9. "Yağmurun Gideremediği Kuraklık"
Bölüm şarkıları:
Sena Şener, Sonraki Gün
Batu Akdeniz, Eksik
🏠
Gökyüzünden dökülen yağmurların biriktiği asfalttaki küçük çatlaktan, milyonda bir görülen nadide bir çiçeğin yeşermesi gibi...
Bir mi? Beş mi?
•⚓•
Sabahın soğuğu tüm iliklerime işliyorken sırtım duvara yaslı, öylece dikiliyordum bir sokağın ortasında. Üzerimde kızıl gökyüzü uzanıyordu. Kulaklarıma derinden gelen sesler doluyor, suyun altındaymışım hissi veriyordu bana.
Bu iyiydi. En azından bir hisse sahip olduğumu kanıtlıyordu. Bariz bir şekilde kan kokan çıkmaz sokağın en yüksek binasının önünde duran kalabalıktan olabildiğince uzaktaydım. Bir başımaydım köşede. Adım atmaya cesaretim yoktu. Nefesini tutarak ölmek mümkün olsaydı eğer bu sokaktaki ikinci ceset ben olmuştum çoktan.
Görkem'in dün sabah saatlerinde ön gördüğü senaryo, bugün gerçekleşmiş bulunuyordu. Senaryonun içindeki yerim diğerlerinin yanı olmalıydı oysa şu an bu sahnenin figüranı bile sayılmazdım.
Beni görmüştü. Yanımdan öylece geçip giderken ne halde olduğumun farkındaydı. Elbette ki işiyle ilgilenmek üzere ilerlemesi gerekiyordu ama tek bir kelime bile etmemişti bana bakarken. Hatta Can yanıma gelmek ister gibi hareketlendiğinde onu durdurmuştu. Görmediğimi sanıyordu ama görmüştüm.
Hazırım sanıyordum ama değildim. Yerimin onların yanı olduğuna ikna olmak üzereydim ama değildi. Doğru insan olduğumu sanıyordu ama yanılıyordu. Buraya, insanlardan en uzak olan köşeye aittim. Hiçbirimiz değiştiremezdik.
"Asya, canım..." Kulağıma dolan ses diğer gürültülerin aksine gayet netti. Biri dibine doğru yol aldığım suyun içine dalmıştı ve beni tutmaya çalışıyordu. "Seni buradan götüreyim," dedi Eylül, buz kesmiş elimi sıcak elleri arasında ısıtmaya çalışırken. "Hazır değilsin belli ki. Neden biri bile yanında değil anlamıyorum." Onlara kızgındı. "Durumu bilmiyorlar sanki. İlk uygun vakitte hepsini paralayacağım."
"Bunu yapmayacaksın," dedim gözlerimi yerden çekip onun yüzüne çevirirken. "Kimse benimle uğraşmak zorunda değil," diye devam ettim. "Bebek bakıcılığı yapmak yerine işlerini yapıyorlar. Bunun için onlara kızamazsın. Aksine bana kızman gerekir."
"Sana kızacak kişiyi ayağımın ucuyla ezerim." Omzu, omzuma değiyordu. Yanımda olduğunun mesajını vermek için bu hareketi bilinçli bir şekilde yapmıştı.
Beni ezmesi gerekecekti. Kendime fena halde kızgındım çünkü.
"Buradan gidersem sadece size değil, mesleğime sırtımı dönmüş olacağım." Yaslandığım duvardan birkaç adım uzaklaşıp ayaklarımı yere daha sağlam bastım. İçimde güce dair birkaç parça bile varsa onları bulup birleştirmek zorundaydım. Aksi takdirde dönüşü olmayan bir yola girecektim. "Eğer şimdi bakmazsam bu bir daha asla bakamayacağım anlamına gelir."
"Evet," dedi dürüstçe. "Seni buradan götürürüm. Analizcilerdeki eşyalarını da ben toparlarım, dert etme." Tam olarak gözlerimin içine bakıyordu. "Evine geri dönersin. Biz de belli bir zaman sonra seni hiç var olmamışsın sayarız. Varlığınla yokluğun bir zaten."
Eylül'ün uyguladığı psikolojik baskı, buram buram Can kokuyordu. Bu taktiği kimden öğrendiğiyle ilgili hiç şüphem yoktu. İşe yarıyor olması da beni şaşırtmamıştı.
"Sağ ol," dedim ona içtenlikle. Saçlarımı sıkıca topladım. Üzerimdeki hırkanın cebine ellerimi sokarken birer birer memurları sollayarak olay yerine doğru ilerledim. Düşünmedim, arkamı dönmedim, durmadım. Bizimkilerin yanına vardığımda tanıdık bir yüz daha gördüm. Sayın Savcı da buradaydı.
Sonra koku yoğunlaştı, artık gözlerimi kaçırmamın mümkün olmadığı yerdeydik. İlk ceset görüşüm değildi ama son gördüğüm cesetten sonra bir ölüye bakmak, benim için gerçekten zor olacaktı. Hırkamın cebindeki ellerim yumruk olmuştu. Anılarımla savaş halindeydim. Savaşı veren kişi de Mete'ydi sanki. Eline aldığı silahıyla bir başına işgalcilerle uğraşıyordu.
"İyi misin komiserim?" Savcının bakışları eziciydi. Duruşuyla burada patron benim imajı çizmeye çalışıyordu ve sadece jestlerinden bile Analizcilere olan nefreti kolaylıkla anlaşılabiliyordu. "Solgun gördüm seni."
Analizcilerin cesede dönük olan yüzleri anında savcıya çevrildi. Görkem beni o köşede yalnız bırakmış olabilirdi ama burada bırakmayacağını, kolunu kıvırıp bileğine bağlı olan lacivert ipi göstererek anlattı bana. Diğerleri de anladı, bir anda hepsinin koruma içgüdüsüyle başları dikleşmiş ve bileklerindeki ipler görünür hale gelmişti.
Havanın soğuğunun yanında içime dolan sıcaklığı hissettim. Karşımda bu herif olmasa şimdi gülümsüyor olurdum. Ellerimi ceplerimden çıkarıp savcının gözlerine bakarken güçlü hissediyordum. Bir cesedin önünde dikiliyor olduğumu ve yaşadıklarımı göz önünde bulundurursak bu imkansız bir olaydı fakat kafamın içinde dikilen Mete her şeyi göz ardı etmemi söylemişti.
"İyiyim, Sayın Savcım," dedim neden sorduğunu anlamamış gibi ona bakarken. Tonlamam, Görkem'in bu adama küfür eder gibi hitap edişine benziyordu. "Önümden çekilirseniz işimle ilgileneceğim."
"Fazla ilgilenilecek bir şey yok," dedi savcı, karşımda durmaya devam ederken. "İntihar vakası gibi görünüyor. Aksi bir delil çıkmadığı halde dosya kapanacaktır. Necip Amir'in sabahın köründe sizi buraya yönlendirmesine anlam veremedim. Bir ekip gayet yeterliydi."
"Eminim ki amirimin bir bildiği vardır," derken sesim oldukça netti. "Şimdi kendi fikirlerimi oluşturabilmek adına olay yerini inceleyeceğim. Müsaadenizle." Bu defa çekilmesini beklemedim, onun yanından geçip doğrudan Analizcilerin arasına karıştım.
Arda ve Kaya'nın ortasında duruyordum. Can cesetten uzaklaşmış, ilerideki çöp konteynerine doğru ilerlemişti. Görkem de yanılmıyorsam bir şeyler hesaplıyordu. Bize en yakın olan binaya sırtını dayadı ve bir adımı bir sonraki adımının hemen ardına gelecek şekilde cesede doğru yürümeye başladı.
"Kamera yok," dedi Arda. Bana açıklama yapma görevini o üstlenmişti. "Bu sokakta kamera olmasını kimse beklemezdi zaten."
Gözlerimi önümde uzanan cesede çevirdim. Kanı gördüm, durdum, nefes almam gerektiğini kendime hatırlatırken asfalta baktım. Bir kez daha denedim, bu defa başımı çevirmedim. Defalarca kez yaptığım gibi cesedi taramaya başladım ve geriye kalan her şeyi boş verdim. Sadece ben ve görevim vardı, çıkmaz sokağın öbür köşesinde bırakmıştım geçmişimi.
Erkekti. Boyu taş çatlasın bir yetmişti. Cılız bir bedene sahipti ve belli ki yaşı da gençti. On yedi olduğunu düşündüm. Yirmiden büyük çıkarsa şaşıracaktım. Belli bir açıyla kolları ve bacakları bükülmüştü. Sırt üstü yatıyordu ve kan gölü tarafından çevrelenmişti kafasının etrafı.
Oldukça kısa, sarı saçları vardı. Yüzüne bakarken nefes almıyor oluşunu idrak etmeye çalıştım. Ölmüştü. Bir daha konuşmayacak, bir daha yürümeyecek, bir daha kalbi atmayacaktı. Dünyayla bağlantısı tamamen kesilmiş bir genç yatıyordu yerde.
Duygusal bağ kurmayacaktım. Kesin bir kuraldı bu. Yaşayanlarla bile duygusal bağ kuramıyor olduğumdan ölülerle de kurmamak beni zorlamamıştı hiçbir zaman. Bundan sonrasında da zorlanmama izin vermeyecektim.
"Kimlik yok. Şu çatıdan atladığını düşünüyorlar." Altı katlı gri binayı işaret etti. Kafamı yukarı kaldırdığımda bir iki silüet gördüm. Yukarıyı da incelemeye almışlardı haliyle. Buraya detaylıca baktıktan sonra terasa da çıkacaktım.
"Bir mektup ya da bir not bırakmış mı arkasında?"
"Üzerinden çıkmadı komiserim," diye cevapladı beni olay yeri inceleme ekibinden biri.
"Erkeklerde intihar yüzdesi, kadınlara nazaran çok daha yüksektir," dedi Görkem. Az önce her neyi hesaplıyorsa sonucuna ulaşmış olmalıydı ki yanımıza gelmişti. "Üstelik bu oran 14-19 yaş arası gençlerde, diğer yaş gruplarına göre de daha fazla. Yani istatiksel bakımdan 1-0 gerideyiz." Sesini biraz alçalttı. "Savcının dosyaya intihar olarak baktığı belli ve bizim aksini iddia etmeye kanıtımız yok. Can için buradayız fakat belki de o yanılıyordur."
"Böyle düşünmüyorsun," dedi Kaya. "Ama az önce cesedin o yükseklikten hangi mesafeye, nasıl bir pozisyonda düşeceğini hesapladın kafanda ve bunun sonucunda kendisinin atladığına emin oldun. Bunu nasıl ölçtüğünü sorgulamayacağım. Sadece her şey matematik değil, unutma bunu."
Görkem hiçbir cevap vermedi ona. Her şeyin matematik olduğunu düşündüğündendi herhalde. Arda'ysa intihar istatistiklerini duyduğundan beri kafası uçmuş gibiydi. Kısa sürede toparlayacağı konusunda şüphem yoktu. Anlık bir şeydi ve üstüne gidersem her şeyi daha da kötü bir hale getirebileceğimi biliyordum. Bu yüzden onu görmemiş gibi yaptım.
Cesetten uzaklaşmaya başladığımda hedefim Can'ın yanına gitmekti. Görkem ise gölgem gibi takibimdeydi. "Seni kendine getireceğim," dedi. Cesede ilk geldiğimde bakamayışımdan bahsediyordu. "Bu benden nefret etmene sebep olsa bile."
"Sana ancak teşekkür edebilirim," dedim. "İstediğin bunu duymaksa duydun işte. Beni rahat bırak ki işimi yapabileyim."
"Can'a umut verme. Aksine, yanına git ve bütün umutlarını söndür. Olayın cinayet olmadığından eminmişsin gibi konuş."
"Psikoloji dehasının psikolojisine oynamak işe yarayacak mı?"
"Dediğimi dene, yarayıp yaramadığını sonra konuşalım."
Can dizleri üzerine çökmüş, büyük gri çöp tenekelerinin altına bakıyordu. Bir şey görmüş olmalıydı çünkü inceleme ekibinden birini yanına çağırmıştı.
"Neye bakıyorsun?" diye sordum, çok da umurumda değilmiş gibi bir izlenim veriyordu beden dilim.
"Tuz buldum," dedi kafası karışmış bir halde. "Bir paket tuzu, öylece dökmezsin çöpün yanına." Yerdeki beyaz şeyi gösteriyordu. İlk bakışta insanın aklına onların uyuşturucu olabileceği geliyordu. Can da başta böyle düşünmüş olmalıydı, sonrasında tadına bakarak anlamıştı tuz olduğunu. Tadına baktığını biliyordum çünkü işaret parmağının ucu ıslaktı.
"Çöpte tuz olmasına bu kadar takılmalı mıyız gerçekten?" diye sordum şüpheyle. "Can, sırf haklı çıkmak için basit şeylere fazla anlam yüklüyor olabilir misin?" Umarım benden nefret etmezdi. "Neden intihar olmadığı konusunda bu kadar ısrarcısın?"
"Bak," dedi bana. Sesi sert çıkmıştı. "Bu bir değil, iki değil. Son iki ay içinde dördüncü 'intihar' vakası. Hepsi de gencecik insanlar. Ben peşine düşmezsem kim düşecek Asya? Diyelim haksızım, haksızlığımla kalırım o halde. Ya haklıysam? Tam dört cesetten bahsediyoruz."
"Seni anlıyorum fakat iki aydır aksi bir kanıt sunamamışsın. Belki de haksızlığını kabul etmen gereken yerdeyizdir."
"Selam Görkem," dedi suratıma bakarak. "Aradan çekil de Asya'yla konuşalım."
"Üstüne gelmemi söyledi."
"Vay adi," diye mırıldandı Can. "Ne zaman ne yapacağını biliyor. Her seferinde işe de yarıyor. Durduk yere gaza geldim. Bir tur daha inceleyeyim etrafı. Hem daha çatıya çıkmadım. Çatıya da çıkayım. Kanıt mı istiyorlar? O halde alacaklar. Ayrıca tuzun öylesine buraya döküldüğüne de inanmıyorum. Kendimce açıklamalarım var. Zamanı gelince hepsini taramalı tüfek gibi sıralayacağım."
Gerçekten işe yaramıştı. Omzumun üstünden Görkem'e baktım. Bakışları bizim üzerimizdeydi ve Can'ın yanımdan uzaklaşıp koşar adımlarla binaya girdiğini yüzündeki gülümsemesiyle izlemişti. Bana, beni onayladığına dair bir bakış attı. Halbuki bu tamamen onun başarısıydı, beni bir piyon gibi kullanmıştı sadece.
Kenarda birinin ifade verdiğini gördüğümde odağımı tamamen oraya çevirdim. Adımlarımı hızlandırdım ve kıvırcık saçlı polis memurunun yanındaki yaşlı kadına doğru ilerledim. İfade alan kişiyi daha önce karakolda gördüğümü hatırlıyordum, Eylül'ün masasının oradaki minyon kadındı.
"Kimseyi görmediniz mi?" diye sordu minyon kadın; ayağında terlikleriyle, muhtemelen merdiven indiği için nefes nefese olan yaşlı kadına.
"Dedim ya evladım, sizin sesinizi duyana kadar bakmadım hiç pencereden. Gece patırtı duydum bir tane, uyuyordum zaten. Rüya mıydı gerçek miydi onu bile ayıramadan geri uyudum. Sonra sizin gürültünüze açtım gözümü."
"Saate baktınız mı?" diye sordu minyon bu defa.
"Aydınlanmamıştı daha hava ama bilemeyeceğim şimdi saati. Yalan olmasın."
"Öncesinde başka herhangi bir ses duymadığınıza emin misiniz?"
"Duymadım," dedi yaşlı kadın. Düşünmeden söylemişti, yalan değildi. Zaten tipine bakılarak bile yalan söylemeyeceği anlaşılıyordu. Olayı merak edip aşağı inen klasik teyzelerdendi.
Bir şey çıkmayacağını anladığımda oradan da uzaklaştım. Bir süre koşuşturmacanın ortasında öylece durdum. Sonra birileri yanımdan geçti, siyah ceset torbasını gördüm ve daha fazla burada durmak istemediğimi anladım. Balkonunda inceleme yapılan binaya girdiğimde altı kat merdiveni tırmanacak olmam gözümü korkutmadı, burası benim kaçış yolumdu.
Bina soğuktu, duvarların sıvası yer yer dökülmüştü. Terk edilmiş duruyordu. Bu mahalledeki evlerin yarısı böyle olduğundan kimse binanın boş olmasını sorgulamamıştı. Üstelik yüksek yerlerden atlayarak ölenlerin seçtiği mekanları düşünecek olursam, burası kesinlikle onlardan biri olmaya uygundu. Saçma bir ifade olacaktı belki de ama intihar için uygun bir binaydı.
Yukarısı beklediğim kadar kalabalık değildi. Can haricinde üç kişi vardı, hepsi farklı köşelere dağılmışlardı. Can'ın ayağında galoşlar olduğunu fark edince incelemenin devam ettiğini anladım, kenarda duran galoşlara uzanıp onları ayağıma geçirdim ve öyle attım adımımı balkona.
İlk dikkatimi çeken şey, sokağa bakan kısmın duvarındaki 'v' şeklindeki yazıydı. Kırmızı sprey boya ile yazılmıştı. Boya kutusu da bir delil poşetinin içinde duruyordu.
"Bu bir intihar notu mu?" diye sordum Can'a. Kaşlarım hafif çatıktı, sorum da anlamsızdı. Benim bildiğim kadarını biliyordu. Ne cevap vermesini bekliyordum ki?
"Henüz bilmiyoruz," dedi. "Kimin yazdığını da öyle. Ama yeni olduğu kesin. Boya kurumuş ama yıpranmamış hiç. Duvarla arasındaki farka yakından bakarsan daha iyi anlayacaksın ne demek istediğimi."
Dizlerimin üzerine çöküp alçak duvardaki yazıyı yakından incelediğimde Can'a hak vermiştim. "Üzerine toz bile değmemiş neredeyse," dedim yeniden ayağa kalkarken. Altı katlı binanın tepesinden aşağı aniden bakmak büyük bir hataydı. Yükseklik beni rahatsız etmezdi ama birden kafamı kaldırınca başım fena halde dönmüştü.
"Bu," dedim, devamını getiremedim. Ayakkabılarımın burnu, önümdeki alçak duvara değiyordu. Duvar belime kadar geliyordu sadece. Bir insan, buradan kendisini aşağı atmıştı veya itilmişti bilmiyordum. Hayatı son bulmadan önce gördüğü son manzaraya bakıyordum, ne hissettiğini düşünmeye çalışıyordum ama parçalar o kadar eksikti ki gözümün önünde sahneyi canlandıramıyordum. "Bu boya kesinlikle yeni duruyor. Belki sprey bota kutusunun üzerinde parmak izi bulunur."
Siyah torbaya konulan ceset sokağın sonundaki araca doğru taşınırken gözümün önüne tanıdık yüzlerin omuzlarında taşıdıkları bayrağa sarılı tabut geldi. Burada yukarıdaydım, orada kenardaydım. Burada bir adım daha atmam aşağı düşmeme sebep olurdu, orada bir adım atsam yere yığılıp kalırdım. İki farklı mekânda ortak olan şeyse bacaklarımın titreyişiydi.
Yutkunuşumla birlikte başımın dönmesi şiddetlendi. Aşağıdaki insanlar küçücük görünüyorlardı, sokağın ortasında kan gölü kalmıştı ve metrelerce uzağında olmama rağmen rahatlıkla kanı seçebiliyordum. Gökyüzü kızıllığı bırakıp kendi rengine dönüyordu. Hava açılıyordu ama benim gözlerim kararıyordu.
"Can." Sesim kısıktı. Rüzgara karışmıştı. "Koluna girebilir miyim iki dakikalığına?" Sorum onu bozguna uğrattı. Desteğe ihtiyacım olduğunu kabul etme yönünde bir adım attığımı düşünüyor olabilirdi. Halbuki beni tutmazsa aşağı düşeceğim için istemiştim bunu.
Elini cebine soktuğunda dirseğiyle bedeni arasındaki boşluğu bana işaret edip koluna girmemi bekledi. Önce bir adım, sonra birkaç adım derken birlikte sokağa yakın olan kısımdan tamamen uzaklaştık ve orta yere geldik. "Benim yüzümden buna maruz kaldığın için üzgünüm," dedi bir anda. Olay yeri ekibindekiler delil poşetlerini toparlayıp merdivenlere yöneldiklerinden çatıda ikimiz kalmıştık.
"Size yük olduğumu hissediyorum." Sesim asıl üzgünlüğü benim yaşadığımı haykırıyordu. "Yardımcı olmaya çabaladıkça başarısız oluyorum. Hiçbir halta yaramayacaksam niye buradayım ki ben?"
"Çok fazla sıkıyorsun kendini." Çaktırmadan beni merdivenlerin oraya getirmişti. Aşağı inmeye yeltenmemiştik ama burası sokağa en uzak olan köşeydi. "Asya, Eylül senin yanına geldiğinde onunla birlikte buradan uzaklaşmak isteyeceğini düşünmüştüm," dedi dürüstçe. "Bunu yapmanı inan ki yadırgamazdık. Elinden gelen her şeyi yapıyorsun ve çelik gibi iraden sayesinde aşıyorsun geçmişi adım adım." Bana karşı içinde bir yerlerde hayranlık duygusu oluşmaya başlamıştı. Beklediğim tepki bu değildi. "Sana zaman gerekiyor sadece. İnan bana, toparlayacaksın zamanla."
Kolundan çıktığımda gözüme ara ara o perde iniyordu ama bunu belli etmemeye kararlı bir şekilde dimdik durdum karşısında. "İyiyim," dedim hızlıca. "Sen işine kaldığın yerden devam et. Ben de öyle yapacağım."
"Başka bir şey yok burada." Elimizde yeterli delilin bulunmuyor oluşuna kafası takılmış gibiydi ama ümidi kesmediği gözlerinde dolanan parıltılardan anlaşılıyordu. Eğer bahsettiği gibi dört cinayet söz konusuysa Can bunların hepsini ortaya çıkaran kişi olmakta kararlıydı. "Çöp kutularının incelenmesini istemiştim, ayrıca sprey boya kutusu da dönüm noktamız olabilir. Haber bekleyeceğiz laboratuvardan. Sadece sana değil, bize de zaman lazım. Bana biraz da sabır ve kafayı yememek için irade de lazım ama orasını şimdi karıştırmamak lazım."
⚓
Parmaklarım lavabonun kenarlarını sımsıkı kavramış bir haldeyken boş midemdeki iğrenç sıvıyı lavabonun içine öğürüyordum. Ağzımla midemi bağlayan yol, asidin etkisiyle baştan sona yanıyordu ve bu bana her an yemek borumun üzerinde deliklerin açılabileceği hissini veriyordu.
Kendimi sıkmanın acısı birkaç gün önce burnumun kanamasıyla çıkmıştı. Bugün ise kusarak çıkıyordu. Ben kendimi baskılamaya çalıştıkça vücudum bir şekilde bana karşı savunma mekanizması geliştiriyordu. Toplu halde eyleme geçip beni protesto ediyordu organlarım.
Sadece kafasının içindekilerle değil, bedeniyle de savaş halinde olan bir kadındım ben.
Midem bir kez daha kasılırken karnımın her iki yanına da dehşet derecede birer ağrı saplandı. Ellerimi belime koyup karın boşluklarımı sıkarken nefes alış verişlerim de kontrolsüzleşmeye başlamıştı.
Gözümü kırpınca önce bu sabahki kan göletini, sonra defalarca kez kâbuslarıma da konuk olan kanı görüyordum. Onun kıyafetinin rengini değiştiriyordu ve hemen ardından benim ellerimi boyamaya başlıyordu. Lavabonun aynasına değdirsem gözlerimi mahvolurdum. Çünkü bu da bambaşka bir travmayı tetiklerdi ve ben artık gücümün kaldığını sanmıyordum.
Öksürdüğümde karnıma binlerce iğne aynı anda battı. Canım öyle çok acıdı ki iki büklüm oldum. Gözlerimden yaşlar akıyordu, az önce kusmama veya karnıma giren sancılara bağladım sebebini. Dudaklarımı bilinçsizce ısırdığım için kanatmış olmalıydım. Kanatmamışsam da ağzımda kan tadı varmış gibi hissetmemin sebebi tamamen psikolojikti.
Suyu sonuna kadar açtım. Sırtımda tonlarca ağırlığındaki kamburumla ve beynim başta olmak üzere bütün derime batan iğneler eşliğinde elimden geldiğince temizledim lavabonun içini. Ellerimi iki kez yıkadım. Yetmedi bir kez daha sabunlayıp duruladım. Yüzüme su çarparken banyonun kapısı tıklatıldı.
"Öldün mü?"
"Galiba," diye cevapladım Kaya'yı. Kapının ardında duruyor olmasını beklediğim son kişiydi.
"Tamam," dedi. Kapıyı açtığında kaşlarım çatıldı. Yüzümü yıkadığım için gözlerimden, yanaklarımdan, alnımdan damlalar süzülüyordu. İstemesem de yansımama çarptı gözlerim ve korkunç halde olduğumu gördüm. Bu manzaraya yabancı olmadığım için üzerinde durmadım, son zamanlarda aynaya ne zaman baksam böyleydim zaten. Bugün tek fark, yüzümün gerçek bir ölü gibi bembeyaz oluşuydu.
Kaya elinde tuttuğu havluyu bana uzattı. İçeri girmedi, pervaza yasladı omzunu. "İğrenç kokuyorsun," dedi ben havluyla yüzümü kurularken. "Dişlerini fırçalarsan daha katlanılabilir olacaksın."
Dürüstlüğüne gözlerimi devirdim. Beni bu halde görmesi savunmasız hissetmeme sebep oluyordu. Diğer Analizcilerden de kaçamayacağımdan bu hissi birkaç kez daha yaşamak zorundaydım.
"Fırçalamasın!" diye bağırdı Arda. Sanırım sesi mutfaktan geliyordu. "Tuzlu ayran yaptım. Naneyle iyi gitmez!"
"Naneyle iyi gitmeyen bir şey mi varmış?" Önce sesi, sonra kendisi geldi Görkem'in. Kaya'nın arkasında duruyordu, beni görebilmek için onun omzuna çenesini yasladı ve sonra da onun bedeninin yanından kolunu uzattı. Nane şekeri paketi duruyordu avucunda.
Havluyu lavabonun yanına bırakıp bu defa pakete uzandım ve içinden iki şeker alıp ağzıma yuvarladım. Burada olmaları aynı zamanda hem kötü hem de iyi hissettirmişti bana. Ben öylece onlara bakıyorken Görkem'le Kaya'nın yüzü ekşimişti banyonun kokusundan dolayı.
"Gidebilirsiniz," dedim omuz silkip yüz ifadelerine gülerken. Gülüyor olmam çok tuhaftı. "Ne bekliyorsunuz? Çiçek mi koksun etraf?" Gözleri birbirlerine değdi, sonra yüzleri daha da buruştu. "Gitsenize ya," dedim ve bu sefer daha çok güldüm. Psikopat etmişlerdi beni.
"Gidilmez." Sesin sahibi Can'dı. "Kusmuk da koksa bu evin sınırları içinde hastanın başında beklenir. Bu yüzden kimse bir yere gitmiyor." Burnunu çektiğini duydum, onu göremiyordum çünkü önümde koca iki beden vardı. Sonra Görkem'in omzunun üzerinde kafası belirdi. Bunu yapmak için parmak uçlarında duruyor olmalıydı.
İçimde tek bir şey kalmayana dek kusmuştum ve şimdi de karşımda bu manzara vardı. Önde Kaya, onun omzuna başını yaslayan Görkem ve onun omzunda da Can'ın kafası. Arda da mutfakta benim için ayran yapıyordu.
"Hasta değilim," dedim. "Midemi kaybettim, o kadar."
Can elindeki ince battaniyeyi kapıyla Kaya arasındaki boşluktan bana uzattı. "Yine de sana hasta muamelesi yapacağız." Beni düşündükleri için gözüm mü doluyordu? Hepsi benimle ilgileniyor diye duygulanmış mıydım? Battaniyeye uzanırken ayağım kaysa ve başımı mermere çarpsam da gözlerimin dolduğunu görmeseler diye düşünüyordum.
Neyse ki buna gerek kalmadı. Can parmak uçlarında daha fazla duramadı ve bana kolunu uzatırken dengesini sağlayamadığı için Görkem'in üzerine daha fazla geldi. Görkem'in de beklemediği bir hamle olduğundan o da Kaya'nın üzerine yüklendi ve bir anda üçü de banyonun içine devrildi.
Hiçbiri düşmedi, ki bu Kaya'nın lavaboya tutunup ayakta kalması sonucu gerçekleşmişti yoksa hepsi yere yapışacaktı. Fakat neye uğradığını şaşırmış üç kafaya bakarken kahkaha atmamak elimde değildi. Bir anda o kadar çok güldüm ki iyi olmadığımı o anki gülüşümden bile anlayabilirlerdi. Güldükçe canım daha çok yandı, karın boşluklarımı sıkarak gülmeye devam ettim.
"Çok salaksınız," dedim kendimi tutamayarak. Aynı zamanda çok tatlılardı. Kendimi buraya ait hissettiğim bir andı bu. Hepimizin bileklerindeki lacivert ip onların bir aile olduklarını ve beni aralarına dahil etmeye hazır olduklarını anlattı bana. Bunu belki de ilk kez bu kadar net hissetmiştim.
"Niye beni ittiriyorsun?" diye sordu Görkem, Can'a.
"Sensin salak," dedi Can bana.
"Defolup gidin başımdan," dedi Kaya ikisine.
"Bensiz altta kalanın canı çıksın oynamanızı etik bulmadım," dedi Arda bize. Elinde büyük bir bardak tutuyordu.
Kusmuk kokan bir banyonun içinde beş kişiydik. Ortamda bir battaniye, bir nane şekeri paketi, bir ayran, dört koca adam ve bir de ben vardım. Analizcilerin üzerindeki kıyafetlerden tutun da çamaşır makinesinin üzerinde duran kutudaki deterjan miktarına kadar her detay silinmemek üzere aklımın bir köşesine kazındı. İleride bir gün bu fotoğrafa bakmak hatta belki de bu anıyı yeniden yaşamak isteyeceğimi düşünmüştüm anlık olarak. Hiçbir ayrıntıyı unutmayacaktım.
"Teşekkür ederim," dedim bütün içtenliğimle. "Ama lütfen şu banyodan çıkalım artık. Kokudan dolayı bir kez daha kusacağım yoksa."
Teslim olur gibi bardak tutmadığı elini havaya kaldıran Arda, geri geri adımlayarak banyodan çıkan ilk kişi oldu. Onu sırasıyla Can, Görkem ve Kaya takip ettiğinde geride yalnızca ben kalmıştım. Yansımama bir kez daha bakmamaya gayret ederek omzuma attım lila battaniyeyi. Dilimle ağzımın içindeki nane şekerlerini çevirirken çıktım ben de banyodan.
Nihayet kokudan uzaklaşıp hole geçebilmiştik. Ayran bardağı elime tutuşturulduktan iki saniye sonra bu defa kendimi çatı katına çıkan merdivenlerde bulmuştum. Arda, Can ve Kaya önümdelerken Görkem daha önce de birkaç defa yaptığı gibi önden benim gitmemi beklemişti.
"Dinlenmek gibi bir hayalin vardıysa tam şu an onu iptal etmen gerekiyor," dedi Görkem. Bir basamak arkamda olacak şekilde beni takip ediyordu. Daha hızlı çıkma fikrini aklıma sızdırmıştı bu hareketiyle. Tabii ben bunu basamakların tamamı bittiğinde ancak fark edebilmiştim.
"Boş durmak istemiyorum." Çatı katındaki nostaljik koku ciğerlerime hapsolurken yüzümü ona çevirdim. "Dinlenmelik bir durumum yok zaten. Basit bir mide bulantısıydı."
"Yaşadığın şeyleri basite indirgemekten vazgeçsen keşke." Bunu yanımdan geçip giderken söylediği için ona bir cevap veremedim.
Belki de verecek cevabın olmadığındandır Yağmur.
Analizciler camın oradaki masaya geçmişlerdi ve yine sona kalan ben olmuştum. Boş sandalyeye yerleştiğimde omzumdaki battaniyeyi düzelip ayranımı masanın üzerine bıraktım. Henüz tadına bakamamıştım çünkü ağzımda hâlâ nane şekerleri vardı.
"Sayın müdürüm, değerli öğretmenlerim ve çok sevgili analiz arkadaşlarım," dedi Arda yumruk yaptığı elini mikrofon gibi dudaklarının önünde tutarak. "Günün anlam ve önemini belirten konuşmayı yapmak üzere liderimiz Görkem Duman'ı sahneye davet ediyorum. Neden burada toplandığımızı bize açıklayarak başlayacak konuşmasına."
Masanın üzerine eğilerek sözde mikrofonunu Görkem'in dudaklarına yaklaştırdığında Görkem onun bileğini kendinden uzaklaştırdı. "Can'dan diğer cinayetlerle ilgili elindeki bilgileri toparlamasını istedim. Uzun zamandır tek başına çalışıyordu, bu yüzden detaylara hakim değiliz."
"Cinayet dedin!" Can heyecandan ani hareket edince sandalyesinin tekerlekleri kaymış ve geriye doğru gitmeye başlamıştı. Masaya tutunup kendini çekti eski yerine. "İnanıyorsun yani bana!"
"Lafın gelişiydi."
"Ruhun dışa vurumuydu."
"Abart," dedi Görkem elini cebine atmadan hemen önce. Saniyeler sonrasında ise masanın üzerinde bir iskambil destesi duruyordu. "Ben kart oynamaya geldim. Arkada da ev boşken sırf ses olsun diye açılan televizyon gibi seni dinleyeceğim sadece. Bütün hepsi bu."
Kaya oturduğu yerde daha dik bir pozisyona geçti. Ellerini masanın üzerinde birleştirirken doğrudan Görkem'e bakıyordu ve bakışları boş da değildi. Aklından ne geçtiğini anlamış gibiydi.
"Hasan Çıracı," dedi Görkem benim anlamsız bakışlarıma cevap olarak. "Senin Mila kimliğinle gidip tanıştığın kişi. Benimse daha öncesinde kumarhanesine baskın yaptığım adam. Sana döner yemeye gittiğimizde anlattıklarımı hatırla. Kart oynaman gereken bir durumun içinde kalabilirsin. İşi ustasından öğreneceğin için şanslısın." Sol gözünü kırptı. "İyisin iyi."
Ona aynı şekilde bakmaya devam ettim.
"Bırak Hasan'ı ya, ortada bir ceset var Görkem."
"Seni dinliyor olacağız," dedi Can'a ciddiyetle. "Ama Hasan'ı hiçbir yere bırakamam. Tehlikenin farkında değilsiniz."
"Bize hiçbir şey anlatmayıp kafanda kurduğun için olabilir mi acaba?" diye sordu Kaya kartları desteden çıkarırken. "Kart oynamayı öğreteceğine göre Asya'yı Hasan'ın yanına yem olarak göndermenin planını yapmışsın demektir. Bizim haberimiz var mı? Yok."
"Zamanı geldiğinde konuşacağımızı söylemiştim daha önce."
Ayranımdan bir yudum aldığımda ikisinin arasında çakan kıvılcım beni şaşırttı. Ortam gerilmişti beklemediğim bir anda.
"Zamanını yanlış hesaplamış olabilirsin belki."
"Yanlış hesap yapmam," dedi Görkem. Sesi gereksiz bir şekilde sertti. "Uygun gördüğümde size anlatıyorum, üzerine tekrar şekillendiriyoruz zaten planlarımı. Sen neyi sorguluyorsun şu an?"
Uygun gördüğümde... Planlarım... Ve sorgulandığı için aniden beliren siniri...
Görkem miydi yanımda oturan adam?
Yeni bir karakter mi geliyor Yağmur?
Mete'nin sesi bile uğradığım şaşkınlığı üzerimden atmamı sağlayamadı. Hipnoz olmuş gibi, hatta farkında olmadan nefesimi tutmuş halde ikisini izlemeye devam ettim.
Kaya elindeki kartları masaya bıraktığında bir anda gülümsedi. Görkem kaşlarını havaya kaldırdığında Kaya daha çok güldü. "Sökmez oğlum bana."
"Ne sökmez sana?" diye sordu Arda masum masum.
"Sinirlendirmeye çalışıyor beni." Kaya'nın cümlesinden sonra Görkem gardını düşürmüş gibi arkasına yaslandı. "Asya öğrensin diye Görkem'le kart oynayacağız ya, istiyor ki ona kızıp hırslanayım. Daha çok düşüneyim, onu yenmek için daha fazla çaba harcayayım. Bir nevi onu kendime rakip bellememi istiyor işte."
Görkem'in kıvrılan dudaklarından bunun doğru olduğunu anlayınca bir kez daha şok geçirdim. Ben bu adamın neyi neden yaptığını hiçbir zaman anlayamayacaktım sanırım. Kafa yapısı bambaşkaydı, öyle hazırlıksız yakalıyordu ki beni elimden sadece şaşırmak geliyordu. Matruşka gibiydi, asla dıştan göründüğü kadar değildi. Hep altında başka sebepler yatıyordu yaptıklarının ve söylediklerinin.
"E çüş ama," dedi Can, gözlerini devirerek. "Çözemediğim tek insan olarak tarihe geçeceksin Görkem. Ruh hastası herife bak, iki cümlesinin altına neler gizlemiş."
"Annesiyle babasının kavgasını izleyen bir çocuk gibi korktum az önce." Arda gerçekten de rahatlamış görünüyordu. "Bir daha yapmayın sakın tamam mı?"
Görkem'in gülümsemesi Kaya'ya baktıkça genişledi. "Rekabet istiyorum," dedi Kaya'nın söylediklerini onaylarcasına. "Konu ne olursa olsun sürekli kazanacağımı düşünüyorsun, kendi ağzınla söyledin bunu. Böyle bir algın varken kafadan yenilmiş bir şekilde başlamanı istemedim oyuna."
"Bu işe yarar mı sence?" diye sordu Can. "Ayrıca o algıyı oluşturan sensin zaten. Sen de dahil olmak üzere, hepimiz her zaman senin kazanacağını düşünüyoruz. Bunu birkaç kelimeyle değiştirebileceğini falan mı sandın?"
"Can'ım haklı."
"Gitmeyin üzerine," dedi Kaya, Arda'dan sonra. "Kafasında kendi kendine senaryo kurup oynuyor. Öyle kabullendim ben onu."
Kafama bir şey takılmıştı. Görkem'in asla kaybetmeyeceği düşüncesi, Görkem hiç kaybetmediği için mi yerleşmişti Analizcilerin kafasına yoksa Analizciler Görkem'in hiç kaybetmeyeceğini düşündüğü için mi Görkem sürekli kazanıyordu?
'Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan meselesi bile daha açıklanabilir bir mevzu Asya. Yakma beynimizi, yakma.'
İç sesimin kullandığı beynimiz ifadesindeki biz, Mete, ben ve kendisiydi sanıyorum ki. Ama biz derken sanki yüzlerce kişiden bahsediyormuş gibiydi.
Görkem desteyi eline aldıktan sonra doğrudan bana uzattı ve karmamı istedi. Parmaklarımı kartların soğuk ve pürüzsüz yüzeyinde gezdirirken gözlerim Can'ın masanın üzerinde birleştirdiği ellerine kaymıştı. Sağ elinde bir kalem tutuyordu, bir de orta boy, kahverengi deri kapaklı bir defter vardı önünde. Arda'ya karşı duvardaki bir mantar panoyu işaret edip onu getirmesini rica etmişti.
"İki kart açsana," dedi Görkem.
Sorgulamadan karıştırdığım destenin içinden iki kart çekip ters bir şekilde masanın üzerine koydum. Ardından elimdeki desteyi de kenara bıraktım. Önce soldaki, sonra sağdaki kartı açtım.
"İsimlerini biliyor musun?" diye sordu. Masaya değil bana bakıyordu.
"Maça ası ve maça dokuzlu."
Arda elindeki mantar panoyu masaya bırakmak üzereydi, cümlem bittiğinde ise pano masaya kendiliğinden düşmüş gibi bir ses yayıldı odaya. Elinden kaymış olabileceğini düşünürken refleks olarak başımı sesin geldiği yöne çevirmiştim. Yeniden önüme döndüğümde Görkem kartların tersini çevirip elinde toplamış, kenara bıraktığım destenin arasına sokuşturmuştu.
"Açtığım kartlar olumsuz bir anlama geliyor, o kadarını tepkilerinizden anladım ama hepinizin susuyor oluşuna anlam veremedim," dedim omzumda kayan battaniyeyi düzelttikten sonra.
"Fallara inanmıyorum zaten," diye karşılık verdi Görkem. "Hiçbir mantığı yok."
Hafifçe öksürererek boğazını temizledi ben ayranımı içiyorken. "Bir destede 52 kart bulunur," dedi yüzünü tamamen bana çevirip. Arda sandalyesindeki yerine dönmüştü ve etrafta çıt çıkmıyordu konuya odaklanabileyim diye. "Maça, sinek, kupa ve karo. Her simgeye ait 13'er kart vardır. Oyunların değişkenliğine bağlı olarak kartların işlevleri de değiştiğinden ötürü sana tek tek kartları gösterip anlatamam. Bu yüzden biz birkaç çeşit kart oyunu oynarken sen de sadece izleyip öğreneceksin."
"Hiç bilmiyor değilim," dedim işaret parmağımla bardağın ağız kısmında çember çizmeye başlayarak. "Daha önce birkaç oyun oynamışlığım var, bu yüzden çok zorlanacağımı sanmıyorum."
"Başlayalım o zaman," dedi Kaya. Sıkılmış görünüyordu. Can da pek keyifli durmuyordu açıkçası.
Görkem kartları dağıtırken Can elindeki kalemi sıra sıra panodaki postitlerin üzerinde gezdirdi. "İlki, iki ay önce, Doğan Altındağ. 18 yaşında, uyuşturucu geçmişi var. Annesi hayatta değil, babasının ifadesi geçmiş kayıtlara. Baba oğul ilişkileri yokmuş ama intiharına şaşırmadığını söylemiş." Arda'nın önünde duran bilgisayarı kendi önüne çekti Can, tuş sesleri odayı doldururken benim gözüm kartların üzerindeydi.
"Seri oyna," dedi Görkem.
"İzin ver de Asya takip edebilsin," diye karşılık verdi Kaya.
"Eder o."
Can derin bir nefes alırken o nefesin altına sağlam bir küfür iliştirmiş gibiydi. Bilgisayar ekranını bize çevirdi, istemsizce gözüm ekrana kaydı.
"Olay yerine ait benim çektiğim fotoğraflar."
"Çocuğun fotoğrafı da var mı?" diye sordum Can'a. Farkında olmadan bilgisayarı kendi önüme çekmiş, mekânı yakınlaştırmıştım. Üçer dörder katlı gecekonduların bulunduğu, ıssız olduğunu tahmin ettiğim bir sokağın resimleriydi. Diğer fotoğrafa geçtim. Kırmızı bina diğerlerinden daha yüksekti, ilk katının pencereleri kırıktı ve kapısı tahtadandı, açıktı.
"Maktul," dedi kelimenin üzerine bastırarak. Duygusal bağ kurmamam için yaptığı bir uyarıydı. "Bu." İlk baktığım an aklımda canlanan kelime, hevessiz olmuştu.
Nefes alıyorken çekilen bir fotoğrafıydı. Son zamanlarına ait olabilirdi. Yaşından büyük görünüyordu, yirmi iki yirmi üç olduğunu söylerdim bilmesem. Göz altlarındaki mor ve yeşil halkalar öyle belirgindi ki uyuşturucuyu düşündürüyordu doğrudan.
"Kolay lokma olmuşsun görmeyeli," dedi Görkem ben bilgisayar ekranına neredeyse dalmış haldeyken. Yüzünü bana çevirdi. "Sen de öğrendin bayağı kartları falan. İyi oldu." Sesindeki ima, yüzündeki sırıtışla birleşince ona gıcık oldum.
İlk el bitmişti. Oyuna bakmamıştım. Adını bile bilmiyordum hatta.
"Görkem!" dedi Can sinirle elindeki kalemi masaya fırlatırken. "Sabrımı mı deniyorsun?"
"Bir şey yapmıyorum."
"Beni geçiştirmek için dinliyorsun. Çocuk mu var karşında senin?" Sesini giderek yükseltiyordu ve ben de Can'ın çileden çıkışını hayretle izliyordum. Görkem Can'ı bile çileden çıkarabiliyordu. "Basit bir şüpheyken size konusunu bile açmadım, bir başıma çalıştım zaten şimdiye kadar. Artık değil, sayılar artıyor, insanlar ölüyor. Bana inanıyorsun veya inanmıyorsun, umurumda değil. Nasıl senin her bokunu dinliyorsam sen de beni dinlemek zorundasın."
Ayranımı yudumladıktan sonra dudaklarımı birbirine bastırdım. Can kartlara uzanıp bir anda onları Arda'nın önüne ittirdi. Bu bir emanet edişti aslında.
"Ömrünüzden çalacağım dakikalar için özür dilerim fakat başka gençlerin yılları tükenmesin diye uğraşıyorum. Kırk yılda bir kez dikkatinizi bana verirseniz hiçbiriniz ölmezsiniz."
Görkem gülümsedi, Can olsam kafayı yerdim.
Ayağa kalktı, masanın etrafından dolaştı ve Can'ın saçlarını karıştırıp kafasını kendi karnına doğru yasladı. "Doğan Altındağ, on sekiz. Anne ölü, baba ilgisiz. Kirli sicil, muhtemelen tek yaşıyor. Kırmızı binanın çatısı, düştüğü düşünülen yer."
Derin bir nefes alırken Can'ın kafasını serbest bırakmıştı ama ayakta dikilmeyi kesmedi. "İkincisi Banu Koyunlar. Hemen hemen bir buçuk ay öncesi, yaş on yedi. Annesi alkolik, babasını görmeyeli de yıllar olmuş. Problemli çocukluk dönemi. Uyuşturucu geçmişi var mı bilmiyorum ama sigara kullandığını not düşmüşsün."
Mantar panonun üzerindeki yeşil postitin üzerine bastırdı parmağını, hemen yanına raptiyelenmiş olan sarı saçlı maktulün fotoğrafını çatı katına ilk girdiğim an gördüğümü anımsadım. "Yaş on dokuz, Berat Kuşak. Bununla ilgili notların çok az ama tarihi en yakın olan olay da bu. Üstelik sen ilk iki intihara sonradan dahil olsan da bu vakayla birlikte olayların tamamen içine girdin, diğerlerinde cesedi görmemiştin ama bunda olay yerini el değmemiş haldeyken görme imkânına sahiptin. Not almaman beni şaşırttı bu yüzden."
Can'ın yüzüne bir anda az önce söylediği sözler için duyduğu pişmanlık yerleşti, ardından yerini saygı ve hayranlık aldı. İstemsizce dudakları kıvrıldı çünkü kendisine verilen değeri hissetti.
"Can, gözümdeki yerini hiçbir zaman küçümseme." Bir sevgi cümlesinden ziyade bir emir cümlesiydi bu. "Seni bulunduğun konumdan daha iyi yerlere itebilmek için uğraşıyorum, yaptığım roller bu yüzden. Yoksa fikirlerine değer vermediğim tek bir an bile yok. Bazen kendini savun istiyorum, bana karşı gel istiyorum, delir istiyorum." Tuhaf bir adamdı, belki de bunu kabullendiğimden ötürü garipsemedim söylediklerini. "Az önce kendini dinletebilmek için masaya yumruğunu vurmadığın kaldı sadece. Ama normal şartlarda kararlı, kendinden emin halini fazla göremiyoruz. Şu kodumun özgüvenini kazan artık."
"Adım adım takip ettin yani her şeyi?" diye sordu Can, paragraf paragraf konuşmanın sadece işine gelen kısmına takılarak. "Yani bir başıma değildim, beni destekliyorsun?"
"O olay yerlerine kaç kez gittiğini saymayı bıraktım." Cümlesini iyice vurgulayabilmek için bir kez daha tekrarladı. "Ben saymayı bıraktım." Can güldüğünde Görkem de gülüp yanımdaki yerine geri döndü. Kendini sandalyeye bıraktı. "Kafayı bu kadar taktığın bu olayları görmezden gelemezdik değil mi?"
"Biz bu adama bir günde lider demedik," dedi Arda, elini çenesine yaslamış ikisini izlerken. "Uzat da ben öpeyim alnını bu sefer." Görkem elinden geldiği kadar masanın üzerine eğildi, Arda elinden geldiği kadar ona uzandı ve ortada buluştuklarında Arda dudaklarını onun alnına bastırıp geri çekildi. Görkem de sırıtarak sandalyesine döndü.
Garip ilişkilerine yavaş yavaş alışıyordum sanki.
Önümdeki bilgisayarda resimlerin olduğu ekran açıktı ve içlerinden birine gözüm takıldığında midem yeniden ağzıma geldi. Elimi dudaklarımın üzerine bastırdım, diğer elim karnımdaydı. Olmamalıydı, geçmesi gerekirdi artık. Kan gölü beni bu hale getirmemeliydi, cinayetlerin peşinde koşan bir ekibin içindeyken hem de.
Fark ettiler. Etmemeleri imkansızdı. Birbirlerine baktıklarını hissediyordum. Kimse ne yapması gerektiğini, bana nasıl yaklaşmaları gerektiğini kestiremiyordu. Kendimi kötü hissediyordum. Onları zor durumda bırakmam bir yana kendimi de zora sokuyordum sürekli.
Ağzımı açmadan ayran bardağına uzandım ve tamamını bitirdim. Tuz boğazımı yaktı, yutkundum ve kusma hissimi geri gönderdim. "Problem yok," dedim kendimden emin bir sesle. "Mide bulantım devam ediyor sadece. İyiyim yani."
"Hamile misin yoksa?" diye sordu Arda gözlerini pörtleterek. Ciddi duruyordu ama bunun bir şaka olduğu belliydi.
Bu soruyu beklemediğim için güldüm. Kafamı dağıtması için bir cümlesi yetmişti. "Üçüzmüş," dedim bir sır verir gibi fısıldayarak.
"Allah nazarlardan saklasın hepsini." Bu dua Can'dan gelmişti. "Bu devirde üç çocuk da zor iş. Malum ekonomi..."
"Bizim elimiz armut mu topluyor?" diye sordu Görkem. "Bakarız senin çocuklarına."
"Eylül sana sponsor olur," dedi Kaya. "O hiçbirimize beş kuruş harcatmaz zaten."
"Sahi," diyerek bu ciddi konuşmayı böldüm. "Eylül'ün bilmediğim bir hazinesi mi var?"
Islık sesi Arda'ya aitti. Can da elini sallıyordu 'ohoo' dercesine. "Eylül ciddili zengin Asya."
"Üçüzlerin sahipsiz kalmadı yani." Arda güldü. "Eşeğini sağlam kazığa bağladın anlayacağın."
"Ee..." dedi Can, sırıtmamak için dudaklarını birbirine bastırıyordu. "Babamız ne işle meşguller?" Can, Arda'nın yanında dura dura Arda'ya benzemişti gerçekten de. Mimikleri Arda'nınkilerin kopyasıydı.
Arda kendisine atılan pası yakaladığı an kaşlarını birkaç kez kaldırıp indirerek otuz iki diş sırıtışa geçti. "Bu şanslı erkeği tanıyor muyuz acaba biz?"
Benim çevremdeki insanların birini bile tanımıyorlardı muhtemelen, bu yüzden bu soru inanılmaz saçmaydı. Gerçi olmayan üçüzlerim üzerine yedi saattir muhabbet ediyor olmamız daha da saçmaydı ama Analizcileri sorgulamamam gerektiğini öğrenmiştim.
"Yok," dedim, "tanımazsınız siz."
"Çocuklarının adlarını Nicola, Tesla ve Arda koymayacaksan bu ilişkiyi sürdürmemizin hiçbir anlamı yok Asya, haberin olsun." Arda ciddiyetle arkasına yaslandı ve gözlerini kısarak ona vereceğim cevabı beklemeye başladı.
"Alican, Ayşecan, Cancan olmasını tercih ederim." dedi Can, gözleri meydan okurcasına Arda'nın üzerindeyken.
"Cancan'a bayıldım," dedim dudaklarımın yukarı kıvrılmasına engel olamayarak.
İskambil destesine kaydı gözlerim, sonra bir kez daha bilgisayar ekranına. Bir sürü işimiz vardı ama her şeyi bir kenara bırakıp benimle uğraşmayı seçmişlerdi. "Özür dilerim," dedim. "Dağıttım dikkatinizi." Başımı Görkem'e çevirdiğimde Arda ve Can'ın verdiği isim örneklerine gülmekle meşgul olduğunu gördüm. Bakışlarımız kesişince yüzü de ciddileşti. "Nereden sardım başımıza bu belayı diye düşünüyor musun? Belki de yol yakınken benden vazgeçmeniz gerekiyordur."
"Sabah seni o köşede bırakmam senden vazgeçtiğim için değildi." Söylediklerim onu şoka uğratmış gibiydi. "Sonrasında böyle düşünmemen için gelip sana açıklama yaptım hatta."
"Size katabileceğim şeylerin farkındayım." Bu konuşmayı yaptığım için sonradan kendimi boğmak isteyecektim ama o an duygusal bir boşluktaydım. Ne olursa olsun bu gerekliydi. Bir şeylerin farkında değillerse bile farkına varmalılardı. En çok da bu yüzden susmadım. "Ama biliyorsunuz olanları. Görüyorsunuz halimi."
Yüzlerine birbirine benzeyen şaşkınlıklar asılmıştı. Herkes sus pus olmuş, sözlerimin varacağı yeri bekliyordu. "Belki de burada olmamam gerekiyordur," dedim. Boğazım kuruduğu için sesim titredi.
'Aynen, insanın boğazı kuruyunca sesi titrer zaten.'
İç sesime kapatma tuşu gerekliydi ama birini sustursam öbürü konuşmaya başlardı. Benim içim de bir tuhaftı.
"Bugün bir ceset gördükten sonra eve gelip kustum ben." Sinirden güldüm. Beni bölmemek adına nefes bile almıyorlardı sanki. "Bilmiyorum. Çabaladığınız için size minnettarım, gerçekten. Olmuyorsa zorlamamak gerekir ya, belki de şehir değiştirip her şeyden uzaklaşmam gerekiyordur."
Ellerimi yüzüme kapatıp ağlama isteği nereden gelmişti? Böyle biri değildim ve kendime çok fazla yabancıydım. Çenemi kasmıştım gözlerimden yaş dökülmesin diye. Krizlerimden birinin içine çekilmiştim, birazdan geçecekti.
"Kapı orada." Kaya başıyla merdivenlerin olduğu kısmı işaret etmişti. "Gidersen seni durdurmayız."
"Durdurmaz mıyız?" Arda'nın sesi sinirli çıkmıştı. Mümkün olsa Kaya'nın ağzını kapatacaktı sanki.
"Durduramayız," diye devam etti Kaya. "Kafana koymuşsan yapmaktan çekinmezsin. Sen istiyorsun burada kalmayı, tek çekincen bize yük olduğunu düşünmen."
"Kaya tecrübeli olduğu için bilir tabii ne hissettiğini," diye mırıldandı Görkem.
"Benimki farklıydı," dedi Kaya. "Ben hiçbir zaman polis olmak istemedim, her Allah'ın günü neden aranızda olduğumu sorguladım. Mecburiyetten alıştım size, yoksa hiçbiriniz umurumda değilsiniz. Analizciler Necip abinin beni tıktığı kafesin adıdır aynı zamanda."
Diğerleri aynı anda güldüler, Kaya da onlara katıldı çok geçmeden. Söylediklerinin gerçeği yansıtmadığını anlamak için uzman olmaya gerek yoktu.
"13, bileğindeki ipi söküp atmak istiyor musun?" diye sordu Görkem sessiz geçen iki dakikanın ardından. "Kaya haklı, seni durduramayız eğer istediğin buysa."
"Mesleğime devam etmek istiyorum ama her şey isteğimize göre şekillenmiyor ne yazık ki." Parmaklarımla oynamaya başlamıştım yine istemsizce. "Bugün ne kadar zorlandığımı itiraf etmeme gerek var mı? Can çatıda beni tuttuğunu anlattı mı size mesela? Başım döndüğü için aşağı bakamadım ben."
"13." Görkem sabır çeker gibiydi. "Sen bizimle kalmaya devam etmek istiyor musun, istemiyor musun?"
"İstiyorum." Bu netti. Burası benim bir daha asla elime geçmeyecek bir fırsattı. Kariyerimin zirvesindeydim ama öyle bitik bir haldeydim ki hiçbir şeyin tadını çıkaramıyordum. Eksiktim.
"Konu kapanmıştır." İnkâr etmek için ağzımı açmak istediğimde beni bakışlarıyla susturdu. Varlığımın onlara faydadan çok zarar verdiği hissi içimden gitmiyordu. Kötü durumdaydım. Gözlerim masanın üzerinde bir kurşun kalemin kim bilir ne zaman bıraktığı küçük çizgiye odaklıyken koluma temas etti Görkem. "Sıkma kendini, burnun kanayacak."
"Asya, kendi işini kendin zorlaştırıyorsun," dedi Can. Ona bakmamı bekledi. "Sana git desek ne yapacağını düşündün mü? Şehir değiştireceksin, sonra peki?"
"Bilmiyorum."
"Bilmezsin tabii." Niye beni anlıyor gibi bakmıştı ki? "Zaman gerektiğini sana söyledim. Kendine karşı bu acımasızlığın neden?"
"Abi o hiç bütün dünya ona sırtını dönse bile Analizcilerin ondan asla vazgeçmeyeceğini görmemiş ki, nereden bilsin?" dedi Arda. "Hepimiz zaman zaman diğerlerine yük olduğumuzu hissettik. Hissetmedik mi beyler?" Onu onaylamayan kimse yoktu.
"Balık hafızalı mısın sen Asya? Daha geçen gün bir intihar haberi duyduğum için gözyaşı döktüm ben. Tanımadığım biriydi hem de. Hepimizin var yaraları. Ne yapalım ölelim mi yani? Yoksa o gün şöyle mi demem gerekiyordu," sesini inceltti, "hepinize minnettarım ama benden vazgeçmeniz gereken yerdeyiz. Psikolojik sorunlarım var." Gülmeye başladığımda bu defa sesini kalınlaştırdı. "Bon sozo yok oloyorum."
"Dalga geçme benimle," derken omzuna yumruk atmıştım.
"Az önce bir yük beni yumrukladı," dedi. "Az önce bir yük bana kötü kötü baktı." Beni güldürmeyi başarabildiğini görünce hız kesmeden devam etti bunu yapmaya. "Beyler, yükünüzü bırakıp yamacıma çömelin."
"Bokunu çıkarmadan durmayacak," dedi Kaya.
"Yük yük diye nicesine sarıldım." Evet, durmuyordu. "Yük'sek yük'sek tepelere ev kurmasınlar." Kelimeleri vurgulamaktan da geri kalmıyordu.
"Yeter," dedim. "Tamam, iyiyim. Yük değilim. Anladım. Teşekkürler, sağ olun."
"Yoo, yüksün," dedi Arda. "Gelin ata binmiş, ya yüküm demiş. Damlaya damlaya da yük olurmuş."
"Geldin mi kendine?" diye sordu Görkem. Kriz anlarımda panik yapmaması, sakin sakin benimle konuşması işe yarıyordu. Bugün diğerleri de ona katılmıştı. Beni birlikte toparlamışlardı.
"Kendimdeydim zaten," dedim ve omuzlarımdaki battaniyeyi çekip yere bıraktım. "Halüsinasyon gördünüz hepiniz. Unutun şimdi onu hemen."
Son kelimem bana Mete'yi hatırlattı. Biraz tez canlıydı Mete. Ağzından hemen, çabuk gibi laflar eksik olmazdı hiç. Ortak bir saate karar verip buluşma ayarladıysak o bir saat öncesinde hazır olurdu ve sonra ben vaktinde gitmiş olsam bile bana geç geldiğim için kızardı. Bir keresinde bilerek ona söylediğim saatten kırk beş dakika kadar geç gitmiştim yanına. Ertesi sabah alarmımdan kırk beş dakika önce beni uyandırarak almıştı intikamını.
Bir insanın başına gelebilecek en güzel şeydi Mete. Şimdi yanımda olmasa bile hayatıma girdiği her saniye için şükrediyordum. En büyük acımdı ama en büyük mutluluklarım da hep onunlaydı. Gidişinin beni yaralayışını aşıp sadece geçirdiğimiz güzel anlara odaklanabilen biri olsaydım benim için her şey çok daha kolay olurdu. Ne yazık ki bardağın boş tarafıyla sonu gelmez bir ilişkim olmuştu kendimi bildim bileli.
"Melankolik halinle kabullenmeye hazırız biz seni." Görkem'in gözleri, sözlerinin onaylayıcısıydı. "Şimdi bir şey isteyeceğim senden. Eğer patron bensem işten kaytaramazsın öyle kendi kendine triplere girerek."
"Tamam, patron," dedim alayla. Bilgisayar ekranını önüme çekti, Can'ın klasöründen bir fotoğraf açtı. Doğan Altındağ'a aitti. İntihar vakalarının ilki olan çocuğa yani.
"Fotoğrafların dilinden anladığını söylediler bize." Yine mi yeteneğimi sınayacaktı? Kafamı dağıtmak için miydi yoksa onların işine yarayacağımı bana kanıtlamak için mi yapıyordu bunu? "Canlı görmek isteriz. Sesli düşün."
İlk gördüğümde aklımdan geçen kelimeyi döktüm dudaklarımdan. "Hevessiz." Tuşlardan birine basıp ekran parlaklığını biraz kıstım, fazla ışık gözlerimi hep rahatsız ederdi. Zifiri karanlıktan hoşlanırdım normalde de. "Yaşından büyük duruyor."
Bir sonraki fotoğrafa geçtim. Klasördeki resimler küçük şekilde önüme diziliyken kan gölü fotoğrafının üzerinde kalan fotoğraftı. "Bakın, biraz kamburu çıkmış burada. Voleybolcuların veya yüzücülerin sahip olabileceği türden eğik bir duruşu var fakat uyuşturucu kullanıcısı olması sporcu olmadığını düşündürüyor bana. Ders çalışmaktan ötürü de bu tarz bir şey gerçekleşebilir ama böyle bir izlenim vermediğini de uzun uzun anlatmama gerek yok bence size."
"O halde ne düşünüyorsun?" Arda'nın sorusundan sonra Görkem'in hafifçe kaşlarını çattığına tanık oldum. Araya girmemesi için onu uyarma şekliydi sanırım.
"Skolyozu veya genetik bir rahatsızlığı da olabilir tabii ama..." Bir sonraki fotoğrafa geçtim. Gözlerinin altındaki şişliğin üzerine koydum parmağımı. Göz pınarından başlayarak diğer uca kadar yatay bir c harfi çizdim parmağımla. "Bilgisayarda çok fazla zaman geçirdiğine işaret ediyor olabilir."
"Uyuşturucudan olamaz mı bu da?" Az önce bölündüğüm için kızan Görkem bölmüştü bu defa beni. Belki de bana sorulan soruların dikkatimi dağıtmaktan çok odaklanmamı sağladığını düşünmüştü. Belki de söylediklerimi çürütecek fikirlerle bana yaklaşırsa hırslanıp daha istekli bir şekilde inceleyeceğimi düşünmesinden dolayı sormuştu sorusunu. Her şey olabilirdi sebebi.
"Kaya da mı uyuşturucu kullanıyor?" Kaya, onu lafa katmamın sebebini anlayamadığı için bana bakıyordu. "Senin de göz altların böyle," diyerek açıkladım kendimi.
"Kambur muyum peki?"
"Eh," dedim. "Omuzların normalden bir tık daha önde ama insanların bunu fark edeceğini sanmıyorum."
"İnsanları röntgenlemen rahatsız ediciymiş," dedi Kaya. "İşsiz misindir hep böyle?" Benimle uğraşmak ona keyif veriyordu herhalde.
"Kimlik numarama kadar bilmiyor musun yani sen beni?" diye sordum ona. Görkem beni detaylıca araştırmadan Analizcilerin arasına katacak değildi. Araştırttığı kişi de Kaya olmalıydı haliyle. "İnsanların hayatlarına burnunu sokuyor olman rahatsız ediciymiş..."
"Nelere erişebildiğimden korktuğunu mu hissettim, bana mı öyle geldi?" Üste çıkmazsa içi rahat etmeyecekti. Geri adım atmayacağını bakışlarıyla haykırıyordu. Kozu varmış gibi davranıyordu ama yoktu. Belliydi her halinden.
"Eriştiklerinin arasında beni zor duruma sokacak bir şey varsa onu tam şu an açıp göstersene diğerlerine," dedim başımı dikleştirerek. Gözlerim kısılmıştı. "Neyi buldun, ilkokul fotoğrafımı mı?"
Anlayamadığım bir şekilde hepsi kahkaha atmaya başladığında Can utanarak elini yüzüne kapattı. Sorgularcasına ona bakıyorken gülmekten ara ara sesi kesilen Arda anlatmaya çalıştı bana neye güldüklerini.
"Can... Can'ımın bir fotoğrafı var. Örümcek adam kostümlü, maskesi de elinde böyle..." Nefes almaya çalıştı. "Kağıt havluları böyle düğümlemişler birbirlerine. Ağıymış o da. Poz vermiş tabi, yanında da bir kız..."
"Allah kahretmesin ya. Niye kurtulamıyorum ben bu fotoğraftan?"
"Arda sen kurtulama diye tişört bastırdı," dedi Görkem gülmeyi kestiğinde. "Tişörtü eline aldığın gibi makastan geçirdin. Cani Can seni..."
Bir sürü anıları, birlikte geçen yılları vardı. Aynı anda gülmeye başladıklarında o kadar içten gülüyorlardı ki, kahkaha seslerini kayıt altına alıp durmadan dinlemek isterdiniz. Bağımlılık yapardı. Aralarındaydım, ben de gülüyordum ama daha çok bir sitcom gibiydi her şey. Onlar ana karakterlerken ben izleyiciydim.
Duruldum yine. Gözlerimi kısıp onları inceledim dikkatle. Kaya gülerken Görkem'e bakıyordu, sanki ona bu hayatı veren Görkem'miş gibi. Arda'nın gözleri yok oluyordu güldüğünde, Can utanınca ellerini saklama ihtiyacı duyuyordu. Görkem'i güldürense arkadaşlarının yüz ifadeleriydi.
"Neyse," dedi birkaç dakikanın ardından. "Senin kart öğrenme işin yalan oldu bu gecelik." Omuz silkerek karşılık verdim. Çok üzüldüğüm söylenemezdi. "Can, yarın Eylül'le birlikte Cengiz'in sorgusuna girmeni istiyorum. Eylül, ondan Hasan hakkında bilgi alabileceğimizi düşünüyor."
"Benim vakamı kenara ittirdiğimizi söyleme bana," dedi Can korkuyla.
"İttirdiğimiz yok senin vakanı." Belli ki bu sahipleniş hoşuna gitmişti Görkem'in. "Sadece belli bir sıraya sokmamız gerekiyor olayları. Gerekirse parça parça ilerleriz. Sen arka planda kendi işinle ilgilenmeye devam edeceksin, dilediğinde bizi kullanma özgürlüğün de var. Özellikle 13'ün etinden sütünden faydalan bence." Çenesiyle bilgisayar ekranını işaret etmişti, fotoğrafa bakarak yaptığım çıkarımları kastediyordu. Sebepsizce kendimi iyi hissettirdi benden özellikle diye bahsedişi.
Zilin sesi geceyi böldüğünde hepimiz susmuş, Görkem'e bakmıştık. Özel güçleriyle kapının ardındaki kişiyi üst kattan görebilecekti sanki. "Birini mi bekliyorduk?" diye sordu Arda ona. "Yoksa Eylül mü?" Önce Can ve Görkem birbirlerine baktılar, sonra Görkem ve Kaya ve en son da Can'la Kaya. Aralarında oluşan bu özel üçgen üçünün de kimin geldiğini biliyor olduklarının habercisiydi. Arda ve ben bu konunun Fransızları olarak anlamsız bakışlar yolladık birbirimize.
Zil bir kez daha çaldı, birinin inmesi gerekiyordu aşağı ama herkes üşeniyor gibiydi. Üç çift göz bana döndü. "Ben hastayım?" dedim hatırlatmak ister gibi. "Zalim gibi beni mi göndereceksiniz gerçekten?"
"Hani hasta değildin de mideni kaybetmiştin sadece?" diye sordu Can alayla.
"Ölüyorum." Kendimi sandalyede aniden geriye bırakınca tekerlekler hareket etti ve masadan birkaç santim uzaklaşırken gülmemek için zor durdum. Kollarımı dirseklerim yere bakacak şekilde hafifçe iki yana açtım ve başımı da arkaya atıp gözlerimi kapattım. Oscarlık bir performansla bayılma taklidi yapmıştım az önce. "Fenalaştım, yukarı çıkarken su da getirin bana."
Arda gerçekten kocaman bir kahkaha attığında gözünden yaş gelebileceğini düşündüm. "Drama queen tarafın olacağını hiç düşünmemiştim. Aşırı tatlı geldin birden bana."
Zil bir kez daha çaldı, aşağıdaki kişi her kimse büyük bir sabır harcıyordu kapıda dikilmeye devam ederek.
"Hep birlikte inelim gönüllü yoksa," dedi Görkem. Ona, "Ne boktan bir çözüm yolu bu?" diye sorarken Arda'ya o insin diye yalvarıcı bakışlar atıyordum. Bir anda durdum, ona bu şekilde davranmamam gerektiğini düşündüm çünkü Eylül bunu yaptığında kendi içimde yargılamıştım onu.
"Aman iyi be," diyerek ayağa kalktığımda diğerleri de yeni yürümeye başlayan bebeğin etrafına etten bir duvar ören akrabaları gibi etrafıma dizildiler. Önce Kaya indi merdivenleri, ardından Arda, sonra Can. Görkem önden buyurmam şeklinde bir işaret yaparken artık buna emin olmuştum. Önünden gitmemle alakalı bir takıntısı oluşmaya başlamıştı.
Bu diziliş bana sürü halinde hareket eden kurtları anımsattı. Lider en geriden gelirdi çünkü onun arkayı kollaması ve aynı zamanda sürüye göz kulak olması gerekirdi. Merdivenlerden inerken aklımdan bunların geçiyor olması da ayrı bir olaydı.
Kapının ardındaki kişinin sabrı fazlasıyla taştığından parmağını zile bastırmış, geri çekmiyordu ve zil sesi duvarlardan yankılanarak doluyordu kulaklarıma. Hepimiz hole doluşunca kapıyı açmak için hareketlenen kişi alfa kurdumuz olmuştu.
Kapı açıldı, dudaklarım neredeyse kulaklarıma değecek şekilde iki yana kıvrıldı. Ayağında en sevdiği turkuaz şeritli siyah spor ayakkabıları vardı, lacivert bir pantolon giymişti altına. Üzerinden çıkartmadığı ince haki ceketi yine ona eşlik ediyordu. Başınaysa birlikte bana atkı almak için çarşıda dolaşırken beğendiği ve benim ona hediye ettiğim hardal rengindeki bereyi geçirmişti. Beresini çıkarıp bana gülümserken koridorda sadece ikimiz var gibiydik.
"Barış!" dedim bir sevinç dalgası kıyılarıma vururken. Tanıdıklık hissiyle dolup taştım. Birkaç gündür nereye baksam yeni birini görüyor, başka bir çevrenin içinde kendime yer arayıp duruyordum ve Barış'ın hayatında baş köşede bana ait bir yer olduğundan huzurla kaplandım birkaç saniye içinde.
Burayı nereden bulduğunu sormadım çünkü anladım. Can'ın yanında onunla telefonda konuşmuştum. Adını duymuştu. Bugün kötüydüm, bana neyin iyi geleceğini bilemiyorlardı ama bilebilecek birini tanıyordu Can. Görkem'e Barış'tan bahsetmiş olmalıydı. Görkem de numarasını bulmak için Kaya'dan yardım istemişti herhalde. Çatı katındaki bakışmaların sebebi buydu.
Fazlasını düşünmedim. Geçmişten kalan tek parçam karşımda dikilirken onu görmenin bana bu kadar iyi geleceğini ben bile tahmin edemezdim. Can işini iyi biliyordu.
"Ne Barış ne? Ağaç oldum burada. Beş kişi bir kapıyı açamadınız!" İçeri adımını attı, hafif bir gerginliği vardı. Sesinden sezebilmiştim.
"Kusura bakma, yukarıdaydık," dedi Görkem. Barış bir baş sallayışla karşılık verirken onu sesinden tanıdığını anladım. Kendisiyle telefonda konuşan Görkem olmalıydı.
"Hoş geldin birader de, seni tanımayan bir ben miyim anlamadım," dedi Arda. Elini kıvırcık saçlarına atarak onu daha önce görüp görmediğini düşünüyordu.
Beresini çıkarıp sol eline aldı ve böylece kısa bir zaman önce kısacık kestiği kahverengi saçları ortaya çıktı. Eskiden uzatırdı, hatta bir dönem topuz yapabildiği kadar uzundu saçları ama sonra üçe vurmuştu. "Barış Atik," derken boştaki elini Arda'ya uzattı. "Asya'nın arkadaşıyım ki bu beni milyarda bir görülen eşsiz bir çiçek kadar değerli yapıyor."
Gerçekten öyleydi. Minimum düzeyde insanı hayatıma alıyordum, kalabalık ortamlardan hiç hoşlanmamıştım şimdiye dek. Geriye dönüp baktığımda o ve Mete'yle doluydu her anım. İkisi benim için her şeydi, hep öyle olacaklardı.
Diğerleri nezaketen ona tek tek kendini tanıttı, ben onlara birkaç adım uzakta dikilirken. Barış ceketini çıkarıp askıya astığında bana gelecek sanmıştım ama o dışarı uzandı. Kapının kenarına bıraktığı poşeti alıp kapıyı kapattı arkasından. "İki bininci el bir makine ama iş görür," dedi poşeti kucağında tutarken. "Ev hediyesi sayarsınız benden. Ayrıca söylemeden geçemeyeceğim, Asya dehşet iyi kahve yapar.
Ellerim titredi, onları arkama aldım görünmesinler diye. Ofisimizdeki kahve makinesini getirmişti. Gözlerimin yangını her geçen saniye harlandı, içimden dumanlar çıktı, yükselen yanık kokusu ciğerlerime aitti.
Boş bir oda, bir Mete, bir ben, bir kahve makinesi... Hikâyemin başladığı yere aitti bu tablo. Hayatımın kalemi bir yazarın elinde olsaydı kurguyu yaparken onun zihninde ilk canlanan şeyler bunlar olurdu. Geriye kalanlar sonradan şekillenirdi.
Mete'nin benden çok sevdiğini iddia edip durduğu, sonra şaka yaptım sana olan sevgimi hiçbir şey geçemez muhabbeti döndürdüğü ve her seferinde buna kahkahalarla güldüğü kahve makinesi bu evin mutfağına götürülmek üzere bana teslim edilmişti.
Kurdelelere sarılıp odamıza getirildiği zaman aklıma düşünce, suya damlatılan mürekkebin dağılması gibi dağıldı hatıralar aklımın her köşesine.
"Teneke bir kutuyu bu kadar sevmeni anlamsız buluyorum." Kalçamı Mete'nin masasına yaslamış, karton bardaklara kahveleri doldururken sesimden kıskançlık akıyordu.
"Bir kez daha Vanessa'dan teneke kutu diye bahsedersen kafana bir elma koyarım ve dart tahtasına ok atar gibi oklarım seni."
"Ne olur oklama ya," dedim göz devirerek. İnsan kahve makinesine isim verir miydi? "Kızdırma beni, söküveririm bak seninkinin vidalarını."
Oturduğu yerden hızlıca kalktığında bozuk olmamasına rağmen saçlarını düzeltmeyi ihmal etmedi. Hafif çekik gözleri sahte bir sinirle üzerimde dolaşırken gülmemek için kendini sıktığından tuhaf bir ses çıkardı ve öksürerek toparladı durumu. "Duyma sen onu kızım," dedi teneke kutunun üzerinde parmaklarının dış kısmını gezdirerek. "Aramızdaki ilişkiyi anlayamaz o."
"Kırk yaşına geldiğinde evlenmemiş olursan onunla mı evleneceksin? Nedir yani?"
Başımın üzerine vurdu hafifçe. Sonra topuzumu tutup dağıttı, tokam saçımdan sarkıyordu. "Takarsın bir yarım altın. O kadar emeğimiz var üzerinde."
"Senin emeğin tamam da..." Buruşturduğum yüz ifademle ellerimi saçlarıma götürdüm ve onları yeniden toplamaya çalıştım. "Tenekenin ne emeği var üzerimde?
"Bak hâlâ teneke diyor ya..." Dilini damağına vurdu arka arkaya. "Seni uyanık tuttuğu geceleri ne çabuk unuttun? Kahve diye zırlayarak buraya koşuyordun Yağmur. Hafızan mı kayboldu?"
"Meteee..."
"Yağmuuur..."
"Ben zırlamam, bilirsin." Omuz silkip karton bardakları arkamdaki masaya bıraktım. "Beni mi daha çok seviyorsun Vanessa'yı mı diye sormama üç saniye kaldı. İstersen ben bu dolabın üzerinde durayım bundan sonra, benim sandalyemde de senin teneke zımbırtın otursun. Sen onunla çatışmalara girersin, kahve için geldiğinde ben de eline kusarım. Nasıl fikir?"
"Bu da soru mu?" Dizlerimin önünde durmuştu. Gözleri üstümdeydi, dikkatle inceledi yüzümü. O eksikliğini daima hissettiğim ailemdi benim. Yüzüne bakarken bunları düşünürdüm bazen. "Tabii ki Vanessa'yı daha çok seviyorum."
Somurttum, bu halimi korkutucu bulduğunu söylerdi. Hep gülmem gerektiği konusunda ısrarcı bir tavrı vardı. O gittiğinde gülüşlerimi de çaldı. Peşinden koştuğumuz hırsızlardan ne farkı vardı?
"Şaka yaptım cadaloz," dedi çenemi tutup kaldırırken. Burnuma bir fiske vurdu. "Sana olan sevgimi hiçbir şey geçemez." Beni bütün hayatım boyunca, aralarına annem, babam ve onlar yurt dışında yaşadıkları için yanında büyüdüğüm teyzem de dahil olmak üzere, en çok seven kişi hiç şüphesiz Mete'ydi. "Yine de Vanessa'ya bir daha teneke deme. Tamam mı Yağmur'um?"
"Vanessa," dedim kutuya eğilip. "Benim siyah güvercinim sana aşık, haberin olsun."
"Vanessa," dedim. Diğerlerinin tuhaf bakışları üzerimde dolaşırken beni bir tek Barış anladı. Elimde bir hazine tutuyor gibiydim, öyle ki neredeyse teneke bir kutuya sarılıyordum. Issız bir adaya düşsek Mete'nin yanına alacağı üç şeydik biz: Barış, ben ve Vanessa.
Benim için Barış'ın yerine işkembe çorbası alabileceğini söylemişti eğer istersem. Barış bunu duyduğunda çok uzun bir süre Mete'yle küs kalmışlardı, yaklaşık bir buçuk dakika falan.
"Teşekkürler." Sesim başkasına ait gibi çıkmıştı. Anıların arasından sıyrılmaya çalıştım. "Size de." Lafım Analizcilereydi. "İçeri geçin, ben bunu mutfağa bırakayım."
Bebeğime iyi bak, diye fısıldadı Mete. Sesinin bu kadar net gelmesi beni korkuttu. Konu teneke kutusu olduğunda ölüyken bile sesi bir başka çıkıyordu adamın.
"Ben alırım," dedi Görkem elimden gerçek bir hassasiyetle poşeti alırken. "Siz salona geçin, biz yukarıda çalışmaya devam edeceğiz."
"Biz parka çıkalım," dedim kibarca gülümseyerek. Hava almam gerekliydi. Kalbimdeki delikten geçen rüzgar göğüs kafesimi üşütmüştü. Buz kesmiştim adeta.
"E siz şimdi çok gizlisiniz. Ben hepinizle tanıştım. Oha ölecek miyim yani?" diye sordu Barış havamı dağıtmak adına. Can güldü, Kaya bile güldü. "Senin gırtlağını çıkışta ben keseceğim," dedi sonra hatta.
"Yapar gibi duruyorsun vallahi, inanırım."
"Hoş geldin tekrardan," dedi Can gülümseyerek. "Bir şeyler içer misin?"
"Asya bana Vanessa'dan kahve yapmazsa su bile içemem."
"Çok kötüyüm ben." Elimi başıma yaslayıp gözlerimi kapattım. "Bayılacağım eğer oturmazsam. Öyle fenayım ki sorma. Parmağımı oynatamıyorum bak."
"Aman iyi be," dedi yanıma yaklaşırken. Bu sözü ben çok kullanırdım, onların üzerine de benden yapışmıştı zaten. "İstemiyorum o zaman hiçbir şey. Teklifin için sağ ol güzel insan."
Can tekrar gülümseyerek önemli olmadığını belli etti ve merdivenlere yöneldi. Kaya ve Arda da peşine takıldı hemen. Görkem Vanessa'yı mutfağa bırakmak için kaybolduğunda geriye sadece ikimiz kalmıştık Barış'la.
Geriye sadece ikimiz kalmıştık.
"Benimle havanızı paylaşır mısınız madam?" diye sordu elini bana uzatarak. Parmaklarını yakaladım ve onu arkamdan çekiştirerek parka çıkardım. Salıncaklara ilerlemedik, park ve ev arasında kalan üzeri kapalı balkondaki armut koltuklara oturduk yan yana. "Sevmezsin biliyorum ama sarılayım mı Asya sana? İstek değil, yemin ederim ihtiyaç."
Kolumu boynuna sarıp çekebildiğim kadar kendime çektim onu. Ellerini sırtıma yasladı. Bu kucaklaşma bütün salonu ağlatan bir sinema sahnesi olabilecek kapasiteydi, hissi başkaydı. İki arkadaşın ruhu, bir başka arkadaş için birbirlerine dolandı. Barış'la yakın olmam Mete'nin hep hoşuna gitmişti. Biz üç kişi var olmuştuk, üç kişi kalmalıydık.
Mete bu defa içimde konuşmadı, gülüşünü işitti kulaklarım bizi yeniden birlikte gördüğü için.
"Barış," dedim kendimi geri çektiğimde. Ağlamıyordum ama sesim akmayan gözyaşlarımın çeşmesiydi sanki. "Bir sen kaldın. Biz birlikteyiz ama yalnızız."
"Keşke ben ölseydim," dedi.
"Keşke ben ölseydim," dedim. "Bütün dünya ölseydi de Mete yaşasaydı. En çok o yaşasaydı."
"Acımızın bu kadar aynı olması birbirimizi anlamamızı sağlıyor. Ben seni anlayabiliyorum Asya. Göreve hazır bir asker gibi bekledim seni. Neden beni aramadın? Niye yanında olmama izin vermedin? Kötü hissettiğinde neden sen koşmuyorsun bana da elin herifi arıyor beni?"
Hiçbirine cevabım yoktu, sitemlerinin hepsinde haklıydı. Kendi derdimle o kadar meşguldüm ki bir başka köşede acımın kopyasını yaşayan o adamı aramamıştım. O da beni... Yazısız bir kural gibiydi. Cenazeden çıktıktan sonra kısa süreliğine birbirimizin hayatından da çıkmıştık.
"Saçlarına bakmak bile canımı acıtıyor Barış," dedim bütün şeffaflığımla. "Biz birbirimize iyi gelmezdik. Beni ağlarken gördüğün o andaki bakışlarını tarif edemem bile. Uzak kalmalı ve ayrı ayrı atlatmalıydık. Bana kızma, sana kızmıyorum."
"Benekli, saçlarımın bir şeyi yok. Tarz olsun diye kestim."
"Ben de soğan doğradığım için ağlıyordum zaten."
Güldü, güldüm. Eskisi gibi değildi gülüşlerimiz. Farklıydık. Bir adam, ikimizi de geri dönüşü olmayacak şekilde değiştirmişti.
"Yorgun görünüyorsun." Dizine dokundum. Çökmüş göz altları mora dönüktü. Gözleri hep ışıldardı Barış'ın. Orada hâlâ ışıklar yanıyordu ama parlaklıklarını büyük ölçüde yitirmişlerdi. "Bugün yoğun bir gün müydü?"
"Üzerine uykusuz kaldığım bir dosya var elimde," dedi ama bu cümle 'boş ver' demenin uzun versiyonuydu aslında. "Seni dinlemek istiyorum. Ne oldu da arkadaşların bana ulaşmak zorunda kaldı?"
"İlk kez cinayete tanık olmuşum gibi bir ceset gördükten sonra kustum." Sürekli buna takılıyordum. Zayıflıktı. Kendimden bekleyeceğim son şey bile değildi.
Belki de haklıydı Görkem bana yaşadığım şeyleri basite indirgediğimi söylerken. Belki de Can kendime karşı acımasız olduğumu dile getirdiğinde içimde bir türlü affedemediğim yerlere dokunmuştu.
Dizinin üzerinde durmakta olan elimin üzerine yerleştirdi elini. Ufak bir destek hareketiydi ama onlarla neleri el ele atlattığımı hatırlayınca daha da deşildi yaram. "Yüzün beyazlamış zaten," dedi dingin sesiyle. "Bir şeyleri aşamadığın için böyle. İnan, ben de çok zorlandım."
"Senin toparlanışın çok hızlıydı," dedim imrendiğimi belli ederek. "Nasıl o kadar çabuk dik durmayı başarabildin?"
"Mete öyle bir insan ki, toprağı bile yetiyor beni dik tutmaya." Gözlerimin içine bakarken bir yıldız sıkışmış gibiydi ikimizin avuçları arasına. Biz bir ölüyü yaşatmaya yemin etmiş iki mirasçıydık. Külleri aramızda savruluyordu. "Gitmedin değil mi, Benekli? Onun mezarına tekken gidemedin?"
Sustum. Bu cevabını beklediği bir soru değildi. Cevabını vereceğim bir soru da değildi.
"Ben ne zaman nefes alamasam orada aldım soluğumu." Gözlerini gökyüzüne çevirdi. "Bir mezar taşına astım gözyaşlarımı. Onun yanında eğilip bükülüyorum, dizlerimin üzerine çöküyorum böyle." Ağlayacaktı, buna ihtiyacı olduğunu kalbim hissediyordu. "Başım dik çıkıyorum ama. Gücümü taştan topraktan alıyorum, hayat beni buna sürükledi ve ben de çaresizce kabullendim. Ne yapabilirim başka?"
Dudaklarımı ısırıyordum. Göğsümde yakılan bir ağıt vardı. Ait olduğu dili sadece Barış biliyordu. Gözünden bir yaş düştüğünde devam edeceğini hissettiğim için açmadım ağzımı. Kısacık saçlarına dokundu. Parmakları gür tutamlarının arasında kaybolurdu eskiden. Şimdiyse öylece kayıp gitti başının üzerinden.
"Gırgır ulan!" Kısık sesi binlerce ünlem barındırmıştı. Haykırsa bu etkiyi veremezdi. "Gırgır amına koyayım. İnsan gırgıra bakıp üç saat aralıksız ağlar mı? Krize girip kırıp döker mi eşyalarını? İçinde bizim olduğumuz çerçeveyi bile fırlatmışım duvara. Cam kırıklarının altında kaldı gülümsemelerimiz. Söylesene Asya, nasıl yaşayacağız biz böyle?"
Gırgır, şamata... Barış'tan bahsediyorsa Mete, dilinden eksik olmayan iki kelimeydi. İronisine hediye etmişti Barış'a. Maviydi gırgır, araba şeklindeydi. Evet, bir gırgır insanı üç saat ağlatabilirdi. Bir vazoya bakarak iki hafta komada kalmıştım ben.
"Bana ölmekten bahsetme," dedim avucumu yanağına bastırarak. Gözyaşı parmağıma damladı, silmedim. "Barış. Biliyorsun. Sakın."
Gözü omzuma değdi, büyük bir pişmanlıkla kapandı gözleri sımsıkı. Gözünden bir damla daha kayıp gitti. Yeniden araladığında onları hedefi bu defa ellerimdi. Tuttu. Bırakmadı. "Özür dilerim," dedi. "Özür dilerim. Güya iyi gelecektim sana."
"Sorun yok." Derin bir nefes aldım. "Ağlama. Üzülüyor."
Sesi bile kesilmişti söyleyecek lafı olmadığından.
"Onu ziyarete git," dedi başını dikleştirerek. "Çiçeklerim soluyor. Onu kurak bırakamayız."
O, Yağmur'u kurak bırakmıştı ama.
"Ağlama," dedim tekrar. "Gideceğim, tamam. Bak, ben yaşıyorum. Yeni bir yerde devam ediyorum nefes almaya. O iş yerine dönemezdim, buradan bana teklif gelmese bir daha elime silah bile alamazdım. Sen devam edebiliyorsun. Üzerine gidiyorsun, kopmuyorsun geçmişinden. Sen böyle aşıyorsun. Bırakma Barış. Biz bir gün yeniden buluşacağız. O günü beklemekten başka çaremiz yok, anlıyor musun?"
"Anlıyorum." Gözlerini sildi. "İyi olacağız. Dinmez ama azalır, değil mi?"
"Azalır."
Ona yalan söyledim.
"Gideceksin?"
"Söz."
"Düzeleceğiz?"
"Düzeleceğiz."
Bana inandı, Güneş gece doğar desem bile bana olan güveninden dolayı sorgulardı böyle olup olmadığını. Bizim için Güneş batmış olabilirdi. Sorun yoktu. Ben zifiri karanlığı severdim zaten.
Keşke Barış'ın bana inandığının çeyreği kadar kendi söylediklerime inancım olsaydı.
"Bunlar seni niye kül kedisi gibi eşyası bile olmayan bir bodrum katında yaşatıyorlar?" diye sordu birdenbire. "Arada süt falan da veriyorlar mı bari?"
"Halimden memnunum," dedim. "Sen dert etme beni."
"İyi."
"Aman iyi be, demeliydin." Yüzünü gülümsetmeyi başardım. "Hiç mi bir şey öğretemedim sana?"
"Çok şey öğrettin." Başını salladı gururla. "Öğretiyorsun, öğreteceksin. Gideyim ben. Sen de eziyet etme kendine. Evini öğrendiğime göre kolay kolay kurtuluşun yok bundan sonra."
Evim miydi?
"Geçireyim seni," derken ayağa kalkmaya niyetlendim ama kolumdan tutup beni geri oturttu armut koltuğa.
"Ceketimi alır çıkarım ben. Gerek yok kalkmana." Bakışlarım onun bu fikrini reddetti ama o da gözleriyle benim fikrimi reddetti. Karşılıklı redlerimizin galibiydi. "Oturmazsan bayılırsın sen şimdi."
Sırıttım. "Çok fenayım. Düşüveririm, kafam da duvara çarpar sonra."
"İyi geceler," dedi bir baş selamı vererek. "Kafanı koru."
Odamın kapısından geçip gözden kaybolduğunda boş çocuk parkına kaydı gözlerim. Terk edilmiş duruyordu içinde Arda yokken. Ben de onun gibiydim: Terk edilmiş duruyordum, yanımda Mete yokken.
Barış ağladığı için küsmüş olabilir miydi acaba? Niye konuşmuyordu bu geri zekâlı?
Şanslı biriydi. Bu dünyadan izi silinmeyecekti çünkü onu iyi hatırlayacak başta biz olmak üzere yüzlerce insan vardı geride. Girdiği her hayata mutlaka kendinden bir nokta bırakırdı. Onu üç dakikalığına tanıyan insanların üzerlerine bile enerjisi yapışırdı.
"Nane şekeri?" Kendi odasının kapısından yüzünde tedirgin bir gülümsemeyle çıkmıştı. Koltuklar onun odasına yakın köşede olduğundan başımda dikiliyor sayılırdı. Elinde iki kupa tutuyordu ve Barış yanımdan ayrıldığı an yanımda bitmişti. Görkem, beni düşüncelerimle bir başına bırakmama konusunda kararlılık sergiliyordu. "Oturabilir miyim?"
Elindeki kupaya uzandım. İçinde çay olması beni şaşırtmadı. Bu, onu onaylayan bir hareket olduğundan kendini bıraktı yanımdaki koltuğa. İyi olup olmadığımı sormadı. "Seni köşede yalnız bıraktığım için mi burada olmaman gerektiğini düşündün?" dedi üst düzey bir saflıkla. Buna mı takılmıştı?
"Görkem, yalnız kalmakla ilgili problemlerim yok." Alışkanlığım vardı.
"Kötü hissetme," dedi. "Çay iç."
Kesinlikle çok kötüydü teselli verme konusunda. Bunun farkında olduğu için yüzü buruştu. Elimde olmadan güldüğümdeyse aynı gülüş ona bulaştı ve boş yere iki dakika boyunca 'çay iç' cümlesine güldük.
"Bana yalnız kalmak istediğinde haberim olsun gibi bir şey söylemiştin," dediğimde araya girip "Gitmeli miyim?" diye sordu. "Gitmemi istersen git demen gerçekten yeterli. İnsanların böyle durumlarda neye ihtiyacı olup olmadığını çok anlayamıyorum. Bu benim zayıf noktam. Gideyim mi?"
"Ondan söylemedim," dedim. "O kadar düşünüyorsun ki karşındakini dinlemeyi unutuyorsun. İzin ver de konuşayım."
Beni dinlediğini belirtmek için oturduğu yerde hafifçe öne geldi. Dirseklerini dizlerine yaslamadan önce kupasından bir yudum çay almıştı, sonra kupayı bana uzak tarafta yere bıraktı.
"Yarın, bir süreliğine yalnız kalmam gerek." Sözlerimi tutardım. Barış bana inatla oraya gitmemi söylediyse bir bildiği olmalıydı. "İşimizin başından aşkın olduğunun farkındayım. Bu yüzden eğer buna ayıracak zamanım yoksa bana söylemelisin."
"Emin misin?" Gideceğim yeri anladığını ve bu soruyu o yüzden sorduğunu hissettim. Eli bileğindeki ipin üzerinde geziyordu. Benimkini o takmıştı, böyle anlarda yanımda biten kişi olmak zorunda hissediyordu tahminimce.
"Eminim." Çay içimi ısıttı, kupayı avuçlarımla kavrayıp ellerimin de ısınmasını sağladım.
"13."
"Hım?"
"Nereden sardım başımıza bu belayı diye düşünmüyorum." Beni hazırlıksız yakaladı. Hafifçe yukarı kıvrıldı dudaklarım. "Kendini bela olarak görmenden nefret ettiğimi söylemek istedim."
Değerli incileri sergilemek için saten kumaşlar kullanılırdı. Sanki kirpiklerinin uzun oluşunun sebebi de gözlerinin mavisini sergilemekti. Bunu düşünmüştüm yüzüne bakarken. Kirpikleriyle bir zorum vardı. İlk görüşümden beri böyle gelmişti ve böyle gidiyordu.
"Görkem."
"Hım?"
"Beni boğduğun için teşekkür ederim."
O evde tek başına geçirdiğim iki haftayı bölmeseydi; iki hafta iki aya, iki ay iki yıla ve iki yıl bir ömüre dönüşebilirdi. Beni zorla çekip çıkarmasa oradan değil bir cesede bakmak, bir cinayet filmini bile izleyemeyebilirdim.
Bugünkü duygusal boşluğum beni tam anlamıyla saydamlaştırmıştı. Bu sözlerime, düşüncelerime, duygularıma yansıyordu. Acilen kapanma tuşuma basmam gerekliydi. Kendimi bulduğum en yakın sandığın içine kilitlemeli ve koruma altına almalıydım. Aksi halde başıma gelecek her şeyi tecrübelemiştim çünkü öncesinde.
"Dudağımdaki izin geçmeye başladı," dedi parmağını izin üzerine götürerek. Bir an için durdu, cümledeki tuhaflığı fark etti ve hızla ekleme yaptı. "Bana yumruk atmandan bahsediyorum."
"Atayım mı bir tane daha?" diye sorduğumda korkuyormuş gibi kafasını olabildiğince uzaklaştırdı. Gülerek çayımı bitirdim.
"Kalk hadi, üşüyeceksin." Önce o kalktı, kupaları alıp kendi penceresinin önüne bıraktı. Ona iyi geceler dileyeceğim sırada yanımdan ayrılmak için bir harekette bulunmadığını fark ettim. Anlam veremediğim için kaşlarım çatıldı. Odamın önüne kadar beni takip etti ama sesimi çıkartmadım. Kapıyı açtığım an her şeyin sebebini anlamıştım.
Beni oyalamıştı.
Analizciler odama yerleşebilsinler diye...
Normalde odanın ortasında duran yer yatağımı kenara çekmişlerdi. Karşısında kalan duvara kendi battaniyelerini yığmışlardı ve daha önce Ardaların odasında gördüğüm minderler de oradaydı. Kaya sırtını en köşeye vermiş, arkasında yastıklardan birini almıştı. Yanında sıra sıra Arda ve Can duruyordu. Kenardaki ufak boşluğu da Görkem için ayırmışlardı.
"Hasta biri varsa gece boyu başında beklenir," dedi Arda şaşkınlığıma gülümseyerek karşılık verirken. Yemin ederim kapıya tutunduğum elim titredi.
"Akşam yemeği yemedin. Sana bir şeyler hazırlamak aklımızdan geçti ama Görkem midenin bunu almayacağını düşündü. Yine de istersen ekmek arası yapabilirim senin için?" diye sordu Can, üzerinde açık mavi bir battaniye vardı. Üçü bu battaniyeyi paylaşıyordu.
"Saçmalamayın," dedim onlar önümde uzanır, Görkem dağ gibi arkamda dikilir vaziyetteyken. Tek bir kelime söylemiştim ama bin kelimeye bedel çıkmıştı sesim. "Oğlum, kalksanıza. İyiyim ben. Gidin yataklarınıza. Tutulacaksınız böyle."
İçimde on yaşlarında bir çocuk hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, benim yüzümde yıllarca çektiğim yalnızlığın kırık gülümsemesi asılıyken.
"Olmaz, adettendir." Can hâlâ burnunu çekiyordu. Tam anlamda iyileşmiş sayılmazdı ama o da buradaydı. Belki bütün geceyi çalışarak geçirmekti planı oysa bu odada olmayı tercih etmişti.
"Gerçekten gerek yok." Konuşuyordum ama boş konuşuyordum. Ne dediğimi bilmeden, arka arkaya diziyordum aklıma gelenleri.
"Uzatacak mısın?" dedi Görkem. Bir adım vardı aramızda. "İçerisi soğuyor, kapıyı kapatsak iyi olacak."
"Bize öyle bakmayı kes ve gir şu yatağın içine artık," dedi Kaya. Başka bir zamanda benimle bu şekilde konuşsaydı ona bütün o emir kiplerini tek tek yedirirdim ama şu an ona olan bakışlarımın ardında bile minnet duygusu vardı. "Bir yere gideceğimiz yok işte."
"Sus be muşmula," dedim içeri adımımı attığımda. "Kafa açıyorsun."
Otuz iki diş sırıttı ama sahteydi. "İşim bu. Alışırsın."
Burada olmamam gerektiğini hissettiğim günün sonunu, Kaya'nın ağzından duyduğum alışırsın lafı getirdi. Ona bile alışacaktım çünkü beni burada görmeye devam etmek istiyorlardı. O bile kabullendiğini belli etmişti kendince.
"Beyler," dedim. "Sağ olun."
Bavulun en üst kısmındaki bir pijama takımını alıp onlardan ayrıldım ve Arda'yla Can'ın kaldığı odada üstümü değiştirdim. Kendime zaman tanıyordum. Adeta kaçarcasına çıkmıştım oradan. Gözlerimin altlarına parmaklarımı bastırdım, nefes aldım ve kıyafetlerimi orada bırakıp odama geri döndüm.
Kapıyı açtığımda kaybolmamışlardı. Hayal değillerdi. Çok çok çok kısa bir zamandır birlikteydik ama bu ip yıllardır bileğimdeydi sanki.
Yastığımı dikleştirip yatağıma girdim ve üzerime çektim battaniyemi. Tam karşımdalardı. Gözümü açtığım an dördünü de görebiliyordum. Fotoğraflar aklıma kazanırdı fakat bu başkaydı. Bu an, benim için gerçekten başkaydı. İlk kez böyle bir kalabalığın içinde kendime yer bulmuştum.
Gözlerimi kapadım. Uyumalarını bekledim. Hepsi uyuyor muydu bunu bilemezdim ama hepsinin gözlerinin kapalı olduğu bir anı yakaladığımda telefonumu yastığımın altından çıkarıp bir fotoğraflarını çektim.
Galerimde Mete'yle olan son fotoğrafımın yanındaki yeri Analizciler aldı.
•⚓•
Evim miydi diye sormuştun ya Yağmur, evindi evindi.
Buraya gömülü kaldım. Çıkabilen bana da elini uzatsın. Ya da gece boyu başımda bekleyin muşmulalar. Adettendir?
Dokunmayın çok fenayım. Bayılıp kafamı duvara vururum Asya gibi. Siz de beni kafama elma koyup oklar mısınız?
Barış Atik hakkındaki görüşleriniz?
Analizciler hakkındaki görüşleriniz?
Vanessa hakkındaki görüşleriniz?
Benim hakkındaki görüşleriniz? :)
Şunu da yazmazsam olmaz: SINAV BİTTİ! KURTULDUM! Yani inşallah kurtulmuşumdur sjshdkwms
Görüşmek üzere. Sizi seviyorum. Dikkat edin kendinize hasta olmayın.💙
🔵🤝🔵
bunda da hiç yorum yok ama bölüm muhteşem ötesi <3 TEŞEKKÜRLER VE İYİ GÜNLER D.
YanıtlaSil