoğraf makinesi asmıştı. Kıvırcık saçlarını şekillendirmiş, kemik çerçeveli siyah bir gözlük takmıştı. Ve ağzındaki sakızı öyle bir çiğniyordu ki, eğer onu ilk defa görüyor olsaydım tam bir tiki olduğunu düşünürdüm.

Can elindeki telefonla koridora çıktıktan sonra Arda'ya bakıp bir ıslık öttürdü ve az önce bu havalı sahnenin arkasında çalan müziği kapattı.

"Beni mi bekliyordun güzelim?" diye sordu Arda ukalâ bir gülümsemeyle Eylül'e bakarken.

"Gazeteci misiniz yoksa zengin bebesi mi Arda Bey?"

"Ah, her ikisini aynı anda yapabiliyorum. Yalnız adım Arda değil matmazel, adım Berke."

"Ben de Burcu," dedi Eylül, elini Arda'ya uzatırken.

An itibariyle ikisi de dün tanıştığım kişilerden çok uzaklardı, büründükleri kimliklerle birlikte duruşları bile değişmişti. Yepyeni iki insan duruyordu karşımda.

Bu işte oldukça iyilerdi.

Arda şişirdiği sakızı patlatırken Eylül'ün elini sıktı.

"Kusura bakmayın ama bunu açmak zorundayım," dedi Can ve ardından elindeki telefondan Tarkan'ın sesi yükseldi.

Takmış koluna elin adamını beni orta yerimden çatlatıyor.
Ağzında sakızı şişirip şişirip arsız arsız patlatıyor.

Arda'nın yüzü soldu. "Ulan ben ne güzel havalı havalı giriş yaptım, niye bozuyorsun beni Can'ım?"

Direnmeye çalıştı, çalıştığını mimiklerinden anladım ama başarılı olamadı ve Tarkan'ın sesine Arda'nın sesi karıştı.

"Biz böyle mi gördük babamızdan?
Ele güne rezil olduk.
Yeni adet gelmiş eski köye bak dostlar mahvolduk."

"Oğlum siz niye sürekli abidik gubidik şarkılar söylüyorsunuz, evden mi kaçayım illa?" Kaya'nın salondan çıkıp holü basmasıyla birlikte Can şarkıyı kapattı ve kötü kötü bakmaya başladı. "Müzik zevkimize laf söylettirmem yalnız."

"Bu kadar kasma bro," dedi Arda, Kaya'ya. "İçindeki yaşlı amca beni kıskanıyor biliyorum, kim olsa kıskanır zaten beni." Arda, Arda değildi. Berke'ydi. Konuşma stili ve davranışlarına kadar her şeyi değişmişti ve ben bunun mükemmel bir olay olduğunu düşünmekten kendimi alamıyordum.

"O çiğnediğin sakızla duvara yapıştıracağım şimdi seni."

"Hey adamım biraz relaks." Gözlüklerini burnuna ittirdi. "Ben bir basın mensubuyum, gazetede ilk sayfada kendini mi görmek istersin delikanlı?"

"Üçüncü sayfada görürler belki beni. Ama sen göremezsin tatlı çocuk."

Kaya'nın üstü kapalı tehdidi karşısında neredeyse kahkaha atacaktım. Üçüncü sayfada cinayet haberleri olurdu.

Kabul edelim, kaliteli espriydi.

Mete, Kaya da dahil olmak üzere herkese ısınmaya başlamıştı anladığım kadarıyla.

"Ruh hastası," dedi Arda. "Gidelim buralardan Burcucuğum. Görev bizi bekler."

"Gidelim bakalım Berke Bey."

Onlar evden ayrıldıktan bir dakika kadar sonra Can kitap okuması gerektiğini söyleyerek odasına gitti. Ben de Kaya'yla birlikte salona yöneldim. O üçlüye yayılırken ben tekli koltuğa geçtim. Keşke Can veya Görkem burada olsaydı, en azından onların dilleri vardı.

Ortamdaki sessizlik giderek büyürken odaklandığım sesle birlikte nefesim kesildi.

Tik tak. Tik tak.

Saat tıkırtısı.

Hızla hareket etmeye başlayan göğüs kafesimi durdurmak istercesine elimi bastırdım kalbimin üzerine.

Tik tak.

"Kaya."

Başının altına kıvırdığı kolunu bile hareket ettirme zahmetinde bulunmadı. Düz düz kapalı televizyona bakmaya devam ederken başını hafifçe sola eğerek beni dinlediğini belli etti sadece.

"Saat." Bağırmışım, duymamışlar. Duydularsa da bundan keyif almışlar. Ben de en sonunda kabullenmişim yenilgiyi, saatlerce sesimi çıkarmamışım. Ölümcül sessizlik. Tek bir yankı. Tik tak. Neredeyse ellerimi kulaklarıma bastıracaktım. "Ses çıkarıyor," dedim düzensiz soluklarımla.

"Yani?"

"Kaya," dedim tekrar. Boğazıma takılan yumru, yumruk kadar büyüdü. "Ses çıkmasın."

Nihayet sesimde bir gariplik olduğunu anlayabildi, nihayet kafasını bana doğru çevirebildi ve nefes alamadığımı fark etti. Hiçbir şey sormadı, hiçbir şey söylemedi. Ayağa kalktı, televizyon ünitesinin sağ tarafında kalan saate uzandı. Ardından arkasını çevirip pilini çıkardı ve elindeki pili ünitenin rafına koyarken saati de yerine geri astı.

Nefes al.

Şu an duymayı istediğim son ses Mete'ninkiydi.

Başka bir şeye odaklanmaya çalıştım. Görüş alanıma Kaya girdi. Soru sormadı, hiçbir şeyi sorgulamadı. Neredeyse bunun için ona teşekkür edecektim. Bana bakmadan sessizce koltuktaki pozisyonunu yeniden aldı.

Ses kesildi, anılar kaldı.

Nefesimi toparlayabilmek için on beşe kadar saymaya başladığım sırada Kaya'nın cebinden telefonunu çıkardığını gördüm. "Can," dedi oldukça sakin bir sesle. "Salona gelsene."

Bir dakika bile geçmeden Can kapıdan hızlı bir giriş yaptı. "Hayırdır..." Devamını getirmeye gerek kalmadan bakışları beni buldu. "Seni sıfır makyajla herhangi bir vampir filmine soksak kamufle olursun bu halinle. Suratın küle dönmüş Asya. Ne oldu?"

"Eğer tespitlerin doğruysa Bay Psikolog, tam şu an burnu kanamaya başlayacak."

Tam o an burnumdan akan kanı hissettim, parmak uçlarımla burnum ve dudaklarım arasında kalan çukur bölgeyi sildim ve peçete bulmak amacıyla mutfağa gitmek için ayaklandım. "Analiz yeteneğiniz sinirimi bozuyor."

"Asya, düşünmen gereken son şey bu."

Can'ın ne söylediğini umursamadım. Zaten kanamam daha fazla sürmedi, hemen kurudu fakat burnumun içindeki yangın hemen geçmiyordu. Mutfağa gitmek yerine banyoya çevirdim adımlarımı. Musluğu açıp ellerimi suyun altına tuttum. Sabunladım. Duruladım. Kan yoktu, gitmişti ama yeterince temizlenmemiş gibi hissedip bir kez daha sabunladım. Bir anlığına lavaboya akan su kızıla dönmüş gibi geldi, sonra hafızamın bana oyun oynadığını kendime hatırlattım ve musluğu kapatıp aynaya bakmadan çıktım banyodan.

Salona ilk girdiğimde orada bir saat var mıydı? Hatırlamıyordum. Peki ya dün akşam? Bu sabah? Sesini duysam hatırlardım. Bilmiyordum. Televizyon ünitesindeki kitapların isimlerini yazarlarıyla birlikte sayabilirdim ama o lanet saatin orada olup olmadığını anımsayamıyordum.

Bunu bilemezlerdi. Bunu kasıtlı yapmış olamazlardı. Hakkımda birçok şeyden haberdar olabilirlerdi fakat bu başkaydı.

Sormak istiyordum ama ne soracaktım?

Pardon, dün o saat orada mıydı?

'Hayır, Selena gelip parmaklarından ışıltılar saçtı ve ansızın saat beliriverdi.'

İç sesim kafa insandı aslında.

Salonun kapısındayken dış kapı beş defa tıklatıldı. İki, tek, iki. Görkem gelmişti.

Kapıya ilerledim. Açtım, baktı. İçeri girmedi, durdu. "Ey ruh, 13 Numara'ya ne yaptın?" diye sordu ciddi bir ifadeyle. İnatla ismimi söylememeye devam ediyordu.

Ayrıca, yüzüm o kadar beyaz mıydı gerçekten?

Omuz silkip arkamı döndüm. Kapıyı kapattıktan sonra üzerindeki dizlerine kadar uzanan lacivert kabanını askıya astı ve bir eliyle salon kapısını işaret etti, önden geçmemi ister gibi.

Yine arkada kaldı. Neden? Gözlemleme isteği? Alışkanlık? Benim kafamdaki boş kuruntularım? Üçü de mantıklıydı.

"Saat durmuş," dedi salona girdiğimiz an. Detaycıydı. Direkt bunu fark etmişti. Gerçi neye şaşırıyordum ki? Analizcilerdi onlar. Bu kadar detaycı olmasalar bu kadar efsaneleşmezlerdi değil mi?

"Ses çıkarıyordu," dedi Kaya. Bakışları bir an bile bana değmedi, Görkem'e hiç renk vermedi. "Ben de pilini çıkardım."

"Allah Allah. Normalde ses yapmaz ama pili bitmek üzereydi herhalde."

Ses yapsa unutmazdım.

Can güldü. "Arda burada olmadığı için şanslıyız. Şimdi bize pilin tarihçesini anlatabilirdi."

Görkem'in dudakları dümdüz bir çizgi şeklindeydi, gözlerini hafifçe kısmıştı. Bir duran saate, bir Kaya'ya ve en son dönüp bana baktı.

Yok artık, dedi Mete.

Pili biten saatle bembeyaz olmuş suratım arasındaki ilişkiyi bir saniyede kurabilmişse bu detaycılık değildi. Görkem çok başka bir boyuttu.

Ona boş boş baktım.

Yüz ifademi dümdüz tutabilmek belki de benim en büyük silahımdı. Öyle boş bakardım ki karşımdaki insan ölü olup olmadığımı sorgulardı. Eğer istersem, bana bakan kişinin bir duvara bakıyormuş gibi hissetmesini sağlayabilirdim. Ayrıca insanların gözlerinin içine bakmak birçok kişinin aksine beni rahatsız etmezdi. Genelde ilk başını çeviren ben olmazdım, beni ruh hastası sandıkları için karşımdaki kişiler olurdu.

Ama Görkem birkaç saniye daha ayırmadı gözlerini. Ben birkaç saniye deyip geçsem de o muhtemelen sayıyordu. "Ne renkti?" diye sordu birden.

"Ne?"

"Saatin rengini hatırlıyor musun?"

"Gri," dedim anında. Sonra durdum. Kaya ve Can'ın kafası bana doğru döndü hızla, Görkem'in yüz ifadesi ise sabit kalmaya devam etti.

Bu saat gri değildi. Hatıralarımda dönüp duran, kafamın içinde hâlâ sesi yankılanan saat griydi, bu değildi. Bunun rengini bilmiyordum. Hatırlamıyordum.

Bu, Kaya ve Can'da şok etkisi yarattı. Yalnızca bir kez gördüğüm küçücük magnetleri şekilleriyle ve renkleriyle birlikte sayabiliyorken koskoca saatte takılıp kalmıştım. Elimi saçlarıma daldırıp derin bir nefes aldım.

"Sorun yok," diye fısıldadı Görkem.

"Psikolojime oynayıp duruyorsun." Dişlerimi sıkmaktan kasılmış çenemi titrememesi için zorlayarak döktüm kelimelerimi dudaklarımdan. "Yapma."

"Parçaları birleştirip bir yol çizmeye çalışıyorum sadece."

"O parçaları yerine bırak," derken sesim toktu. "Ortaya çıkacak manzarayı biliyorum ben, sonu güzel bitmiyor."

Farklı bir dilden konuşuyor gibiydik, Can dahi anlamıyordu sanki ne dediğimizi. Oysa mimiklerimizden ne anlattığımıza dair makale yazabilme potansiyeline sahipti.

"Bir son kötüyse, bütün sonlar mı kötüdür?"

"Tümdengelimciyim ben," dediğimde arkadakilerin uzaylı görmüş gibi attığı bakışlar değişmedi. Yanlışlıkla Görkem'le yeni bir dil oluşturuyorduk.

"Ben tümevarımcıyım," dedi gülümseyerek. "Nihai bir sonuca ulaşmak istiyorsan, tek bir önermeye bakıp karar veremezsin. Özelden genele gitmen gerekir. İndüktif akıl yürütme demeyi tercih ederim."

"Farklı pencereler..." diye mırıldandım.

"Yanlış pencere," dedi.

"Ne diyorsunuz lan iki saattir?" Kaya oturduğu yerden kalktı. "Manyaklar bitmiyor ki. Üçtüler dört oldular. Sen bu kuluna sabır, şu kullarına da akıl ihsan eyle Rabb'im." Söylene söylene terk etti salonu.

Can ise bize olan bakışlarını ancak telefonuna bildirim geldiğinde çekebildi ama o da yalnızca birkaç saniye sürdü. kafasını tekrar kaldırdığında doğrudan bana baktı bir kez daha. "Arda seni gruba eklemiş."

Ne grubu olduğunu sormak yerine koridordaki üçüncü odaya ilerledim ve yastığın altına ittirdiğim telefonumu alıp salona geri döndüm. Tekli koltuğa oturduğumda bir yandan da ekranımı açıp bildirimin üzerine tıkladım. Whatsapp grubuna eklenmiştim.

AJANLAR VE AJANSLAR

Gruba atılan fotoğrafta dün Görkem'in evime geldiği arabanın yolcu koltuğunda oturan Eylül bacak bacak üstüne atmış, elini alnına kapatmıştı. Arda ise dil çıkarıp başını sağa doğru eğerek poz vermiş, altına 'yine görevler yine biz' yazmıştı.

Grup bilgisi kısmına girip profil fotoğraflarına bakarak isimlerini kaydettim, sona kalan ve sanki engellenilmişim hissi yaratan boş profilli kişi de tahmin edilebileceği üzere Kaya'ydı.

Eylül: Bütün yol boyunca İbrahim Tatlıses ve Dua Lipa düeti dinledik. Delirmek üzereyim. HELP ME!!

Can: Gel gümüle gel?

Arda: İşte ruh eşim! Gel gel gümüle gel.

Can: Gel gel gümüle, gel böğrüme domdom kurşunu.

Eylül: BARİ BURADA YAPMAYIN. YETEEER!!!

Kaya: Galiba birileri yeni profil fotoğrafının Edison olmasını istiyor?

Arda: Yo. Yo yoo. Kim demiş. İşimin başındayım, boş yaptığımı nerede gördünüz?

Görkem: Vardınız mı?

Başımı ekrandan kaldırıp ona baktım. Çok netti. İşiyle ilgili bir konu olduğunda takındığı yüz ifadesi, Kaya'nın her zamanki yüz ifadesinden bile daha ciddiydi.

Arda: Sana da merhaba mr. robot. Vardık. Şimdi giriş yapacağız mekana. Kuş kafesin içinde. Doğru zamanı bekliyoruz.

Görkem: Bir saat?

Arda: İddia?

Görkem: Yolla.

Arda: Elli dakikaya dönmüş olursak lahmacun borcun olur.

Eylül: Ve çay demlersin.

Görkem'in güldüğünü gördüm.

Görkem: Anlaştık.

Arda: $)

"Kaybedeceğini biliyorsun, değil mi?" diye sordu Can. "Arda gerekirse ışınlanmayı bulur, öyle gelir yine de yetişir buraya."

Görkem'in yüzündeki tebessüm genişledi. "Biliyorum. Bugün bonkör günümdeyim."

"Hayır iddiaya girmeyi seviyorsun."

"Evet, iddiaya girmeyi seviyorum. Bir şeyi de bilme pis psikolog."

Sonuç: Görkem kaybetti.

Arda ve Eylül, mehter marşıyla eve giriş yaptıklarında iddianın üzerinden 49 dakika geçmişti.

"Bir dakika farkla lahmacunumu bir boy büyütebilir miyim?" diye sordu Arda.

"Ben de çay bardağından kupaya terfi etmek istiyorum," dedi Eylül kendini üçlü koltuğa bırakırken.

"İstekleriniz reddedildi." Yeniden bir duvara dönüştü suratı. "Anlatın, ne yaptınız?"

Arda'nın suratında da benzer bir ifadeye şahit oldum. "Başta adam şüphelenir gibi oldu ama çabuk toparladık. Sizin gibi bir sanatçı 'Nicole' gibi bir dergiyi nasıl duymaz, diye sordum. Cengiz de atladı hemen, tabii ki duydum dedi. Gösterişçi pezevenk."

"Adam tam bir yavşak." Eylül bir eliyle saçlarını karıştırdı. "Ağa düşürmek kolay olacak gibi duruyor."

"Fotoğraflar?" dedi Görkem.

Tekrar Arda girdi söze. "Serginin neredeyse her köşesini çektim. Röportaj için ofisine giderken biraz tedirgindi. Bizi karşıdaki koltuklara oturtup kendi masasına geçtiğinde ellerini kenetleyip doğrudan göz teması kurdu ve asla kesmemeye çalıştı. Hiçbir şekilde bizden başka yere bakmadı."

"Aradığımız kasanın o odada olduğuna artık eminiz," dedi Can. Arda hafif bir baş hareketiyle onu onayladıktan sonra fotoğraf makinesinin hafıza kartını Kaya'ya uzattı. Kaya hiçbir şey demeden elinden aldı ve beş dakika gibi bir sürenin ardından elinde basılmış fotoğraflarla salona geri döndü.

Tam onları masanın üzerine bırakacaktı ki, Görkem onu durdurup fotoğrafları aldı ve bana baktı. "Üst kata çıkalım seninle."

Hiç kimse garipsemedi, aksine zaten bunu bekliyormuş gibi davrandılar. Oturduğum yerden kalkıp Görkem'in yanına doğru ilerledim ve birlikte hole çıktık.

Next level: Çatı katı.

Girişteki dolabı geçtikten hemen sonra yukarı doğru uzanan merdivenler başlıyordu. Şimdiye kadar dikkatimi çekmemişti, çektiyse bile üzerinde durmamıştım ama Görkem basamakları tırmanmaya başladığı an saçma bir heyecan kırıntısı tutundu içimdeki bir dala. Birkaç basamağın ardından hafif bir dönemeç kazanan yere geldiğimde yukarıdaki aydınlatmanın aşağısına göre daha loş olduğunu fark ettim. Göz yormuyordu.

Sararmış sayfalar gibi kokuyordu burası. Kitabın kapağını ilk açtığınızda burnunuza dolan kokuyu anımsatıyordu ama biraz daha baskındı. Biraz daha nostaljikti.

İlk gözüme çarpan merdivenlerin sağında kalan kapısı kapalı odaydı ama önündeki siyah cam, orasına sorgu odası havası veriyordu. Sol taraf ise bambaşka bir dünyaydı.

Orta yerde tavana uzanan ahşap bir merdiven vardı, hani taşınabilir olanlardan. Orayı geçtikten sonra mantar panolar, duvarlarda tonlarca notlar ve hatta haritalar, gözümün değdiği her noktada da yığın yığın kitap karşıladı beni. Üçgen tavanın camlı tarafında oldukça geniş bir masa duruyordu.

Görkem duraksamadan oradaki bir sandalyeyi çekip oturduğunda diğerini de benim oturmam için yanına yaklaştırdı fakat ben bir panodaki gazete haberlerine, olay yeri resimlerine takılmış durumdaydım. İntihar vakaları vardı anladığım kadarıyla. Yüksek binadan yere çakılan birinin başının etrafındaki kan gölü, sarı saçlarını da kızıla boyamıştı. Köşeye yeşil bir postitle yaşı ve ismi yazılmıştı.

"Orası, Can'ın panosu."

Sırtım ona doğru dönüktü, yüz ifadesini göremediğimden kendimi rahatsız hissedip karşısındaki sandalyeye doğru ilerledim. "Sonuca kavuşamayan bir soruşturma mı?"

"İntihar denildi, soruşturma kapandı." Elini çenesine yasladı. "Can'ın şüpheleri var anladığım kadarıyla. Bireysel çalışıyor, aklından ne geçtiğini bilmiyorum. Çalışmaya devam ediyor mu onu da bilmiyorum."

"Kapanan bir soruşturma üzerinde çalışmaya izni var mı?"

Görkem imalı bir sekilde gülünce kendimi aptal gibi hissettim. Kendilerine illegal diyen bir grubun içine düşmüştüm ve izin alıp almadıklarını soruyordum.

"Amirinle konuşurken senin hakkındaki gözlemlerini özellikle öğrenmek istedim," dedi Görkem. "Genelde eline aldığın fotoğraftaki kişi hakkında hiçbir fikrin olmuyormuş, objektif bakabilmen için sana hiçbir şey söylemiyormuş."

"Evet."

"Yalnız kalmayı seviyormuşsun, özellikle bir şey üzerinde kafa yorarken derin bir sessizliğe gömülü oluyormuşsun. Soyutlanmak, diye tanımladı bunu."

"Evet," dedim. "Sadede ne zaman geliyoruz?"

"Saat sana neyi hatırlatıyor?"

Anlık bir afallamayla gözlerinin içine baktım. Elindeki desteden Cengiz'in fotoğrafı çıkarıp doğrudan masanın üzerine koydu ve parmağını bastırarak bakmamı işaret etti. "İlk aklına gelen kelimeyi söyle."

Gözüm fotoğrafa değdiği an, "Kibir," dedim. Farkında olmadan soluk alış verişim hızlanmıştı.

"Neyi hatırlatıyor sana?"

Saati kastetti.

"Esmer, uzun boylu," diye başladım adamı anlatmaya. "Omuzları dik dursun diye gereksiz bir çaba içinde. Siyaha yakın koyu kahve gözlerindeki bakış fazla keskin. Gözünün akı hafif kızarık. Yalnızca uyuşturucu satmıyor, bence kullanıyor da. Sana bunu ispatlayamam, sadece bir tahmin."

"Tik, tak."

Kulaklarımı tıkamak istedim ama nefes dahi almadan devam ettim konuşmaya. "Kasıntı. Ayakta duruyor ama ellerini serbest bırakmamış iki yanına, onları göğsünde bağlayışı gözlerindeki bakışla birleşince ufak çaplı bir güç gösterisi çıkıyor ortaya. Tepeden bakıyor sanki. Çok zengin. Kıyafetinin yanı sıra yüzündeki alaycılığa yatkın ifade de ele veriyor bunu. Alnındaki birkaç kırışık haricinde yaşından küçük gösteriyor."

"Sana yaşını söylemedim." Heyecanlanmıştı, bunu ellerini masaya dayayışından ve bana doğru eğilmesinden anlamıştım. "Saat kaç?" diye sordu pürüzsüz bir sesle.

"Kırk!" Adeta bağırarak söyledim. "Öyle değil mi? Taş çatlasın 30 dersin ilk bakışta, ama hayır. Kırk."

Bir anlığına nefes alabilecek boşluğu bulduğumda durup kendi halimi gözden geçirdim. Tam olarak ne olmuştu az önce?

"Otuz dokuz," dedi memnuniyetle gülümserken.

"Derdin ne?" diye sorduğumda giderek genişleyen gülümsemesi sinirimi bozmaya başladı.

"Saatle ilgili bir şeyler söyledikçe o anılarını geri plana atmaya çalışıp fotoğrafa odaklandın." Parmaklarımla kıskaca aldığım fotoğraf karesini masaya bıraktığımda bir kenarında çukur oluşturacak kadar sıktığımı anladım fotoğrafı. "Ben sana hatırlattıkça senin zihnin daha hızlı çalıştı. Çarkların daha hızlı döndü. Anılarını bastırabilmek için kendini tamamen şu ana kaptırdın. Pürüzleri yok ettin, saf bir dikkatle inceledin."

"Sen pisliğin tekisin." Ne düşüneceğimi bilemedim. Onun parlak zekâsının üzerimdeki baskısı sonucu ortaya çıkanlar olumlu sonuç vermişti. Haklıydı, düşüncelerim inanılmaz bir hızla akıvermişti dudaklarımdan ama yine de içimden ona yumruk atmak geçmedi desem yalan olurdu. O, gülmeye devam edince ben de pes ederek indirdim omuzlarımı ve güldüm. "Yaptığın şeyin işe yaraması çok sinir bozucu."

"Gözlem yeteneğin olağanüstü," dedi diğer fotoğrafları bir bir önüme açarken. "Sınırlarını merak ediyorum. Ne kadar ileri gidebileceğini merak ediyorum."

"Neden?"

"Keşfedilmesi gereken yeni bir kıta gibisin çünkü."

Sustum, gözlerimi onun üzerinden çekip önümdeki fotoğraflara eğdim başımı. Parmağımla en solda duranı işaret ettim. Ayakta duruyordu, büyük tablonun yanındaki duvara sırtını yaslamış ve ellerini cebine sokarak ciddi bir ifadeyle vermişti bu pozu. Ardından diğer tablolarla verdiği pozları gösterdim Görkem'e. "Bakışları buradaki fotoğrafta daha farklı, duruşu daha dik, göğsünü ileri çıkarmış." En soldaki fotoğrafla diğerlerini kıyaslıyordum.

"Favorisi bu." Karmakarışık renklerden oluşan, boyayı tuvalin üzerinden ekmekle sıyırıyormuş hissiyatı veren desenlere sahipti bu tablo.

Elini çenesine yaslayıp gözlerini kıstı. "Bunca zaman neredeydin sen?"

Benim yanımda.

Hafif bir tebessümün ardından resimlere geri döndüm. "Ofisinde çekilen fotoğrafta gerçekten çok gergin duruyor. Ellerini kenetleyişine bak, parmaklarını çok fazla sıkmış. Muhtemelen farkında değil, psikolojik olabilir."

"Adamın elindeki fotoğraflar bana ait," dedi. "Yani bu akşamki iş bireyselliğe giriyor."

"Ve sen bana akşam sergiye katılıp katılmayacağımı sormaya çalışıyorsun?"

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. "Kesinlikle zorunlu değilsin."

"Katılacağım."

"Seni boğazladığım için özür dilerim."

Birden boşluğuma geldi, kahkahamı tutamadım içimde. "Ne demek, hiç önemli değil."

"O zaman planlama için diğerlerinin yanına inelim."

"Sonra tekrar buraya çıksam olur mu?" Sanat eseri diye değerlendirilen fakat benim için bir karmaşadan ibaret olan tabloları işaret ettim. "Dersime çalışmam gerekli."

Güldü. "Olur." Aşağı neredeyse koşar adımlarla indi, salona bile ışık hızıyla giriş yaptı.

"Aha, plan yapmış Görkem kombini," dedi Arda, oturduğu yerde daha dik bir pozisyona geçip bütün dikkatini ona verdiğini belli etmek istercesine. "Gönder bakalım reis, kulağımız sende."

"Fotoğrafların ele geçirmek öncelikli amacımız olmakla birlikte oradan sessiz sedasız Cengiz'i de almamız gerekiyor. Zaten hakkında daha önceden yakalama emri almıştık fakat benden şüphelenmeye başlayınca geri adım atmak zorunda kalmıştık."

"Serginin sahibini, sergiden nasıl sessiz sedasız almayı düşünüyorsun acaba?" Eylül'ün sorusuyla birlikte Görkem hızını kesmeden konuşmaya devam etti.

"Hasan'a dokunmayacağız. Cengiz'e bir şekilde Hasan'a fotoğrafları satmaktan vazgeçtiğini veya başkasına sattığını söyletmek zorundayız. Böylece paşa paşa çıkıp gidecek, ardından biz Cengiz'i alacağız ama onun adamları da dahil kimse Cengiz'in yakalandığını bilmemeli." Başını Kaya'ya çevirdi. "Sen sergiye katılıyorsun."

"Tamamdır."

"Asya'yla birlikte."

"Sebep?" diye sordu Kaya.

"Elit mekanda sap sap dolaşan bir hödük olarak göze çarpmaman için tabii ki," dedi Arda sırıtarak.

"Ben gözüne çarpacağım şimdi senin."

"Aman, sustum."

"Asya'yı Kaya'nın sevgilisi olarak göstermek ve daha sonra Asya'nın Cengiz'e yanaşması, Cengiz'in egosunu besler. Bu fikri bir düşünelim," dedi en başından beri sessiz olan Can.

Başımla onayladım. "Adamın kibirli olduğu her halinden belli oluyor. Eğer bir sözde sevgilim varken onunla ilgilenirsem gururu okşanır. Oltaya düşmesi daha kolay olur."

Eylül bana göz kırptı. "Biz kadınlar, çok tehlikeliyiz."

"Onu sergiden uzaklaştırıp ofisin olduğu tarafa götürebilir misin?" diye sordu Görkem. Hiç düşünmeden başımla onayladığımda tekrar Kaya'ya baktı. "Sonrası sende. Elindeki bütün fotoğrafları almak yetmez, yedekleyip yedeklemediğini de öğrenmeliyiz."

Kaya, parmaklarını çıtlattı. "Bu çok eğlenceli olacak."

•⚓•

Toplanın, size iki tane sorum var.

Karakterlerden birine, tek bir soru sorma hakkınız olsa kime ne sorardınız?

Şu anki gidişatta en merak ettiğiniz şey ne?

Bonus soru: Nasılsınız? :)

Bir sonraki bölümde olayların iyice içine dalıyoruz. Ne diyorduk?

Gösteri başlasın. 👑

Ig: azraizguner

Yorumlar

Popüler Yayınlar

40. "Eşik"

39. "Senden Daha Güzel"

57. "Şarampol"