9. "İlk Maç"

Bölüm şarkısı:

Sezen Aksu, Kaçın Kurası

•🧁•

Otuz dokuzuncu Gün Batımı muffinin üzerini süslerken saat henüz yedi olmamıştı.

Üç saat mi uyuyabilmiştim? Dört mü? Umurumda değildi. Bu sabah Visal diğer günlerden daha erken açılmıştı. Siparişimi taze taze teslim etmekti niyetim. Doruk antrenmana geçmeden önce buraya uğrayacağını yazmış, yetişir mi diye sormuştu. Gerekirse hiç uyumayacağımı ona söylemek yerine mesajına bir onay emojisi göndermiştim.

Naz'a geçen gece olanların özetini bir telefon konuşmasıyla anlattığımda attığı çığlık yüzünden oda arkadaşı uyanmıştı.

Harika bir gündü.

Güneş daha fazla ışıldıyordu.

Güneş falan yoktu, hava yağmurluydu ama yemin ederim ki ben Güneş'in sıcaklığını tenimde hissedebiliyordum.

Küçük küçük kestiğim portakalları kremanın üzerine yerleştiriyordum. Normal zamanlarımın aksine bugün elim ayağıma karıştığından dağınık çalışmıştım. Arka fonda en sevdiğim playlistlerimden biri karışık çalda oynuyordu, mutfağımı dolduran şarkı Kaçın Kurası'ydı.

Kendi etrafımda dönerken elimdeki krema poşetini yanlışlıkla sıkıp birazını yere boca ettim.

"Ay," dedim sonra kendi kendime. "Üf, salak seni." Yeri silmeden önce küçük keklerimle ilgilenmeye devam ettim. Onları mükemmel görünümüyle sunmak istiyordum Doruk'a, geçen seferki Jerry'i kovalarken duvara çarpıp düzleşmiş Tom gibi çirkin bir krema faciası yaşansın istemiyordum. Visal'in renkli kutusuna özenle dizmeye başladım hepsini. Doruk'a mutlaka sarsmadan götürmesini tembihleyecektim.

Geçirdiğim olaylı geceyi unutuyor, sadece tatlılara odaklanıyordum.

O olaylı gece, Doruk'la buluştuğumuz güne aitti. Yalan söylemek zorunda kalmıştım. Söylediğim yalan, içimde bir huzursuzluk olarak yaşıyordu. Bir önceki akşam konuştuklarımızdan dolayı Fırat, bir daha ben gecenin bir yarısı eve Taner'le dönmek zorunda kalmayayım diye okul çıkışı Visal'e gitmişti. Amacı bana yardım etmek, kapanışta da birlikte dönmemizdi ama beni orada bulamayınca ve üstüne Eren de ona Naz'la dışarı çıktı yalanını uydurmak yerine bir arkadaşıylalar dediğinde olanlar olmuştu.

Neyse ki benim kafası az çalışan erkek kardeşim biraz mantıklı düşünebilmiş, ortalığı velveleye vermek yerine sessizce gecenin çökmesini beklemiş ve odama gelip hiç kimseye bir şey anlatmadan önce benimle konuşmak istemişti.

Eve geç dönmemiştim. O geldiğinde çoktan odamdaydım. Aman öyle Naz'la takıldık, demiştim telaşa kapılarak. Fırat kaşlarını kaldırmıştı. O çocuk molaya mı ne çıkmış, demişti karşılığında Taner için. Onu orada görseydim kahve makinesinin altına sokacaktım kafasını. Ayrıca sana da inanmıyorum. Diyelim Naz'la takıldın, ne diye işinize geri dönmediniz sonrasında?

Bir anda sana hesap mı vereceğim diye tepesine binmiştim. Kafanda saçma sapan bir şey kurup ona inanma.

Hem Taner'i hem de beni dükkanda görmemiş olmak onun aklını kurcalamıştı. Bunu söylemese de anlayabiliyordum. En sonunda ise her zamanki hınzırlığını yapıp olayları babama anlatıp başının etini yememi istemiyorsan üç beş bir şey ateşle o zaman, demişti. Sus payı istemişti benden.

Yüzümü buruşturup cüzdanımı karıştırırken hevesle gözlerini büyüten kardeşimin avuç içine 1 TL bırakıp kıçına tekme atarak odamdan onu kovmuştum. Fırat sert darbemle kendini kapımın önünde yere atmış, Furkan koşarak geldiğinde ise yüzünü ağlıyor gibi yaparak ablam bana vurdu demişti.

Ve canım kardeşim, içimin kelebeği Furkan, yumruk yaptığı küçük elini Fırat'ın omzuna indirmişti birdenbire. "Ablam vurduysa hakyıdır."

Onu düşünüp gülümserken yanına gitmek, biraz oyun oynamak istedim ama uzun bir günün ilk saatleriydi. Yüzümden uyku aktıkça kendime su çarpıyor, başımı pencereden çıkarıp soğuğun beni uyandırmasını bekliyordum.

Kutuyu hallettim, yerleri temizledim ve kollarımı sıvayıp bulaşıkları tek tek sudan geçirdim. Makineye atamayacaklarımı kenara ayrıştırırken son ses çalmaya devam eden şarkıya kısık bir sesle mırıldanarak eşlik ediyordum.

"Feza!" diye bir ses beni yerimde hoplattığında köpüklü elimi göğsüme bastırarak arkamı döndüm. Parmak ucunda yükselse kapının tavanına başı çarpacak olan Doruk, yüzünde derinden bir gülümsemeyle mutfağın bir adım dışında dikiliyordu. "Üçüncü seslenişimdi bu. Korkutmak istemedim."

Nereden edindiğimi bilmediğim bir alışkanlıkla aniden korktuğum için üst ön dişlerimi baş parmağımla yukarı doğru itmeye kalktım. Parmaklarımdaki köpük ağzıma girdiğinde yüzümü ekşitip dilimi dişlerimin arasına sıkıştırarak ağzımın içinden bir nefes üfledim. "Aa," dedim hemen. Ağzımın içinde acı bir tat kalmıştı ve giydiğim tişörtün önünde su lekesi duruyordu. "Selam! Hoş geldin."

"Su iç," dedi gülümsemeyi bırakmadan. Çocuğun gözlerinin önünde köpük yutmuştum. Ellerimi musluğun altına tuttuktan sonra kurulamadan bile önce saçımı düzeltmeye kalktım. Parmaklarımdaki damlalar tişörtümün üzerinde daha fazla lekeye yol açarken arkamın onu dönük olmasını fırsat bilerek yanaklarımı şişirip derin bir nefes verdim sıkıntıyla.

Boyuna da bosuna da bin Maşallah.

Sezen abla, diye bağırmak istedim. Ablam, biraz dur. Zaten ortalık karışık.

Gözlerimi Doruk'a çevirip kalçamı tezgâha yasladım. Elimdeki bardağı gözlerinin içine baka baka yudumlarken utancımı söndürmeye çalışıyordum. Bu sırada onu baştan ayağa süzmeyi de ihmal etmedim.

Altında siyah bir eşofman, üzerinde haki yeşili bir kapüşonlu vardı. Spor ayakkabıları grinin koyu bir tonuydu. Gülümsemesi ise gördüğüm en açık renkteydi. Saçları ıslandığı için rengi siyaha yakın görünüyordu. Dalgalar düzleşmiş, alnına doğru tel tel dökülmüştü. Onları eliyle geriye ittiğinde hacim kazanıp minik dalgalar halinde dikili kaldılar. Sonra Doruk bir kez daha parmaklarını içlerinden geçirip tutamları sağa sola dağıttı. "Günaydın."

"Günaydın!" Onun zor uyanan sesinin yanında benimki enerji saçıyordu. "Nasılsın?"

"Teşekkür ederim," dedi önce. "İyiyim, sen?"

"Ben de iyiyim. Çok acelen var mı?"

"Bir buçuk saatim var daha."

"Aa, tamam. Kutu şurada. Kırk tane. Biliyor musun, hiç beklemiyordum. Eren aradı söyledi, haberi bile yok böyle bir tatlı ürettiğimizden. Gerçi üretmiyoruz zaten. Ama yaptık bugün. Belki annesine söyler sipariş aldığımızı. Gerçi niye söylesin bilmiyorum. Ayakta kaldın. Otur lütfen, çok az bir işim kaldı. Şarkıyı da kapatabilir misin? Ellerim ıslak."

"Kalabilirdi aslında."

Konuştuklarımızın sadece son cümlesini seçip onu cevaplamak erkeklerin genetiğine işlenmiş bir özellik miydi?

Yanağındaki gamzeden gözlerimi uzak tutmaya çalıştım. "Kapat kapat, başını şişirmesin sabah sabah."

"Şişmezdi başım."

"Kapatsana Doruk."

"Keyfini bozmak istemiyorum Feza." Plastik bir kabın köpüğünü durulayan ellerim havada donup kaldığında omzumun üzerinden ona baktım. Kutunun olduğu masada, kenardaki sandalyeye oturmuştu. Telefonum bir karış uzağındaydı ama onu uzanıp almıyordu. "Çok güzel görünüyorlar ve açım. Takıma götürmeyi boş verip kırkını da ben mi yesem?"

"Aç mısın?" Sanki bana ölmek üzere olduğunu söylemiş gibi tepki vermiştim. Büyük tezgâhın köşesindeki poşetlere uzanıp içini kurcaladım. Henüz simitleri kesip içlerine peynir ve domates yerleştirmemiş olsam da dümdüz simitler de işimizi gayet görürdü. "Ben de açım." Ona sormadan önce iki simidi bir kağıda sarıp masaya doğru ilerlemeye başladım. "Kahvaltı yapacak kadar kalabilir misin?"

"Feza..."

"Şu kutuyu şöyle alayım." İri iri açtığı gözleriyle bana bakarken kutuyu özenle kapatıp bantladım, sonra dışarıdaki tezgâhın üzerine bırakıp geri döndüm. "Peynir de çıkaracağım şimdi. Çok toparlayamadım etrafı ama iş görür bu masa. Çay doldurayım bize, kuru kuru yemek olmaz."

"Hiç gerek yok."

"Ay emrivaki mi oldu sana böyle?" Elimi belime koyup bir anda düşündüm. "Hiç sormadım sevip sevmediğini. Başka bir şey ister misin? Pek seçeneğimiz yok ama ayarlarım hemen."

"Dur lütfen," dedi gözleri hâlâ kocaman açıkken. "Sabahın köründe yeterince uğraştın benim için zaten."

"Ama aç aç da antrenmana gidilmez ki."

"Salonda doyururum karnımı," dedi. "Sadece uyandığımda bir şey yemek istemedi canım. Hazırlanıp çıktım direkt. Erken zaten daha, illa yerim bir şeyler."

"Arkadaşlarınla kahvaltı planınız mı var?"

"Hayır ama-"

"Yani benimle yemek mi istemiyorsun?"

"Feza ben-" O oturuyordu, ben ayaktaydım ama gözlerimiz neredeyse aynı hizadaydı. Tuzağıma düştüğünü anlayınca mağlubiyetle eğdi başını. "Tamam, kahvaltı edelim." Ellerimi birbirine çarptım ama o kararlılıkla gözlerime baktı. "Ama ücretini ödeyeceğim."

"Bir tane simidin mi?" Dilimi damağıma vura vura buzdolabına doğru ilerlerken alayla, "Öde tabii," diyordum. "Bir simidi ödemezsen batar zaten bu dükkân. Mahvoluruz."

"Sırf seninle arkadaşız diye bedava hizmet almak beni rahatsız eder," dedi. "Hatta laf yapacağını bildiğimden muffinleri bile ödedim seninle görüşmeden önce."

"Bari indirim yapsaydım biraz."

"Zaten bu lezzet için o fiyat hak ettiğinden çok daha azıydı." Bana reddetme şansı bırakmadı çünkü yine gülümsedi. "Otur da hemen yiyelim. Aceleye getirmek istemiyorum ama antrenmana geç kalırsam topa tutarlar beni."

🧁

Ben ve Ferdi Sinan Erdem'de Efes maçındaydık.

Bana verdiği sözü tutmuş, evlerinde oynayacakları ilk maç için ikimize bilet almıştı. Sabah uyanır uyanmaz babamın gardrobundan Efes'in logosunu taşıyan kırmızı bir parçayı alıp çantama tıkmış, Visal'den ayrılmadan önce de onu üzerime geçirmiştim. Eren ve Naz, bu geceki kurtarıcılarımdı ve Ferdi beni her zaman döndüğüm saatte eve yetiştireceğine söz vermişti. Böylece bütün planlar yapılmıştı, şimdi ise yavaş yavaş dolan salonun içindeydim.

Oturduğumuz 303 numaralı tribün sahaya pek yakın sayılmazdı. Ön koltukların kombine olduğunu anlatmıştı Ferdi. Onların satışa sunulmadığını söylemişti.

Bana oldukça bol geldiği için eteklerini kot pantolonumun içine tıktığım kırmızı tişörtü düzeltirken saçlarımı da omzumdan geriye doğru attım. "Sence bugün oynar mı?"

"Gerçekten aklımdan geçeni mi söyleyeyim?" Başımı salladığımda hevesimi söndürdü konuşarak. "Bence oynamaz. Bir sonraki Süper Lig maçında oynamasını bekliyorum açıkçası, henüz Euroleague için ana karakter olacak kadar kanıtlamadı kendini."

"Ya..." dedim başımı anlayışla sallayarak. Doruk'un geleceğimden haberi yoktu. Ona söylememiştim. Olası bir hüsran durumunda, burada olduğumu bilmesine istemiyordum ama eğer Efes'teki ilk sayılarını kaydedişine tanık olursam mutlaka ona haber verirdim. Belki Ferdi beni otopark tarafına götürürdü, belki onu orada beklerdim karşılamak için. Bazı fanların fotoğraflar için orada pusu kurduğunu öğrenmiştim ondan. Belki biz de yapabilirdik.

"Şimdi oyuncular anons edilecek," dedi Ferdi maçın başlamasına birkaç dakika varken. "Önce Makkabi takımı." Oyuncular sahaya çıkmaya başladığında dolu tribünlerden gelen ıslık sesleri inletti etrafı. Ben sessizce oturdum, Ferdi de sessizce oturdu.

"Ee," dedim gülerek. "Spiker yok."

Ferdi dalga geçtiğimi anladığında hafifçe kafama vurdu. "Ben varım ya." Sonra omzuma heyecanla bastırdı. Evet, o bir Fenerbahçe taraftarıydı ama bu gece benim için Efesli gibi davranacaktı. İçindeki basketbol tutkusu buna izin verecek türdendi. "Şimdi ışıklar kapanacak, herkes flaşlarını yakacak ve Efes oyuncuları sahaya çıkacak sırayla."

"Biz de yakalım mı?" dedim ışıklar söndüğünde heyecanla ayağa kalkarken. Sonra etrafımda oturanlardan benden başka kimsenin ayağa kalkmadığını görünce geri oturdum. Bu sırada da telefonumu çıkarmıştım flaşımı yakmak için.

Ferdi de kendininkini çıkarttı ve tepedeki büyük ekranda her oyuncunun ismi sıra sıra belirirken salondan da senkronize gürültüler yükselmeye başladı.

0 Numaraaa, Alex Peterseeen!

2 Numaraaa, Emir Varajiiic!

3 Numaraaa, Thomas Zahoviiic!

6 Numaraaa, Paul Anthooony!

7 Numaraaa, Kaptaaan Ömer Baysaaal!

9 Numaraaa, Shaw Axeeel!

Onu televizyondan görmek ve canlı görmek kesinlikle farklı şeylerdi. En yüksek çığlığım ismini haykırırken çıkmış olmalıydı.

Fakat bu rekoru kırmam yalnızca iki saniye sürdü.

15 Numaraaa, Dorukhan Falaaay!

Ağzıma doğru yaklaşan bir kamera vardı. Ferdi telefonunu flaşını açmak için değil, beni kayıt altına almak için açmıştı.

17 Numaraaa, Korkut Dönmeeez!

22 Numaraaa, Oleg Miloseviiic!

28 Numaraaa, Mateo Moraaa!

35 Numaraaa, Ivan Reyeees!

Ve 44 Numaraaa, Nikola Boriiis!

12 kişilik kadro birbirine el çakışarak isimleriyle birlikte sahaya adımladılar ve hepsi sıraya dizildiğinde flaşlar söndü, salon aydınlandı. Takımlar karşılıklı olarak birbirlerine başarılar dileyip benchlerine geçtiklerinde heyecandan ellerim titriyordu. Sanki maça ben çıkacaktım.

"O kadar güzel ki!" derken buldum kendimi. "Hep bir ağızdan böyle isminin söylenmesi kim bilir nasıl bir duygudur."

"Kafanı ısıracağım böyle heyecanlanırsan," dedi Ferdi kolunu benim omzuma atarken. Kamerasını kapatmıştı. "Bu görüntüyü de ileride çocuklarınıza izletmeniz için saklayacağım."

Kolunun altından anında sıyrılıp onu bütün gücümle ittirdiğimde Ferdi az daha yanındaki seyircinin üzerine doğru gidecekti, neyse ki kendini kontrol edebilmeyi başardı ve kahkahalarla güldü bu halime.

"Normalde toplam kaç kişi Efes kadrosu?" diye sordum. Yirmi civarı kişiden maksimum on iki kişilik kadrolar oluşturulduğunu babamdan biliyordum.

"Dorukhan'la birlikte 18 sanırım," dedi. "Şimdi ilk beşler sahaya çıkacak ve lig marşı çalacak."

Beni adım adım bilgilendirişini sevmiştim. Bu sayede gerçekten de bir spikerin eksikliğini hissetmiyordum ama sanırım başına nasıl bir bela aldığından habersizdi. Artık bunu benimle sürekli yapmak zorundaydı. Her maça gelmemiz gerekiyordu.

İlk beşin içinde Doruk yoktu ama sürekli olarak gülümsüyor, arkadaşlarıyla konuşuyor ve yerinde duramıyordu. Belki de bana öyle geliyordu. Bir tek ona bakabildiğim için bir tek onun hareketlerini görebiliyordum. Belki de her oyuncu aslında aynı şeyi yapıyordu ama o an Doruk, Shaw'dan bile daha çok ilgimi çekiyordu.

Makkabi takımının ve Efes'in ilk beşleri sahanın ortasına geldiklerinde Euroleague marşı çalındı. Ardından anonsör, ilk sayıya kadar bütün salonun ayağa kalkmasını istedi ve Ferdi hemen bunun bir gelenek olduğunu açıkladı kulağıma. Oturduğumuz tribündeki herkes bu geleneğe sahip çıkarak ayağa kalktığında aralarına biz de katıldık.

Ferdi bıkmadan, usanmadan her şeyi bir çocuğa anlatır gibi anlattı bana. Maç kafa kafaya gidiyorken Shaw resmen şov yapıyordu. Onu kanlı canlı sahada koşarken izleyebilme şansına sahiptim ama gözlerim devamlı olarak benchte oturan Doruk'a takılıyordu. Doruk takımın her hücumunda heyecanla ayaklanıyordu. Bazen ona başka kimse eşlik etmese bile her üçlükte bir elini havaya kaldırıyor, heyecanla üç parmağını sallıyordu.

Maçta hiç süre almadı ama maçı yaşamayı son ana kadar bırakmadı. Dört çeyrek birbiri ardına aktı, Efes sahadan galibiyetle ayrıldı ve Doruk hepsi ortada toplanıp galibiyeti kutladığında da mutluymuş gibi yaptı ama soyunma odalarının olduğu kısma giderkenki yüz ifadesi ben eve varıncaya dek aklımdan çıkmadı.

Ona yazmak, nasıl olduğunu sormak, onu izlemeye geldiğimi anlatmak istedim fakat bunların her birinden birer birer vazgeçtim. Hevesi her seferinde kursağında kalıyordu ve bunu kimseye yansıtmamaya çalışıyordu. Mentaliyle bir savaş içerisinde olmalıydı ve bazı insanlar bence böyle anlarda yalnız kalmalıydı. Doruk bana o insanlardan biri olduğunun imajını veriyordu.

Eve Efes tişörtüyle girmem babamın ilgisini üzerime toplayacağından ceketimin fermuarını boynuma dek çektim fakat yakalanacak kimse yoktu ortalıkta. Herkes odalarına çekilmişti. Bugün erken yatmaya karar verip vermediklerini sorgularken mutfakta yanan davlumbaz ışığını fark ettim. Annem yemek masasına oturmuş, kendi evinde ve kendi mutfağında gizli gizli ekmek arası bir şeyler atıştırıyordu.

"Anneciğim," dedim başımı gülerek kapıdan uzatırken. İrkildiğinde hafifçe yerinde hopladı ve bu bana kahkaha attırdığında kimseyi uyandırmamak için elimi ağzıma bastırdım. "Ne yapıyorsun öyle?"

"Kız ödümü çıkardın." Baş parmağıyla dişlerini yukarı doğru itti ve derin bir nefes aldı. "Ne bileyim, acıktım. Akşamki yemeği çok beğendi bizimkiler. Onlar öyle aç gibi saldırınca bana pek bir şey kalmadı. Sen de kuru ekmek kemirmek ister misin benimle?"

"Acıkmadım aslında ben." Bir parça ekmeği daha koparıp ağzına attığında gülümsedim. "Çay varsa içerim ama."

"Demleyeyim mi? Yorgun musun çok?" Ekmeğini bir kenara bırakıp ocağın altını yaktı hemen. Safir rengi bilekliği bileğini çok zarif gösteriyordu. Saçlarını örmüştü, açık mavi pijama takımıylayken bile kusursuz görünmeyi nasıl becerdiğini bilmiyordum. "Üstünü değiştir de gel. Baban erken yattı, morali bozukmuş."

"Aa, niye?"

"Efes'te şu yeni çocuk oynatılmadı diye. O bir şansı hak etmiyorsa kim ediyormuş? Doğukan mı ne adı da."

"Dorukhan."

Net cevabımla annem elindeki çaydanlığı bırakıp omzunun üzerinden bana döndü. Bu sırada kendimden beklemediğim için ben de gözlerimi kırpıştırıyordum. "Nereden biliyorsun kız sen? Birken iki mi olacaksınız başıma?"

"Ay anne," dedim yakınır gibi. "Geçen gün röportajını izliyordu ya, oradan duydum işte."

Kötü hissediyordum, yalan söylemekten nefret ediyordum, neden yalan söylediğimi bilmiyordum. Annem anlardı, annem dinlerdi, annem bilirdi, o bana yol gösterirdi ama kendimi onunla böyle bir konuda konuşmaya hazır hissetmiyordum. Böyle bir konudan kastımın ne olduğunu da bilmiyordum.

"Taktı kafayı valla." Sandalyesine geri oturdu. "Fırat bozuldu en son, beni şu çocuk kadar umursamıyorsun diye. Bastı gitti odasına. Sonra her zamanki gibi Ferda'yla bağrıştılar, Furkan uyandı. Aldım Fırat'a verdim valla. Ona uyutturdum. Aman şişiriyorum başını da. İşten geldin yorgun argın, konuştum durdum."

"Evet, işten geldim." Çok büyük bir suç işlemişim gibi vicdan azabını iliklerime kadar hissettim. Annem sesimdeki garipliği fark etmiş olacak ki kaşlarını kaldırdı ama hemen bir adım geri çekilip ara yerin karanlığına gizledim kendimi. "Üstümü değiştireyim de geleyim. Çok yorgunum ama sohbet edelim. Sen alırsın yorgunluğumu benim."

"Var bir haller sende."

"Aa," dedim kendime şöyle bir bakarak. "Ne hali olacak canım?"

"Anlayamadım orasını henüz."

"Her zamankinden farkım yok aslında."

"Var gibi."

"Yok yok." Kaçarcasına çıktım ara yere. "Ekmeğini ye sen. Ben gelirim şimdi."

Üzerimi değiştirip geri gittiğimde annem sessizliğin tadını çıkartmakla meşguldü. Nasıl bir fırça çektiyse Ferda ve Fırat'ın çıtı bile çıkmıyordu odalarında. Ben de ona çay içerken aynı sessizlikle eşlik ettim. "Nasıl Visal?" dedi en son özlem dolu bir sesle. "Yoruyor mu seni çok?"

"Seviyorum o yorgunluğu ben." Hislerim, onun hisleriydi. Annem Visal'e genç yaşta girip oraya yıllarını vermiş bir kadındı ve gözlerinde geri dönme arzusu vardı ama bu özlem geçmişe miydi yoksa yalnızca işine miydi bunu ayırt edemiyordum. "Sensiz daha yorucu ama, orası bir gerçek."

"Sen her şeyin üstesinden geliyorsun, Firuzan Hanım hep övgüyle bahsediyor senden."

"Sağ olsun."

"Yine de kendini işe boğma anneciğim." Bakışlarımı diktiğim çay bardağından ayırıp ona çevirdiğimde gülümsedi. "Bu yaşların bir daha geri gelmeyecek neticede. İşini seviyorsun biliyorum ama hazır Eren'le Taner de dönmüşken mesai saatlerine bir düzenleme getirebilirsin diye düşünüyorum."

"Taner de mi dönmüş?" dedim gözlerimi kocaman açarak. "Nereye dönmüş? Düzenli çalışacak mıymış? Bir halt beceremez ki o. Eren anlıyor işlerden ama Taner ayak bağı sadece."

"Ona benzer şeyler duydum, kesin mi bilmiyorum." İçimi anlamsız bir ürperti sardı. "Aman boş ver, belli olur yakında. Sen benim sözümü dinle bak, şu saatlerini biraz azalt. Kendine hiç zaman ayıramıyorsun."

"Bakalım..." dedim sadece.

Çayımdan bir yudum aldığımda o da sofrayı toplayıp sildi. "Furkan seninle parka gitmek istiyor." Beni nereden vuracağını çok iyi biliyordu. "Evde sen yokken en çok adını anan o. Bil diye söylüyorum. Seni uyumadan önce göremediğinde çok üzülüyor."

"Manipüle ediliyorum ama şu an."

"Bende taktik bitmez," derken göz kırptı. Yanıma yaklaşıp saçlarımı öptü. "Senin iyiliğini istiyorum ben sadece. Okumak istemiyorum dedin, okumadın. Çalışmak istiyorum dedin, işe girdin ama bu kadarına da gerek yok, kendini paralamana göz yumamam. Lütfen, rica ediyorum bak. Biraz düşün bu konuyu."

"Anlaştık."

"İyi geceler bi'tanem. Ben de bir babana bakayım Twitter mesaisi bitmiş mi diye. En son Doğukan için hocasını etiketleyip oynat şu çocuğu artık diye tweet atıyordu."

"Dorukhan."

"Neyse ne."

Arkasından gülümsedim. "İyi geceler anne."

🏀

"Delirtecek bu hoca beni. Alsana Dorukhan'ı, altın gibi çocuk ya."

Geride kalan iki günün ardından bu akşam biraz erken çıkmıştım işten. Türk Telekom-Efes karşılaşmasına yetişecek kadar erken. Bilmediğim, babamın salona çay çekirdek doluşturup Fırat'ı da yanına alarak maçı beklediğiydi. Onlara yalnızca selam vermek için başımı uzattığımdaysa "Sen uğur getiriyorsun bana," demiş, yanına elini çarpıp oraya oturmamı adeta emretmişti. Üstümü değiştirir değiştirmez Fırat ve babamın arasındaki boşluğu ben doldurmuştum üçlü koltukta. Annem ise teklide bize bakıp kafasını iki yana sallayarak geçirmişti zamanının çocuğunu. Ferda ve Furkan, mutfak masasında resim çiziyorlardı.

Babam gürültü çıkarabilecek her ihtimali elemişti. Fırat'la Ferda'yı birbirinden ayırması da Furkan'ı Ferda'ya postalaması da bu yüzdendi.

İkinci çeyrek 42-36'lık bir skorla sona ermişti. Efes'in attığı üçlüklerin çoğu girmiyordu ama boyalı alanda yüksek yüzdeyle oynuyorlardı. Türk Telekom ise top çalmalar sayesinde hızlı sayılar bularak öne geçmişti.

Asıl göze batan, benim Doruk'u göreceğim diye telefondan dizi açmamış olmamdı. Bir maçı baştan sona gözümü kırpmadan izlemem şimdiye dek pek görülmüş bir şey olmadığından babam bana arada şaşkın bakışlar atıyordu.

Üçüncü çeyreğin ortalarına geldiğimizde Efes aradan bu yana yalnızca 4 sayı bulabilmişken ritmi yakalayan Türk Telekom farkı çift haneye dayamıştı. Fırat somurtarak Shaw'a ağzının içinde söverken ben de onun koluna vuruyor, susmasını söylüyordum. Shaw'a olan hayranlığımı bildiğinden inadına yaptığını biliyordum ama babam bizim çocukluklarımızla ilgilenmiyordu, açılan fark onu yavaştan kızartmaya başlamıştı.

"Tavuğuna kış mı dedi? Köpeğine hoşt mu dedi? Masum masum oturuyor kenarda pasparlak çocuk. Shaw altı tane mi ne kaçırdı bugün, hâlâ tutuyor oyunda. Az fırsat ver gençlere ya. Sonra vay efendim Türkiye'den neden topçu çıkmıyor? Al, senin gibiler yüzünden çıkmıyor!"

Sitemleri haklı mıydı bilmiyordum ama sahadaki aktif beşin üçü Türk'tü. Yalnızca pota altındaki oyuncu ve guardlardan biri yabancıydı. Yine de babam ne diyorsa arkasındaydım, ben onu destekliyordum.

Efes, fark 12 olduğunda mola aldı. Üçüncü çeyreğin bitimine dört dakika on beş saniye vardı. Reklama girmek yerine molada Efes koçunun yaptığı konuşmayı seyrettirdi televizyon. Koçun eliyle Doruk'a bir işaret yapıp onu yanına çağırdığını gördüm bu yüzden. Parmaklarını onun omzuna koymuş, diğer elindeki taktik tahtasını takımına çevirmiş ve sıradaki seti yine Shaw üzerinden çizmişti ama anlaşılan Doruk da oyuna girecekti.

Bu ellerimin titremeye başlaması için yeterliydi.

"Alacak," derken buldum kendimi. "Onu oyuna alacak baba."

"Gör bak," dedi babam heyecanımı yadırgamayacak kadar heyecanlıyken. "Bir gün bu çocuk için takımlar birbiriyle kapışacak. Aslanım benim, nasıl da yakışıyor forma ona."

"Başladı yine," dedi Fırat gözlerini devirerek. "Gram haz etmiyorum şu heriften ben. Kolsuzun teki falan olacak bence."

"Sus sen," dedik babamla aynı anda. Fırat bana garip garip bakarken annemin de gözleri şaşkınlıkla üzerime dönmüştü ama hızlıca babama dönüp güldüğümde bana eşlik ettiği için rahatladı içim. O benim yine kaçışım olmuştu.

Dördüncü çeyreğin başlamasına dört dakika on beş saniye varken Dorukhan üzerindeki tişörtü çıkarıp formasıyla kaldı.

Şortunun belini düzeltti. Sahaya adım atmadan önce ellerini yüzüne sürdü. Sanırım dua etmişti. Ardından bir adım, iki adım ve üç adım. Attığı dördüncü adımda ait olduğu yerdeydi. Topu oyuna sokan kişinin adı Giray'dı. Ben gittiğim maçta onu görmemiştim, bugün ilk kez görüyordum. Shaw topu aldı ve rakip sahaya kadar sürdü.

Hızlı adımlarla herkesin ortasına daldı. Turnikeye gittiğini düşündüm. Muhtemelen çizilen set buydu ama bir anda kafasını kaldırdı ve sol köşede boş kalan Doruk'la kesişti gözleri. Kendisini savunan rakibine bir fake atarak Doruk'a bakmadan bir pas attı fakat Doruk bu hamleye hazırdı. Topu yakaladı. Sağına soluna baktı. Onu savunan kimse yoktu. Topu bir kez yere vurduğunda ise rakip takımdan biri önüne doğru zıpladı. Doruk, kendisine gösterilen el üzerinden topu potaya doğru yolladı.

"Koçum benim, işte bu kadar ya!" diye bağırdı babam.

Ben ellerimi birbirine kenetlemiş, top havada süzülürken potaya girsin diye içimden ettiğim dualara daha amin bile diyememiştim heyecandan.

"Ohohooo," dedi spiker. "Dorukhan Falay, Anadolu Efes kariyerine el üzerinden attığı zor bir üçlükle başlıyor."

Yanındaki yorumcu sözü devraldı. "Altyapıdan yetişmiş bir genç. Türk basketbolu için önemli bir değer. Kendisine biz de buradan bir hoş geldin diyelim. Efes'e biraz olsun nefes aldırdı. Farkı da 9 sayıya indirdi."

Benchte oturan her isim ayağa kalkmış, bu ilk üçlük isabetini alkışlarla kutlamışlardı. Doruk'sa sevinmeye zaman ayırmamış, yalnızca gülümsemiş ve diğer sahaya doğru geri koşmuştu.

Henüz spiker ve yorumcunun onun hakkında konuşması bitmeden önce karşı tarafın 8 numaralı oyuncusunun sürdüğü topa müdahale etmiş, onu takım arkadaşına çelmeyi başarmıştı.

"Bir de top çaldı. Sayın seyirciler, Dorukhan Falay maça çok istekli başladı."

Shaw topu ileri doğru koşan Alex'e yolladığında Alex onu yakalayıp bomboş bir turnike fırsatı bulmuştu. Böylelikle Efes yirmi saniyeden az bir süre içerisinde 5 sayı bulmuş, farkı 7'ye indirmişti.

Derken rakip takımın koçu oyuncularına öfkelenerek hakeme mola alacağını işaret etti.

Shaw ve Doruk, el çakışarak kendi benchlerine yürürken Doruk'un yüzünde güneşten daha aydınlık bir gülümseme vardı. İçim öyle kıpır kıpırdı ki Fırat omzumu dürtene kadar deli gibi sırıttığımın farkında bile değildim.

"Bu takımın başına beni getireceklerdi beni," diyordu babam kendi kendine. "Biliyoruz da konuşuyoruz. On beş saniyede diğerlerinin bırakmak üzere olduğu oyunu çevirdi tek başına. Bu enerji lazım işte bize."

Ve sonra Doruk'a babamın nazarı değdi.

Dördüncü çeyrekte kendisine şutu esnasında faul yapıldı. Serbest atış noktasından ikide sıfırlık bir skorla ayrıldı. Savunmada çok istekliydi, elleri ve kolları çok hareketliydi ama bu kısa süre içerisinde hanesine iki faul olarak yazıldı. Beş taneyi yapan, oyun dışı kalıyordu.

Yeniden şuta kalktığında yine kaçırdı. Yüzü giderek düşüyor, morali her saniye bozuluyordu ve üçüncü faulü maçın bitimine beş dakika kala yaptığında koçu sinirlenerek onu oyundan çıkardı. Doruk asık bir yüzle benche otursa da takım arkadaşları her sayı bulduğunda ellerini çırpmayı bırakmadı.

Bir Ankara takımı olan Türk Telekom, ligi kendisinden önde götüren Efes'i son saniye basketiyle yendi. Takım kendi taraftarının önünde kutlama yaparken bizimkiler ise sıra sıra soyunma odalarının koridoruna yöneldiler.

Bizimkiler mi?

Doruk, bana kendimi doğma büyüme Efes taraftarıymışım gibi hissettiriyordu. Yüzü öyle düşüktü ki sesini duymak, oyuna ne kadar iyi başladığını ona anlatmak istemiştim.

Asla ve asla bu mağlubiyetin sorumlusu o değildi.

"Gördün mü genç yıldızını?" diye sordu Fırat babama. "Resmen batırdı. Bir tane isabet bulunca havalara girdi hemen."

"Enerjisi yeter," diyerek onu savundu babam. "Son çeyreğe kadar taşıdı maçı. Toy daha, tabii ki heyecanlanacak."

"Saçma sapan atışlar denemeseydi alırdı Efes."

"Bir tane denedi sadece," derken buldum kendimi. "Shaw kaç tane kaçırdı? Gününde değildi. Esas skorer gününde olmayınca gerisi fasa fiso."

"Az önce Shaw'a laf söyledim diye omzumu çürütmedin mi abla sen?"

"Olabilir," dedim. "Az önceydi o."

"Nihayet baştan sona bir maç izlerken gördüm seni." Babam elini omzuma koyup beni kendi omzuna doğru yatırdı. "Kaybettik ama olsun. Yola geliyorsun Feza'm. Bir gün benimle kendi isteğinle maça geleceğine de ikna olmak üzereyim."

"Ama sana uğur getirmedim." Yüzümü astım çünkü Doruk'un somurtan hali gözlerimin önünden gitmiyordu. Halbuki attığı o üçlükten sonra gördüğüm en güzel yüzün ona ait olduğunu sanmıştım.

"Olsun," dedi babam. "Bir sonraki sefere getirirsin."

"Beni satacak mısın?" Fırat, kıskanç tavrıyla ayağa kalktığında bir anda koltukta oturan annemin dizlerinin üzerine bıraktı kendini. "Ben de annemci olurum o zaman."

"Oha oğlum," diye cırladı annem onun beline sarılarak. "Kaç kilosun sen böyle?"

"Abartma, ağırlığımı vermiyorum bile."

Boy atma aşamasında olan ve sesi ergenliğin getirisiyle hafif çatallı çıkan koca Fırat, annemin kucağına sinmiş haliyle buradan çok komik görünüyordu.

"Ezdin karımı," dedi babam. "Furki mi sandın sen kendini. Kalk annenin üzerinden."

"Oy," dedi annem onun yanağını kızarta kızarta sıkarak. "Koca bebeğim benim. Sen ne zaman büyüyeceksin acaba? Az önce topçunun tekini babandan kıskandın."

"Hiç de bile." Fırat anneme sarılmayı bırakıp ayağa kalktı. "Ben daha yakışıklıyım. Cebimden çıkarırım onu. Değil mi abla?"

"Hı..." dedim gönülsüzce. Fırat bana dönüp dil çıkardığında ben de ona dil çıkardım.

Haksızdı ya.

Gördüğüm en yakışıklı erkeklerden biri Dorukhan Falay'dı.

🏀🧁🏀

Sinan Erdem'e defalarca kez gitmiş biri olarak orasının atmosferini yansıtmak beni çok heyecanlandırdı bu bölüm. Maç yazmak da maç izlemek kadar keyifliymiş bu arada.

Basketbola ilgi ve alakanız olmayabilir. Terimleri bölümlerin içinde geçirirken açıklayarak anlatmaya çalışıyorum, ekstra sorularınız olursa da cevaplarım yorumlarda. Zaten zamanla oturacaktır, okudukça neyin ne olduğu kafanızda netleşecektir diye umuyorum. Yolumuz uzun, sindire sindire gitmek hepimiz için iyi olacak bence. Bunlar ne ki, daha ne maçlar göreceğiz...

Peki bu bölümdeki favori kısmınız hangisi oldu?

Falez ailesinin Doruk'a yaklaşımlarını nasıl yorumluyorsunuz?

Sorularım da bittiğine göre hoşça kalın diyor ve gidiyorum. Beni Instagram hesabım azraizgüner'den ve buradan : AzraIzguner takip etmeyi unutmayın. Böylece bölüm günlerini öğrenebilir ve duyurularımdan haberdar olabilirsiniz.

Teşekkürler ve tatlı günler!

Yorumlar

  1. MAÇ KISMINI OKURKEN SPİKER GİBİ OKUDUM Bİ HEYCANLANDIM Bİ HEYCANLANDIM. Bey babamızın nazar değdirmesi hoş değildi ama ya dkmxpmspzösğxösş

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dimi ya bende orayı spiker sesiyle okudum resmen shgxajhdjsbcksns

      Sil
    2. Keşke ilk skor yaptığı maçta kaybetmesiydi o kadar heyecanlı okudum ki kazanacaklar sandım

      Sil
  2. Çok güzel bi bölümdüü

    YanıtlaSil
  3. Babasının Dorukhan'ı sevmesi çok tatlıı sjdhjsbfksgxisgxka Umarım tanışırlar bir an önce

    YanıtlaSil
  4. Bölümler ne zaman geliyor yeni başladım da pek bir bilgim yok

    YanıtlaSil
  5. Keşke kazansalardı...

    YanıtlaSil
  6. SUS SEN kısmını o kadar hissettim ki. tam da kardesime bağırdığım tonlamaydı

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"