34. "Işık Dolu Kara Kutu"
Bölüm şarkıları:
LANY, 13
Yıldız Tilbe, Çat Kapı
Yıldız Tilbe, Vursalar Ölemem
Teoman, Serseri
Kendimden Hallice, Seni Kimseye Anlatamazdım
💻
Yolunu kaybetmiş denizcilerin rehberi deniz feneridir.
•🪨•
Kaya Eroğlu:
13 Şubat 2019
Herkesin anlatacak bir hikayesi olduğuna inanmıyorum.
Bazı hikayeler anlatılmamalı, bazı sayfalar açılmamalı ve bazı kalemler hiç ele alınmamalı bence.
Kalemi elime ilk aldığımda 18 yaşındaydım. Yazmak için değil, çizmek için kullandım ve bir saniye bile düşünmeden karaladım geçmişimin üzerini. Bana on sekiz sene boyunca bir kafesteymişim gibi hissettiren ama başka gidecek yerim olmadığından sahip olduğum tek evin, yetimhanenin, kapısından çıkarken burayı bir gün onların başlarına yıkacağıma dair bir yemin ettim.
Benim arkadaşlarım, kardeşlerim öldüler. Birlikte top koşturduğum, korkmamaları için gizlice yanlarında kaldığım, yemeğimi bölüştüğüm arkadaşlarımı öldürdüler. Beş küçük çocuk organları için katledilirken oradaki çalışanların bir kısmı tüm bu olanlara göz yumdular.
Ben de onların hepsini son kez gözlerini yumacakları an gelene dek parmaklıkların arkasına gönderdim. İlk adım müdürümüzün kasasını açışımdı. Bir polis olarak değil, illegal işlere bulaşmayı göze almış bir delikanlı olarak attım o ilk adımı, tek başıma. Uğruna yaşadığı bir hedefi olan insana yalnızlık koymaz fakat uğruna ölünecek bir dost kazandım ben o yolu yürürken.
Necip Amir, hayatımı kurtaran adamdı. Öldürülecek çocuklardan biri de bendim çünkü hep sorun çıkartıyordum. Gözden en kolay çıkarılabilecek olandım. Devamlı kaçıyor, polisleri peşime takıyor, yurdun altını üstüne getiriyordum. Bir gün o beni buldu, beni anladı, bırakmayacağını söyledi ve bırakmadı fakat hayatıma en büyük katkısı beni Görkem'le tanıştırmasıydı.
Uyumsuzdum, yabaniydim, iletişim kurmayı doğru düzgün beceremiyordum, dinmek bilmeyen bir öfkeye sahiptim. Uykumda bile huzursuzdum, insanlardan nefret ediyordum, tüm arkadaşlarımı geçmişimi geride bırakabilmek adına silmiştim. O ise asosyaldi, kendine güveni sadece uzmanlık alanı olan konulardan bahsederken vardı, çok konuşmuyordu çünkü konuştuğu zaman insanları bunalttığını düşünüyordu, bir dahiydi fakat ulu orta göstermiyordu çünkü bunu yaptığında arkadaşları tarafından dışlanmıştı.
Elini uzattı, elimi uzattım. Necip abi tarafından zorla tanıştırılan iki erkek çocuğuyduk, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen iki kardeşe dönüştük. Beni merak etti, dinledi, yapmak istediklerimi yadırgamadı, intikam planımı çocukça bulmadı ve elinden gelen ne varsa yaptı benim için. Birlikte belaya bulaştık, kurtulmak için tek bir yol sundular önümüze, mecbur kaldık, birlikte polis olduk.
Dönüp ona baktım. Bugün arabayı ben sürüyordum. Dört erkek aynı evde yaşamaya başlayalı yalnızca birkaç gün kadar olmuştu, bir kadının daha ekibe katılması planlanıyordu fakat ortağını ikna edemediğini söylemişti Necip Amir. Görkem'se bir kez şansını denemek istemişti. Analizcilerin lideri olarak son üyenin peşini öyle kolay bırakmayacağını söylemişti onu hiç tanımasa da.
Önümdeki yol akıp giderken ceketinin iç cebinden bir ilaç kutusu çıkardı. İki ağrı kesiciyi arka arkaya yuttuktan sonra başını yolcu koltuğuna yaslayıp gözlerini tavana çevirdi.
Elinde çevirdiği kutunun tüm köşelerine ikişer kez dokundu, onu iç cebindeki yerine geri koydu. Sonra diğer elini kullanarak kutuyu çıkardı, tüm köşelerine ikişer kez tekrar dokundu ve yeniden cebine koydu.
Çok fazla ilaç kullanıyordu, çok fazla ağrısı oluyordu. Analizcilerden önce birlikte yaşadığımız o küçük yer de eczane dolabından halliceydi onun ilaç kutuları yüzünden. Aklımın almadığı, bana çok saçma gelen takıntıları vardı. O da nefret ediyordu hepsinden fakat önüne geçemiyordu bir türlü. Geçirdiği krizleri ben biliyordum, ne kadar zorlandığını ben görüyordum ve en kötüsü elimden hiçbir şey gelmiyordu yanında durmaktan başka. Zaten bunlardan bahsetmek onu rahatsız ediyordu, çoğu zaman konusunu bile açtırmıyordu.
"Can'ı dün dümdüz oturmuş duvarı izlerken gördüm." Kafasını dağıtmak için yeni tanıştığımız adamlar hakkında bir muhabbet başlatmak istemiştim. "Tuhaf bir tip, beni ürkütüyor."
Gülmeye başladı. Benden bunu duymayı beklemiyor olmalıydı. "Eve sadece kitap getirmiş," dedi karşılık olarak. "Benden utana sıkıla üstüne giyecek bir şey istedi ilk gece. O kadar valizle gelmiş ama bir tane bile kıyafet almamış yanına manyak."
"Daha yeni yerleşiyorlar." Birlikte yaşama fikrinin beni tedirgin ettiğini biliyordu. Ona bile bu kadar senede zor alışmışken şimdi iki kişiyle daha yirmi dört saati bölüşmek kolay olmayacaktı benim için. "Can biraz soğuk ama diğer çocuk kırk senedir evin sahibiymiş gibi dolanıyor etrafta."
"Geçen sabah mutfakta şarkı söylemesine ne diyorsun?"
Aynı anda gülmeye başladık. "Enerjisi beni yoruyor birader," dedim. "Geçen gece yarısı yanıma gelip odamı ara sıra kiralayabilir mi diye sordu. İlk sebep en büyük odanın benimki olmasıymış, diğeri de Can gece kitap okuyormuş lambayı yakıp. Işık gözüne giriyormuş. Ne diye aynı odaya koydun ki ikisini?"
"Çünkü bir oda boş kalmalıydı," dedi sadece.
"Kızın gelmesinin oluru yok diyor Necip abi, niye zorluyoruz?"
"Ondan nasıl hayranlıkla bahsettiğini de duydun," diyerek açıklamaya girişti hızlıca. "Onu da yanımızda istiyor, ben de istiyorum. Görsel hafızasının namını duydun mu hiç? Öyle bir zihin bize neler katar hayal edebiliyor musun? Ne olursa olsun şansımı denemeliyim."
"Bilmiyorum, ev yeterince kalabalık. Zaten şu zayıf kız da gelip duruyor."
"Eylül'ü mü diyorsun?"
"Eve başka kız mı giriyor sanki amına koyayım?"
"Ne bileyim bize ev alıp altımıza araba çeken kadından sen şu zayıf kız diye bahsedince bir şok geçirdim kardeşim. Parasıyla satın alır lan bizi o."
Haklıydı. Yalnız Eylül'ün bu konuda hiçbir rahatsız edici tavrı olmamıştı bize karşı. Bir kez bile vurgulamamıştı hatta. Aksine hep güler yüzlüydü, yalnızca hayatında yolunda gitmeyen bir şeyler vardı ve devamlı gözleri şişti. "Biraz sağlıksız," dedim. "Bizi doyuracağına az kendisi yesin."
"Devamlı kusuyormuş o. Yeme bozukluğu var sanırım." Bilmediğimi düşünüyor olmasına şaşırdım. Hepsi hakkında her şeyi biliyordum. Arda'nın lisede kaç fizik projesine katıldığından Can'ın şehir kütüphanesindeki üyelik numarasına kadar birçok bilgi vardı elimde. Birlikte çalışacağım insanları en ince detayına kadar araştırmak zorundaydım.
Bu konunun üzerinde daha fazla durmak istemeyen oydu. "Arda'yı çok sevdin, değil mi?"
Dilimi damağıma vurup onaylamaz bir ses çıkarttım. "Fazla gürültü yapıyor."
Bana inanmadığı için, "Onu çok sevdin," diye yineledi. "Ona bir abi gibi bakıyorsun."
"Kimsenin abisi falan olmayacağım," derken sesim fazla ciddi çıktı. Görkem uzak durması gereken bir yaranın üzerini kaşıdığını anladı. Yetimhanede diğerlerini koruma içgüdüm yüzünden o abilik görevi üzerime yapışmıştı ve hiç hoş şeyler gelmemişti başıma. "Birlikte iş yapacağız, arkadaş olmaya bile gerek yok."
"Abartma Kaya," dedi. "İnsanlardan nefret ediyorum görünümünle anca üç gündür seni tanıyanları kandırabilirsin. Er ya da geç öğrenecekler gerçekte nasıl biri olduğunu."
"Beni sevmediler."
"Çünkü onlara onları öldürecek gibi bakıyorsun."
"Sıcakkanlı bir herif değilim," dedim. "Olmadığım biri gibi de davranamam."
"Can senden çok haz etmedi çünkü ona Freud'un sikik bir kuramcı olduğunu söyledin. Arda'ya da sırf gıcıklığına Edison'u savundun. Kendin kaşındın güzel kardeşim. Uğraş dur şimdi."
"Onları sinir etmenin keyifli olmadığını söyleyemezsin," dediğimde bunu reddedemedi.
"Yine de işleri zorlaştırma," diyerek bir tavsiyede bulunmak istedi fakat bunu söylerken bile gülmemeye çalışıyordu.
"Bu arada," dedim ciddileşerek. "Arda, Eylül'e yanık ve bu mutlaka bir gün başımıza bela açacaktır. Şimdiden haberinin olması gerektiğini düşündüğüm için söylüyorum."
"Ne?"
Fark etmiş olsa buna şaşırırdım. Arda'nın bir dakikada kaç nefes aldığını ya da kaç kez göz kırptığını bilirdi ama o gözlerin dönüp dolaşıp aynı insana saplı kaldığını anlamamıştı. "Üstüne konuşmayacağım, bil istedim sadece."
"Nasıl? Sana o mu söyledi?" Sık sık onun duygulardan arındırılmış bir varlık olduğunu düşünürdüm, bunu sesli dile getirmişliğim de çoktu. Akıldan ibaret bir adamdı. Konu hislere geldiğinde kafası çalışmamaya başlıyordu. "Onlar tanışalı kaç gün oldu ki? Bence yanlış düşünüyorsun."
"Ben yanlış düşünmem." Ukala bir gülümseme yerleşti dudaklarıma. "Ama zaman zaman geleceği görebildiğimi söylerler."
Omzumdan tutup beni ittirdiğinde yüzümdeki egoyu silmeye çalışıyordu. İkimiz de güldük. Arabayı aramıza yeni katılacağını planladığımız üyenin düzenli olarak öğle yemeklerini yediği yerin önünde durdurdum. Burayı elbette ki ben bulmuştum, kızın çalıştığı karakoldaki polislerin favori mekânıydı.
Görkem'in eli yeniden iç cebine uzanınca kolunu tutarak onu durdurdum. "Şeker değil o," dedim sertçe. "Canın sıkıldıkça ikişer üçer tane yutamazsın."
"Her seferinde iki," dedi sanki bilmiyormuşum gibi. Takılacağı yer burası olmamalıydı. Ardından diğer kolunu gösterdi gözleriyle. "Sağıma da dokun." Başta anlamayıp ona tuhaf bakışlar attım. "Sol kolumu tuttuysan şimdi sağımı tutmalısın Kaya. Eşitle şartları." Üzerine gitmem hiçbir zaman işe yaramamıştı, delirmesini istemediğim için pes edip diğer koluna da aynı şekilde dokundum.
Geri çekildiğimde peşinde olduğumuz son üyeyi göreceğimiz anı beklemeye başladık. Parmaklarını torpidoya vuruyor, kendi ritmini tutuyordu üzerinde. İlaç kutusuna uzanmasın diye oyalanmaya çalışıyor gibi görünüyordu.
"Restoranda kaç kişi var?" diye sordum kafasını dağıtmasına yardımcı olmak amacıyla.
"On bir," dedi gözlerini o yöne bile çevirmeden. Sokağa park etmiş araçların plakalarını tek tek ezberden okuyabileceğini de biliyordum. Sıradaki sorum bununla ilgili olacaktı fakat sokağın başında beliren iki kişiyle birlikte dikkatimiz dağıldı.
Onun dikkati artık sonsuza dek dağınık kalacaktı.
Siyah kabanına sımsıkı sarılmış uzun boylu bir adam, kolunu lacivert trençkot giyen bir kadının omzuna atmıştı ve ikisi de gülüyorlardı yağan karın altında yürürlerken.
Mete Ölmez, yalnız kovboy olmasıyla ünlüydü eskiden ve Asya Yağmur Tunçbilek'le ortaklık yapmaya başladığından beri herkes bu ikiliyi konuşuyordu. Onların sevgili olduklarına dair çok fazla duyum almıştım ama arkadaş olduklarını biliyordum. Ayrıca buldukları her boşlukta Beşiktaş maçlarını izlemeye gittikleri ve en sevdikleri pizzacının Mete'nin evinin arka sokağında olduğu gibi alakasız onlarca bilgi de vardı elimde.
Asya'nın başındaki siyah şapkayı kulaklarına dek çekti Mete, ardından daha fazla çekip gözlerinin de kapanmasına neden oldu. Asya 13. İstasyon'un kapısına vardıklarında onu kapıdan itti ve hemen arkasından kendisi de içeri girdi.
Ne yapacağını sormak için gözlerimi Görkem'e doğru çevirdim. Hızlı bir hamleyle telefonuna uzandı, ekrana baktı, kafasını kaldırdı ve yeniden onları az önce gördüğümüz yere döndü. Kafası karışmış gibi görünüyordu. Bir soru sormamış olsam da cevap beklediğimi anladığında başını bana doğru çevirecek sandım fakat o, restorandaki bize yakın olan cam kenarına yerleşen kadından ayırmadı gözlerini.
"Her şey 13," dedi.
Onun için milat, işte bu cümleydi.
"Anlamadım." Sesim şaşkın çıkmıştı çünkü ben yokmuşum gibi davranıyordu. Onun için dünyada tek bir kişi vardı, o da Asya'ydı.
"13. İstasyon'a giren 13. kişi."
"Ee?"
"Bugün ayın kaçı?"
"13 Şubat."
"Ve saat 12.47."
13'e 13 vardı.
"Yuh," dedim. "Takıntılı herif, bilerek denk getirmeye mi çalıştın ne yaptın?"
"Bana hazırladığın dosyada kızın ev adresi de bulunuyordu ve kapı numarasının da 13 olduğunu hatırlıyorum. Bu kadarı nasıl denk gelebilir bilmiyorum." Büyülenmiş gibiydi. "Bunun gerçekleşme olasılığını hesap edemiyorum."
Görkem günün birinde o kadına körkütük aşık olacağını da hiç hesap etmiyordu fakat ben o saniye her şeyi anlamıştım.
Bu, tüm tavrımı değiştirmeme neden oldu.
O ve aşk, yan yana gelebilecek kelimeler değildi. Bu hem onun senelerdir bir şekilde işlemesini sağladığı mekanizmasını tamamen çökertirdi hem de beceremezdi, karşı tarafı üzmekle kalmazdı ve bir noktada her şeyi batırırdı. Geleceği gösteren bir aynaya bakıyormuşum kadar berraktı düşüncelerim çünkü ben onu çok iyi tanıyordum. Bir ilişki yürütecek becerilere sahip olmaması bir yana bir ekibi yönetirken aklı böyle bir meseleyle meşgul olursa devreleri yanardı.
Asya bize katılırsa Görkem aramızdan ayrılırdı. Denklemin basamakları böyle ilerliyordu ve ben bunların tümünü Asya'yı ilk gördüğümüz andan sonraki bir dakika içinde geçirmiştim aklımdan.
Bileğine bağlı lacivert ipe geçirdi diğer elinin parmaklarını, bu bilinçsizce başvurduğu bir destek hamlesiydi. Aklının burada olmayışını fırsat bilerek ilk görüşlerini almak istedim. "Onun hakkında ne düşünüyorsun?"
"Çilleri olduğunu bilmiyordum."
Mahvolmuştuk.
İçeride siparişleri veren kadına dikmişti kıstığı gözlerini. Mete de elini çenesine yaslamış, bakışlarını kızın gülümsemesinden ayırmıyordu. O dudaklara bir gülümseme yerleştirmek için çok fazla çaba harcamış gibi görünüyordu, gururlu bir tebessüm eşliğinde kız kardeşini izleyen bir abiyi andırmıştı bana.
Siparişi verdikten sonra Asya üzerindeki trençkotu çıkarıp yanındaki boş sandalyeye bıraktı. Giydiği siyah kazak sol omzunu açıkta bırakıyordu. Başındaki şapkayı da tutup çıkardığında parmaklarını tokasına uzattı ve topuzu tek hamlede açıp saçlarının omuzlarına dağılmasına sebep oldu.
"Turuncu mu kahve mi?" diye sordu Görkem. Ağzından çıkanı duyuyor olduğundan emin değildim. "Işık yansıyor, net göremiyorum."
İlk defa bir kadının dikkatini bu kadar çektiğine şahit oluyordum. Sanki Asya'nın saçlarının rengi, bu dünyadaki en önemli mevzuydu.
"Turuncu," dedim bu anı bölmeden, dümdüz bir sesle. "Sana hazırladığım dosyada fotoğrafı da vardı, görmedin mi?"
"Neye benzediğiyle değil neler yaptığıyla ilgileniyordum," diyerek karşılık verdi. Ardından ilk kez benimle göz göze geldi ve bakışlarında hayal kırıklığı gördüm. "Önemi yok, bize katılmayacak zaten. Necip Amir anlattığında saçma bulmuştum ama Mete'yi görünce anladım o odanın boşuna boş kaldığını."
"Neden?"
"Çünkü NASA da gelip sana iş teklifi etse seni bırakmazdım."
"Ama kızın onu istediğimizden haberi yok," dedim. "Masayı basıp ona kendini tanıtmayacak mısın?"
"Niyetim sadece Mete'yle konuşmak benim." Bana bundan bahsetmemişti. "Liderinin rızasını istemek için buradayım bir lider olarak."
"Mete hayır derse Asya'nın bizden hiç haberi olmayacak."
"Olacağı varsa olur bir şekilde," dedi sadece. Ne düşündüğünü anlayamadım, kafasından binlerce ihtimal geçiyor olmalıydı. "Ben yine de elimden geleni yapacağım, pişman olmaktan iyidir."
Sessizce yemeklerini yemelerini izledik ikisinin. Mete bugün Görkem'in onu görmek için geleceğini biliyordu, sadece burada olduğumuzu bilmiyordu ve rutini bozmamış, Asya'yı öğle yemeğine çıkartmıştı. Keyifli bir yemeğin sonunda Asya onun yanından kalktığında vedalaşıp restorandan tek başına çıktı. Dikkatimi çeken şey doğrudan buza dönen yüz ifadesiydi. Sanki o yalnız başınayken yaşamıyordu ve hayat damarı Mete'den ibaretti. Bir tek ona gülümsüyor, bir tek onun yanındayken mutlu oluyordu.
Görkem bunu değiştirebilirmiş gibi bakıyordu.
Asya'yı sırtını dönüp giderken izledi tek kelime bile etmeden ve yemin eder gibiydi içinden, eğer bize katılırsa onun gidişlerini asla izlemeyecekti çünkü buna asla izin vermeyecekti.
Görkem dışarı çıkmak için kapıyı açmaya yelteneceği sırada Mete, içinde bulunduğumuz arabaya doğru el salladı gülümseyerek. Olduğumuz yerde donup kaldık. Varlığımızdan haberdar olduğunu bilmiyorduk, bizi henüz beklemiyor olması gerekiyordu ama burada olduğumuzu da onu izlediğimizi de biliyordu.
"Bu bir savaşsa senin ilk defa hiç şansın yok," dedim Görkem Mete'yi ikna etmeye çalışmak için o restorana yürümeye başlamadan önce.
"En azından bir kadın için savaşmadım demem."
Asya Yağmur Tunçbilek, bir kadın değil 'o' kadındı. Hayatında hiç savaş kaybetmemiş olan Görkem'in uğruna her yenilgiyi göze alacağı o kadın.
⚓
Asya gitmişti.
Kavga ettiklerini hepimiz duymuştuk, karışmamamız gerektiğini düşünmüştük çünkü Necip Amir'in başlattığı bağrışma gibi değildi aralarında geçen, bizi ilgilendirmeyen özel bir konu olmalıydı. Sonrasında olanları öğrenmek için Asya'nın odasına uğramıştım fakat yoktu. Parka bakan kapıdan çıkıp öylece gitmişti.
O gece geri dönmedi ve aynı gece Görkem, odasının her iki kapısını da kilitleyerek hiçbirimizle konuşmak istemediğini çok net bir şekilde belirtti. Sıra sıra denemiş olsak da değişen bir şey olmamıştı. O kapıyı kırarak açmadıysam sebebi Can'ın beni durdurmasıydı.
Öğle vaktiydi. Asya gideli bir gün olmuştu. Nerede olduğunu biliyordum, ona bir mesaj da atmıştım ama peşinden gitmemiştim çünkü saygı duymak zorunda hissediyordum kendimi. Hiçbirimiz kolay şeyler yaşamıyorduk. Birlikte atlatma evresine gelmeden önce durup olanları sindirmeye ihtiyacımız vardı.
Kalan erkekler olarak salonda toplanmış, ölüm sessizliğine bürünmüştük. Can elindeki kitabı okumaya çalışıyordu fakat dakikalardır aynı sayfadaydı, Arda gözlerini televizyonda oynayan çizgi filme dikmişti ama kumandadan onu sessize ayarlamıştı, ben de telefonumla uğraşarak kendimi oyalamayı deniyordum. Hiçbirimizin aklı burada değildi.
Ağır ve sert adım sesleri duyduğumuz an hepimizin dikkati dağıldı ve birbirimize baktık önce. Ardından aynı anda yönümüzü kapıya çevirdiğimizde göğsüme yerleşen sancıyla birlikte nefesimin kesildiğini hissettim.
Aramızdaki en güçlü adamı gözleri kıpkırmızı olmuş halde görmek, ölümden beter bir şeydi. O lider olandı; biz düşsek ayakta kalır, biz ağlasak peçete uzatır, her şeyin geçeceğine en çok o inandırırdı bizi. Şimdi ayakta zor duruyordu, gözleri bayık bakıyordu, omzunu kapıya verdiğinde neredeyse düşecekti. Gözle görülecek kadar titriyordu. Bir eli göğsünün üzerindeydi, boğazlı kazağının kumaşını kavramıştı ve onu söküp atmaya çalışıyor gibi görünüyordu.
"Canım çok yanıyor." Nefesi kesik kesikti. Elini daha fazla göğsüne bastırdı. Güçsüzlüğünü hep saklamaya çalışan o, tüm duvarları yıkılmış halde bize gelmişti. "Çok yanıyor lan." Gözünden bir damla yaş aktığında titremeleri kriz geçiriyormuş gibi arttı. "Dayanamıyorum."
Bacakları bedenini daha fazla taşımadığı için yalpaladı, mağlubiyeti kabullenip dizlerinin üzerine bıraktı kendini ve iki elini birden yüzüne kapattı utanarak. Yerimden nasıl fırladığımı, ellerini yüzünden ne ara çektiğimi bile bilmiyordum ama saniyeler içinde onun yanında, dizlerimin üzerindeydim. Gözyaşları o kadar seri şekilde düşmeye başladı ki yanaklarına ne yapacağımı bilemedim. Saçlarını çekiştirdi elleriyle, bileklerini kavradığımda benden kurtulmaya çalıştı ama hüngür hüngür ağlıyordu. "Nefes alamıyorum," dedi korku dolu bir sesle. "N'olur boğazımı sıkma, nefes alamıyorum."
Gözleri kayarak kapandığında omuzlarını sarsarak, "Lan," dedim sertçe ve telaş içimde büyüdükçe büyüdü. "Aç oğlum gözünü."
Arda ve Can da ayaklanıp koşarak geldiler yanımıza. Can bana bir şeyler söylüyordu ama panik halinde olduğumdan duyamıyordum. Görkem'in bilinci kapanacak gibiydi, onu sımsıkı tutup kendine getirmeye çalışıyordum. "Sıkıyor boğazımı," dedi tekrar, kendi ellerini boynuna doğru götürürken onu durdurdum. Bileklerindeki deri bağlandığı zincirler yüzünden yer yer soyulmuş haldeydi. Canını yakmamaya dikkat ettim. "Allah aşkına bir şey yapın, nefes alamıyorum."
"Kaya." Can, elini omzuma koydu. "Bırak onu, sanırım panik atak geçiriyor."
Gözlerimi başımda dikilen adama çevirdiğimde bakışlarında büyük bir endişeyle karşılaştım. Can kolay kolay endişe duymazdı. Soğukkanlı kalır, sakinliğini korurdu. Görkem'in yoksunluk krizlerine birlikte müdahale etmişliğimiz de çoktu fakat panik atak...
Bu ilkti.
Bırakmadım, aksine daha sıkı tuttum. Arda beni geriye doğru çekerek Can'a alan açtı. Görkem'in alnı ter damlalarıyla kaplanmış haldeydi, burnundan sert sert soluyordu. Gözlerinden akan yaşları sertçe sildi. "Durmuyor," dedi çaresizlik içinde. "Bunu durduramıyorum, yardım edin."
"İlaç aldın mı?" diye sordu Can. Görkem yeniden ellerini boğazına sarmış, yakasını çekiştirmeye çalışıyordu. Can, elini onun göğsüne koyarak kalbinin hızını kontrol etti. İrileşen gözlerine bakacak olursam istediği sonuçla karşılaşmamıştı. "Biz buradayız," derken avucunu sırtına yasladı. Canı yanardı, dokunmamasını söyleyecektim ki Arda omzumu sıktı sakin kalabilmem için. "Görkem, geçecek şimdi. Hiç hap yuttun mu buraya gelmeden önce?"
Görkem aklı karışmış gibi başını eğdiği yerden kaldırdı. Nefesleri bir türlü düzene girmiyordu. Nasıl baş edebileceğini bilmiyordu. "Yuttum. Dokunma bana. Ellerini çek üzerimden."
"Sen sıkıyorsun boğazını," dedi Can sakince. "Ellerini kendine zarar verme diye tutacağım, tamam mı? İstediğin zaman hareket edebilirsin, seni bağlamıyoruz."
Bir kez daha kazağının boğaz kısmını çekiştirdi. "Çıkar bunu," dedi gözlerimin içine yalvarır gibi bakarak. "Çıkartamıyorum, sen yap ama sakın bakma sırtıma. Hiçbiriniz bakmayın."
Can geri çekildiğinde bir baş hareketiyle bana izin verdi. Dizlerimin üzerinde ona doğru ilerledim ve kazağının alt kısmını tuttum bir elimle. Üzerinden sıyırırken kumaşın sırtına sürtünmemesi için Arda onun arkasına geçip bollaştırdı sırt kısmını avucuyla ve ikimiz birlikte boynuna kadar çektik kumaşı. Görkem kafasını eğerek yardımcı olduğunda kazağı el birliği ile çıkarttık üzerinden. Arda bir saniye bile geçmeden yanıma döndü. Sessiz sözümüzü tutmuş, sırtına bakmamıştı.
"Özür dilerim," dedi Görkem. Yumruk yaptığı elini gözüne bastırdı. "Seni dinlemeliydim Arda. Her şeyi mahvettim." Yumruğunu başına vurdu bir kez pişmanlıkla. "Sen gittin. Yetmedi Yağmur'u da kaybettim. Aptal herifin tekiyim, affedin beni. Ölecek gibi hissediyorum. Can, bir şey söyle. Neden geçmiyor?"
"Panik atak geçirirken bazen ölüm anksiyetesi yaşanır," dedi Can onu omuzlarından kavrayarak. "Sorumluluk benim Görkem, ipleri benim elime vermiştin. Her şeyi ben batırdım, sen değil. Kendine yüklenmeyi bırak, duyuyor musun beni? Sen suçsuzsun."
"Yağmur gitti," dedi. "Bakmayacak yüzüme. Ne suçsuzluğundan bahsediyorsun? Onu zarar görmesin diye kendimden uzaklaştırmayı denerken uçurum koydum aramıza yanlışlıkla. Gitmesini istediğimi sandı. Yerim kalmadı artık burada dedi bana. Her şeyi kendi ellerimle mahvettim. Benim yüzümden gitti Yağmur."
"Tanıştığımız günü hatırlıyor musun?" diye sordu Can bir anda, alakasızca. "O gün de yağmur yağıyordu."
"15.58'di saat," dedi Görkem ezberden.
"Şubatta dolu dolu üç yıl olacak. Ne çok zaman. Birlikte kaç saniye geçirmişiz biz Görkem?"
"94.670.700 civarı," dedi Görkem, nefes nefeseydi ama beyninin işlem kabiliyetine sahip tarafı ayakta duruyordu. Benim aklıma gelmezdi, Can'ınsa soğukkanlılığı en çok böyle anlarda işe yarıyordu.
"Havanın nasıl olduğunu hatırlıyor musun?"
"Yağmurlu dedin," dedi Görkem. Bu sayede Can, onun bilincinin yerinde olduğunu anladı. Elleri yumruk halinde iki yanına düştü Görkem'in. "Hep yağmurludur hayatımın önemli günleri. Necip Amir beni bulduğunda da öyleydi, seninle ilk karşılaşmamızda da. Sizi bana hep yağmur getirdi, bir tek Yağmur'a gittiğim gün istisna. O zaman kar yağıyordu."
"Tarih neydi ya?" diye sordum, sesim korkumu bastırdığım için boğuk çıktı.
Görkem bana dönüp unutmuş olmama kızar gibi baktı. "13 Şubat 2019," dedi. "Kardeşinin miladını da bil bir zahmet."
"Haklısın," dediğimde öyle kızgın görünüyordu ki gülümsedim. Yanakları hâlâ ıslak olan adam, kızarmış gözleriyle beni Yağmur'u ilk gördüğü anı hatırlamadığımı sandığı için azarlıyordu. "Eşeklik ettim."
"Bana hediye ettiği tişörte eşek bastıracaktık," dedi ve durdu canı yanmış gibi. Güldü ama bu ağlamasından bile beterdi. Artık onu boğduğunu sandığı ellerin yerini anıları almıştı. "Aramızda bir esprisi vardı. Her şeyi elime yüzüme bulaştırdım."
"Düzelecek."
"Düzelmeyecek." Umutsuz bakıyordu. "Gelmiyor, gelmeyecek. Ben onu öyle bir kaybettim ki Allah belamı versin benim."
"Hiçbir şeyi kaybetmedin," dedi Arda ilk kez konuşarak. "Bir tartışma dünyanın sonunu getirmeyecek, yoluna sokacağız her şeyi."
"Döner mi geri?" diye sordu, yine bana çevirdi gözlerini. Keşke ona yardım edebilseydim. Benden beklediği cevabı gözümü kırpmadan ona verebilseydim ama diğer tarafta Asya vardı, onu bu halde olmasına rağmen bırakıp gidecek kadar kızgındı. Bu yüzden yapabileceklerini kestiremiyordum. "Dönsün," dedi bu kez. Ardından küçücük bir ümit kırıntısıyla baktı gözlerimin içine. "Seninle bir iddiaya girmiştik, açık çek kazanmıştım hani. Onu kullanmak istiyorum. Ne yaparsan yap, geri getir onu Kaya. N'olur."
17 kişiyi uyuşturucu baskınıyla yakaladığımız güne aitti bahsettiği iddia. Verdiğim hiçbir sözü unutmadığım gibi bunu da unutmamıştım. "Hakkını böyle bir istek için harcaman saçmalık," dedim omzunu kavrayarak. "Çünkü Asya buraya ait, ona zaman tanıyoruz ve vakti geldiğinde gidip alacağız kızımızı zaten."
"Herkes evine döner," dedi Arda. "Ben de çok sinirlenip gitmiştim ama bak buradayım şimdi."
"Doğru." Başını aşağı yukarı salladı. İhtiyacı olan güven buydu. Asya'nın geri döneceğine inanırsa her şeyin yoluna gireceğine de yeniden inanmaya başlayacaktı.
"Kaç tane ilaç aldığını bilmeliyim," dedi Can. "Bige abla sana o depoda da ağrı kesici verildiğini söyledi. Bunları çok geç olmadan önce konuşmamız gerekiyor Görkem."
Gözlerini kaçırdı. Cevaplamak istemiyordu. Onun yeminlere ne kadar önem verdiğini biliyordum, aldığı her ilaçta bize ettiği yemini bozuyordu ve bunun vicdani yükü, ilacın etkisinin bile önüne geçiyor olmalıydı. Çok fazla ağırlığın altındaydı. Üstelik tüm suç üzerine kalmıştı. Necip Amir bile dönmüştü ona sırtını.
İşte en çok bu yüzden, aralarında ne yaşandığını bilmesem de Asya onu bir başına bırakmamalıydı.
"İki," dedim. Onun yerine cevap vermiş olmam Can'ın pek hoşuna gitmese de devam etmem için bana baktı. "Ağrı kesici almaya karar verdiyse aynı anda iki tane yutar hep."
Görkem gözlerini yerdeki bir noktaya sabitledi. Tüm duyguların yanında en çok utancını hissettim. Bu hale düşmüş olmaktan utanıyordu. Bu kadar güçsüz kalmaktan, ağlayarak yanımıza gelmekten, her şeyi mahvetmiş olmaktan. Hepsinden utanıyordu.
O lanet binadan ayrılırken bile kendi ayaklarının üzerinde çıkmak istemişti ama karşımızda dizlerinin üzerindeydi.
Bu Görkem, tanıdığımız Görkem değildi ve biz onu eski haline getirebilmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdık.
"Peki," dedi Can ve yeniden Görkem'e döndü yüzünü. "Bu atağın kaç saniye sürdüğünü biliyor musun?"
Başını iki yana salladığında artık hepimiz aynı derecede telaşa sahiptik. Görkem bir şeyleri saymıyorsa dünyanın sonu geliyor demekti bu. "Kusmak istiyorum," dedi hissiz bir halde. "Midem bulanıyor."
Dehşet içinde Arda'ya baktığımda kelimelere dökmemiş olsam da anladı beni. "Zehirlenmemiştir," dedi hepimizin içini rahatlatarak. "Parmakları uyuşmuş olurdu öyle olsa. Yüzü de kızarık değil. Konuşurken diline de baktım, şişmemiş." Bir kez başımıza gelmişti tüm bu belirtiler, iki gün arasındaki farkları mantıklı düşününce net bir şekilde görebiliyordum. Tek sorun o bu haldeyken beynime oksijenin zar zor gidiyor olmasıydı.
"Psikolojik zaten," dedi Can. "Orada neler olduğunu tam olarak bilmiyorum ama her şeyi öğrenmem gerekiyor Görkem."
Ve o an, karşımızda yeniden liderimiz belirdi. "Sen hazır değilsin buna."
Bir anda Can'a kal geldi. Belki de ilk kez diyecek hiçbir şey bulamadı. Aralanan dudakları geri kapandı ama Görkem, sorun olmadığını anlatmak ister gibi başını iki yana salladı. "Az önce beni sakinleştirmek için söylediğini biliyorum ama başımıza gelenlerin sorumluluğunu üzerine almaya çalışma sakın," dedi. Bu bir emirdi. "Çünkü sen bunu kaldıramazsın."
"Ben-"
"Suçlamayacaksın kendini." Sesi çok netti. "Hiçbiriniz," diye devam etti ve her bir yükü tek tek toplamaya çalıştı omuzlarımızdan bu haliyle.
"Sus Mavişim," dedi Arda, neşeli haline uzun süre sonra denk gelince onu ne kadar özlediğimi fark ettim. "Can'ım herif katilin biriyle fingirdeşti, suçlu. Ben sizi durdurabilecekken ne haliniz varsa görün dedim, suçluyum. Taş Adam da zehirlendiği için suçlu. Yerde öyle sudan çıkmış hamsi gibi çırpınıp durunca sizin de aklınız karıştı tabii. Oha, en suçlu senmişsin Kaya. Sen iki kadeh içtin diye bak ne hale geldik."
Görkem güldü, Can sinir bozukluğuyla sırıttı ve sonra ben rahatlamanın etkisiyle onlara katıldım. Birdik, buradaydık, birbirimize sahip çıkmak zorundaydık. Günün sonunda biz bize kalıyorduk, başka kimse yoktu. Tek bir aile, dedim içimden. Hiçbir zaman sahip olamayacağına inandığın o sıcak yuva.
"Bana bir daha Taş Adam dersen seni vururum," dedim Arda'ya. Herkesin esas karakterine dönmüş olması Görkem'e kendini güvende hissettirdi. Bunu gözlerinde gördüm. Arda çocukluk yapıyordu, ben soğuk takılıyordum ve Can onaylamaz bakışlar atarak bizi yargılıyordu. Üç senedir bu evin iletişimi böyle dönüyordu.
"Kızgın mısın bana?" diye sordu Görkem, Arda'ya. "Yani, biliyorum kızgın olduğunu ama sence gönlünü alabilir miyim? Eğer istersen Kaya'yla arkamdan iş çevirmiş olmanızı görmezden gelip sizin zekânızı övebilirim uzunca bir süre."
"Sizi bırakamıyorum," dedi Arda alay etmeden, dalgaya vurmadan. "Çekip gitmiş olsam bile sizi oraya bir başınıza gönderme fikri yüzünden içim içimi yiyecekti. Kaya peşimden geldiğinde bunu ona anlattım, size söylemeden beni de plana dahil edebilecek bir yol buldu ve ben de kabul ettim. Bunu anlatıyorum çünkü gitmek zor değil, Görkem ama gidince bitmiyor hiçbir şey. Gidince kopmuyor bağlar. Sizi kameralardan gördüğümde ağlayasım gelmişti uzakta olduğum için, halbuki birbirimizi görmeyeli birkaç saat olmuştu sadece. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?"
"Hiçbiriniz Asya'yla beni desteklemiyorsunuz ki." Gözlerine yerleşen derin hüznün yanında pes eden bir adam da vardı. Bana yabancı olan bir adam. "Bağların kopmak zorunda olduğunu savunmuyor musunuz? Başından beri söyleyip durduğunuz bu değil miydi?"
"Özür dilerim," dedi Arda. Dolandırmadı, uzatmadı. "Benim de aştığım çizgiler oldu, sadece beni dinlemenizi sağlamaya çalışıyordum."
"Haklıydın."
"Papağan gibi aynı şeyi tekrarlayıp durma," dedi sertçe. "Başına kakmak değil niyetim. Hiçbir şey boşuna yaşanmaz Görkem, bunu sen söylemiyor muydun hep? Ben aptal aptal konuşup sonra da aptal bir karar verip gitmeseydim sizi kurtaramayacaktım. Bazen yanlış kararlar da doğru şekilde sonuçlanabilir. Bugün bana soracak olsaydın senin yerine yanmayı seçerdim ama o gün senin yüzünü görmek istemeyecek kadar kızmıştım işte."
"Öfkeli değilim," dedi Görkem. "Düşünüp durduğunu biliyorum. Sana öfkeli değilim. Hiçbirinize değilim ama orada olanları öğrendiğinizde benden nefret edeceksiniz."
"Asya ve Kaya arasında seçim yapmak zorunda bırakıldığını öğrendiğimizde mi nefret edeceğiz?" diyerek araya girdi Can. Arda'ya baktı, Arda ona baktı ve sonra ikisi de aynı anda omuzlarını kaldırıp indirdiler. "Yok, etmiyoruz."
"Siz nereden-"
"Sen aramızda olmayınca bizim birbirimizle hiç konuşmadığımızı falan mı sanıyorsun?" diye sordum. "Kendini odaya kapattın diye yaslara bürünüp dilime ket mi vursaydım?"
"Dedikoducu teyzelerden farkı yok," dedi Arda. "Hemen yetiştirdi bize."
"Asya bu yüzden gitmiş olamaz değil mi?" Can'ın ağzına bir tane çarpmamak için kendimi zor tuttum. Bazen dobralığından o kadar da hoşlanmıyordum. Sorusunu yersiz bulmuştum.
"Hayır," dedi Görkem anında savunmaya geçerek. "Hayır, bununla bir ilgisi yok. O bu konuda suçlamadı beni."
"Ama sen suçluyorsun kendini." Görkem'in zorla dağılan kafası yeniden darmaduman oldu. Bir bildiği vardır, dedim. Can yapıyorsa doğrudur, dedim. Ne yapıyorsa yapmasına izin verdim. Belki de şimdi konuşmazsa hiçbir zaman konuşamayacağını düşünüyordu.
"Kusmak istiyorum." Görkem'in tekrar dile getirdiği bu istek, bu kez tükürür gibi çıktı ağzından. Biz ondan nefret etmiyorduk ama o kendinden daima nefret edecekti mecbur kaldığı durum yüzünden.
"Konuşacağız." Can, danışanıyla kendisine randevu ayarlayan bir psikoloğa dönüşmüştü. Hiçbirimiz de şikayetçi değildik çünkü ortalığı hep böyle toparlardı o.
"Konuşmak istediğim tek bir kişi var ve üzgünüm ama o sen değilsin Can." Gözleri, kalbi, aklı, ruhu. Görkem'in her bir hücresi Asya'nın adını sayıklıyordu.
"Konuşmak istediğin kişinin seni terk etmesine sebep olmazsan daha kolay ilerleyebilirsin Görkem." Ağır bir cümleydi ama Can alayla söylemişti. Ben kötü kötü baktığımda ise "Ne var?" dedi. "Onun tarafını tutsam kızacak. Ne oldu bilmiyorum ama ben bu kavgada Asya'yı destekliyorum sonuna kadar."
"Kızıl kraliçemin arkasındayım ben de," diyerek anında kankasına destek attı Arda. Bunu yapmaları Görkem'in hoşuna gitmişti. Tekrar ve tekrar aynı kuralı hatırlattım kendime. Can saçmalıyor gibi görünse bile ona güven, ne yaptığını biliyordur.
"Maalesef eldeki seçenek benim," dedi Can eliyle yakalarını düzeltiyor gibi yaparak. "Mecbur benimle konuşacaksın ama sana kafanı toparlaman için on dakika verebilirim. Hem çıplak durma, üzerine de bir şeyler giy çünkü ben Asya değil-"
"Höst lan. Bir şeyi de cıvıtmayın eşek herifler."
Arda ve Can, birbirlerine bakıp kahkaha krizine girdiklerinde bir de üzerine yumruk çakıştılar Görkem'i kızdırdıkları için. Bir anlığına her şey eskisi gibi oldu. Bir anlığına ölümden dönmüş adamlar değildik de birbirini yeni yeni tanımaya başlayan o gençlere dönmüştük.
Bu beni gülümsettiğinde Görkem, az önce çıkarttığımız boğazlı kazağı es geçip ayağa kalktı. "Onu giymek istemiyorum," dedi. "Odama gideceğim ama sırtıma bakmayın, olur mu? Çevirin kafanızı."
Çenesindeki derin izi ya da boğazına uzanan yanığı görmüyor gibi yapmaya dün gece karar vermiştik. Onu hoşlanmayacağı bakışlardan bile korumaya çalışıyordum, benim fikrimdi. Diğerleri de bunu onaylamıştı ama Görkem yine de rahatsız olduğunu belli ediyor, bizden söz bekliyordu. "Tamam prenses." Sırıttım. "Koş git giyin üstünü, biz bakmıyoruz."
Bana sertçe baktığını sandı ama benim için canını verebilecekmiş gibi baktı. Ardından diğerleriyle birlik olup aynı anda ayaklarımızı yerden kaldırarak kalçalarımızın üzerinde kayarak komik komik arkamızı döndük. Görkem kapıdan çıkarken sesli bir şekilde gülüyordu.
Birkaç dakika bekledikten sonra odalarımızın olduğu koridora doğru yürümeye başladım. Burasının boş hali canlandı gözlerimin önünde. Benim en büyük odayı alabilmek için fazla savaşmama gerek kalmamıştı çünkü hepsi bu konuda hemfikirlerdi ama Görkem, son oda konusunda fazlasıyla ısrarcı olmuştu. Bir gün sebebini sorduğumda "Çünkü odama gidebilmek için hepinizin kapısının önünden geçmek zorundayım," demişti.
Nevin Duman onu lider olsun diye doğurmuştu sanki.
Kapısını tıklatmadan içeri başımı uzattığımda yatakta otururken yakaladım onu. Üzerine bir tişört geçirmişti ama her an ayağa kalkabilecek gibiydi duruşu. Arkasına yaslanamıyordu canı yandığından. "Bir şey mi oldu?" diye sordu doğal olarak. Benimle uğraşmaya bile hali yoktu.
"Dışarı çıkacağım." Aslında haber vermek için gelmemiştim, iyi olacağından emin olmak için gelmiştim. İyi değildi ama bu olmayacağı anlamına gelmiyordu. "İstediğin bir şey var mı?"
"Bir şey değil, biri." Varla yok arası bir tebessüm yerleşti yüzüne. "Her şeyi mahvettim. Ben istedim böyle olmasını ama..."
Susup kaldı. Cümlesi canımı yaktı. Onu anlayacağımı bildiği için söylemişti bunu bana. "Sen istemedin," dedim çünkü ben de istememiştim. "Sen yaptığın doğru sandın, sonucunun bu olacağını tahmin edemeyecek haldeydin."
"Bilmiyorsun," dedi şaşkınlıkla. Bilmediğim halde nasıl bu kadar doğru noktalara parmak bastığımı anlayamıyordu. Analizciydik, işimiz buydu. "Hata üstüne hata yapıyorum. Sonu yokmuş gibi geliyor Kaya."
Omzumu pervaza yasladım. "Her şeyi yoluna koyacağım." Repliğini çaldım, liderime liderlik taslarken gülümsedim. "Halledeceğim ben. Biraz zaman sadece, tamam mı?"
"Sence ikimiz için kalmış mıdır bir ihtimal?"
Kavgalarının boyutunu bilmediğimden ne desem doğru olmayacaktı. İçimdeki his, sonlarının olmayacağını söylüyordu. Kopacak bir bağa benzetmiyordum onlarınkini, gemici düğümüne benzetiyordum.
Bir cevap veremediğimde zoraki bir şekilde gülümsemeye çalışsa da hâlâ kötü görünüyordu. "Onu yalnız bırakmayın olur mu?" Dirseklerini dizlerine yaslayıp öne doğru eğildi. "Sen biliyorsundur nerede olduğunu. Al çocukları da, nöbetleşe yanında olun. Tek başına olduğu düşüncesi kahrediyor beni."
"Tek başına değil." Bana nerede olduğunu söylemem için yalvarmadığına göre ya bir tahmini vardı ya da yediği haltın farkındaydı ve bunu oraya gitse de düzeltemeyeceğini biliyordu. Yine de ona bir güvence verdim. "Ve bana ailemi korumamı söylemene gerek yok."
"Onunla çoktan konuştun bile değil mi?"
Güldüm. "Bizim de elimiz armut toplamıyor."
"Sağ ol." Durdu, sessizliğe büründü ama bu gitmemi istediği için değildi. Cümlelerini toparlamaya çalıştığında böyle yapardı. Görkem her ne kadar hazırcevap olsa da konu hislerine geleceği zaman önce bu sessizliğe gömülür, kendini nasıl ifade edebileceğini düşünürdü.
"Ne olursa olsun," diye girdi cümleye. "Sen bir kere bile gitmedin Kaya. Necip Amir döndü arkasını, Arda ceketini alıp çıktı, Can her seferinde bana çattı, Yağmur da dayanamadı daha fazla ama sen... Sen hiç gitmedin."
Ona baktım, bana inanan o çocuğu gördüm. Ben bir banka hesabını hacklemeye çalışırken hiçbir şey anlamadığı o kodlara omzumun üzerinden heyecanla göz gezdiriyordu. Kolumu sıkıyor, yerinde duramıyor, benim intikamım için benden çok çabalıyordu.
Bana börek yapabilmek için annesinden tarif almıştı ama ne kadar pişirmesi gerektiğini tutturamamış, üzerini yakmıştı. İlk defa birisi tarafından ne kadar önemli olduğumu görmüştüm ama hiçbir zaman son olmamıştı.
Hayatım rayından çıkacak gibi olduğunda Görkem benim için makinist olmayı öğrenmişti.
"Gitmeyeceğim de," dedim kesin bir şekilde. Başını yerden kaldırıp bana çevirdiğinde gözlerinde minnettar bir ifade vardı. Susmadım, duysun istedim. "Görkem, her zaman burada olacağım. Hata da yapsan, yanlış bir karar da alsan beni arkanda bulacaksın. Benim aile diyebildiğim ilk kişi sendin, sık dile getirmiyor olmam yanıltmasın seni. Dünya üzerinde senden daha çok değer verdiğim hiçbir şey yok, hiçbir şey. Ne yaşadığımız umurumda değil, bu değişmeyecek. Orada Yağmur'u da seçsen değişmeyecekti."
Gözlerinin dolmasından nefret ettim. "Korkuyorum," dedi. Kalkanlarını düşürmüştü söylediklerim. "Korkuyorum lan." Bunu itiraf edebilmenin onun için ne kadar zor olduğunun farkındaydım. Gözlerimi üzerinden ayırmadan bekledim konuşmasını. "Panik atak dedi Can." Duymuştum. Görmüştüm de. "N'oluyor oğlum böyle? Daha ne kadar kötüye gidebilirim? Korkuyorum ve bu çok güçsüz hissettiriyor."
Geçeceğini söylemekten başka ne yapabileceğimi keşke bilseydim. "Can geliyor," dediğimde olması gerekenden daha heyecanlı çıktı bu cümle ağzımdan. Kurtulduğuma sevindiğimi anladı Görkem, gülmeye başladı bir anda. "Oğlum," dedim sonra. "Biliyorsun beni, sürekli teselli veremem. Kapasitem iyi bir dinleyici olmakla sınırlı benim."
"Hadi git," dedi. "Selam söyle Bahar'a." Adımlarım durdu. Omzumun üzerinden dönüp yüzündeki gülümsemeye baktım. "Evden çıkmanı gerektirecek kadar acil tek bir şey olabilirdi," diyerek açıkladı nereden anladığını. Bir cevap vermeden odasından çıktım, o hâlâ gülüyordu.
Yanımdan yürüyen Can'ın omzuna dokunarak ona Görkem'in nöbetini devrettim. Odama gitmeliydim, bir an önce evden çıkmaya dair güçlü bir ihtiyaç vardı içimde fakat Ardaların kapısına geldiğimde bu kez de bu kapıyı çalmadan ittim. Ellerini ensesinin altında birleştirmiş, yatağında yatıyordu. Başımı kaldırıp gözlerini diktiği avizeye baktım ben de onun gibi. Gezegenler vardı, dünya hariç. Onun yerinde kurumuş bir yaprak asılıydı eskiden. Uzun zaman önce çıkartmıştı ve şimdi ondan arda kalan boşluğu izliyordu.
"Lan," dedim her derdimizi bir kenara bırakıp. "Eylül seni gerçekten öptü mü yoksa ben arka arkaya zehirlenince halüsinasyonlar mı görmeye başladım?"
Beni gördüğü an pozisyonunu hiç bozmadan aynı şekilde yatmaya devam etti ama yüzüne çok geniş, ona çok yakışan bir gülümseme asıldı. "Öptü Kaya." Kıvırcıklarını sağa sola dağıtmak geldi içimden sesi yüzünden. O da inanamıyordu hâlâ. "Amına koyayım, nasıl oldu bu?"
"Salak." Sırıtarak içeri girdiğimde kapıyı arkamdan kapatıp Can'ın yatağının ucuna oturdum. Dirseğini yatağa bastırarak doğruldu, çenesini eline yasladı ve yan dönüp bana baktı. "Konuşmaya fırsatınız oldu mu peki?"
"Yok," dedi. Utandığı için yanakları kızarmaya başladı. Çocuk gibi görünüyordu, gülmeyi bırakamadım. "Sanırım birbirimizden kaçıyoruz şu an. Yani tabii, ortalık yangın yeri. Bunları düşünmeye fırsat bulamamış olabilir. Yani, bir anlamı olmayabilir belki. Olabilir mi ki?"
"Ortalık yangın yeriyken öpüşmeyi biliyordunuz." Kaşlarını çattığında kahkahamı bastıramadım. Çok sevindiğimi daha ne kadar belli edeceğimi bilmiyordum. "Ayrıca seni her gün çalıştığı kişilerin arasında öptü. Sence bunun bir anlamı yok mudur?"
"Doğru," dediğinde utançtan yerin dibine girebileceğini hissettim. "Herkes gördü. Bunu düşünmemiştim."
"Zaten pek düşünemiyor gibiydiniz."
Kaçırıldığımız, zehirlendiğim, Görkem'in yakıldığı, Asya'nın gittiği, Can'ın vicdan azabını bastırabilmek için her yolu denediği günün ardından burada oturmuş, Arda'nın öpüşmesini yorumluyordum. Umurumda değildi, her kaosun içinde zevk alacak bir nokta bulabilirdim.
"Gelme üstüme." Hâlâ çok komikti. "Ben bu anı kaç yıl bekledim haberin var mı?"
"Var." Düz cevabım onu da güldürdü. Arda hep gülmeliydi. Bir an durup "Arda," dedim ciddi şekilde. "İyi ki varsın." Duymayı beklemediği cümle onu afallattı. "Bizi sen kurtardın, senin verdiğin kararlar kurtardı. Kimse bu konuyu konuşacak halde değil ama herkes sana minnettar, benden duy istedim."
Çünkü Arda, beni bir abi gibi seviyordu.
"Bunlar o gece peşimden geldin diye oldu." Payım olduğunu inkâr etmiyordum ama onun başarısı büyük bir takdiri hak ediyordu. Birlikte çalışmaya hiç de alışkın olmadığı kalabalık bir ekibi tek başına yönetmişti. Ros'u dahil etmesi fazlasıyla zekiceydi. Ne düşündüğünü anlatmasına gerek yoktu, biliyordum. Yaptığı şey Can'a güvenmekti. Can başından beri Vega'yı yakalamak değil kullanmak istiyordu. Belki Necip Amir, Hermes ve Vega'nın kendisinin kaçtığına inanıyordu fakat bunu sağlayan Ros hamlesi sayesinde Arda'ydı. Onları sonradan kullanabilelim diye bir yol bulmuştu.
Ama eğer Görkem'in kendi ismini açık ettiğini bilseydi, kaçmalarına asla izin vermezdi.
Dumanların tümünü korumamız gerekecekti. Necip Amir, Görkem'e bağırıp çağırmış ve benim tepemin tasını attırmış olsa da canla başla onun ailesi için uğraşıyordu şimdi.
"Kaya, beni Nova'nın kameralarına eriştirdiğinde sizin yanınızda olmadığım için kafayı yiyordum. Asya'nın başında silah vardı, sen yere düştün ve ağzından kan gelmeye başladı. Ben... Düşünsene, size bir şey olsaydı küs ölecektik."
Küs ölecektik. Bizimkilerin kullanmaya doyamadığı bir cümleydi. Egemen abiye Bige abla söylemişti daha önce ve Eylül, Arda'ya sarılırken bunu sayıklamıştı. Şimdi Arda bana söylüyordu. "Üzgünüm," dedim. "Seni sevdiğim doğru ama romantik anlamda değil."
Parçaları benim gibi birleştirdiğinde puslu havası dağıldı ve koca bir kahkaha attı. Onları güldürmeyi seviyordum.
"Haki yeşili boğazlını giy." Kaşlarımı çattım. "Keyfin bu kadar yerindeyse genelde sebebi tek bir kişidir." Analizcilerden nefret ediyordum. "Ne zaman gelmiş? Neden hiç söylemedin?"
Geldiğini öğrendiğim gün, Arda'nın gittiği gündü. Asya'ya sarı laleler aldığım ve bana sarıldığı gün. Bilmiyordu, haberi yoktu, etrafımızda dönen kaosun yanı sıra aklımın içinde kopan bir kasırga daha vardı ama Asya kollarını etrafıma sardığında lodos dinmişti sanki.
"Sonra konuşuruz." Bu aslında hiçbir zaman konuşmayacağız deme şeklimdi. Başını sallayarak onayladı beni. "Geç kalmadan çıkayım." Ayağa kalktım, durdum, tekrar ona döndüm. "Yüzüm çok mu kötü görünüyor?"
Selma beni sorguya çektiğinde kaba kuvvet uygulamaktan geri kalmayan bir herif daha vardı içeride. Ellerimi o anda da çözebilirdim, üstlerine atlayabilirdim ama doğru zamanı beklemek için çaba göstermiştim. Diğerlerini kurtarmam, kendimi kurtarmamdan çok daha önemliydi ve bana birimizin öleceğini söylediklerinde diğerlerine bunu izleteceklerini anlamıştım. Sessizce bekleyip ikisini de o odanın içine gömmediysem sebebi buydu.
Bana şiş bir göze, morluklara ve kenarında yara açılan bir dudağa mâl olmuştu tüm bunlar.
"İğreneceğini mi düşündün senden?" Şok içinde sormuştu bunu. "Sadece endişelenir Kaya."
"Yanına böyle gitmek istemiyorum."
"Ama yanına bugün gitmek istiyorsun."
Çünkü bu her şeyi çözerdi. Onu özlemiştim.
"Git hadi," dedi. "Söylediğim kazağı giy mutlaka. Görkem'in kabanını çalabilirim istersen."
Biri onu yenerse vereceğini söylediği siyah kabandan bahsediyordu. "İstemem," dedim. "Var benim."
Söylediğini yapıp üzerimi değiştirdim. Bana kalsa siyah bir gömlek giyer, öyle giderdim ama söz dinlemek gelmişti içimden. Pantolonumun kemerini bağlarken parmaklarım tutmayacak diye korkmuştum. Yaşananlar yüzünden sıra bana gelmemişti ama zehir, etkisini bir anda yitirmeyecekti anlaşılan. Uyuşukluk hissettiğim için yumruğumu arka arkaya sıkıp açtım, ardından banyoya ilerledim yüzüme bakmak için.
Aynalardan Asya nefret ediyor diye nefret ediyordum. Bu yüzden kendimi uzun uzun incelemedim. Saçlarımı parmaklarımla dağıttım, sonra olabildiğince şekil vermeye çalıştım ama gitmeye o kadar istekliydim ki uzun süre çabalamadım bunun için. Rafta duran parfümü aldım, birkaç fısın ardından gösterdiğim özenin yüzümdeki yaraları gizleyemeyeceğini kabullendim ve arabanın anahtarlarını alıp çıktım evden.
Buluşmak riskliydi ama o, reddedemeyeceğim tek kişiydi. Beni görmek istediğini söylüyorsa ne yapar eder karşısına çıkmanın bir yolunu bulurdum.
Yıldız Tilbe'nin yola eşlik eden sesi Geceyi güneş siler, beni senin hasretin dediğinde direksiyonu daha sıkı kavradım.
Biz bu şarkıları boş yere dinlememiştik.
Tek başıma sanki mahşer yeriyim.
Görmeyeli aylar olmuştu. Farklı şartlar altında olsaydık aramıza bir günün bile girmesine izin vermezdim fakat hayat, beni devamlı istemediğim şeyleri yapmaya zorluyordu.
Bir kadına değil, bir ekibe adamak zorunda kalmıştım ömrümü. Yaşadığım duygunun adı pişmanlık değildi çünkü bu bana bir aile kazandırmıştı ama aynı zamanda elimi ayağımı da bağlamıştı. Peşinden gidememiştim, bana ihtiyaç duyduğunda yanında olamamıştım. Sorumluluk, kelepçe demekti. Kilidini açamadığım tek şeydi.
Gözlerden uzak, fazla kalabalık olmayan bir kafeyi seçmiştim görüşmek için. Henüz gelmemişti, hiçbir zaman benden erken gelmezdi çünkü onu beklememi isterdi. Ne zaman görüşecek olsak yüzüne o gülümsemesini asar, attığı her adımda daha çok sırıtır ve bile bile "Sen de yeni gelmiştin, öyle değil mi?" diye sorardı gözlerimin içine bakıp.
Oyununu bozmaz, başımı sallardım. Şehirler bizi ayırmasaydı ne olacağını düşünmekten başka bir şey yapamazdım o gelene kadar.
Camdan dışarı bakarken bu kez bir yansımaya takıldı gözüm. Pembe puantiyeler çekmişti dikkatimi, bir elbiseyi süslüyorlardı. İçerideki sandalyelerin bacağı kadar boyu olan bir minik, işaret parmağı ağzının kenarındayken kafasını kaldırmış bana bakıyordu ve onu izlediğimden habersizdi.
Bileğinde bir künye vardı. Elini kaldırıp salladı. Dikkatimi çekmeye çalışıyordu. Yüzümdeki yaraları görüp korksun istemediğim için yönümü ona çevirmiyordum ama boncuk gözleri o kadar meraklı bakıyordu ki bir noktada kaybettim irademi. Göz göze geldiğimiz an bana daha çok yaklaşıp bir şeyler söylemek istermiş gibi iki elini birden oynattı heyecanla.
"Selam," dedim küçük yumruğuna yumruğumu vurduktan sonra. Yüzümde büyük bir gülümseme vardı, yara izlerimin daha az korkutucu görünmesini sağlamasını umuyordum.
Küçük kız parmağımı yakalayıp "Merhaba," diye karşılık verdi. Ailesinin kim olduğunu anlayabilmek için fazla bakınmama gerek kalmadı. "Alin!" diye seslendi babası üç masa öteden. "Buraya gel babacığım. Rahatsız etme abiyi."
Küçük kız dudaklarını büzüp omuzlarını silkerek babasıyla inatlaştı ve parmağımı daha sıkı kavradı. Sandalyemi geriye ittirerek bütün dikkatimi ona verdim. Boştaki elini dizimin üzerine yasladı. Doğrudan kafamı kaldırıp babasıyla göz teması kurduğumda "Kucağıma alabilir miyim?" diye sordum.
Adam bana baktı, her şeyden önce yaralarımı gördü ve haklı olarak bir tehdit sandı beni. Ben de olsam yüzü gözü bu haldeki bir adama şüpheyle yaklaşırdım. İşaret parmağımla yüzümün çevresinde hayali bir çember çizdikten sonra "Polisim," demek için oynattım dudaklarımı.
Alin'in babası o an güvenle doldu. Yaptığım mesleğe hâlâ saygı duyan birilerini görmek mutlu etti beni, küçük bir çocukken ben bile duymuyordum çünkü. "Tabii alabilirsiniz." Bu izin beni Alin'den daha çok mutlu etti. "Yalnız uyarayım, biraz fazla hareketlidir."
Gördüğüm en tatlı uyarıydı. Küçük kıza bakıp, "Seni kucağıma alabilir miyim?" diye bu kez ona sordum. Başını salladığında daha fazla geldi yakınıma. "Tanışalım bakalım." Bir kolumu beline sardım Alin'in. "Elbisen ne kadar güzelmiş böyle. Kim aldı sana bunu?"
"Babaaam," dedi Alin, gülümseyerek. Onu dizimin üzerine oturttuğumda utangaç bir şekilde koluma uzandı. "Söyleyeyim de sana da alsın mı?"
"Ama mutlaka pembe puantiyeli olsun benimki de."
"Anlaştıık," dediğinde etrafımdaki insanların beni duyabildiğini unutmuştum. Mekân fazlasıyla sessizdi, herkes bizi dinlemişti ve şimdi beni pembe puantiyeli bir elbiseyle hayal ediyorlardı.
Umurumda değildi.
"Baba!" dedi Alin ama ayrılmadı kucağımdan. "Abiye de elbise alalım."
Babası utanıp avucunu alnına vurdu. Düştüğüm durumdan rahatsızım sanıyordu, alâkam bile yoktu. Çocuklar gülmeliydi, çocuklar renkli elbiseler giymeliydi, çocuklar etrafta gezip durduk yere insanların hayatlarını güzelleştirmeliydi.
Alin bana gülümsedi ve dünya daha yaşanabilir bir hale geldi.
"Uf olmuşsun." Yanaklarını sıkmamak için büyük bir savaş veriyordum. "Abilerin de canı acır mı?"
"Hayır." O benim çocuğum değildi, onu öpemezdim. Bir gün bir çocuğum olsaydı eğer, her saniyemi onu öpmek için harcamak isterdim. "Abilerin canı o kadar da acımaz."
"Gerçekten mi?" İnanamaz bakışlarını yüzüme dikerken şaşkınlıkla kocaman açtı gözlerini. "Büyüyünce mi geçiyor?"
Ben de geçmeyeceğini sanıyordum soğuk bir odada, ranzanın üst katında yatıp tavana baktığım gecelerde. O zamanlar çok özendiğim o arabalı yatağa sahiptim şimdi. Geçiyordu. Geçmeyen şey yoktu.
Kucağımda hareketlenince bir an gideceğinden korkup onunla beraber ayağa kalktım. Kollarını sararak boynuma tutundu. Bir çocuk saf bir sevgiyle sarıldı bana, daha fazla inandım her şeyin yoluna gireceğine. "Evet," dedim. "Sen büyüyünce ne olacaksın, çok merak ettim."
"Tabii ki de prenses."
Biz derin bir sohbeti sürdürürken küçük kafenin içinde oraya buraya adımlıyordum rastgele. Kapının aralandığını duyduğumda topuk seslerinden bile ayırt edebildim geleni. Sırtım o tarafa dönüktü. "Vay be," dedi o ses arkamdan. "Aldattın mı beni?"
Yüzüme yerleşen gülümsemeyle birlikte ona doğru döndüm. Gözlerindeki neşe saniyesinde yerini endişeye bıraktı. "Ne oldu yüzüne?" derken bir adım yaklaştı bana, beni buradaki herkesten korumak ister gibi.
"Uf oldum." Verdiğim cevap Alin'i de onu da güldürdü. Babası, Alin'i benden alması gerektiğini düşünmüş olacak ki yanıma gelip omzuma dokundu. Kızını kucağına teslim ettiğimde ise omzumu sıktı sanki destek olmak ister gibi. İnsanlardan nefret etmediğim nadir anlardan birindeydim onun sayesinde.
Bahar'a oturduğum masayı işaret ettim, oraya dek gitti ve çantasını üzerine fırlattığında bir kolunu boynuma sararak bedenimi kendisine doğru çekti. Özlem içeren, sıkı bir sarılmaydı. "Bu yüzden mi geçen gün dönmedin mesajlarıma?"
"Sana geri dönmüyorsam, dönemediğim içindir Bahar."
Aslında bu her şey demekti.
Detay vermedim ama gereken yanıtı almasını sağladım. Kendini toparlayabilmek için uzatıyordu sarılmayı, farkındaydım. Derin bir nefes alarak parfümünün kokusuyla doldurdum ciğerlerimi. Belini kavrayan elim geri çekilmesine izin vermedi. Birini özlemenin neye benzediğini ben onunla öğrenmiştim.
Bir adım uzaklaştığında sarılırken kapattığım gözlerimi açıp ezbere bildiğim yüzünü bu kez yakın mesafeden inceledim. Hafif bir makyaj yapmıştı. Sandalyeyi çekerek karşıma oturdu. "Sen de yeni gelmişsindir zaten," dedi her zamanki gibi. "Çok bekletmedim umarım."
"Bekletmedin." Siyah bir kumaş pantolonun üzerine açık renk bir gömlek giymiş, yakalarını dışarıda bırakıp üstüne lacivert v yaka bir süveter geçirmişti. Deri kemeri ince belini sarıyordu. Ellerini masanın üzerinde birleştirdiğinde yaralarıma çok bakmamaya çalışıyordu. Bu konuyu uzatmadığı için minnettardım.
"Yine turunculu arkadaşın gelecek mi?"
Siktiğimin Ros'u, bir kez tesadüf eseri Bahar'ı görmüş ve yavşak karakterini ortaya çıkarıp ona asılmıştı. Nefretimin kökeni Görkem'i bıçaklamış olmasından ziyade o güne dayanıyordu. Tamam, belki biraz da Görkem'le olan ilişkilerini kıskanıyor olabilirdim ama o kadar da çok değildi. Benim olduğum bir masada kimse Görkem'in en yakın arkadaşı olduğunu iddia edemezdi.
"Kimse gelmeyecek," dedim sertçe. Sinirlenişim onu güldürdü. Zaten sinirleneyim diye durduk yere bahsetmişti bundan. Bakışlarım üzerinden ayrılmayınca siyah saçlarını iki omzunun üzerinden önüne doğru aldı rahatsızlık hissiyle. Ne kadar uzun zamandır tanırsa tanısın beni, bazen ne yapacağını bilemiyordu karşımda.
Yetimhaneden tanışıyorduk. Her seferinde bir yolunu bulup aştığım güvenlik görevlisinin kızıydı. Bana bilgisayar kullanmayı öğreten adamın kızı.
Bahar bir nevi çocukluk aşkımdı benim, büyüdüğümüzde evli olacağımıza inandırmıştı beni. Yanımda hayaller kurmuştu. On sekizimde artık orada kalmama gerek olmayacaktı ve o zaman birlikte ev tutacak, ömür boyu birlikte yaşayacaktık.
Gerçekleşmeyeceğini hissettiğimden olsa gerek, hiçbir zaman hayallerini bana anlatırken tek kelime etmezdim. Oradan her kaçtığımda Bahar bir daha geri dönmem diye çok korkuyordu. Bir daha beni görememe ihtimali ürkütürdü onu çünkü içten içe çekip gitmek istediğimi hep bilirdi ve gidersem eğer, izimi kaybettirebileceğimin de farkındaydı.
Orada çalışan neredeyse herkesi mahvetmek istediğimi söylediğimde bana engel olmaya çalışmıştı çünkü yapamayacağımı düşünüyordu. Bu işin boyumu aştığını bana defalarca kez anlatmış, beni vazgeçirmeyi denemişti ve ben de bir gün ne istersem onu yapabileceğimi ona kanıtlamıştım. Sonucunda hapse girme ihtimalimin olması, intikam almaktan alıkoymamıştı beni.
Bir suç işlemiştim, tek çıkar yolum polis olmaktı çünkü yeteneğimi heba etmemdense bundan faydalanmak istemişlerdi. Görkem'in de hayatını karartacak olmasam hâlâ bunu kabul edip etmeyeceğimi düşünürken buluyordum kendimi ara sıra. Bana dayatılan şeylerden nefret edip her zaman özgür olacağım anı beklemiştim ama şu yaşıma kadar özgür irademle verdiğim hiçbir karar yoktu.
Benim bir hayatım hiç olmamıştı, sadece hayatımı kontrol eden birileri vardı devamlı.
İşte geçmişimdekileri bugüne taşımak istememe sebebim buydu. Sürekli olarak düşünmeme neden oluyorlardı ve ben geçmişi düşündüğümde o çukurdan bir daha çıkamayacağımı hissedip boğuluyordum. Bir insan her arkasına baktığında o yolu o haliyle nasıl aştığına şaşırmamalıydı. Bazı şeyler gerçekten geride kalmalıydı ve benim için tek yol, o günlerde yanımda olanları geride bırakmaktı.
Aklım anılara daldığında o kadarını küçücükken nasıl kaldırabildiğimi anlayamıyordu. Nelerle mücadele ettiğimi biliyordum ama nasıl ettiğimi, nasıl hayatta kalmayı başardığımı sorgulamayı hâlâ bırakamıyordum.
"Bana bakarken arada nefes al, Kaya."
İsmimi ondan duyduğumda kara bulutlar dağıldı. Bir terslik olduğunda bunu hep anlardı. "Seni gördüğüme sevindim," dedim. Yeniden odağımı ona vermeyi deniyordum. Onu gördüğüme sevinmiştim çünkü bir ölüm tehlikesi atlatmıştım. Çünkü bazı insanların gözleri karardığında başlardı esas hikâyesi, her şey biterken gelirdi o film şeridi ve ölmeden önce gördüğüm son yüz ona ait olacaktı, yanımda olmasa bile.
Onu gördüğüme sevinmiştim çünkü o ve ben hep hayalini kurduğu ilişkiyi yürütememiş olsak da derinden bağlıydık birbirimize. Ne zaman şehrime gelse ya da ne zaman şehrine gitsem, o hayallerin en fazla fragmanı olabilecek kadar süreyi birlikte geçirebiliyorduk ama bu bile yetiyordu. Bu bile çok fazla anlam ifade ediyordu. Bu benim için yaşamak demekti.
Bakışlarında hiçbir şey değişmedi. Düz bir ifadeyle yüzünü buruşturup "Kötü görünüyorsun," dedi tüm gerçekçiliğiyle. Güldüm çünkü ona bakmak, aynaya bakmak gibiydi. Tavırları tavırlarım sayesinde şekillenen bir kız çocuğuydu küçükken, beni taklit ede ede bana dönüşmüştü.
"Teşekkür ederim." İltifat sayıyor gibi elimi göğsüme götürdüğümde bileğimdeki kesikler çekti dikkatini. Kelepçeler yüzündendi ama o donup kaldı aklına doluşan ihtimallerden dolayı. Gözlerine yerleşen korkuyla birlikte yüzüme baktı, onu sakinleştirebilmek için masanın üzerindeki eline dokundum. Bu sınırların çoktan aşıldığını bildiğimden elini tutup avucumun içine çekmekte bir sorun görmedim. Baş parmağım eklemlerini okşadı yavaşça. "İyiyim Bahar."
En azından artık kendimi öldürmek istemiyorum.
"Yaptığın işten gerçekten hiç hoşlanmıyorum." En başından beri, zorunda bırakıldığım andan beri fikri sabitti. "Aklım almıyor geldiğin noktayı. Polislerden ölesiye nefret ettiğini bildiğim için onlardan biri olmana hâlâ alışamıyorum."
Birinin sizi çok iyi tanımasının bedelleri vardı. İstemediğiniz her konu hakkında konuşabiliyorlardı. "Lütfen." Elimi geri çektim ve elimden gelen en kibar halimle ona konuyu kapatmasını söyledim. "Onlardan biri değilim. Yetimhaneden kaçan çocukların peşine düşmedim ben hiç."
"Bunu kastetmiyorum. Yani, anla işte. Kavga dövüşten nefret ederdin, silahlardan da öyle ve şimdi... Hayatın bizi getirdiği yer ne tuhaf."
"Alıştım." İnanmalıydı. "Eskisi kadar zor değil çoğu şey."
"Ekibin sayesinde." Başımı salladım. Onlarsız bir hayatta parlak bir geleceğin beni beklemediğini kesin bir şekilde söyleyebilirdim.
Elimde bir güç vardı. Sınırlarını benim belirlediğim, kontrolden çıkmaya müsait bir güç. Kodların olduğu dünyada buradakinden daha çok kendimdim, orası benim özgürlüğümdü ve bunu bile kısıtlamak zorunda kalmıştım.
"Seninle baş edemeyeceklerini anladıklarında seni yanlarına çekmek istediler." Teşkilata girişimden bahsediyordu. Seneler öncesinin mevzusuydu. Isıtılıp önüme konulmasından hoşlanmıyordum. "Ama canın istediğinde hâlâ illegal işlere bulaşıyorsun, öyle değil mi?"
Yem atıyordu. İması derindi. Kesinlikle bir şeyler biliyordu. Bunun için beni çağırmış olamazdı ama ağzından çıkartmak üzere olduğu bir bakla vardı. Çocukluk arkadaşım değil, Avukat Bahar Aral olmuştu karşımda. "Söyle," dedim rahatça arkama yaslanarak. "Ne duymak istiyorsun?"
"Diğerlerini hâlâ çok önemsiyorsun." Yetimhanedeki arkadaşlarımı kastediyordu. İletişim kurmak isteseler de geri dönmediklerim, bağları tamamen koparttıklarım, birlikte büyüdüğüm diğer çocukların tümünü. "Onlarla görüşmüyorsun ama onları izlemeyi hiç bırakmadın çünkü sen Kaya Eroğlu'sun, sevdiklerini her zaman korursun."
Gülümsedim. Hiçbir anlam ifade etmeyen adım ve soyadım, işin içine onun sesi girince bana bir şeyler hissettiriyordu. "Kanıtınız var mı Avukat Hanım?"
"Birkaç gündür İstanbul'dayım, geçen gün Ömer'i görmeye gittim ve bana bir hikâye anlattı." Ömer, ekmeğimi bölüştüklerimdendi. Avluda bulduğu her taşı yere sürtüp resim çizmesiyle hatırlıyordum onu. "Açtığı esnaf lokantası batmak üzereymiş. Sonra bir gün gözünü bir açmış, dijital reklam panolarında kendi reklamını görmüş. İnanamamış başta. Yürümüş yürümüş, her sokakta aynı şeye rastlamış o gün. Metroda bile varmış, görüyor musun Allah'ın işini?"
Demek fark edilmek böyle hissettiriyordu.
Şimdi Can'ı anlıyordum, ya da belki Vega'yı demeliydim. Kimsenin görmediğini tek bir kişinin bir bakışta kavrayabilmesi demek böyle bir şeydi.
"Allah Allah," dedim hiçbir şeyden haberim yokmuş gibi. "Şanslı günündeymiş herhalde."
"Şehri mi hackledin Kaya?" dediğinde sesi öyle komik çıktı ki küçük bir kahkaha sıyrıldı dudaklarımın arasından. O gülmüyordu. Çünkü bu yeteneği başka niyetlerle kullanırsam ne kadar tehlikeli olabileceğimin farkındaydı.
İstediğim hayat, o hayattı. Yapabileceklerimi yapmamamı söylemeleri umurumda değildi. Potansiyelimi olabildiğince kısıtlıyorken bu kadarını bile gizli saklı yapmak zorunda olmak sinirimi bozuyordu. Bir arkadaşımın ekmek teknesini kurtardığım için suçlu olmamalıydım.
Ben birkaç kameraya sızan, birkaç güvenlik görüntüsünü silen, rastgele cihazların şifresini kırabilen biri olmak istememiştim. Fark yaratmak istiyordum. Bunu başarabilirdim ama beyaz şapkalı olmakla sınırlandırılmıştım.
Yasaklı şeylerin beni çekmesini ise hiçbir sınır engelleyememişti. Diğer tarafa geçmiyorsam bu Görkem'in el freni görevi görmesindendi. Bir şey yapacağımı hissettiğinde beni durduran, başımı belaya sokmadan önüme geçen o olmuştu. Onun sayesinde hayatımı daha fazla mahvetmemiştim, onun sayesinde bugünkü aileme sahiptim.
"İtiraz ediyorum," dedim mahkemedeymiş gibi. "Kanıtın yok."
Gözlerimin içine baktığında bir kez daha sorsa itirafçı olacağımı bilmenin getirdiği özgüveni gördüm. Beni çözebilirdi. Beni çözmüşlüğü vardı. Aklımı durdurmuşluğu, hayatımdaki her boşluğu kendisiyle doldurmuşluğu, hayaller kurmama sebep olmuşluğu vardı.
"Artık böyle şeylere bulaşmayacağını umuyordum." Hayal kırıklığı yoktu sesinde, sadece öncesinde başıma geleni bildiği için endişe duyuyordu. "Bu ilk değil, son da olmayacak. Yetimhanedekilerin hepsi için bir şeyler yapıyorsun, buna eminim."
Geçen ay içlerinden biri, para ödüllü bir çekilişe katılmıştı. Çekilişin yapılacağı siteye girip birkaç ufak değişiklik yaptığımı muhtemelen Bahar da bilmiyordu kimsenin bilmediği gibi ama ben o adamın o paraya ihtiyacı olduğunu biliyordum. Ona doğrudan gidip versem kabul etmeyeceğini de öyle. Değer verdiğim birinin iyiliği için hile yapmam gerekiyorsa o hileyi yapmaktan geri kalmazdım. Benim sınırlarım sevdiklerime kadardı.
"Bunları konuşmaya mı geldin?" dedim üzerlerine tek kelime etmeden. Kapalı bir kutuysam herkese karşı öyleydi. Bir meselenin deşilmemesi gerektiğini dile getiriyorsam karşı taraf konuyu değiştirmeliydi. Reddetmedim ama yaptıklarımla övünmek istemedim. Övgüden de yargıdan da hoşlanmıyordum, bir beklentim olduğundan yapmıyordum tüm bunları. Hak edenlere hak ettikleri hayatı sunmaya çalışmaktı niyetim çünkü orada ne yaşadığımızı ben çok iyi biliyordum.
"Seni araştırdığımı bil istedim." Bir şey yapacağından değildi ama beni tehdit etmekten hoşlanıyordu. "Peşindeyim Kaya, hep olacağım. Onlar onları unuttuğunu sanabilir, ben unutmadığını bileceğim. Göstermekten kaçındığın her yönünü bildiğim gibi."
"Doğru." Ukala bir tebessüm yer edindi dudaklarımda. "Biliyorsun, her yönümü."
Utanmadan, kızarmadan, o günü bir kez daha yaşıyormuş gibi alev alan gözleriyle "Her yönünü," diye karşılık verdi ve sertçe yutkunmak zorunda kalan ben oldum.
O ve ben sadece arkadaş değildik. Arkadaşlar her baş başa kaldıklarında kendilerini öyle yakın pozisyonların içinde bulmazlardı. Çekim, senelerdir sürüyordu. Bazı mesafeler bir ilişki yaşamamıza müsaade etmese de, biraz da benim verdiğim kararlar yüzünden bunu devamlı sürdüremesek de, bir taraf dağları aşıp diğer tarafa ulaştığında sonuç hep aynı olurdu.
Bütün ilklerini bir kadına adayan tek kişi Görkem değildi.
Ama bir rivayete göre Analiz erkeklerinin tümü, hayatlarında tek bir kez aşık olurdu. O aşkın uğruna savaşlar verilecek kadar derin olması da zorunluydu.
Rivayeti Arda uydurmuştu. Eylül'e aşıktı, benim de hayatımdan tek bir kadının geçtiğini biliyordu ve beni yanına çekmeye çalışırdı. Detaylara hakim olmasa da böyle şeyler söyleyip sinirimi bozmaya uğraşır, sadece ve sadece Bahar'ı daha fazla düşünmeme sebep olurdu.
"Adını anmaya kalktığımda beni susturuyorlar. Senin kibirli, egolu bir pisliğe dönüşüp onlardan utandığın için görüşmek istemediğini falan söylüyorlar. Nasıl oluyor da seni böyle biri sanmalarına izin veriyorsun anlamıyorum."
Bahar onlarla iletişimi kesmemişti çünkü onun da tek derdi fark yaratmaktı tıpkı benim gibi. O bizim yaşadıklarımızı yaşamamıştı hiç, kendisini çok seven bir babaya sahipti ve yanımızdan ayrıldığında başını sokacağı bir yuvası vardı ama hayallerine ulaştığında yaptığı ilk iş, hayatı onunkinin aksine tepetaklak olan çocuklara ulaşmaktı. İçlerinden birinin davası için buraya geldiğinde görüşmüştük en son. Bizi bağlayan, hatırlamaktan kaçındığım o yetimhane olmuştu yine.
"Bahar, sıkıldım." Soğuk tavrımı garip karşılamadı. Bununla karşılaşacağını biliyordu. Üstelemeye devam etmek yerine gözlerini devirip garsona bir işaret yaptı ve kendisine filtre kahve söyledi. Aynısından istediğimde ise yeniden bana çevirdi ela gözlerini. "Neden burada olduğunu söylemeyecek misin?"
Yerinde huzursuzca kıpırdandığı an yapılan tüm konuşmaların aslında onun kendisini hazır hissetmek için zaman kazanma çabasından kaynaklandığını anladım. "İstanbul'a her yolum düştüğünde yanına uğrarım, niye şaşırdın ki?"
"Çünkü öncesinde haber verirsin," dedim sakince. "Hatta dersin ki bavulumu otele kadar taşıyacak biri olsa keşke. Keşke birisi gelip beni havaalanından alsa da taksiyle uğraşmasam. Keşke İstanbul'u avucunun içi gibi bilen yeşil gözlü bir dev, şehrin en lüks restoranında beni bir yemeğe çıkarsa."
Arka arkaya kurduğum cümleler onu katıla katıla güldürdüğünde çocukluğum geçti karşıma. Bir kaldırım taşında yan yana oturuyor gibi hissettim. Kendimi bildim bileli onun yolunu gözlüyordum. Yedimde de böyleydi, yetmişimde de değişmeyecekti.
Kahveler önümüze konulduğunda dağılan dikkatlerimiz, gözlerine yeniden odaklanana kadar sürdü. Heyecanlı gibiydi. Bahar duygusuz tavırlar sergileyebilen, hislerini gizlemenin onu güçlü göstereceğine inanan bir kadındı çoğu zaman. Söylediğim gibi, beni örnek aldığı için böyleydi ama şimdi o bile bastıramıyordu gözlerinde yanan ışıkları. "Ben galiba buraya döneceğim."
Elimde tuttuğum kahve fincanı sallandığında parmaklarıma değen kahve beni yaktı. "Ne?" dedim fincanı geri bırakırken.
"Temelli. Kesinleşmeden konuşmak istemedim ama ciddi ciddi ev bakmaya başlayacağım gibi duruyor önümüzdeki hafta sonu."
"Sen..." Kelimeler, göğüs kafesimden fırlıyordu. "Bana mı dönüyorsun?"
Bu bir şans demekti. Bu onu tamamen kazanabilmek için bir yolum olduğu anlamına gelirdi.
"Yani, Egemen abiyle görüştüm ve..."
Her şey çok aniydi. Abimle görüşmüştü. Belki birlikte çalışacaklardı, belki öneri almak içindi, belki sadece fikir danışmak için ona gitmişti ama umurumda değildi. O döneceğini söylüyordu.
"Bahar," dedim ve sesim acı çeker gibi çıktı. "Çok yanlış bir zaman." Neredeyse kekelediğimde "Allah kahretsin," dedim sertçe. "Bahar, şimdi mi?"
"Neden böyle-" Bir anda sustu çünkü korktuğumu anladı. "Ölümden döndün," dedi ve ellerini ateşe değmiş gibi kucağına çekip bana doğru eğildi. "Sen ölümden mi döndün? Canın mı tehlikede? Tehdit mi ediliyorsun? Bir şey olmuş. Neler oldu?"
Çok fazla şey, demek istedim. Çok, çok fazla şey. Bu kadar yükü kaldırabileceğini biliyorum ama kaldırmanı istemiyorum.
Hiçbir şey söylemedim. "Her saniye namlunun ucunda geçiriyorsun hayatını," diye mırıldandı kendi kendine. Geriye doğru yasladı sırtını. "Resmen seni bir ateşe attılar, hiç istemediğin halde."
"Yanmayı göze almıştım," dedim. Pişmanlığım Analizcilerin arasında olmak değildi. Yaşanamayan, yarım kalan diğer ihtimallerdi. Eğer burada kalmak zorunda olmasaydım Bahar Ankara'da hukuk kazandığında peşinden giderdim ve mezun olduktan sonra da orada yaşamaya devam etmesi bizim için bir problem olmazdı çünkü yanından ayrılmazdım. Tek sorumluluğum o olurdu, tek bağım onunla olurdu. "Birilerini suçlayıp durma, bu mesleği yapmıyor olsaydım er ya da geç yerimin parmaklıkların ardı olacağını ikimiz de biliyoruz. Ben halimden memnunum ve bu konuyu bir kez daha açmanı gerçekten istemiyorum."
Tek bildiğim hepimizin ilk kez bu kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğuydu ve Bahar'ın buraya dönmesi tehlikenin göbeğine kendi isteğiyle yürümesi anlamına gelirdi. Sadece bizim işlerimiz yüzünden de değildi üstelik, onun da gördüğü her belaya balıklama atlama gibi bir huyu vardı.
"Peki." Kabullenmek zorunda olduğundan dudaklarını birbirine bastırıp düşünmek için kendine süre ayırdı. Kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra o da geçmişten kurtulamamış olsa gerek "Çok garip," dedi. Gözü, elinde bir lolipop tutan Alin'e kaydığında gülümsedi ve yeniden bana döndü. "Her şeyi kontrol edebilmek isterdim küçükken. Biliyorsun zaten. Ne senin bu işi yapacağını ne de aramıza kilometrelerin gireceğini hiç hesap etmemiştim. Sanıyordum ki bugünkü yaşıma geldiğimde üç çocuğumuz olur. Yirmi yedi düşündüğüm kadar büyük bir yaş değilmiş."
Kimlikteki doğum tarihime göre ben ondan bir yaş büyüktüm ama kurduğu cümlede takılacağım son yer o kısımdı. "İki kızımız bir de oğlumuz olacaktı, değil mi?"
Hatırlıyor oluşum gözlerinde yeniden o ışıkları yaktı. Çok fazla konuşurdu, hep konuşurdu. Gözlerimi bazen kaçırsam da hiçbir zaman anlattıklarını dinlemediğim olmamıştı. Ona bakmayışım, sadece inanmayışım yüzündendi. Hayallerine inanmadığımı görüp hayal kırıklığı yaşasın istemiyordum. Fırsatları olan çocuklar umut etmeliydi.
"Evet," dedi başını sallayarak. Bu onu hem utandırdı hem de mutlu etti. "Çocuktuk, kafanı dağıtmak için seni her gördüğümde saçma sapan şeyler anlatırdım."
Saçma sapan değildi. "Benim bir oğlum olsaydı..." Kalbim, sanki bir bıçak gibi göğüs kafesime dayandı. İmkansızlığı acıttı ama hissettim, hayali bile içimde heyecan uyandırıyordu. "Bir oğlum olduğunu düşünsene Bahar," dedim ve tamamen kendimi kaptırdığımda gülümseyerek konuşuyordum. Önümde duran peçeteyi tuttu parmaklarım, sağını solunu kıvırmaya başladım çünkü ona bakmaktan utanmıştım. "Durdurulamaz olurdu." Güldüğünü duydum, buna rağmen kaldırmadım başımı eğdiğim yerden. "Beni anlayabilmeye başladığı ilk an bildiğim her şeyi ona öğretirdim. Ona hiç kimse dokunamazdı, hiç kimse onu bir şeyler için zorlayamazdı. Birlikte neler yapabileceğimizi hayal edebiliyor musun? Önümüze çıkanı dize getirir, dünyaya kafa tutardık."
"Ve ona arabalı bir yatak alırdın." Sesindeki tını, içimde bir yangın başlattığında ona bakmaktan başka bir çarem kalmamıştı. Gülümsemesinin göz kamaştırıcı olduğunu düşünmediğim tek bir saniye bile yoktu.
"Ona her şeyi alırdım." Konuşurken kalbim tekliyor gibiydi. "Bütün imkânları sererdim önüne, bulurdum bir yolunu. Oğlum veya kızım, fark etmez. Bir gün baba olsaydım, çocuklarım hiçbir şey için endişelenmezlerdi. Hiçbir şeyden korkmazlardı. Ne istiyorlarsa onları yaparlardı, yapmalarını sağlardım."
O kadar düşünmeden, o kadar spontane döküldü ki cümlelerim gözlerimi kapatıp açtığımda kendimi sorguladım. Müge'nin bana olan düşkünlüğü kendiliğinden olmamıştı, bunu kazanmak için çaba göstermiştim. Kimse beni sevsin diye parmağımı kıpırdatmazdım ama bir çocuğun sevgisine layık olabilmek için gerekirse bir dağı yerinden oynatırdım.
Bu konuları düşünmek bana yasaktı çünkü buna hazır değildim. Buna hayatım da hazır değildi. Bahar'ın hayatı hiç değildi ve başka bir seçenek söz konusu dahi olamazdı.
Bana uzun uzun baktı. "Bu kez sen hayaller kuruyorsun," dediğinde bu da inanamadığı diğer şeylerin yanında yer edinmişti. Bizi garipsiyordu, onun anlattığı hikâyelerden ne kadar uzakta olduğumuzu ve hayatın bizi iki farklı yola savuruş şeklini. Şimdi bunu da sorgulayacaktı, bendeki değişimi. Çocukken dilimden dökülmeyen o cümleleri bugün benden duyuyor oluşunu. "Bunu ben sağladım." Bir an egosuyla karşıma dikildiğinde gülmeye başladım. "Gülme." Çatık kaşlarının birkaç parmak altında gülümsemesini bastırmaya çalışan dudakları vardı. "Ben olmasaydım sen büyüyemezdin. Büyüdün, değiştin, öğrendin. Yat kalk şükret varlığıma."
"Gerçekten buraya mı döneceksin?" diye sordum kendimi frenlemeden. Bir rüya olmadığından emin olana kadar arka arkaya sormak istiyordum. İyi şeyler başıma pek gelmezdi benim, inandırılmaya ihtiyacım vardı. "Gerçekten yapacak mısın? Ben... Ben hayatımdaki hiçbir şeyi değiştiremem. Eğer benden beklediğin..." Bir an duraksadım. "Ya da duymayı istediğin buysa, bunu yapamam."
Elini hafifçe öne uzatarak beni böldüğünde saçlarını geriye doğru savurdu. "Benimle yaşamanı istemeyeceğim," dedi gözlerini şaşırmış gibi sonuna kadar açarak. Rol yapıyordu. İki kelimeyi zar zor bir araya getirebilmemle dalga geçiyordu. "Hayır Kaya, evlenme teklifi etmenin sırası değil. Lütfen sakin ol, arabalı yatağını paylaşamayız. O senin."
Kıstığım gözlerimi yüzüne diktim. Dudaklarım düz bir çizgi haline döndüğünde bana gerçek cevapları vereceği anın gelmesini beklemeye başladım.
"Senden her şeyi bir kenara bırakıp benimle olmanı istemeyeceğim," dedi. "Bunu isteseydim, seneler önce isterdim Kaya. Sadece, sence bir şeyleri akışına bırakıp ne olacağını görmemiz yanlış mı olur?"
Konuşmaya devam edecekti ama çalan telefonum, dikkatini dağıttı. Gözlerini ekranıma çevirdiğinde ise az önceki keyfi sönüp kayboldu. Buzdan bir duvara döndü ifadesi.
Asya arıyordu.
Bahar, onun kim olduğu hakkında hiçbir fikre sahip değildi ama neden öyle baktığını anlayabiliyordum.
Karşımdaki Bahar da olsa Asya'nın aramasını sonlandırmak gibi bir ihtimal yoktu benim için. O beni sanırım daha önce iki kez aramıştı. Biri Görkem'in otelde onu yalnız bıraktığı gün, benden yardım istemek içindi ve diğeri de başına gelenleri bize anlatacak kadar travmalarının tetiklendiği gün Hermes'in bilgisayarını hacklemek içindi. Bu yüzden yalnızca bir saniye sonra telefon kulağımdaydı. "Söyle."
Sertleşen sesim ve hızlı hareket edişim Bahar'ın kaşlarının ortasındaki çukuru derinleştirdi. Alnında çizgiler belirdiğinde sorunu anlamaya çalışıyordu.
"Müsait miydin?"
Asya'nın sesi o kadar yorgun geldi ki kulağıma, bir kısmım Görkem'e karşı öfke duymaya başladı ilk defa. "Söyle Asya," diye tekrarladım iyi mi diye sormak yerine.
"Yanında biri var mı?"
Bahar, sanırım bu cümleyi duymuştu. Buradan sonra söyleyeceklerinin ne hakkında olduğunu tahmin ettiğimden dışarı gidecek sesi hızlıca kıstım. "Evde değilim."
"Aa, tamam o zaman." Onu durdurmasaydım yüzüme kapatacaktı ama üstelediğimde nihayet konuştu. "Nova'daki gecenin kamera kayıtlarını isteyecektim. İçerideki yirmi bir kişi Piramit üyesiydi, oradan bir şeyler çıkabileceğimi düşündüm. Gerçi ikisini Arda öldürdü, birkaçını da sanırım yakaladık ama kalanların kim olduklarını ve kime hizmet ettiklerini bulabilirim."
Ve bu kadın, yaşananların sorumlusu olmakla suçlanmıştı gözümün önünde.
"Sana kayıtları atmayacağım," dediğimde bir of sesi duydum, şu an onunla her zamanki konuşma tarzımızı kaldırabilecek durumda değilmiş gibi omuzlarını düşürmüştü sanki. "Çünkü sana kayıtları kendim getireceğim," diye devam ettim takılmadan. "Aklında ne varsa birlikte yaparız."
Yanına gidebilmek için dünden beri fırsat kolladığımı çok çaktırmıyor olduğumu umdum. "Gerek yok. Ben hallederim, boş boş oturmamış olurum hem." Boş boş oturan o değildi, bizdik. Toparlanmayı deneyen, buna zaman ayıran bizdik çünkü yaşadıklarımız bizi yıkıp geçmişti ama o, yaşadığı tüm yıkımlardan sonra bunu sadece bir sarsıntı sayıyor olmalıydı.
"Biraz dinlenemez misin?" Rica eder tonda yumuşak çıkınca sesim kaşlarının çatıldığını hayal ettim. "Senin yanına zaten gelecektim ama sebep bu mu olsun istiyorsun?"
"Gelmene de gerek yok." Çok kırgındı. Görkem'e ya da bana değil, her şeyeydi o kırgınlık. Her şeyin acısı ondan çıkıyordu. "İşime yaramayacaksan kapatıyorum."
Küçük bir iç çekme sesi doldu kulaklarıma. Varla yok arasıydı ama dizimin üzerindeki elim, bir tuşa basılmış gibi yumruk haline geldi. "Ağlıyor musun?" diye sordum bana doğru cevap vermeyeceğini bile bile. "Asya, ağlıyor musun?"
Acaba benimle konuşmak ona zor geliyor olabilir miydi?
Acaba Görkem'in mecbur kaldığı o iğrenç durum yüzünden beni bir daha aynı şekilde göremeyecek miydi? Eğer ellerimi çözmeyi başaramasaydım ben seçilen, o vazgeçilen olacaktı. Benim için bulunduğum konum ilkti, onun için ilk değildi ama az kalsın son olacaktı.
Buna izin vermezdim. O an konuşmam bir şey değiştirecek olsaydı Görkem'e bin kere onu seçmesini söylerdim ama değiştirmeyecekti, ben de bizi bu durumdan kurtarmanın bir yolunu bulmuştum.
"Ağlamıyorum," dedi, derin bir yutkunuştan sonra geldi sesi. "Sorun yok. Takılma. Gelmeni de istemiyorum. Bana kendi başının çaresine bakmayı bilmeyenlere yol göstermemiz gerektiğini söylemiştin, yine aynısı geçerli. Senin evde kalıp etrafı toparlaman gerekiyor, lütfen."
Eğer karakteriksel özellikler genetikse, bir kardeşim olsaydı kesin Asya'ya benzerdi. "Ev sen dönmediğin sürece toparlanmayacak," dedim. "Ayrıca, kayıtları istediysen kayıtları alırsın çünkü sen bana börek yapmıştın."
Telefonu kapatmadan önce hiçbir şey söylemedi ama güldüğünü hissettim ve bu bana yetti. Gülümsedim. Sonra Bahar'ın ateş çıkaran gözleriyle karşılaştığımda yaptığım konuşmanın onun açısından çok fazla yanlış anlaşılmaya sebebiyet verebileceğini fark ettim.
"Şimdi mi, demiştin." Buraya geri döneceğini öğrendiğimde verdiğim tepkilerden biriydi. "Çok yanlış bir zaman, demiştin." İnanamaz ifadesi, parçaları birleştirmeye devam etmek istemiyordu. Aklı almıyordu çünkü bana olan güvenine zarar getirecek tek bir hareketim bile olmamıştı bunca zaman.
Bana bir konuşma şansı tanımadan kalkıp gitmezdi, bu yüzden sustu ve ağzından yanlış şeylerin çıkmasına engel oldu. "O bizden," dedim. Bunun kulağa hiç de açıklama gibi gelmediğini fark ettim. Kaşlarını ee der gibi havaya kaldırıp bana devam etmem için gözleriyle emir verdiğinde bir anlığına konuşamadım çünkü bu haliyle çok etkileyici görünüyordu.
Dudaklarımı aralasam da tek kelime edemedim. Onu öpme ihtiyacı içimde bir çığ gibi büyümeye başladı. Zamanı da mekânı da silmek ve belini kavrayıp onu yakınıma çekerek işe başlamak istedim. "Bahar," dedim. "Gözlerini öyle üzerime dikmeye devam edersen benden duyacağın şey bir açıklama olmaz, konu farklı yerlere kayar. Şu an beni öldürmek istediğini de biliyorum ama önce izin ver anlatayım, sonra al canımı."
"Eve dönmesini söyledin ve sana börek yapıyor, öyle mi?" Parmak uçlarım ona dokunmak için karıncalanırken kullandığı ses, bana yardımcı olmanın yanından bile geçmiyordu. "Bir kadınla birlikte yaşıyorsun." Her şey ona anlamsız geliyordu. "Ağlamasın diye canını bile verebileceğin bir kadınla beraber yaşıyorsun ve bana açıklama yapmak istiyorsun, doğru mu anlıyorum?" Her şey daha da anlamsızlaştığında bir kez başımı aşağı yukarı salladım. "Merakla bekliyorum."
"Asya, Görkem'in." Her zamanki gibi en kestirme yolu seçmiştim. Onlar birlikteler, diye devam edecektim ama bunun doğruluğundan emin olamadım. Birçok şeylerdi ama birlikte değillerdi. Ayrıca Asya ve benim aramda o tarz bir ilişkinin olduğunu düşünmek kanımın çekilmesine neden oldu. Hayali midemi bulandırdı. Görkem'in ilgisini çektiğini ilk saniyeden beri bildiğim bir kadın için aklımın ucundan bile geçmeyecek şeylerdi bunlar.
"Konuşmaya devam edecek misin yoksa yaptığın illegal işlerin tek tek peşine düşüp içeri mi attırayım seni?"
İki bileğimi de ona uzatıp bana bir kelepçe takmasını beklemiyorsam, bu canıma henüz o kadar da susamadığım içindi. "Bizden biri, bizimle yaşıyor. Boş zamanlarını Görkem'in aklını alarak geçiriyor. Görkem de nasıl becerdiğini hâlâ anlamasam da kalbini çalmış bir şekilde onun. Asya'nın boşluğuna falan geldi herhalde, bilmiyorum. Öyle bir boşluğuna gelmiş olmalı ki öpüşmüşler bile."
"Şaka!" diye yükseldiğinde öfkesi tamamen terk etmişti bedenini. Öğrendiklerini sindirmeye çalışıyordu. "Görkem'in birine aşık olma ihtimali, senin hem Asya'yı hem beni idare edebilme ihtimalinden bile daha düşük geliyor kulağa."
"Ben seni daha tek başınayken idare edemiyorum Bahar." Aslında can acıtan bir itiraftı benim için ama gülerek söylediğimden espri yaptığımı sandı. "Bir soru işaretin kaldı mı?"
"Ne kadar önemli biri senin için?"
Bir saniye bile düşünmeden, "Çok," dedim. "Çok fazla."
"Onunla tanışmak istediğimi söylersem bunu tuhaf bulur musun?"
Bir erkekle yaşadığını öğrendiğimi düşünüp kendimi onun yerine koydum ve kendime bir mağara aramaya başlamadan önce hızlıca bunu düşünmeyi kestim. "Ona seni söylersem senden önce o tanışmak ister zaten."
"Benden hiç bahsetmedin mi?" dediğinde kırıldığını hissettim.
"Kimseye senden bahsetmem ki."
"Neden Kaya?"
"Her şeyimi ulu orta dökmem ben öyle."
Bir şeyler söylemeye devam edecekti, sonra anladı ve sustu. Gözlerini yavaşça yumduğunda kirpiklerinin birbirlerine geçişine dikkat kesildim. Kapalı göz kapaklarının ardında ikimiz için bir hayal canlandı, bunu her hücremle hissettim.
"Eylül'ün otellerinden birinde mi kalıyorsun?" diye sordum sessizliği daha fazla sürüp gitmesin diye. Nerede kaldığını öğrenmem birkaç saniyemi alırdı ama laf olsun diye konuşmuştum.
Başıyla onayladı. "Hafta sonu ev bakacağım işte. Çok uzaklarda olsun istemiyorum."
Sana yakın olmak istiyorum, diyordu. Kafayı yiyecektim. "Odan tek kişilik mi?" Dudaklarım yukarı kıvrıldı. Masaya yasladığım koluma uzanıp bana bir çimdik attığında gülüyordu.
"Hayır," dedi. Kaşlarımı kaldırdım. "Bu muhabbeti sürdüremezsin, buna hayır. Davet falan etmiyorum seni kaldığım yere."
"Neden?" Kahve fincanına uzanıp kuruyan boğazımı ıslattım ve fincanın üzerinden ona baktım. "Hiç centilmen değilsin."
"Bir şeyleri düzene koymam gerekiyor." Ciddi bir cevap geliyordu. "Halledene kadar da her seferinde düzenimi alt üst eden bir herifi otel odama çağırmayacağım."
"Hallettikten sonra sorun yok yani?"
"Ne zaman sorun oldu ki?" Kıvrılan dudaklarına düşen gözlerimi yeniden gözlerine çıkarabilmek için mücadele ettim. Bu kez o gözlerini masaya dikti, derin düşünceler tarafından kuşatılmıştı ve bunu saklayamadı. "Değişimleri çok sevmem, biliyorsun. Sence burada gerçekten işler yolunda gider mi? Alışabilir miyim? Ankara'daki başarımı burada sürdürebileceğime inanıyor musun? Daha fazlasını istediğim için büyük risk alıyorum. Yanlış bir karar vermediğime ikna etmen gerekiyor beni."
"Biliyorum, gider, alışırsın, inanıyorum."
Dört cümlesine verdiğim dört cevap endişesini silip attı yüzünden. Ona her zaman iyi geleceğimi biliyordu, bu yüzden ilk soluğu benim yanımda almak istemişti. "Hallederiz," diye bitirdim. "Hafta sonu seni otelin önünden alırım."
Teklifimi beklemiyordu. Her işini kendi başına halletmeye alışıktı. Yine yapabileceğini biliyordum ama yanında olmak istiyordum. Bunca kaosun ortasında benim de nefes almaya hakkım varsa eğer, bu nefesi onun için harcamak istiyordum.
Başta reddetse de aklına girip ona kabul ettirdim teklifimi. Oturduğum yerden kalkmak istemedim fakat önce eve, sonra Asya'nın yanına gitmem gerekiyordu bu yüzden gece çöktüğünde mecburi bir vedalaşma yaşadık. Onu tren garından uğurladığım vedalardan sonra bu hiçbir şey değildi. Aramıza aylar girmeyeceğini de bir sonraki karşılaşmamızın ne zaman olacağını da biliyorduk.
Arabayı bizim evin önüne park ettim ve anahtarımı kullanarak açtım kapıyı. Salonun ve holün ışıkları kapalıydı. Çatı katına uzanan merdivenlere baktım ve yukarıda birilerinin olduğunu anladım. Yönümü oraya çevirmek üzereyken duyduğum ses yere çiviledi ayaklarımı.
Önce bir öğürme duydum banyodan gelen, ardından musluk sonuna kadar açıldı. Yavaş adımlarla ilerleyip ses çıkartmadan kapıya yaklaştığımda küçük aralıktan aynadaki yansımayı seçtim. Görkem, elleri kıracakmışçasına lavabonun mermerine tutunmuşken kızaran gözlerini aynaya dikmişti. Tişörtü ayaklarının dibindeydi, muhtemelen az önce aynadan sırtındaki yaralara bakmıştı. Çenesini yukarı doğru kaldırdı ve boynuna doğru ilerleyen kızarıklığı ortaya çıkardı. Aynadaki gözleri, çenesi ve boynunun arasında gidip geldiğinde kaşlarını çattı. Göğüs kafesi çok hızlı şişip iniyordu. Parmaklarını boynundaki yaraya değdirdi, sonra eğilip yeniden kusmaya başladı.
Kendinden nefret ediyordu.
Her şeyden nefret ediyordu.
Yumruğumu sıktım ama itmedim o kapıyı. Arkamı döndüm. Hiç var olmamışçasına yok oldum o koridordan. Her adımda öle öle uzaklaştım yanından.
Diğerlerinin yukarıda olduklarını biliyordu. Güçsüz görünmek istemiyordu, yeterince aşmıştı bu sabah sınırları ve şimdi, o halinden daha beterken bunu hiçbirimizin görmesini istemeyecekti. Eğer yanına girseydim, koluna girip onu tutsaydım utancı daha çok büyüyüp başa çıkamayacağı bir hal alacaktı.
Analizcilerin kara kutusu olmak, bu gibi yükleri tek başına kaldırmayı da içeriyordu. Onu öyle gördüğüm halde bunu hiçbir zaman bilmeyecekti ve diğerlerinin de bilmemelerini sağlayacaktım.
Çatı katına çıktığımda ben yokken neler olduğuna dair bir özet aldım onlardan. Can, Görkem'in uyumasının tek yolunun uyku ilacı olduğunu düşündüğünden ona bir hap vermişti. Bugünün onun için çok zor olduğunu anlatmıştı bana. Şimdi uyuduğunu sanıyordu.
Onlara burada oturmaya devam etmelerini ve benim Asya'yı görmeye gideceğimi söyledim. Kafamda hâlâ Görkem'in o banyoda tek başına olduğu, nefes alamadığı görüntüler varken ben adımlarımı atmaya devam ederek Eylül'ün evinin yolunu tuttum.
Bu gece olmasa da önümüzdeki üç gün içinde onu eve döndürmenin bir yolunu bulacaktım çünkü ben Kaya Eroğlu'ydum, sevdiklerimi her zaman korurdum.
Onun yeri bizim yanımızdı çünkü Yağmur bana börek yapmıştı.
⛯🪨⛯
:')
Kaya Eroğlu diye bağıracağım şimdi.
Deniz feneri kayalıkların ortasında, karanlıkta olduğu halde etrafa ışık yaymayı bırakmaz. Fırtına da çıksa gemiler alabora da olsa o yol göstermeye devam eder. İşte tam olarak böyle bir bölümdü bu benim için.
13 Şubat'ı ondan okuyacak olmanız çok uzun zamandır planladığım bir şeydi ve bu bölümü 13 Şubat'a denk getirmeyi de başarı sayıyorum. Çok büyük bir olaymış gibi davranın olur mu? Analiz bugün üç yaşına girdi. Hem doğum günümüz hem de Görkem'in miladı bu tarih. Kutlu olsun.
Bu satırı Bahar Aral için ayırıyorum. Kaya'nın uğruna şarkılar dinlediği kadınla sonunda tanıştınız. Ne düşünüyorsunuz ikisi hakkında?
Fetüs Görkem-Kaya yazmak bütün dertlerimi çözdü sanırım. Onların birlikte geçirdikleri ilk zamanları hayal edip duruyordum. Evi ilk kez Asyasızken gördük, neredeyse her şey eskisi gibiydi ama eksik hissettirdi. Ben kızımı özledim, Görkem benden çok özledi.
Son olarak, bir şey denemek istiyorum. Twitterde #Analizwattpad etiketiyle bölümün sizi en etkileyen alıntılarını ya da bölüm hakkındaki görüşlerinizi bekliyor olacağım. Hesabım AzraIzguner, beni de etiketlerseniz sizi kolayca görebilirim. (2 tane tweet gelirse de kendime ağlamak için mağara seçeceğim.)
Şimdi lütfen bir kere gülümseyip öyle gidin çünkü ben size bölüm yazdım :)
Ve bir tane daha yazacağım ki aman aman 🔥
Teşekkürler ve iyi günler!
🔵🤝🔵
Yorumlar
Yorum Gönder