8. "Gün Batımı"
Bölüm şarkıları:
Zeynep Bastık, Her Mevsim Yazım
Duman, Elleri Ellerime
•🧁•
Annem demişti ki, babana aşık olduğumu onunla buluşmadan bir önceki gece heyecandan uyuyamadığımda anlamıştım. O gece uyuduğu birkaç saatin içinde de rüyasında babamı görmüş ve sabah gözünü açar açmaz aynaya bakıp yandın sen demiş kendine.
Uyumadan önce baktığım son şey Doruk'un Instagram storysi olduğundan olsa gerek, benim de rüyamda o vardı ve sabah aynaya baktığımda kendimi yansımama karşı "Yandın sen," derken bulmuştum.
Hayır, aşık değildim. Bir insan bir insana karşı böyle kısa bir süre içinde bu kadar yoğun bir duygu besleyemezdi ama içimde bir türlü dinmeyen o heyecana bakılacak olursa Doruk'a herhangi bir arkadaş gözüyle de bakamıyordum.
Kendime gelmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu çünkü eğer kaptırırsam sonumun nereye varacağını öngöremiyordum. Böylesi ilkti.
Kısa kot ceketimi Visal'in mutfağının uç köşesinde kalan portmantodan alıp krem rengi bir omzumu açıkta bırakan bluzumun üzerine geçirdim. Diğer kolum bileğime kadar kapalıydı. Altıma klasik mavi jeanlerimden birini geçirmiştim ve yine çok sevdiğim Jordan ayakkabılarımı giymiştim. Saçlarımı mükemmel topuz görünümüne sokabilmek için normalde kalktığım saatten yirmi dakika kadar erken kalkmıştım.
Saat dördü biraz geçiyordu. Az önce Doruk, yola çıktığına dair bir mesaj çekmişti bana. Altına da yürüdüğü mavi bisiklet yolunun fotoğrafını atmış, benim az daha bir bisikletliyle burun buruna çarpışacak olmamı bir kere daha hatırlatmak ister gibi merak etme, sağıma soluma bakıyorum yazmıştı.
"Feyza," dedi Eren. Bugün benim yerime bakacak olduğu için ona minnettardım ama neden kardeşiyle birlikte gelmişti bunu bilmiyordum. En azından bu kez ikimiz yalnız değildik, Eren de buradayken kendimi güvende hissediyordum. "Kapanışa döner misin?"
Dümdüz siyah bir tişörtün içindeydi, altında haki bir paraşüt pantolon vardı. Omuzlarına doğru çıkan dövmelerinin bir kısmı tişörtünün kolundan görünüyordu. On sekizinden beri küpe kullanıyordu ve bunu ona yakıştırıyordum. "O saate kadar çoktan dönmüş olurum." Taner'in aksine beni sorguya tutmamıştı. Nereye gittiğimi umursamıyordu.
"İstersen direkt eve geç." Kapının pervazına yaslandı. "Biz bugünlük idare ederiz."
"Emin misin?" Sesimdeki hevese ben de şaşırdım onun gibi çünkü ben, buradan kaçmayı hiçbir zaman istemezdim ama sanırım şu sıralar küçük molalara ihtiyacım vardı. Kendimi her geçen gün bir öncekinden daha çok yorulmuş halde buluyordum.
"Sorun değil," dedi. "Uzun zamandır uğramıyordum, özlemişim bu koşuşturmacayı."
"Daha sık uğrasan nasıl olur mesela?" O burayı özlemişti, ben onunla vakit geçirmeyi özlemiştim. Hâlâ kahve yaparken pürdikkat onu izlemeye, sanki bir gizli tarifi varmış gibi yaptıklarını öğrenmeye çalışmaya bayılıyordum. El lezzeti denen şeye inanmayan biri varsa Eren'in elinden bir kahve içmeliydi. Fikrinin anında değişeceğine emindim.
"Olabilir aslında." Soğuk görünümlü kumral fırtına, bana doğru yaklaşırken kocaman sırıttı ve parmaklarının arasına burnumu sıkıştırıp çekiştirdi. "Sen özlüyor musun abini yoksa?"
Küçükken de hep burnumu çekiştirirdi ve ben de bundan hiç hoşlanmadığım için bağırırdım. Bu kez gülerek kendimi geri çektim. "Azıcık belki. Sadece iş yükümü azalttığın için, seni sevdiğimi falan sanma da."
"İyi bakalım," dedi. "Az önce seni çantana saklama kabı sokuştururken gördüm. Muffinlerini kime götürdüğünü sorabilir miyim?"
"Hayır, soramazsın." Doruk'a pacman pastayı yaptığım gün, daha önce de onu muffin yapıp beklediğimi söylemiştim. Canı çekmiş olabilirdi. Olmasa bile, muffinlerime çok güvenirdim. Her denediğimde bir öncekinden daha güzel oluyordu. Kendimi tatlı konusunda geliştirmeyi seviyordum.
"Şanslı bir bey anladığım kadarıyla," diyerek bana takılmaya devam etti. Bu sırada açık kapıdan tezgâhın arka kısmından yüzü beş karış halde diğer tarafa geçen Taner'i gördüm. Bizi mi dinlemişti?
"Bilmem." Yanaklarım kızarmaya başlamadan ondan kaçmalıydım. "Belki."
Sırıtmaya başladı. "İlk buluşma falan mı?"
"Abi!"
"Tamam tamam, gelmiyorum üstüne." Çantamı masanın üzerinden alırken "Feyza," dedi daha ciddi bir sesle. "Ters giden bir durum olursa bir alo demen yeter, biliyorsun değil mi?"
Çevremde beni korumayı kendine görev edinen bu kadar çok insanın olması beni gülümsetti. "Teşekkür ederim." Ters giden durumları genelde kardeşi oluşturuyordu, bunu ona söylemedim. "Merak etmene gerek yok."
"Bu etmeyeceğim anlamına gelmez."
Bu sırada dışarıdaki kapı süsünün sesini duydum. Bir müşteri olduğunu sanıyordum ama Doruk'un ses tonunu anında ayırt edebildim. "Merhaba, kolay gelsin. Feza'ya bakmıştım ben ama."
"Burada," dedi Taner. Doruk ne kadar kibar sorduysa o bir o kadar kaba yanıtlamıştı. Üstelik beni çağıracağını ya da birkaç dakika beklemesini falan da söylememişti.
"Geldi galiba seninki," dedi Eren. Yüzünde yine o imalı gülümsemesi vardı ve benimkinin nasıl göründüğünü merak ettiğini gözlerinden anlıyordum. Benden önce mutfaktan çıkması da bunun doğru olduğunun kanıtıydı. Hemen arkasından ben de çıktım.
Saat yine 16.15'ti.
Doruk'un ela gözleri herkesi es geçip beni bulduğunda az önceki soğuk cevap üzerine gerilen yüz ifadesi anında ısınırken dudakları iki yana kıvrıldı. "Selam," dedi. Diğerlerini ilk defa gördüğü için biraz gergin olduğunu hissettim. Yabancı ortamları pek sevmiyordu anladığım kadarıyla. "Hazırsan çıkalım mı?"
Üzerinde oldukça bol, füme rengi bir hoodie vardı ve altına siyah bir kot geçirmişti. Kapüşonu yine kafasındaydı, yanakları ve burnu soğuktan olsa gerek azıcık kızarmıştı.
Rüyamda onu yine beni almaya gelirken görmüştüm. Kafede yalnızca ikimizdik, o bir kenara sinip beklerken ben ikimize kahve hazırlıyordum. Bir çift ela göz, üzerimden tek bir saniye bile ayrılmıyordu. Şimdi de öyleydi. Beni gördüğü an diğerlerine bakmayı kesmişti.
Midemde garip bir kasılma olduğunda "Tabii," dedim. "Evet, hazırım. Hazırım, çıkabiliriz."
Keşke parmaklarımı şıklattığımda Naz belirseydi de böyle kekelediğim anlarda omzumu sarsıp bana kendime gelmemi söyleseydi. Kalbimin bu kadar çırpınışına engel olabilirdi belki o. Belki bana bir yol gösterebilirdi.
Doruk kapıyı benim için açtığında tutup bekledi. Bu sırada başını omzunun üzerinden tezgahın arkasındaki Taner'e çevirmişti. Taner de ona kitlenmiş şekilde bakıyordu ve ikisi arasındaki bakışma uzayacağı sırada "Geç kalma," dedi arkamdan emreder bir sesle.
Eren, belindeki küçük havluyu tutup onun omzuna doğru savurdu. "Sana ne? Karışma kıza." Ardından bana göz kırptı. "Bakma sen bu deliye. Takıl kafana göre."
Ona el salladım, Taner'e bakmadım ve yeniden ilgimi Doruk'a vermeye odaklandım. Keyfim yerindeydi, keyfi yerinde olmalıydı çünkü İzmir'den bir galibiyetle dönmüştü. Şimdi de bana borcunu ödemek için bizi bir yerlere götürmeye gelmişti.
"Bu civarda fazla mekân bilmiyorum," diyerek başladı söze yan yana yürürken. Sesindeki gerilimi hissetmemek mümkün değildi. Sebebinin Taner olduğunu sormadan da anlayabilirdim. Benim de hiç tanımadığım bir insan gözlerini üzerime o şekilde dikse ben de gerilirdim. "Ne yapalım istersin?"
"Hemen dönmen gerekiyor mu?" diye sorduğumda dilini damağına vurdu. "O zaman deniz kenarına inelim mi? Biraz otururuz."
"Kahveleri de o taraftan mı alırız?"
"Aslında çay yaptım ben bize." Onu beklerken kendimi oyalamak için elime termosumu almış, içini ağzına kadar doldurmuştum. Kolumda sallanan çantanın içinden nelerin çıkacağını beni yeterince tanımadan tahmin edebilmesinin imkânı yoktu.
"Zahmet etmeseydin," dedi mahcup bir şekilde. Benim işim buydu, ekstra bir zahmete girdiğim söylenemezdi ama Doruk onun için yapılan her küçük şeye çok kıymet veren biriydi sanırım.
"Sadece çay da yapmadım hem." Sesimdeki hevesi bastıramadan içimden geldiğim gibi konuşmaya başladığımı sonradan fark ettim. "Çantamın içi erzak dolu şu an. Hiçbir yere gitmemize gerek yok. Üşümem dersen denize inelim, bir yer bulur oturur orada yer içeriz ama toksan ya da tatlı sevmiyorsan bunu yapmamıza gerek yok. Açsan da bir lokanta var mahallede bildiğim, seni oraya götürebilirim. Aa, kol saatini keşke verseydim bu arada. Hiç aklıma gelmedi. Dönüp alayım mı Visal'den?"
Doruk elleri ceplerinde, bakışları adımlarında, tam yanımda yürüyordu ve yüzünde içten bir gülümseme vardı. Çok konuşuyor olsam da bundan şikayetçi durmuyordu. "Sonra alırım," dedi yine. Midemdeki o kramp yeniden ben buradayım dedi. Tekrar gelebilmesi için bir bahane bırakıyordu bana.
Kaptırma, dedim. Kafamda kuruyordum. Geri dönmeye üşenmiş olması da muhtemeldi. Olayları istediğim şekilde yorumlamayı acilen bırakmam gerekiyordu.
"Çantan ağır mı?" Kaşlarımı çatarak kafamı kaldırdım ve boynumun tutulması pahasına gözlerine baktım. "Erzak dolu dedin ya, çok ağır mı?"
"Hayır, o kadar değil." Nezaketinin gerçek olduğuna inanması zordu benim için. İzlediğim dizilerden ya da okuduğum kitaplardan fırlamış gibiydi. "Nasılsın?"
Bir an duraksadı. "İyiyim şimdi," dedi bu her şeyin cevabıymış gibi. Yeniden boynumu ona doğru çevirdim yan yana yürümeye devam ederken. Toplu taşıma kullanmamız gerekiyordu, bu yüzden duraklara giden yolun üzerindeydik. "Moralim biraz bozuktu, sana bu yüzden geç döndüm. Umarım başka bir şey düşünmemişsindir."
"Adımı unuttun sandım," dedim ciddi bir şekilde. "Kendimi çocukken birlikte uyuduğumuz ama büyüyünce artık yüzüne bakmadığımız o oyuncak ayı gibi hissettim, her şeyin bir zamanı varmış da benim zamanım çoktan geçmiş gibi."
Doruk bu kez dalga geçiyor olduğumu fark edebildi ve sesli bir şekilde gülmeye başladığında karnımın içinde bir şeylerin tepetaklak olduğunu hissettim. "Ben böyle yapmam," dedi. "Oyuncaklar zamansızdır, o anlattığın ayı şimdi yeğenimin uykularına eşlik ediyor ve ablam ne zaman onu görse benim onun ilk bebeği olduğumu hatırlıyor."
"Ablan harika bir kadın," derken buldum kendimi. Enerjisini hatırlamak bile yüzümü güldürmeye yetmişti ve kucaklaşmasının sıcaklığı hâlâ kollarımdaydı.
"Öyledir." Bakışlarına bir anlığına oturan ifadeye hüzün diyebilirdim. Dalgınlıkla çevrelendi göz bebeklerinin etrafı ve bir çocukluk anısının içinde olduğunu anlayıp sessiz kaldım. "Ablam olmasaydı bugünler bir hayal bile olamazdı benim için."
"Yaa..." Yan yana turnikelerden geçerken Doruk göz ucuyla abonmanımda kalan basım sayısını kontrol etti. Kendi kendime gülmeye başlayıp sanki çok önemli bir sırmış gibi gizlemeye çalıştım.
Yanımda yürümeye devam ederken "Yine benden konuştuk," dedi. "Sen neler yaptın, neler yapıyorsun?"
"Visal aşağı Visal yukarı." Güldüm. "Ben sıkıcı biriyim, ne zaman sorsan aynı cevabı alırsın benden."
"Sen mi sıkıcı birisin?" Yüz ifadesinde hayret vardı. "Kendini pek tanımıyorsun sanırım."
"Öyle deme. Ben sabahtan akşama kadar kahve yapıp tatlı satarken sen İzmir'e uçtun geri geldin."
"Aslında bu da benim rutinim." Kaşlarımı kaldırıp başımı gökyüzüne doğru çevirdim. Ancak böyle göz göze gelebiliyorduk çünkü. "Basketbol aşağı basketbol yukarı."
"Sıkılıyor musun?"
"Yaptığın iş seni sıkıyor mu?"
"Hayır aslında. Hâlâ her gün koşa koşa geliyorum."
"Ben yürüye yürüye gidip sahada koşmayı tercih ediyorum tabii." Gülmeye başladım ikimiz yan yana durakta dikilirken. Sırtını bir kolona yasladığı için boy farkımız biraz azaldı. Daha fazla yaklaştı gözlerimin hizasına. "Yeni birilerini mi işe aldınız?"
Başından beri konuyu buraya getirmek istiyor olduğunu hissettim. "Hayır, onlar Firuzan Hanım'ın oğulları. Yani patronumun. Birlikte büyüdük sayılır. Annem de burada çalışıyordu benim eskiden."
Gereksiz detaylara boğuyordum onu. Neyse ki henüz TC kimlik numaramı vermeye kadar gitmemişti mevzu.
"Aa," dedi samimi bir ilgiyle. "Aile işletmeniz mi orası sizin?"
"Yok ama annem de gençliğini orada geçirmiş. Babamla bile orada tanışmışlar. Sonra tabii çocuklar yüzünden biraz uzaklaştı ama hep bir eli Visal'deydi aslında."
"Kaç kardeşsiniz?"
"Dört," dedim. "Ben en büyükleriyim."
Birlikte metrobüse bindiğimizde iki koltuğu yan yana boş bulmamız kıyametin yakın zamanda kopacağına dair bir işaret olabilirdi. Doruk en tepedeki demire tutunup geçmem için bir işaret verdi ve cam kenarına ben oturdum. Ardından yanımdaki yerini aldığında omzum omzuna temas ediyordu. Kolumun uyuşmaya başlaması garipti.
Bacakları oturduğumuz yere zor sığıyordu. Bu beni az daha güldürecekti. "Bir araba almalısın artık."
"Gelir elbet zamanı," diye karşılık verdi. "Ne demiştin? Yukarıdan penceresi olan siyah bir araba mı yakışırdı bana?"
"Sunroof!" diye düzelttim ondan öğrendiğim bilgiyi ona satarak. Gözlerimin içine bakıp gülümsediğinde kucağımda kabarık duran çantama sıkı sıkı sarıldım. Nefesimi tuttuğumu o yeniden önüne dönünce fark ettim.
Bir süre ne konuşacağını bilemeyen iki insanın yaşadığı türden bir gerginlik aramızda oturdu. Ben açacak konu düşünürken onun telefonu çalmaya başladı. Hafifçe doğruldu, cebine uzandı ve göz ucuyla ekrana baktığımda arayanın imzayı attığı gün yanında oturduğum çocuk olduğunu fark ettim.
"Pardon," dedi Doruk, bana dönerek. "Açsam sorun olmaz değil mi? Neymiş derdi öğreneyim."
"Yok." Tek bir kelime bile zar zor döküldü ağzımdan. "Aç tabii. Niye sorun olsun?"
Yeniden gülümsediğinde çantama daha sıkı sarıldım. Kelebekleri hissediyordum, kuşları, börtü böceği. Kanatlı kaç canlı varsa gökyüzü yerine midemin içini seçmişti uçuşmak için. Bu hissi sevmiştim ama aynı zamanda bu histen rahatsız da olmuştum.
Hayır, dedim. Hayır, hayır, hayır. Sadece herkes gibi gülümsüyor, böyle olmamalı.
Herkes gibi değildi.
Ben galiba aklımı kaybediyordum.
"Söyle Bekir." Karşıdan gelen sesi dinledi. Doruk'un yan profilini izlerken yakaladım kendimi ve başımı hızla camdan dışarı çevirdim. Bir durakta durduk, içeri insan sürüsü doldu ve odağımı onlara vermeye çalıştım ama gözlerim dönüp dolaşıp Doruk'ta kalıyordu. "Yok," dedi. "Başka zamana sözüm olsun. Bugün evde değilim."
Nedensizce kırılmış hissettim benden bahsetmediği için.
"Feza'ylayım," dedi sonra. Kelebek ya da kuş değildi bu seferki, belki bir dinazordu içimde tepinmeye başlayan. "Evet." Güldü. "Aynen, o kız." Göz ucuyla bana baktığında gözlerimi ona dikmiş olduğumu görünce dudakları daha fazla iki yana kıvrıldı. "Selamı var sana."
"Ay," dedim panikle. "Evet evet. Çok selam söyle." Gözlerimi çabucak kaçırdım yine.
"Tamamdır. Görüşürüz sonra. Uzatma la. Kapat hadi." Yeniden bana döndü. "O da sana selam söyledi."
"Bir planınızı mı bozdum?"
"Hayır," dedi hızlıca. "Bugünü sana ayırmıştım zaten. Arada toplanıp konsol oyunu oynarız da müsait miyim diye merak etmiş."
Bana hiçbir açıklama borçlu olmamasına rağmen konuşmanın içeriğini anlatması tatlıydı. Hayır, tatlı falan değildi. Şu an yüzümü soğuk suyla foşur foşur yıkamak istiyordum. Bu beni kendime getirirdi. Deniz kenarına vardığımızda koşa koşa atlasa mıydım ki acaba denize? Anca öyle düzelecek gibiydim.
"Anladım." Neyi anlamıştım fikrim yoktu. "Çok samimi biriydi. On yıldır beni tanıyor gibi davranmıştı imza gününde."
"İyi çocuktur," dedi bir kaşını kaldırıp. "Hoşlandığı biri var ama."
Bu alakasız bilgi karşısında anlık olarak akıl tutulması yaşadım. İmalı bakışlarıyla birlikte aydınlandığımda ise gözlerim irileşti. "Ne? Hayır. Ben... Doruk!"
Küçük kahkahası bir şimşek olup göğsümde çaktı sanki. O an kanımın damarıma yaptığı basıncı hissetmeye başladım ve elimi rahatsızlık hissiyle boynuma götürdüm. İyi şeyler yaşanmıyordu.
"Ama," diye devam etti beni daha fazla utandırmak için. "Çevrem geniştir. Seçenek çok yani. Değerlendirmek istersen diye diyorum."
Ben dünyanın en geri zekâlı insanıydım çünkü kalbim kırılmıştı söylediği şeye.
"Saçmalıyorsun." Yüzümün düşmesine engel olmaya çalıştım ama her hissettiğimi yansıtan suratıma lanet ederken ne kadar başarılı olabildiğim muammaydı. "Hiç de böyle bir derdim yok benim. Gayet mutluyum yalnızlıktan."
"Bir ilişkin yok yani?"
"Yok," dedim somurttuğumu görmesin diye çantamın ipleriyle oynamaya devam ederek. "Birini ayarlamaya çalışmak için mi soruyorsun?"
"Aynen," dedi dümdüz bir şekilde. "Tabii. Ondan soruyorum."
"Sakın böyle bir şey yapmaya kalkma." Bu ihtimal beni çok utandırdı. Elinde fotoğrafımla salonda arkadaşlarını dolaştığını ve taliplerimi beklediğimi söylediğini canlandırdım kafamda. Hayal gücümün saçmalıklarından nefret ediyordum.
Parmakları çenemi kavrayıp yüzümü ona çevirmemi sağladığında "Feza," dedi tek nefeste. "Şaka yapıyorum."
Gözlerimi kırpıştırdım, göğüs kafesim kasılıp kaldı. Ona bakmayı sürdürürken yine nefesimi tuttum. Bir bana bir çeneme sardığı eline baktığında yeni fark etti ne yaptığını. Hızlıca temasını kesip yüzümü serbest bıraktı. "Böyle bir şey yapmayacağım tabii ki," dedi ama sesinde az önceki hareketinden dolayı küçük bir utanç sezdim.
"İyi." Başka bir tepki veremedim ve yolun kalanı için konuşacak bir konu bulamadık. Akan yolu izledim. O da aynı şekilde yanımda sessizce oturdu.
İneceğimiz durağa yaklaşınca ayaklandı. Yine en tepede, benim zıplayarak erişebileceğim demiri kavradı ve diğer eliyle bana yol verir gibi bir işaret yaptı. Kolunun altından hızlıca geçip kapıya doğru insan kalabalığını yararak ilerlemeye çalışacağım sırada bileğimi kavradı, bir adım önüme geçti ve o insan kalabalığını kendisi yararak beni peşinden kapıya sürükledi.
Metrobüsten aşağı atladığımızda duraktaki insan sürüsünü de aynı şekilde geçtik ve çıkış kısmına doğru yürümeye başladık. "Bir an inemeyeceğiz sandım," dedim o bileğimi bırakırken.
"Ben bu işte ustalaştım." İstanbullu herkes böyleydi zaten. Mesela Naz, hangi metro kapısının hangi çıkışa yakın olduğunu ezbere biliyordu. Böylece insan seline kapılmadan önce koşarak yürüyen merdivenlere ulaşabiliyorduk onunlayken.
"O boyla insanların üstüne yürüdüğünde ezileceklerinden korkup kenara kaçıştılar zaten."
Tepkim onu güldürdü ama karşılık vermeyi ihmal etmedi. "Bence patlamak üzere gibi duran şiş çantanın bırakabileceği potansiyel hasar yüzünden bize yol verdiler."
"Sana da iyilik yaramıyor." Omzumu çürütmeye başlayan çantamın sapını daha sıkı kavradım. "Oraya buraya para vereceğimize ben hallettim işte çayımızı tatlımızı. Ne var çantam azıcık şişmişse?"
"Biraz daha sinirlensene." Benimle dalga geçiyor ve bundan büyük keyif alıyordu. "Bakayım yüzüne. Sinirlenince kızaranlardan mısın?"
"Hiç hoş değil," dedim dilimi damağıma vurup cık cıklayarak. "Ben seni düşünüyorum burada. Galibiyet için kutlama yapacaktık, hazır pasta börekle mi yapalım? Ne güzel yaptım ben işte. Yok, bundan sonra tadı hiçbir şeye benzemeyen kahvelere para yatır sen. Cüzdanın kurusun. Bayat bayat tatlı kemir kuytu köşede tek başına."
Doruk bu halime kahkaha attı. Düşündüklerim dilimdeydi, akışa kapıldığımda sonu gelmeden konuşuyordum. Babam bu özelliğimi hep anneme benzetir ve ömrümü yedi ikinizin dili derdi. Böyle giderse Doruk'un da iki günde ömrünü yiyecektim.
"Ben kahve sözüm için gelmiştim, galibiyet kutlamasından haberim yoktu," dedi sonra. "Çünkü ben oynamadım hiç Feza. Sayı atmayı bırak, süre bile almadım maçta."
Zaten biliyordum ama o benim onu izleyebilmek için iki saat televizyon karşısına kitlenip kaldığımdan bihaberdi.
"Olsun. Sonuçta bu ilk maçındı ve galibiyetle başladı takımın. Nasıl başlarsa öyle gidermiş. Moralim bozuk demiştin, ondan mı bozuktu? Süre alamadın diye mi?"
Başını yukarı aşağı salladı. "Bazen sabırsız biri olabiliyorum." Bu onu üzmüştü. Hevesi kursağında kalmış olmalıydı ama gülümseyerek geçiştirdi ve bu konudan konuşmak istemediğini anladım. "Şu taraftaki banklara oturalım mı?"
Ona ayak uydurup hızına yetişebilmek için adımlarımı hızlandırdım. Önce o oturdu, hemen yanına ben iliştim ve kenara kayıp çantamı da ortamıza koydum. Sonra karşıya diktim gözlerimi. Ayağımla yerdeki taşı sağa sola sürüklerken bir yandan da parmaklarımı anlamsızca bacağımın kenarına vuruyordum.
Doruk yine güldü. "Çatlayacaksın resmen." Kaşlarımı çatarak ona döndüğümde gözleriyle çantamı işaret etti. "Aç hadi, yiyelim. Aklın orada kalacak yoksa."
"Hayır," dedim. "Sen hiç hevesli değilsin. Acıktığın zaman yeriz."
"Feza..." dedi bir anda ve adım belki de ilk kez bu kadar güzel geldi kulağıma. "Hevesli olmaz olur muyum? Sadece görgüsüz gibi saldırmak istemediğim için kendimi frenliyorum."
"Şu an kırılmayayım diye böyle söylüyorsun."
"Kırıldın mı?" dediğinde bana doğru yanaştı yüzü biraz. Gözlerimden anlayabilecekti sanki hislerimi. "Özür dilerim," dedi hızlıca. "Ben pek alışkın değilim. Yani, benim için bir şeyler yapılmasına. Şaşırıyorum o yüzden. Bence bir kutlamayı hak etmiyorum ama sen böyle uğraşınca... Şey oldu işte. Hadi aç çantanı, hepsini yiyeceğim bak. Pac-man pastanın tadı damağımda hâlâ."
Kendini açıklama çabasına artı puan vermiştim yoksa kolay kolay açmazdım çantamı.
Tabii ki bu yalandı. İlk çantamı açmamı söylediğinde bile fermuara atılmamak için zor durmuştum.
"Bence sen kendine çok yüklenen birisin." Çantamın içinden iki farklı saklama kabını çıkarıp üst üste aramıza dizdim. "Her şey çok çabuk olsun istiyorsun." Elimi termosa attım. "Daha ilk maçtan karalar bağlamanı anlamsız buldum." Küçük kağıt bardakları da çıkarttım kenardan. "Sonuçta lig bitmiyor ya. Oynarsın daha. Ne bu hemen depresif hallerin böyle? Kutlamayı hak etmedimler falan... A takıma yükseldin sen. Hem bu maç Ivan Reyes de oynamadı, o da mı kötü oyuncu? Hayır, hiç de değil. Aksine çok tecrübeli."
"Sen Ivan abinin oynamadığını nereden biliyorsun?"
Aferindi bana. "Babamdan," dedim hemen. "Babam çok sıkı bir Efes taraftarıdır. O söyledi."
"Eve gittin ve baban seni görüp Ivan bugün Karşıyaka maçında hiç süre almadı mı dedi?"
"Evet?" dedim neyini sorguladığını hiç anlamamış gibi. "Sen bilmezsin babamı. O böyle konuşur hep. Evladı gibi sever sizinkileri, hangisinin kaç dakika süre aldığını ezbere bilir."
Aslında oldukça doğruydu söylediklerim. Bir problem göremiyordum. Bence inandırıcıydım.
Saklama kabını açmadan önce o kağıt bardakları tuttu ve ben de çayları koydum. "Ben normalde bu kadar tatlı tüketmemeliyim," dedi çayını bacağının diğer tarafından banka bırakırken. "Ama senin getirdiğin herhangi bir tatlıyı reddedebileceğimi sanmıyorum."
"Özel bir diyetin mi var?" diye sorduğumda başını salladı. Daha önce hiç sporcu tanıdığım olmamıştı. Böyle şeyleri öğrenmem gerekiyordu. "Ufacık tadına bak o zaman," dedim ama sesimde bile isteksizlik vardı. Yaptığım şeylerin insanlar tarafından takdir edilmesini çok severdim ve bunu tek bir lokmayla yapması mümkün değildi. "Tamamen mi yasak tatlı ya? Öyle hayat mı olur?"
"Hayır tabi," dedi. "Sadece beslenmeme biraz dikkat etmem gerekiyor. Çok fazla protein tüketiyorum mesela."
"Aa, kasların için mi?"
Sanki çok önemli bir şeyi keşfetmişim gibi çıkan sesim dudaklarının iki yana kıvrılmasına sebep oldu. Yanımdayken çok fazla gülümsüyordu. "Evet, o yüzden."
"Yaşına göre fena değilsin sanki?"
Evet, konuş bakalım basketbolcuların kas yapısı profesörü seni.
Düşünüyormuş gibi kollarına doğru indirdi gözlerini. Hoodiesi bol olduğu için kol kasları görünmüyordu bile ama refleksi tatlıydı. "Yani," dedi emin olamayarak. "Sağlam çalışıyorum iyi bir fizik için."
Hakkını veriyorsun diyecektim ki bu sefer kendimi tutabildim. O da geçiştirircesine elini sallayıp "Saklama kaplarını açabilir misin artık?" dedi. "Tatlılarıma kavuşmam gerek."
"Az yiyeceksin ama."
"Seni yanlışlıkla kırdığım için cezalandırıldım mı?"
"Hayır, diyetisyenine hesap vermekle uğraşamam."
"Salla diyetisyenimi, tatlımı istiyorum."
"Küçük böleceğim ve sen de ucundan tadına bakacaksın."
"Dilimi eşek arıları soksaydı da söylemeseydim Feza. Abartıyorsun. Antrenman çıkışı baklava gömdüğümüz oluyor bizim. Ne olacak birkaç gram şekerden?"
Gözlerimi kısıp doğru mu söylüyor diye baktım. O da gözlerini kısarak karşılık verdi. Bir süre sessizlik oldu ve o sessizliği göz renginin ne kadar güzel olduğunu düşünerek geçirdim. "Al madem," dedim nihayet ikna olduğumda. Koyu gri kabı ona doğru uzattım ve açmasını beklemeye başladım.
Kenarlarını kaldırdı, sonra yavaşça kapağı çekti ve kremaları biraz birbirine karışmış muffinleri gördü. "Bunların ismi Gece Yarısı," diye açıklamaya başladım. "Yaban mersini var içinde, biraz da renklendirici." Mavi ve lacivert krema normalde olması gerekenden daha fazla birbirine karışmıştı. Dalga görüntüsünün yanı sıra o mükemmel girdap şekli de yerini duvara çarpmış bir domatese bırakmıştı sanki. "Normalde daha güzeller," dedim hemen. Beğenmemesinden korkmuştum. "Küçük süslemeler de dağılmış. Of, çok sarsmışım. Hiç planladığım gibi olmadı." Kabın bir köşesini tuttum. "Yeme sen bunu."
"Ne?" dedi ve kabı kendine doğru çekiştirdi. "Gördüğüm en güzel muffin!"
"Dalga geçiyorsun, hiç de öyle değil." Kabı bu kez iki elimle çektim. "Belki diğeri daha düzgündür, onu yersin. Bunların ağzı yüzü kaymış, benim olsunlar."
"Saçmalama." Oyuncağını paylaşamayan iki çocuk gibi ettiğimiz kavganın sonunu onun benden bir tık sert şekilde kabı kendine çekmesi sonlandırdı. "Bunu da yerim diğerini de yerim. Dalga geçmiyorum. Tatlarının güzel olmama ihtimali yok, sadece metrobüse bindiler o kadar. Metrobüste benim bile ağzım yüzüm kayıyor."
Bozulan moralimi suratı düzeltti çünkü söylediklerinde samimiydi. Pes edip diğer kaba uzandım ve korkuyla araladım. Turuncu muffinlerimin de kremaları kabın köşelerine bulaşmıştı. "Bu da Gün Batımı," dedim. "Ama yeni ismine Hüsran diyebiliriz bence. Üzüldüm."
"Üzülme." Muffinlerden birini alıp tek lokmada ağzına tıktı. Gözlerim kocaman açılırken şaşkınlıkla ona baktım. O da yaptığı hamleye en az benim kadar hazırlıksız yakalanmıştı.
Ağzının kenarlarına bulaştırdığı kremayla ve şiş yanaklarıyla keki yutmaya çalışırken çantamın içinden görünen ıslak mendile uzandı. Çiğnedi, yutkundu, ıslak mendille dudaklarının köşelerini sildi ve yanakları kızarırken, "Yavaş ol öküz," dedi kendi kendine. "Al işte Feza. Frenlerimi bozdun. Ben dedim sana görmemiş gibi yerim kendimi kontrol edemezsem diye." Bir köşesi maviye boyanan ıslak mendili çekip yüzünü bana yaklaştırdı. "Ağzımda bir şey kalmış mı? Az önceki görüntü kirliliğimin kusuruna bakmazsın umarım."
Dudaklarına baktım. Krema yoktu. Rengi koyu bir kırmızıydı. Ağız yapısı oldukça hoştu. Dişleri düzgündü ve bir reklamda kolayca oynayabileceği beyazlıktaydı. Üst dudağı ve alt dudağı birbirine orantılıydı. Üst dudağıyla burnu arasındaki çukur ise sanki üzerine parmakla basılmış bir hamur gibi derindi. "Ay yok," dedim gözlerimi hızla kaçırırken. "Kalmamış. Ne kusuru? Beğendin mi sen onu söyle?"
"Bayıldım," dedi düşünmeden. "Yumuşak bir hissi var, çok hafif. Kaba bu kadar sığdırabildiğin için şanslıyız çünkü arka arkaya kırk tane yiyebilirim gibi geldi."
"Şeker komasına girersin ki."
"Bu gidişle gireceğim zaten."
Duraksamadan Gün Batımı ismini koyduklarımdan birini alıp bu kez ısırarak yemeye başladığında ben de Gece Yarısı'nı aldım elime. Diğer elimde de çayım vardı. "Bunda ne var böyle? Bir farklı, çözemedim." Kekin sağını solunu çevirdi. "Portakal parçacıklarını seçebiliyorum ama kekinde de bir şey var gibi."
"Havuç," dedim. "Havuç, tarçın ve portakal doğru kullanımda birbirine çok yakışıyor bence. Muffine pek havuç koymazlar aslında, ben bunun benim tarifim olduğunu sanıyordum uzun süre hiçbir yerde görmediğim için. Bence çok güzel oluyor ama ilk yaptığım gün pek satmadı Gün Batımı. Sonra o gün Firuzan Hanım geldi. Firuzan Hanım benim patronum bu arada. Gerçi bunu söylemiştim zaten."
"Ee," dedi ağzında yine koca bir lokma varken. Çay alarak yutkunuşunu kolaylaştırdı ve gözlerimin içine baktı. "Sonra?"
"Geç bir saatti. Normalde yaptığım tatlılar pek o saate kalmaz. Ben de kalanları eve götürecektim. Bir kutuya dolduruyordum. O kadar çok kaldığını görünce bunu bir daha yapma istersen dedi bana. Ziyan olmuş baksana dedi. Öyle işte. Ben de o günden beri hiç yapmamıştım. Bugün yine yaptım ama az yaptım ziyan olmasın diye. Bence insanlar havuçla portakalı pek yakıştıramıyor kafasında, o yüzden de yeni bir lezzet denemek istemiyorlar ama güzel olmamış mı? Ben çok sevmiştim."
"Yediğim en iyi muffin."
"Gece Yarısı da diğerleri için öyle sanırım. Kutu kutu satışını yapıyoruz bazı günlerde. Ama bir tek ben Gece Yarısı diyorum tabii. Firuzan Hanım kağıttaki isme blueberry yazmamı söylemişti. O yüzden blueberry muffin olarak sipariş ediliyorlar. Gün Batımı da keşke Sunset olarak sipariş edilse ama onu da satmaya kalksak adını havuçlu portakallı muffin koymak ister dümdüz. Bunu düşünmeme gerek yok çünkü satmıyoruz."
"Anladım," dedi. "Yani sen üretiyorsun ama isimlerine patronun mu karar veriyor?"
"İyi ki öyle yapıyor," dedim. "Bana kalsa bir milyoncu gibi her telden çalardım, o bir düzene uyduruyor dükkânı."
Kaşla göz arası önümdeki kabın boşaldığını gördüğümde gözlerimi ona çevirdim. Ben konuşup dururken dördüncü keki de midesine göndermişti. Yüzünde hoşnut bir ifade vardı. Asıl beni şaşırtansa Gece Yarısı'nın değil Gün Batımı dolu kabın bitmiş olmasıydı. "Biraz daha yüzüme öyle bakarsan," dedi gülerek. "Gün Batımı'nı sevdiğimi anlayabilirsin."
Gün batımı onun ela gözlerindeydi.
"Sevindim," dedim saçma sapan bir telaşla. "Beğenmene yani."
"Yetmedi ama." Gece Yarısı kabından bir tane kek alıp bana uzattı. "Bu senin olsun. Kalanları da ben yiyeyim mi?"
"Tabii," dedim. "Bitirmek için kendini zor-"
Bir taneyi yine bütün yuttu.
"Doruk, boğulacaksın." Gülerek elindeki kabı çektim kucağıma. "Sakin sakin yemeni sağlamazsam sana Heimlich manevrası yapmak zorunda kalacağım."
Kabı kendi kucağına koydu yeniden ve ciddi bir şekilde "Anlaşma yaptık," dedi. "Sen bir tane yiyeceksin, ben de kalanını."
"Kaçmıyor. Yavaş ye."
"Ya kaçarsa?" Kafasını diğer tarafa doğru çevirip bir tanesini daha bütün ağzına attı. Hem yaptığından geri kalmıyordu hem de onu şiş yanaklarıyla görmemden çekiniyordu. "Sen beceriyorsun bu işi," dedi sonra. "Yaşına göre fena değilsin sanki?"
Beni alaya aldığı için hafifçe kolunu ittim. "Kötüsün."
"Sen mükemmelsin," dedi karşılığında. "Yeniden satışı düşünmelisin çünkü gerçekten çok güzel olmuş iki çeşit de. Bana ilk maçtan karalar bağlamamı söyleyen sen neden ilk satıştan sonra hemen vazgeçtin?"
"Benim hevesim çok çabuk kırılıyor ya. O gün Firuzan Hanım ilk kez görmüştü o tatlıyı ama tadına bakmak yerine bir daha yapmamamı söylediğinde bitti benim için bu yeni deneyim. Zaten pek tercih edilmedi diye üzgündüm yani. Gerek yoktu öyle davranmasına." Gecenin devamını hatırladığımda sırıttım. "Ama Fırat var ya, tek lokmada yuttu hepsini. Senden bile beterdir o. Bir de benim modum düşükse hemen anlar, şebekliğe başlar. Tüm gece övdü de övdü."
Ağzına götürdüğü lokma dudaklarının birkaç santim ötesinde havada kaldı. "Fırat kim?"
Çocuk soy ağacımı nereden bilsindi? Ferdi bile daha kardeşlerimin isimlerini birbirine karıştırıyordu. "Erkek kardeşim," dedim. "Liseye gidiyor. Tam bir ergendir."
"Yaa..." dedi. "Peki diğerleri?"
"Diğerleri?"
"Dört kardeşmişsiniz ya."
"He..." Çocuğa fazla doğal davranmaya başlamıştım. Hemen toparladım kendimi. Elimdeki tek muffini bitirip sorusunu cevaplamaya giriştim. "Fırat benim bir küçüğüm, 16 yaşında. Ferda da ondan bir yaş küçük ama ikisi aynı anda okula başladılar. İkisi de lise bire gidiyor. Ferda küçükken çok cılızdı, babam hep bu kız yolda yürürken bile uçar diye korkardı. Okula göndermeye yüreği el vermezdi. Sonra Fırat'ı bir sene geç yazdırdılar, Ferda'yı korusun diye. Fırat kendini bile koruyamıyor halbuki. Birinci sınıfta dudağını kale demirine çarpmıştı. Ay ben ne çok konuşuyorum Doruk ya."
Doruk, deniz manzarasına bakmak için bile ayırmıyordu gözlerini benden. "Anlatan memnun, dinleyen memnun. Çok konuşmanda sakınca görmüyorum Feza."
"Okuldayken tip tip bakarlardı bazen. Suratlarına çakasım gelirdi."
"Sallasana, lisede herkes birbirine tip tip bakar. Ergenliğin nirvana yılları. Hepsi kendini bir şey sanıyordu."
"Doğru," dedim. "Neyse. Furkan var bir de. O sürpriz oldu bize de. Beş yaşında. Küçükken benden başkasında uyumazdı, şimdi eskisi kadar pas vermiyor sıpa."
"Küçücük." Gözleri parlıyordu. "İki tane yeğenim var benim de." Instagram'ında görmüştüm ama hiç haberim yokmuş gibi merakla dinledim onu. "Furkan'ın fotoğrafı var mı?"
Ters Yüz filminde çocukları sevmek diye bir karakter olsaydı seslendirmesini Dorukhan Falay yapardı.
Hemen galerimi kurcalamaya başladım. Bu sırada denize bakmıştı o da, belki geldiğimizden beri ilk kez. Çok derinlere inmeme gerek kalmadan birkaç gün öncesinden ikimizin yanaklarının birbirine yapışık olduğu bir fotoğrafın onun olduğu kısmını büyüterek Doruk'a uzattım. Onun yaptığı ilk şey de Furkan'ın gözlerine bakabilmek için fotoğrafı daha fazla büyütmeye çalışması oldu ve sonra yanlışlıkla yanında benim görüntüm de girdi. Bu kez iki kez tıklayarak resmi küçülttü ve orijinal haline geldi karemiz.
"Saçları senin gibi aynı," dedi büyülenmiş gibi erkek kardeşime bakarken. "Gözleri o kadar güzel ki. Yanaklara bak. Ekranı ısıracağım şimdi."
"Ben çalıştığım için genelde eve döndüğümde uyuyor oluyor. Bu yüzden ben de kafasını ısırmamak için zor duruyorum burada."
"Maşallah," dedi. "Çok tatlı. Çok tatlısınız."
Telefonu elinden alırken dilim tutulduğu için bir şey söyleyemedim ama o, kendi telefonunu çıkarıp birkaç saniye sonra bana uzattı. "Bunlar da ablamın ufaklıkları."
Pembe elbise giymiş bir kız çocuğu Doruk'un omuzlarında oturuyordu. Elindeki pembe yıldızlı tacı onun kafasına geçirmişti. Erkek çocuğu ise kucağındaydı. Doruk onun ellerinin üzerinden bir joysticki kavramıştı. İkisi oyun oynuyorlardı sanırım. "Bu Esin," dedi. "Bu da Alican."
"Tiplere bak." İstemsizce uzattım kelimeleri. "Esin'in elbisesini çok kıskandım şu an."
"Tam bir süslü ya, her gittiğimde oje sürdürüyor bana. Kolyeleri de var bir sürü. Benim için de yapıyormuş. Boncuklu bir bileklik yapmış en son. Biriktiriyorum hepsini."
"Çok tatlısın." İmdat. "-Iz. Siz ne kadar tatlı çıkmışsınız bu fotoğrafta böyle."
"Teşekkürler," dedi kibarca. "Biraz esmeye başladı. Üşümüyorsun değil mi?"
Bedeni yanımda öyle büyüktü ki acaba bana değecek rüzgarı engelliyor olabilir mi diye düşündüm bir süre. "Yok," dedim. "İyiyim ben."
"Bu arada sizinkilerin F takıntısı nereden geliyor?"
Bu detayın gözünden kaçmamış olması beni güldürdü. "Babamdan kaynaklı. Adı Feyyaz Falez. Bir FF geleneğidir senelerdir geldi gidiyor. Kulağına hoş geliyormuş, öyle diyor. Benim adım konusunda inatlaşıp karar veremediklerinde ben ailemin üç F'li tek kişisi olmuşum. Halbuki biraz bekleseymiş Ferda'yı Feza yapabilirmiş babam."
"Yok ya," dedi bir süre düşündükten sonra. "Sen benim tanıdığım en Feza insansın."
Bu garip tanımlamaları bir tek ben yapıyor olamazdım, bu da ispatıydı. Ona sence de iki rakamı kadın, bir rakamı erkek değil mi demek yerine "Sen de benim tanıdığım en Doruk insansın," dedim.
"Han'ı pek yakıştırmıyor musun peki bana?"
"Çok Doruk'sun ya," dedim düşünmeden, sorgulamadan, yine aklıma geleni dilime dökerek. "Han da kötü değil asla. Ama Doruk'sun yani sen. Öyle alıştı ağzım. İstersen Dorukhan da diyebilirim tabi."
"Keyfin nasıl isterse."
Bir kez daha bakışlarımı kaçırmak zorunda kalıp boş kapları toparlamaya başladım. Biten çaylarımızı yeniden doldurduk ve biraz daha sohbet ettik. Eğer hava bulutlanmasaydı günbatımına denk gelecektik ama ne yazık ki karardı ve yağmurun yağacağının sinyallerini gönderdi. Biz de çok geç olmadan dağılma kararı aldık. Beni Visal'e geri bırakmayı teklif etti, ben ise Eren'in ettiği teklife kafamın içinde onay verip buradan direkt eve geçmeye karar verdim. Doruk yine durmadı, bu kez de evime bırakmayı önerdi. Bunu hızlıca reddettim ve on dakikalık bir inatlaşmanın galibi olduğumda bana bineceğim otobüs durağına kadar eşlik etti. Her şey için teşekkür etmeyi unutmadı beni uğurlarken.
"İyi akşamlar sayın Falez," dedi, ilk geceki son konuşmamız gibi.
İyi akşamlar yerine emin olmak ister gibi, "Görüşürüz Falay," dedim.
"Görüşürüz," dedi ve tüm yolu sırıtarak gittim bu tek kelime yüzünden.
Eve vardığımda normalimden epey erkendi, bu yüzden aile üyelerim tarafından şaşkınlıkla karşılandım. Uzun bir süre sonra hep beraber yedik akşam yemeğini. Bugünü özetlemem gerekirse huzur der, başka da bir şey demezdim.
Saat dokuzu çeyrek geçerken aynanın karşısında makyajımı çıkarıyordum ve arka cebimde duran telefonumun çalması beni şaşırttı. Başta Naz kritik yapmaya arıyor sandım ama hattın öbür ucunda Eren vardı.
"Selam," dedi. "Kusura bakma, rahatsız ediyorum. Az önce cuma günü için kırk tane Gün Batımı muffin siparişi aldık. Böyle bir tatlımız var mı bizim? Ona göreye arayan beyefendiye dönüş yapacağım."
Kendi yansımama baktım. Gözbebeklerim kocaman olmuştu. Kalbim kasıldı ve nabzımın arttığını hissettim. Dudaklarımda beliren o ışıltı saçan gülümsemeye inanamadım. "Evet," diyebildim zorlukla. Göğüs kafesimin delinmesi mümkün olsaydı kalbim aynanın yüzeyine fırlardı. "Cumaya siparişi alabilirsin. İyi akşamlar."
Yansımamdan gözlerimin içine bakarken buldum kendimi ve sözcükler, istemsizce bir mırıltı gibi döküldü dudaklarımdan.
"Feyza, işte şimdi yandın sen."
🏀🧁🏀
Doruk, Doruk, Doruk. Seni yazmayı ben çok sevdim.
Duyduğuma göre Dört Çeyrek'i dört kelimeyle anlatıyormuşsunuz bu satırda. Biraz da ben sizi okuyayım.
Bölümü sevdiniz mi? Favori anınız hangisiydi?
Yeniden görüşene dek kendinize çok iyi bakın. Beni Instagram hesabım azraizgunerden takip etmeyi de unutmayın. Kurgularım hakkındaki güncellemeleri oradan yapıyorum.
Her şey tamamsa, önümüzdeki cumaya kadar sipariş edilen muffinlerimizi pişirelim bakalım.
Teşekkürler ve tatlı günler!
O kadar tatlı bir çift ki şeker komasına gireceğim
YanıtlaSilEn fav şarkılarımdan biri olan İstanbul Beyefendisi Tam bu çift için yazılmış gibi O KADAR GÜZELLER Kİ ŞARKI TAM ONLAR BU KADAR OLR
YanıtlaSilBurada satır arası yorum yapılamıyor şimdiden wattpadi özledim :'(
YanıtlaSildört çeyreği değil ama bu bölümü "bu kadar erken bitemez" kelimeleri ile anlatabilirim ayayayayayayay çok tatlılar
YanıtlaSilFerdi ile yaşıtım ve şuan dokuza geçtiğimi düşündümde bir tık kabus gibi (11'e geçtim)
YanıtlaSilYa sen bide muffin siparişi veriyorsun ham yapayım senide gör artık sayın falay
YanıtlaSilCok tatlislar aglicam😍
YanıtlaSilDört kelimem: tatlis huzurlu eğlenceli safe place (hayır safe place 1 kelime.)
YanıtlaSilSoft tatlı huzurlu ve FF
YanıtlaSilDört kelime: Feyza Feza Falez Falay sjdjdjd (FFFF)
YanıtlaSilTam olarak bu wigdiwgduwgfywgfygwufgwjwg
SilÇok güzeller ya 🥺💗
YanıtlaSilKahve, Basket, Muffin ve Kol Saati
YanıtlaSilDoruk'un Feyza'nin ailesiyle tanışmasını okumak için sabırsızlanıyorummm
YanıtlaSilOkuduğum en tatlı çiftlerden
YanıtlaSilYeni bölümmm
YanıtlaSilYeni bölümmm
YanıtlaSilAGLICAM COK GYZELLDI
YanıtlaSilYeni bölüm ne zaman? :)
YanıtlaSilO kadar tatlısınız ki okuduğum en safe palace ilişki olabilir ❤️
YanıtlaSilYA BEN GÜNBATIMI MUFFİN OLMAK İSTİYORUM
YanıtlaSil