12. "Tatlı Heyecan Tatsız İnsan"

Bölüm şarkıları:

İkilem, Kaybolurum Gülüşünde
Emir Can İğrek, Aç Bağrını

•🧁•

Bana sürpriz yumurta alıp sabahın köründe kapıya dayandığı gün ne yazık ki antrenmana gitmek zorunda olduğu için içeri gelip oturamadı Doruk.

Kapının önünde büyük bir şaşkınlıkla dikilirken nihayet ona teşekkür etmek aklıma gelebilmişti. Doruk bir süre yanaklarıma baktı, sanırım kızardığım bariz bir şekilde belli oluyordu. Elindeki yumurtalardan birini alıp açtım ve ona uzattım. Sonra diğerini kendim için açtım.

Visal tabelasının altında sırtımızı duvara yaslayıp yan yana çikolataları yedik. Doruk, kendi yumurtasının içinden çıkan küçük beyaz kedi oyuncağını boynumdaki atkının kıvrımlarının arasına koyup gülümsedi. Ben de kedi düşmesin diye hareket etmeyi bıraktım.

Benim yumurtamdan çıkanlar ise parça parçaydı. Kocaman avucunu açıp parçaları ona vermemi bekledi. Bunu yaparken parmaklarım avucuyla bileği arasındaki kısma sürtündü. Hemen elimi daha fazla yukarı kaldırıp kalan küçük parçaları o hizadan bıraktım avucunun içine.

Doruk, küçük talimat kağıdına bakarak parçaları benim için birleştirdi ve minik bir salıncak figürü çıktı ortaya. Direkleri yeşil bir sarmaşık şeklindeydi ve salıncak da kırmızıydı. Sallanmıyordu, yalnızca dekoratifti. Yeniden "Teşekkür ederim," demiştim. "Ben biriktirmeye yeni başlamıştım. İkisi de yoktu bende, bunları da rafa koyacağım."

"Aramız iyi, değil mi?" diye sormuştu gitmeden hemen önce. "Feza, sen benim kırmak isteyeceğim son insansın."

Utandıkça konuşacak kelime bulamıyordum. "İyiyiz," diyebilmiştim o gitmeden. "Antrenman çıkışı buraya dönmeye ne dersin? Birazdan elmalı kurabiye pişireceğim, senin için ayırabilirim."

Bugün çıkışta hiçbir planı yoktu, doğrudan eve gidip dinlenmeyi düşünüyordu ama ortaya attığım fikir ona cazip gelince saat dokuz gibi buraya geleceğine dair bir söz vermiş ve bana sarılmıştı.

Her sarıldığımızda içim bir hoş oluyordu.

Bütün günümü salak salak sırıtarak geçirdim.

Hem Naz hem de Eren uğradılar dükkâna gün içinde. Bu yüzden neredeyse bana hiç iş kalmadı. Yalnızca mutfakta rafa dizmek için birkaç tane kurabiye ve küçük kekler hazırladım.

Ben bunu yapmak için kollarımı sıvamışken ayağımın altında gezinen kişi Eren'di. Bulaşıkları yıkıyordu. Ben de kenarda kekleri süslemekle uğraşıyordum. Ona doğru dönmek istediğimde az önce onun tarafından açık bırakılan üst dolabın kapağına başımı öyle sert çarptım ki, bu bana neden ben mutfakta iş yaparken yalnız olmayı sevdiğimi hatırlattı.

Gözümün önünde gerçekten yıldızlar uçuşuyordu. Adeta dolabın köşesi sol şakağımın içine girmişti. İnleyerek geriye doğru adımlarken Eren tuhaf bir gülüş sesi çıkararak kolumu tutmak için bana doğru hamle yaptı. "Çok mu acıdı?" diye sordu. "Tak diye ses geldi lan, ufak da bir şeysin. Beyin kanaması falan geçirmezsin değil mi abim?"

"Eren!" dedim acıyla başımı ovalarken. Bir içgüdü parmaklarımda kan var mı diye bakmaya itti beni. Yoktu. Demek ki açık bir yara yoktu ama darbenin şiddetinden ötürü şişip moraracak bir yara vardı. Adeta beynim zonklamıştı. Gözlerim dolu doluyken ben de onun gülüşlerine eşlik ediyordum. "Açtığın kapağı da kapa bir zahmet ya!" diye sitemlendim ona.

"Bardakları yerleştiriyordum," dedi karşılığında. "Zahmet olmayacaksa sen önüne baksan nasıl olur mesela üstün zekalı şey seni?"

"Canım acıyor canım." Bana gerçekten değer verdiğini bildiğim birisiydi Eren. İstemeyerek de olsa canımın yanmasına sebep olmuş olmak onun bakışlarına bir durgunluk bulaştırırken gülmeyi bırakıp ciddileşti.

"Buz tutalım," dedi. "Şişmesin. Sen otur şöyle."

"Ne bağrışıyorsunuz be?"  diye kafasını mutfağa uzattı Naz. Bu sırada kırptığım sol gözümle birlikte şakağımı ovalamakla meşguldüm. "Ay n'oldu?" diye sordu. "Yoksa kafanı buzdolabına mı sıkıştırdın yine?"

"Naz!"

"Yine mi?" diye sordu Eren buzluğu benim için karıştırmayı bırakıp hayretle gözlerimin içine bakarak. "Bunu nasıl başardığını duymak istiyorum. Annem burayı sana gözü kapalı emanet ediyor ama ben an itibariyle nasıl hayatta kalabildiğini merak etmeye başladım."

"Kafam buzdolabına sıkışmadı," dedim. "Sadece rafın dibinden bir şey almak için uzanmıştım, iki elimi de ona uzanmak kullanıyordum ve Naz içeri ben öyleyken girdiği için kafamın buzdolabına sıkıştığını sandı. Ayrıca derdimiz bu mu şimdi? Alnım balon gibi olacak!"

Neyse ki o kadar da çok şişmemişti. Benim uzman hekimlerim Naz ve Eren, hemen müdahale etmişlerdi durumuma. Naz babaannesinin küçükken o yaralandığında şişmesin diye ekmek çiğneyip yaralı bölgeye yapıştırdığını anlatırken Eren dövmeli kollarını birbirine kavuşturmuş halinden sıyrılıp öğürmemek için elini ağzına kapatmıştı. Ben de bunu gerek olmadığını söylemiştim çünkü hayal etmeye kalksaydım Eren'e kalmadan önce kusan ben olurdum. Hassas bir midem vardı.

Gün geceye doğru yuvarlanırken Naz mesaisi bitince yanağımı öpüp Eren'e de "İnşallah bir daha seninle denk gelmeyiz, seni pek sevmiyorum," demişti. Eren gözlerini devirip "Tüh, ben senin büyük fanındım halbuki," diyerek altta kalmamıştı. Bir işi çıktığı için ondan bir saat kadar sonra da Eren çıkmıştı kafeden geri dönmemek üzere.

İkisine de söylemezdim ama bazen ikisini çok yakıştırırdım.

Ama ben uçan sineği mermer tezgâhın üzerindeki karıncayla bile yakıştırdığım için kendimi pek ciddiye almazdım. İflah olmaz romantik bir ruha sahip olmayı ben seçmemiştim, bu benim hamurumda vardı.

Saat dokuza yaklaştıkça içimde yükselen heyecan sanki ocakta pişen bir puding gibi baloncuklar çıkararak kaynamaya başladı. Onu görme fikrinin bile beni bu hale getirmesi aklımın almadığı bir şeydi. Tanışalı çok da uzun zaman olmamış bir çocuğun hayatımın merkezine öylece gelip yerleşmesine hâlâ alışamamıştım ama bu durumdan şikayetçi de sayılmazdım. Birkaç dakika sürecek bile olsa onunla vakit geçirmeyi seviyordum. Bu son zamanlarda bana Visal'de çalışmaktan bile daha çok keyif veren bir şeydi.

Dokuza doğru öyle ıssızdı ki içerisi bu kadar sessizliği garipsedim. Sanki insanlar kendi aralarında konuşup anlaşmış, bu gece Visal'e uğramayalım demişlerdi. Doruk gelene kadar can sıkıntısından ölmek üzereydim. Bir de sürekli olarak gülümsediğinde gözlerinin küçülüşünü, yanağında beliren gamzeleri ve parmaklarımın avucuna sürttüğü o küçük anı düşünüyordum. Sanki parmak uçlarımı yanan bir kibrite tutmuştum. Alevin izleri hâlâ ellerimin arasındaydı.

Visal'in büyük camları kapıya doğru ilerleyen Doruk'u görmemi sağladı. Saat tam olarak dokuzu çeyrek geçiyordu. Sözleştiğimiz saatten on beş dakika geç kalmıştı. Her şey on beşti, cümlesini artık daha iyi anlıyordum. Bir süredir benim hayatımda da kafamı nereye çevirirsem çevireyim karşılaştığım sayı on beşti.

Kapıyı açtığında boncuklu süsler ses çıkararak onun geldiğini belli etti.

Ve o geldiğinde çıkan ses, sanki bir melodiydi. Birbirine çarpan deniz kabukları ve boncuklar karışık gürültüler çıkarmıyordu da en sevdiğim şarkılardan birini söylemeye başlıyorlardı sanki.

İçimde bir şeylerin ritmi değişti. "Selam," dedim adeta ışık saçan bir sesle.

Elimi belimdeki iplere götürüp mutfak önlüğümün arkasındaki kurdeleyi çözdüğüm sırada o da montunun cebine elini atmış ve iki sürpriz yumurta çıkarıp havada sallamıştı. "Selam."

"Yaa..." Neredeyse sekerek yanına gittim. "Yine mi aldın? Hiç gerek yoktu. Paranı harcayıp durmasana." Elimi saçma bir telaşla önüme düşen saçıma götürüp onu kulağımın arkasına sıkıştırdım. Çok yorgun görünmediğimi ümit ediyordum. Saçım başım çok dağınık mıydı? Çok mu mahvolmuş durumdaydım?

Ben bar taburelerinin önünde dikilip gözlerimi ona dikmiş haldeyken birkaç adım uzağımdaydı. "Elmalı kurabiye ayırdım söylediğim gibi. Sürpriz yumurtalar için teşekkür ederim ama gerçekten her seferinde bunu yapmana gerek yok. Mahcup hissettim kendimi. Dışarısı da soğuk bugün bayağı. Üşüdün mü? Çay ısıtabilirim. Çay içer misin?"

Konuşmamı bölen, bir anda değişen bakışlarıydı. Üzerime doğru bir adım attığında istemsizce geriye doğru gittim. Kolum, yüksek bar taburelerinden birine çarptığında Doruk elindeki sürpriz yumurtaları yanımdan uzanıp sertçe tezgâha bıraktı ve sonra elini geri çekmek yerine tezgâhı kırmak ister gibi sıkı sıkı kavradı. Diğer eli izin bile istemeden yüzüme uzanmıştı. Parmaklarının ucuyla şakağıma beni incitmekten korkuyormuş gibi varla yok arası dokundu. Acı dolu bir ifadeyle "Buraya ne oldu?" diye sordu.

Bir anda o kadar şaşırmıştım ki hareketsizce dikilip kaldım. Zaten istesem de hareket edemezdim. Onun bedeni tarafından oluşturulan yarım bir kafesin içindeydim. Gözleri şakağımdan bir saniye bile ayrılmıyordu. "Sabah yoktu bu," dedi. "Olsa fark ederdim. Yoktu. Gün içinde olmuş. Ne oldu?"

"Doruk..."

"Kim Feza? Bunu kim yaptı sana?"

Bakışlarında titreşen öfke beni korkuttu. Kaskatı olduğunu hissedebilmem için ona dokunmama gerek yoktu. "Dolaba çarptım," dedim hızlıca. "Mutfaktaydım ve-"

Güldü. Öfkeden delirir bir ifadeyle alay dolu bir gülümseme asıldı dudaklarına. "Dolaba mı çarptın?" Gözleri şimdi benim üzerimde değildi, yıllar öncesine bakıyordu. Aklına bir şey gelmiş olmalıydı. "On yaşında değiliz," dedi. Bana karşı hep kibar olduğundan sert sesi korkmama sebep olmuştu. "Bu sikik yalanı ezbere biliyorum, bana maval okuma ve doğruyu söyle lütfen. Kim yaptı bunu sana?"

"Doruk, gerçekten-"

Konuşmama izin veremeyecek kadar kendini kaybetmişti. "Bir müşteri miydi?" diye sordu. "Burada çalışanlardan biri mi? Evdekilerden biri mi yoksa?"

Başını bir anda bana doğru eğdiğinde tam olarak gözlerimin içine baktı.

Baş parmağı beni rahatlatmak ister gibi elmacık kemiğimi okşarken kocaman olmuş gözlerle ona bakıyordum. "Bana anlatabilirsin," dedi yumuşacık bir sesle. Derin bir nefes alıp kendisini sakinleştirmeyi denedi ve bunu yaparken büyük bir savaş veriyormuş gibi göründü. "Benden çekinme," diye devam etti tane tane konuşarak. "Bana her şeyi anlatabilirsin. Her şeyi Feza. Halletmenin bir yolunu bulurum. Elimden geleni yaparım. Şimdi lütfen, bana sana vuran kişinin kim olduğunu söyler misin?"

"Yemin ederim dolaba çarptım," dediğimde kendimi çok kötü hissediyordum. İçime sert bir dalga gibi vuruyordu hisler. Karşımda Doruk yoktu, karşımda küçük bir çocuk duruyordu. Ona bakıyordum ama gördüğüm o küçük çocuktu. Önce çilek lekem, şimdi de bu morluk... En ufak yara bile onun aklına felaket senaryolarının gelmesine yol açıyordu.

"Seni korurum," dedi iki elini omzuma yerleştirerek. Beni sıkıca tutarken yeniden başını eğip gözlerimin içine baktı. "Sana el kaldıran ailenden biriyse bile bana söyleyebilirsin. Hiçbir şeyi saklamak zorunda değilsin. Yalanlar uydurmak zorunda değilsin. Sorun her neyse, her kimse bana anlat lütfen. Ben senin yanındayım."

Dikkatle geçmişin ağırlığını yutan kapkara gözbebeklerine baktım. Korkuyla küçülmüşlerdi. Saçma bir sakarlığım yüzünden şakağıma kazınan o küçük morluk, onun için sanki ölümcül bir izdi.

Anlık bir içgüdüyle elimi kaldırıp yanağına yasladım. Bunu yapmaya ne zaman karar vermiştim bilmiyordum ama geri çekilmedim. "Doruk," dedim titreyen bir sesle. "Ne yaşadın sen böyle?"

Ona bir şok dalgası vermişim gibi sarsıldı. Bir adım geriye çekilerek temasımdan kurtuldu. Gözlerindeki o benim için korku duyan bakış kayboldu ve yerine soğuk, donuk bakışlar yerleşti. Parmağım asla kurcalamamam gereken bir yaranın üzerinde duruyor olmalıydı. Doruk ise bundan bile çok o yarayı elimle koymuş gibi buluşuma şaşırmış görünüyordu.

"Bana kimse vurmadı," dedim. "Eren bulaşıkları dizerken üst dolabın kapağını açık bırakmış. Ben de tatlı yaptığım için dikkatim dağınıktı. Olay gerçekten böyle oldu." Başımı yukarı doğru kaldırıp benden kaçırdığı gözlerine bakmayı denedim. "Kimse bir şey yapmadı bana. Neden aklına ilk bu geldi ki?"

İçimden geçirdiğim ihtimallere inanmak istemedim. Bu yüzden bana beni inandıracak bir cevap vermesi için yalvarır gibi bir ifade yerleşmiş olmalıydı suratıma. Buraya gelirkenki keyifli halinden eser kalmamıştı. İçeriye soğuk bir rüzgâr esiyordu sanki.

İrislerinin çevresine yerleşen korku yüzünden onu kollarımın arasına çekme isteğiyle doldum. Nedense her şeyin geçeceğini ona söylemek istiyordum. Elimde bir sebebim yoktu ama tarifsiz bir histi bu.

"Acıyor mu?" diye sordu ilk önce. Kendini geriye çektiğini hissettim, önüme hızlıca tuğlalar diziyordu. "Bayağı morarmış, biraz dikkatli ol lütfen."

Ona doğru bir adım attığımda yerinde sabit durdu fakat yüzünde rahatsız oluşunun izi vardı. "Kim?" diye sordum. Kendini çok savunmasız hisseden bu 1.87'lik çocuğu 1.62'lik boyumla nasıl kollarımın altına saklayabilirdim bilmiyordum ama ona gelebilecek her darbeyi göğüsleyebilirmişim gibi hissediyordum. Gözlerini kırpmadan donup kalmışçasına yüzüme diktiği bakışları giderek buz tutuyordu. "Yara benim yüzümde değil, senin geçmişinde. Sen de bana anlatabilirsin. Birileriyle konuşmanın her zaman iyi geldiğine inanırım."

"Feza..."

O anda onun benimle aynı fikirde olmadığını anladım. Bu yüzden "Elmalı kurabiye getireyim sana," dedim birden hiçbir şey yaşanmamış gibi. "Sürpriz yumurtaları da tezgâhtan alıp masaya geç sen. Ben bize iki çay koyup hemen geliyorum. Açık mı içersin? Ben açık severim."

Kendisini kötü hissediyordu. Birilerinin benim yanımdayken böyle olmasına dayanamazdım. Bundan daha fazla dayanamayacağım bir şey varsa o da Doruk'un daha önce şiddete maruz kalmış olması olurdu. Kalbimde bir oyuk açtı bunun yaşanmış olma ihtimali, sonra ben o oyuğu kapatmak için ilk bulduğum şeye sarıldım. Suyla doldurmaya çalıştım üzerini. Halbuki su berraktı, evet oyuğu doldurmuştu ama dibini görebiliyordum. Bu da, üzerini kapatmaya da çalışsam gece uyumadan önce düşünecek meselelerime bir yenisinin eklendiği anlamına geliyordu.

Doruk beş saniye kadar dikilip gözlerini kırpıştırarak yaşananlara anlam vermeye çalışmıştı. İlk kez onu böyle kilitlenip kalırken görmüştüm. Ona bakmak, ilk defa canımı acıtmıştı.

"Biliyor musun," dedim hızlı adımlarla mutfağa koşup bizim için iki çay bardağı çıkararak. Beni duyabilmesi için sesimi yükselterek konuşuyordum. "Bugün buraya bir tane köpek geldi. Sahibi onu barınaktan yeni almış. Köpeğin bir bacağı kırıktı, hüzünlü hüzünlü bakıyordu ama adam onun başını avucunun içine aldığında gözlerini kapatıp kafasını sahibinin eline yatırdı. Öyle tatlıydı ki görmen lazımdı. Kahverengi tüyleri vardı, ismi Merlin olacakmış. Merlin adını sevmişe benziyordu."

Elimde iki çay bardağı ve dört tane kurabiyeyle dolu bir tepsiyle mutfaktan çıkıp Doruk'a doğru yürümeye başladım. Başımı ona çevirdiğim an, gözleri gözlerime saplandı. O an bana doğaüstü bir varlıkmışım gibi bakıyordu. Gerçekliğimi idrak etmeye çalışıyorcasına yüzümün her köşesine değdi gözleri. Oturduğu sandalyede geriye doğru yaslanmıştı. Montu hâlâ üzerindeydi ama fermuarı açıktı ve sürpriz yumurtaları da masanın ortasına bırakmıştı.

"Ben de bir köpek sahiplenmek istiyorum," dedi sonra bana ayak uydurarak. Konuyu kendi kendime yüz seksen derece çevirmiş oluşum ve onun üzerine gitmeyişim yüzünden bana minnet duyduğu belli oluyordu. "Daha önce bir kez niyetlenmiştim ama evde olmadığım zamanlarda onunla ilgilenecek birisi olmadığı için ve benim de fikstürlerim ayarsız olabildiği için bundan vazgeçmiştim."

"Aa..." dedim sahici bir şaşkınlıkla. "Sen köpek insanı mısın? Bana biraz kedi insanısın gibi gelmişti."

"İnan fark etmez." Gülümsedi. Gülümsemesi, bir ışık hüzmesi gibi yayıldı etrafa. Soğuk rüzgârı yumuşattı, gerginliğimizi azalttı. Onu güldürebilmiş olmaksa beni dünyanın en mutlu insanı yaptı. "Hayvanları çok severim. Küçükken de beslerdik hep ablamla."

"Evde mi?" diye sorduğumda yine o kalkanı kuşanacak gibi oldu ama benim sorularım tamamen gevezeliğimdendi. "Hayvanlarla büyüyen bebeklerin videolarına kafayı takmış durumdayım. Köpeğin bir kız çocuğunun beşiğini salladığı inanılmaz tatlı bir video gördüm geçen. Uyuduğunda da koltuğa kıvrılıp onu izliyordu. Düşünsene, doğar doğmaz çok sadık bir arkadaşın oluyor. Bana çok büyüleyici geliyor bu olay."

Tebessümü dudaklarından silinmemişti. Ben ellerimi kaldırıp kendimi kaptırmış bir şekilde izlediklerimi anlatırken o küçük bir baş sallayışla beni dinlediğini belli etmiş ve sürekli gülümsemişti. Bunu fark edince çok utandım.

"Bence de öyle." Çayına uzandığında gözü pudra şekerli kurabiyelere takıldı. Yaptığım kekleri nasıl tek lokmada yuttuğunu düşününce elimin lezzetini seviyor gibiydi ve şu anda da kurabiyelere atılmamak için kendini zor tutuyordu. "Ee," dedi yasaklı bir şeye bakıyor gibi gözlerini hemen kurabiyelerden çekerek. "Yoğun muydu bugün?"

Sesli bir şekilde kıkırdadığımda kaşları çatıldı. Tabağı kaldırıp ona elmalı kurabiyelerden ikram ettim. "Yiyebilirsin," dedim. "Çok komiksin, ona gülüyorum."

"Açım," dedi omuzlarını kaldırıp indirerek. Uzattığım tabaktan bir kurabiye alıp parmaklarının arasında tutarken bir ona bir bana döndü. "Bana biraz bakmasana." Anlayamadığım için kaşlarımı kaldırdım. "Karşında kibar kibar yemek yemeyi ben de çok isterdim ama ben biraz şeyimdir. Şey işte. Şimdi bunu tekte ağzıma tıkacağım, pek hoş görünmeyecektir."

"İstediğin gibi ye, ben bakmıyorum." Gülerek damalı zemine doğru eğdim başımı. O kurabiyeyi ağzına tıkar tıkmaz ise başımı ona çevirdim ve bu kaşlarını kızgınlıkla çatıp gözlerini de kocaman açmasına sebep oldu. Ağzı dolu olduğu için konuşamıyordu, dudağının üstünü pudra şekeri yapmıştı. "Oh oh," derken daha fazla gülmeye başladım. "Afiyet olsun. Yaptığım şeylerin böyle iştahla yendiğini görmeyi öyle seviyorum ki."

"Çok yeteneklisin," dedi yutkunduktan sonra. "Tereyağı mı koyuyorsun böyle ağızda dağılması için? Manyak bir şey bu."

"Hamuruna azıcık nişasta ekliyorum," dedim. "Kıyır kıyır oluyor o zaman."

"Nası nası?"

"Kıyır kıyır." Güldüm. "Tam olarak açıklayamam bu tabiri. Öyle işte."

"Sana ne diyeceğim?"

"Ne diyeceksin?"

Sıkıntılı bir nefes verdi burnundan. "Bugün antrenmanda Shaw sakatlandı."

"Yaa!" Yüksek nidam, onu şaşırttı. Shaw'a bu kadar üzülmüş olmama anlam veremedi. Halbuki o adam benim Doruk'tan önce maçlara bakmak için tek sebebimdi. "Çok üzüldüm, durumu nasıl? Çok mu kötü? Babam kahrolacak."

"Sen de kahrolmuş gibisin."

"Deli misin, ben o adamın feci hayranıyım."

"Zaten takip de ediyorsun." Bir an kırdığı potu fark edip "Yani..." dedi hızlıca. "Ben de Shaw'ı takip ettiğim için... Ortak takipçiler görünüyor ya. Öyle gördüm."

Takip ettiklerime mi bakmıştı?

"Her neyse," diyerek geçiştirdi kendini. "O en az bir haftalığına oynayamayacak gibi duruyor. Önümüzde biri Bursaspor ve diğeri Real Madrid olmak üzere iki önemli maç varken bayağı kötü oldu bu takım adına. Ama bana bir fırsat sunabilir Feza. Muhtemelen Bursaspor maçı, belirleyici olacaktır. Orada göstereceğim performansa göre Madrid maçında bile koç beni oynatabilir belki de."

"Bu çok iyi," dedim hevesle. "Sonunda sahne senin olacak yani, doğru mu anlıyorum?"

"Shaw bizim as oyun kurucumuz. Ben bu takımın o pozisyon için üçüncü opsiyonu konumundayım şu an ama hoca beni Bursaspor maçında mutlaka deneyecektir. Ne kadar çalıştığımı görüyor. Antrenmanlarda da iyi performans sergiliyorum. Yani, çok yüksek ihtimalle bu hafta daha fazla süre alacağım."

"Ayy..." Ellerimi birbirine çarpıp kocaman gülümsedim. "Nihayet. Maça çıkmadan önce kendini oku üfle tamam mı? Nazar mazar değmesin. Shaw'ın sakatlığına her ne kadar üzülsem de senin için güzel bir fırsat doğmasına çok sevindim."

"Teşekkür ederim," dedi içtenlikle. "Şey..." Kurabiye tabağına eğdi gözlerini. Kendisine cümlelerini toparlayabilmek için süre veriyor gibi göründü. Yeniden gözleri benimkilere değdiğinde "İki bilet ayarladım," dedi. "Alt tribünden. Ben altyapıdayken biz oradan izliyorduk maçları. Özeldir o blok benim için."

Saf saf  "Aaa..." diye yükseldim. "Bekirler mi izleyecek şimdi seni oradan? O kadar duygusal ki bu."

"Aslında sen izlersin diye düşünmüştüm. Yani, gelmek istersen eğer. Eğer uygun olursan, canın isterse, bir arkadaşınla falan belki değişik bir aktivite olurdu sana da. Zorunda değilsin tabii de... Geçen sefer gelmişsin ya." Avucunu yüzüne bastırıp çenesine doğru kaydırdı kendi konuşmasından utandığı için. Derin bir nefes alıp sonrasında gözlerimin içine baka baka "Seni orada görmeyi çok isterim," dediğinde kalbim göğüs kafesinden fırlayıp onun eline düşecek sandım.

"Doruk..."

"Real Madrid maçı için de ayarlarım eğer gelmek istersen," diye devam etti. Heyecanı yüzünden araya girmeme izin vermemişti. Sonra paniği yerini bir durgunluğa bıraktı ve "Özür dilerim," dedi sebepsiz yere. "Daha önce kimseden bunu istememiştim. Seni davet etmek için geldim buraya. Bütün yol nasıl konuya gireceğimi düşündüm. Çok mu batırdım her şeyi?"

"Saçmalama," dedim hemen. İçimden bir his, uzanıp onun eline dokunmaya itti beni. Elimi elinin üzerine kapattığımda bu görüntü bir an için bana komik geldi. Elim, onunkinin üzerinde tuhaf bir minyatür gibi kalıyordu. Ten rengim onunkinden bir iki ton daha açıktı. Parmakları benimkilerin yanında çok uzun görünüyordu. O bir çöp şişse ben bir kürdandım. "Çok isterim." Yüzüme bir gülümseme yayılırken bu temastan utanıp elimi geri çektim. "Mutlaka orada olacağım. İki maça da gelirim. Gelebildiğim her maçına gelirim."

Biraz daha konuşsaydım seninle her yere gelirim diyecektim. Son anda durdurdum kendimi.

"Emrivaki gibi olmasın sana," dedi. "Gelmek istemezsen koltuklar boş kalır, alışık olmadığım bir şey değil. Benim için problem yok, sadece seni davet etmek istedim."

"Boş koltukları hak etmiyorsun." Bana duyduğu en değerli cümle benim dudaklarımın arasından çıkmış gibi baktığında gözlerinde bir ışık yandı. "Eğer seninle daha önceden tanışmış olsaydık hiçbir zaman alışmazdın boş koltuklara. Beni düşünüp bilet ayırdığın için mahcup hissetmesi gereken kişi benim Doruk, sen değilsin ki. Orada olacağıma söz veriyorum. Eh, ülkenin en iyi basketbol takımında oynayan bir sporcu beni özel olarak davet ediyorsa gitmemek olmaz sonuçta."

"Teşekkür ederim." Bu, onun için benim tahmin edemeyeceğim kadar büyük bir anlam ifade etmiş olmalıydı çünkü bu benim aldığım en içten teşekkürdü. "Çıkışta eğer beni biraz bekleyebilirsen seni metrobüse bırakabilirim. Gönül isterdi ki otoparkta beklemeni söyleyip arabayla götüreyim ama o da olur belki ilerleyen zamanlarda. Dönüşün için endişe etme yine de, bir yolunu buluruz. En kötü ihtimalle arkadaşlarımdan rica edebilirim."

"Bunu düşünme," dedim. "Ferdi eşlik eder herhalde bana Bursa maçında. Onunla birlikte döneriz. Nasıl döneceğim hiç önemli değil. Çok heyecanlandım seni sahada izleyeceğim için."

"O kim?"

"Liseden arkadaşım," dedim. "Aynı mahallede oturuyoruz, evlerimiz yakın. Problem olmaz yani. Zaten geç dönmeye alışkınım ben. Visal'i de gece kapatıyorum ya hep. Bu arada Ferdi de seninle tanışmak istiyordu." Boşboğazlığım yüzünden birden durdum ve kendimi kaptırmış giderken bir kez sertçe yutkundum. "Yani ben ona anlatmıştım da. Her şeyi değil tabii. Seninle tanıştığımı falan. O da izliyor basketbol ama Fenerli. Ferdi çok yakın arkadaşım benim. Ama belki Naz gelir benimle. Bilmiyorum şu an. Of, çok konuştum."

"Anladım," dedi. "Çok konuşmadın, anlattıklarını dinlemeyi seviyorum." Uzanıp bir kurabiye daha aldı fakat bu kez küçük bir şekilde ısırdı. Ağzını açsa başka ne diyeceğini bilememişti sanki.

Kucağımdaki parmaklarımı birbirine doladım ve gözlerimi ellerime indirdim. "Beril de senin yakın bir arkadaşın mı?" diye sordum. İçimi kemiren şeyleri içimde tutmak benim için zordu. "Alaralarla falan hep böyle toplanır mısınız?"

Konular arasındaki geçiş onu hazırlıksız yakalamıştı. Onlar hakkında benimle konuşmak istemiyor gibi görünüyordu ama yine de "Ara sıra," dedi. "Okan benim arkadaşım. Öyle tanıştık zaten diğerleriyle. Alara'yla da tuhaf bir ilişkileri var, hâlâ nasıl devam ediyorlar şaşırıyorum ara sıra. Beril de Okan'ın kuzeni işte ama o kadar yani. Okan onu ayak bağı gibi görür çoğu zaman."

"Hım... Daha önce maçına geldiler mi? Arkadaşların yani, toplu olarak mesela. Beril imza gününe de gelirmiş ya çağırsaymışsın. Ne bileyim, maça çağırdın mı onları da?"

Sorularım düşük bir özgüvenle arka arkaya kaçıyordu ağzımdan. Ne duymayı beklediğimi bilmiyordum ama bazı cevaplara ihtiyacım olduğunu hissediyordum.

"İmza günümde görmek istediğim kişiler yanımdalardı zaten," dedi sakince. Yanaklarım ısınırken dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı. "Çok düştüm çok kalktım, sadece iyi günümde yanımda olanla her zaman yanımda olacak olanı birbirinden ayırabilmemi sağlıyor bu. Beril biraz popülariteyi seven biridir. Arkasından konuşmak istemiyorum ama bizim evdeyken söyledikleri beni çok umursadığından falan değildi bence. Çünkü bunu hiç hissetmedim."

"Anlıyorum."

"Onu oraya çağırmış olsaydım bütün gözlerin ona çevrileceği bir şeyler yapardı mutlaka. Ben pek hoşlanmam böyle şeylerden."

"Yani sence sana ünleneceğin için mi yaklaşıyor?" diye sordum. "Ben pek hoşlanmadım ondan ama böyle birisi olduğuna da ihtimal vermemiştim açıkçası."

"Çünkü sen, benim geleceğim belirsizken her ne olursa olsun buraya gelebileceğimi söyleyen birisiydin daha ilk günden." Sesindeki o tatlı tonu hak edecek bir şey yaptığımı düşünmüyordum aslında. Bence benim o günkü tepkim zaten olması gereken şeydi. Stresinin altında ezilen 19 yaşındaki bir çocuğu beklentilere boğmak bana büyük bir eziyetmiş gibi geliyordu. O çocuğun bir insan olarak değer görmesi gerekiyordu. A takıma çıkamasa da bu dünyanın sonu gelmiş demek değildi sonuçta. "Sen," dedi tekrar. "Beni ilk gördüğün an bana nasıl olduğumu sormuştun. Ben bu soruyu bütün hayatım boyunca bekledim Feza."

Yine geçmişindeki cam kırıklarına takılıyordu ayakları, bu yüzden hassaslaşıyordu. Onu üzen her şeyi onun içinden çekip alabilme şansım olsaydı keşke.

"O gün bize geldin, normalde gelmeyecektin ama kötü geçirdiğim maçtan sonra moralimin bozuk olduğunu tahmin ettiğin için geldin. Ben anlamıyor muyum sanıyorsun bunları? Yaptığın tüm bu şeylerin, bu elmalı kurabiyenin bile benim için ne kadar değerli olduğundan haberin var mı?"

"Elimden daha fazlası gelsin isterdim senin için." Ona sarılmak istiyordum. Onun gözlerinin dolmak üzere oluşu bile içimi paramparça yapıyordu. "Yanındayım," dedim onun bana dakikalar önce söylediği gibi. "Zorunda olduğumdan değil, ben böyle istediğim için. Maçlarına de gelirim, moralini de düzeltmeye çalışırım. Yük değilsin ki sen bana. Sana değer veriyor olduğum için yaparım bunu."

"Bu yüzden aklım almıyor seni zaten," dedi birden dan diye. "Hak ettiğimden fazlasısın çünkü. Sen bana çok fazlasın Feza."

"Hiç de bile," dedim hızlıca. "Seni kim inandırdıysa değer görmeye layık biri olmadığına, kim alıştırdıysa seni her şeyin en azına hiçbir halt bildiği yokmuş."

Gözlerinden gözlerime akan dizeler vardı sanki ama diline dökülmediler. Doruk bana yalnızca baktı. Ben, onun için bir dönüm noktası olacakmışım gibi baktı. Öyle dikkatli gezdi ki gözleri yüzümde bundan utandım.

Yüzüm, onun için yeterince güzel değildi. Yüzüm Beril'inki gibi değildi, Okan'ın sevgilisi Alara'nın da yanına yaklaşamazdım. Yetersiz olan o değildi, bendim. Daha güzel olmak istedim. Onun için her şeyin daha fazlası olmak istedim.

"Kalbinin güzelliği yansıyor yüzüne," dedi ben içimden bunları geçirirken. Dalıp gittiği bir rüyanın içinden bana sesleniyordu sesi. "Gülümseyişin çok şirin. Avucumdan küçük yüzüne bu kadar büyük bir gülümsemeyi nasıl sığdırabiliyorsun anlamıyorum."

Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdım elim ayağıma karışınca. O bana böyle bakarken nefes almak bile zordu, bir de böyle konuşursa bununla nasıl başa çıkabilirdim bilmiyordum. "Teşekkür ederim," dedim iyice utanarak. "Kurabiyeleri sevdin mi?"

"Ben tatlı şeyleri kendimi bildim bileli çok severim."

"Değil mi? Bence de. Yapması da çok zevkli. Terapi gibi."

Yine bakışları yüzüme odaklandı. Ayaklarım yere zar zor değiyordu onun yanındayken. Her an gökyüzüne doğru süzülebilir, uçmaya başlayabilirdim. "Burayı kapatacak mısın? Saat yaklaşıyor. Sana yardım edebilirim."

Bir an huzursuzca kapıya çevirdim yüzümü. Kapanışlar artık benim için travmatik saatlerdi. Her an bir yerlerden Taner çıkabilirmiş hissini içimden atamıyordum. Değişen yüz ifadem gözünden kaçmamıştı. Elmalı kurabiyelerin üçüncüsüne uzanmaktan vazgeçip benden bunun nedenini anlatmamı bekledi.

Doruk, yaşına göre iri bir bedene sahipti. Kollarının güçlü olduğunu bana sarılırken bile hissedebiliyordum. Belki de bana bu kadar güven vermesinin altındaki psikolojik bir nedendi bu. O varken bana bir şey olmazdı. Değil Taner, hiç kimse gelip de bana zarar veremezdi. Böyle hissettiriyordu.

Varlığının bana sağladığı güvenlik hissine tutunup ayağa kalktım. "Azıcık bulaşık var, onları yıkayacağım," dedim. "Başka işim yok. Sonra kapatırım Visal'i. Kol saatin mutfakta duruyor. Almak istersen benimle gelebilirsin."

"Unuttum onu ya," dedi ben hatırlatmış olmama rağmen. "Kesin yine unuturum bugün. Çok unutkan biriyim, saatim sende kalır yine ama mutfağa geleyim tabi seninle."

"Kurabiyeleri bitirdiğinde tabağıyla birlikte gel madem."

"Sen hiç yemeyecek misin? Çayını da hiç içmedin. Buz gibi olmuştur."

"Olsun." Soğuyan çay bardağımı tutup 15 numaradan kalktım. "İşlerimi hızlıca hallettikten sonra erken kapatabilirim burayı. Vaktin varsa ve hâlâ açsan bir yere oturup yemek yiyebiliriz."

"Bu benim asla hayır diyemeyeceğim bir teklif." Kısa bir süre düşündükten sonra "Kokoreç sever misin?" diye sordu. "Bildiğim çok iyi bir yer var. Buraya yakın sayılır. Oraya götürebilirim seni."

"Yemedim hiç," dediğimde ona küfür etmişim gibi çattı kaşlarını.

"Denemek ister misin? Beğenmezsen oradan başka yere geçeriz."

"Olur. Hemen halledeyim mutfağı. Üç dakikaya dönerim."

"Ben de geliyorum," dedi elindeki kurabiye tabağıyla ayağa kalkarak. Ben hızlıca tezgâhı toparlayıp birkaç bardağı yıkarken o sandalyeye oturup sessizce beni izledi. En son kenara çekilmemi söyleyip eline süngeri alarak kendi tabağını ve bardağını köpüklemeye başladığında ben de onu izliyordum. Bunu yapmasını beklemediğim için şaşkındım.

"Beceriyorsun he," dedim keyifle.

"Bu eller sadece basketbol topu tutmuyor." Sudan geçirip güzelce duruladı kalan bulaşıkları. Ben de üzerime montumu geçirip çantamı aldım. Kasayı kilitlediğimden emin olduktan sonra birlikte kapıya yürüdük. Ben anahtarı çıkarıp kilidi döndürürken bir araba ani bir frenle hemen arkamızda durduğu için ödüm patladı. Doruk anlık bir refleksle elini belime koyup hemen arkama gelmiş, başını da hızla sesin geldiği yöne çevirmişti.

"Feyza!" diye bağırdı arabanın camını açan Taner. "Bu saatte niye kapatıyorsun dükkânı?"

"Yirmi dakika erken kapandı diye batmaz Visal," dedim ona doğru dönerek. "Zaten müşteri yoktu ama sen çok istiyorsan al anahtarı bekle içeride. Ben gidiyorum."

"Kim bu çocuk?" diye sordu başını yukarı doğru uzatıp. Doruk'un kaşları çatıldı ve belimdeki elini çekmek yerine onu belime daha çok sararak beni yanına yaklaştırdı. "Kafana göre iş yerini kapatıp onunla bununla sürtebileceğini mi sanıyorsun? Sen çalışansın burada, buranın sahibi değilsin. Bunu hatırlatmama gerek var mı?"

Ben öfkeyle köpürürken Doruk benden önce davrandı ve benden uzaklaşıp açık olan cama elini bastırdı. Yolcu koltuğu boştu ama Taner, şoför koltuğundan oraya doğru uzanıp o camdan söylemişti bana az önceki cümleleri. Şimdi Doruk, o cama doğru eğilmek için iki büklüm olmuş durumdaydı ama Taner'le göz teması kurmak için yaptı bunu. "Ağzından çıkanı kulağın duysun, beni anladın mı?" dedi sertçe. "Bir kadınla konuşurken kelimelerini düzgün seçmeyi beceremeyeceksen o ağzını açmayacaksın."

"Sen kimsin lan?" Ondan böyle bir tavrı asla beklemediğim için şaşkınlıktan olduğum yere mıhlanıp kaldım. "Sen kimsin de böyle dikleniyorsun bana? Ben o kızı doğduğundan beri tanıyorum."

Doruk'un yanında bitip ben de yüzümü Taner'e doğru eğdim ve içeri kafenin anahtarını fırlattım. "Al şunu, sen bekle mesai saatinin bitişini madem. Nasıl olsa buraya iş yapmaya gelmişsindir, öyle değil mi? Ben de gidip dışarıda sürteyim biraz."

"Feyza!"

"O sesini alçalt," dedi Doruk aksini kabul etmeyen bir tavırla. Onun kavgaya karışacak bir tip olduğunu sanmıyordum ama Taner'deki bir şeyler onu da rahatsız etmişti.

"Bin arabaya, seni eve bırakayım," dedi ona bakmak yerine bana bakıp. "Böylece bu mevzu da aramızda kalır. Kimseye söylemem seni gecenin bu saatinde lavuğun biriyle gördüğümü."

Doruk, yumruğunu sıkarken yüzünü bana doğru çevirip gözlerime baktı. Sınırı aşacak bir şeyler yapmak istemiyordu, bunun için onu durdurmamı bekliyordu ama gördüğü, korku dolu bir yüz olmuştu. Ben Taner'den gerçekten korkuyordum çünkü artık onu hiç tanıyamıyordum.

"Kime söylersen söyle," dedim çenemi kaldırarak. "Sanki yasaklı bir şey yapıyormuşum gibi tehdit ediyorsun bir de beni. Ne yaptığımın hesabını sana vermeyeceğim ben."

"Anneme verirsin o zaman."

"Sen de abine hesap vereceksin bu gidişle," dedim soğuk bir sesle. "Yiyorsa git duyur istediğine. Eren'e bir kez bile Feyza dışarıda sürtüyormuş dersen o dilini asfalta sürtüp kıvılcım çıkarır. Benimle düzgün konuşacaksın, beni anladın mı?"

"Anladın mı?" diye sordu Doruk, elini arabanın tavanına koyduktan sonra başını yeniden Taner'e eğerek. "Yoksa bir de ben anlatayım mı?"

Taner'in gururunu incittiğimizi hissettim. Olduğu yere sinmiş duruyordu. Yüzünde bir öfke ifadesiyle bu işin burada bitmediğini anlatmak ister gibi baktı bana. "Umarım ne yaptığını biliyorsundur," dedi yine o tehditvari sesini kullanarak. "Seninle bu mevzuyu sonra konuşacağız, ikimiz yalnızken."

Doruk hışımla arabanın yolcu koltuğunun kapısını açtığında yine aynı hışımla başını içeri soktu. Onun Taner'in yakasını kavrayacağını anlar anlamaz koluna asılarak durdurmayı denedim. Bu sırada o, Taner'in yüzünün dibine kadar girmişti. "Bak güzel kardeşim," dedi ve bu üç kelimede üç bin küfür var gibi hissettirdi sesi. "Üslubunla ilgili çok büyük problemlerin var senin. O problemleri çözen kişi ben olmayayım, tamam mı? Çok erkeksen eğer, gel biz ikimiz konuşalım. Öyle tepeden tepeden bir kıza laf sallayabileceğini düşünmekle olmuyor bu işler."

"Doruk." Böyle bir durumun içinde ilk kez kaldığım için kendimi inanılmaz rahatsız hissediyordum. "Lütfen gidelim. Rica ediyorum bir sorun çıkarmayın. Taner, sen de bas git şuradan. Hatta uzun bir süre gözüme gözükmezsen çok iyi olur. Doruk, hadi. Lütfen."

Dirseğini sımsıkı kavramış haldeydim. Başını yavaşça bana doğru çevirdiğinde belki de yüzümdeki ifadeydi onu ileriye atılmaktan alıkoyan.

Eğer kendisi durmak istemeseydi onu durdurmam mümkün değildi ama bu küçük temasım etkili olmuştu. Geri adım attı, kapıyı sertçe çarparak kapattı ve arabanın tavanına iki kez yumruğunu indirerek "Ne söylediğini duydun," dedi Taner'e. "Bas git şimdi."

Taner sesli bir nefes verdi ve gözlerini kısarak gözlerimin içine baktıktan sonra o bakışların gerisindeki alevleri görmek benim olduğum yere daha fazla sinmeme sebep oldu. Öfkeliydi. Öfkesi yüzünün her yerindeydi. Motoru çalıştırır çalıştırmaz öyle bir asıldı ki gaza tekerlekler hızlıca kayarak garip bir ses çıkarttı ve önümden geçip giden arabanın rüzgarı saçlarımı savurdu.

Gözümü kapatıp açmak için bir saniye harcadım, o bir saniyenin sonunda yüzüm büyük bir avucun içindeydi. Doruk, yüzüme doğru eğilip "Korktun," dedi bana. Boynundaki damar teninin altında şişkinleştiğinden nabzının atışını oradan görebiliyordum. Öfkeden deliriyor gibiydi ama dışarı yansıyan sesi yine yumuşaktı. "Korkma," dedi baş parmağıyla yavaşça yüzümü okşayarak. "Sikeyim, ağlayacak gibi bakıyorsun. Sakın ağlama. Ben buradayım. Hiçbir sorun yok."

Bana sesini yükselterek onun kim olduğunu sormadı ya da durup arkasından sövmedi. Taner'i ikiye bölebilecek güce sahip olmasına rağmen hiçbir fiziksel temasta bulunmadığı gibi bana karşı da hesap sorar bir tavır takınmadı. Doruk, yaptıkları kadar yapmadıklarıyla da beni etkileyen bir adamdı.

"İyiyim." Yalan söyleme konusundaki beceriksizliğimi düzeltmek için belki de Fırat'ın geçenlerde şakayla karışık teklif ettiği gibi ondan bu konu hakkında bana biraz ders vermesini istemeliydim. "Eğer senin için sorun olmayacaksa yemeği başka zaman yesek olur mu? Benim biraz tadım kaçtı da, eve gitsem daha iyi olur."

Yüzümde unuttuğu elinin varlığını hatırlayınca onu hızla geri çekti ama yine de bana doğru eğilmiş şekilde gözlerime bakma çabasını sürdürdü. "Seni bu halde eve yollamam," dedi. "Kendini böyle saçma biri yüzünden üzmenden ötürü hiç hoşnut değilim Feza. Bu gecenin bu şekilde bitmemesi gerek. Sana gülümsemek yakışıyor."

"Keyifli bir yemek yemek istiyorum seninle ama şimdi bu anlamsız muhabbete takılacak aklım ister istemez. Başka güne erteleyebilirsek gerçekten daha güzel olur."

"Hayır, böyle gidersen gözüme uyku girmez. Son beş dakikayı unut. Açız ve kokoreç yemeye gidiyoruz." Biraz durdu, dudaklarını birbirine bastırdı ve sonra onları araladı yeniden. "Özür dilerim," dediğinde bugün bilmem kaçıncı kez şaşırttı beni. "Her şeye burnumu sokmak gibi bir huyum yoktur ama sana karşı tavırları beni çok rahatsız etti. Bu yüzden araya girdim. Bu konu benim için bir kırmızı çizgidir. Eğer tepki gösterirken senin sınırını aştıysam, üzerime vazife olmayan bir konuya karıştıysam özür dilerim."

"Ablanı neden bu kadar sevdiğini anlıyorum," derken buldum kendimi. Bakışlarıma kocaman bir hayranlık bulaştığından emindim. "Seni çok güzel yetiştirmiş Doruk."

Gülümsediğinde ben de onunla birlikte gülümseyene kadar bekledi. Ardından elini montunun cebine soktu ve bedeniyle kolu arasında kalan boşluğu işaret etti gözleriyle. Koluna girdiğimde yavaş bir tempoyla yürümeye başladı. "Bana o çocukla ilgili anlatmak istediğin bir şey var mı?"

"Yok," dedim hemen. "Takılma sen."

"Takıldım ben," dedi. "Ama sormayacağım, tamam. Bu aralar başka ne yapıyorsun? Şu diziyi falan izliyor musun hâlâ?"

"Supernatural'ı mı?" dediğim an sesime yerleşen neşe ve hevesle kolunu sıkışıma sesli bir şekilde güldü. "14. sezona geçtim," diye devam ettim aldırış etmeden. "15 final sezonu. O kadar iyi bir dizi ki. Keşke sen de izleseydin. Sabaha kadar sıkılmadan konuşabilirim bu diziyi ben."

"Sevdiğin şeylerden bahsederken o kadar heyecanlanıyorsun ki üç yaşında gibi geliyorsun gözüme." Başını iki yana salladı gülerek. "Elinden tutup lunaparka götüresim geliyor seni."

"E gidelim," dedim kolunu daha da sıkı sararak. Ona bu şekilde yapıştığım için daha sonra utanırdım, şimdilik ona yakın olmak kendimi güvende hissetmemi sağladığı için bunu yapmaya devam edecektim. "Karizmanız çizilmeyecekse bir gün lunaparkın altını üstüne getirmeyi teklif ediyorum. Çok aksiyon seviyorsan olmaz ama. Bazı büyük oyuncaklar beni korkutuyor."

"Gidersek atlı karıncada düşmemen için seni tutarım, ne aksiyonu?"

Gülerek omzuna vurdum. "O kadar da değil, çok kötüsün."

"Çok küçüksün," diye karşılık verdi eğlenen bir sesle.

"Aramızda bir yaş var diye yaptığın bu zorbalığı kınıyorum ya."

"Yaşınla bir sorunum yok," dedikten sonra beklemediğim bir anda avucunu başımın üzerine bastırdı. "Boyunla var. Büyük oyuncaklar için sınırı geçiyor musundur acaba?"

Kolundan çıkıp onu omzundan ittirdim. Koca cüssesi yalpalamadı bile ama kahkaha attı yaptığım harekete. O an, kafamın dağılması için bana böyle davrandığını anladım. Taner'le yaşadığımız tatsız olayı unutayım istiyordu ve bunu başarıyordu. O böyle güldüğü zaman benim unutamayacağım bir şey yoktu.

Ona biraz daha baktığımda "Fotoğrafını çekmeliyim," dedim. Anlamadığı için açıklama yapmamı bekledi. "Hesabını hareketlendirmen gerek, kendi reklamını yapmayı hiç bilmiyorsun." Yanında bir menajer edasıyla söylenişlerim hoşuna gitmişe benziyordu. İlgiyle beni dinliyor olduğunu fark ettim. "Takipçin artıyor, daha da artacaktır. Sosyal medyayı ününü arttırmak için kullanabilirsin. Hesabına biraz hareket lazım sadece."

"Ünümü arttırmak gibi bir derdim yok," dedi. "Ben bir sporcuyum, bir oyuncu değilim ki."

"Takipçilerin için bir post atsan eline yapışmaz," diye kızdım. Aynı zamanda bu benim de ona bakabileceğim fotoğrafların artacağı anlamına gelirdi. "Güzel fotoğraf çekerim. Naz bile beğenir, öyle diyeyim. Üstüme düşeni yapmak boynumun borcu bence. Şöyle geçersen seni çekebilirim."

"Utanırım," dediğinde ben onu kolundan çekiştirerek sokak lambasının altına sürüklüyordum. İleride kokoreç satan otobüsü görmüştüm, önünde birkaç küçük tabure vardı. Orasının ışıklandırmasından çok daha güzeldi buranın ışığı. Bu yüzden doğru açıyı yakalayıp fırsatı kaçırmamalıydım. "Vazgeçmeyeceksin gibi duruyor." Vazgeçmeyecektim, buna razı olmak zorunda kaldı. "Böyle mi geçeyim?" diye sordu ışığın altında durarak. Sırtını sokak lambasının direğine yaslamış, yüzüme bakıyordu.

"Evet," dedim. "İstersen senin telefonundan çekeyim. Benim kameram çok iyi sayılmaz."

Telefonunu cebinden çıkarıp bana doğru uzattı. Ekrana dokunduğum an beni şifre karşıladığı için telefonunu ona ulaştırmak amacıyla yürümeye başladım ama o "0415," dedi. "Forma numaralarım."

Şifresini girip kamerayı açtım. Neredeyse ellerim titreyecekti. Kollarını göğsünde bağlayarak beni izlediğini bilmek mideme yumruklar indiriyordu. Birkaç adım uzaklaşıp onu boydan bir şekilde kadraja sığdırdım önce. Montunun fermuarı açıktı. Ellerini saçlarının arasından geçirip uçlarının yukarı doğru kıvrılmasına sebep olduktan sonra yeniden kollarını göğsünde bağladı. Başını sola doğru çevirdi ve keskin çene çizgisi belirginleşti. Çene hatlarını oturup uzun uzun inceleyebilirdim, elle çizilmiş gibi bir yüzü vardı.

"Evet, güzel," diyerek birkaç kez arka arkaya fotoğrafını çektim. "Poz değiştir şimdi," dediğimde çaresizlikle bana "Ne yapayım ki?" diye sordu. Ben de avel avel "Ne bileyim ki?" diye karşılık verdim. "Ellerini ceplerine falan sok istersen."

O hareket ederken de arka arkaya aynı tuşa bastım, söylediğimi yapıp ellerini ceplerine soktuğunda da yaptım bunu. "Oldu mu?" diye sordum. Çeken bendim, gören bendim, bunu onun sorması gerekiyordu ama garip heyecanım yine saçmalamamla son bulmuştu.

"Olmuştur," dedi emin bir şekilde. "Şimdi kamerayı döndür."

"Anlamadım," dedim. "Biraz eğilerek de mi çeksem? Naz boyu biraz daha uzun gösterecek bir açı hilesi öğretmişti bana ama senin Maşallahın olduğu için buna ihtiyacın yok."

"Feza, kamerayı kendine doğru döndür."

"Niye ki?"

Elimden telefonunu alıp bu işin nasıl yapılacağını öğretmek ister gibi bir tavırla kamerayı döndürdüğünde ona bakıp anlamaya çalışıyordum hâlâ. Beni tutup kolunun altına çektiğinde düştü jetonum. Bizi çekecekti. İkimizi. Kokoreç arabasına birkaç metre uzaklıktaki sokak lambasının altında bir anımız olacaktı.

"Gülümse." Omzuma attığı koluyla beni kendine çekmiş, başım göğsünün hizasındayken kadraja beni de alabilmek için kolunu yukarı doğru kaldırmış ve telefonunu hafifçe eğmişti.

Gülümsedim. Gülümsedi.

Dört kez arka arkaya fotoğrafımızı çekti.

"Kalsın bende," dediğinde telefonunu tutan kolunu aşağı indirmişti ama ben hâlâ diğer kolunun altında bedenim ona yaslı bir halde duruyordum. "Biletleri atarken bunları da sana yollarım."

"Tamam," dedim. "Tabii, çok güzel olur."

O kokoreç arabasına giden birkaç metrelik yolu kolu omzumdayken yürüdük. Adımlarını benim için yavaşlatmıştı. Benim kalbimse adımlarımıza tezat olarak inanılmaz derecede hızlı atıyordu.

Bizim için sipariş verirken küçük taburelerden birine oturdum. Beyaz minibüsün önünde dikiliyordu, sırtı bana dönüktü. Nerede olduğumu tespit etmek ister gibi omzunun üzerinden dönüp etrafı taramaya başladı. Beni bulduğunda ise gülerek bir kez göz kırptı ve yeniden yüzünü ekmekleri hazırlayan ustaya çevirdi.

Galiba kalbim duracaktı.

İlk defa kokoreç denediğim için yarım ekmekten küçük bir ısırık alırken tüm dikkatini bana verip beni izledi. Kendisi için iki yarım söylemişti. Açık konuşmam gerekirse tadına bayılmamıştım ama sevmediğimi de söyleyemezdim. Fena değildi. Yenirdi yani.

Beğendiğimi söylediğimde gururla kabarttı göğsünü. Büyük bir iştahla kendi ekmeğine gömüldü ve ben daha benimkinin yarısına gelememişken o kendisi için hazırlattığı ikinci yarım ekmeğe geçiş yaptı. Ayranımı yudumladım. Midem biraz yanmaya başlamıştı ama çaktırmak istemiyordum. Bu yüzden sessizce ayranımı içmeye devam ettim.

"Hesabı bölüşelim," der demez bunu söylediğime pişman etti beni.

"Saçmalama, seni buraya ben getirdim."

"Ama-"

"Ama deme Feza. Lüks restoranlarda yemeğe çıkmadık neticede. Böyle meblaların aramızda lafı olmaz, ben ısmarladım bugün."

"Ne?" dedim elimi göğsüme yaslayarak. "Lüks restoranlarda da mı beni yemeğe çıkaracaksın? Çok ısrarcı gördüm seni."

"Elimden gelse seni uzayda bile yemeğe çıkarırdım. Her şeyin en güzelini hak ediyorsun sen."

Ben, ona aşıktım.

Ve artık inkâr edebileceğim noktadan çok uzaktım.

Onun için sadece arkadaşsam bile önemli değildi. Daha fazlası olabileceğimi düşünmüyordum çünkü onun düşüncelerinin aksine ben, kendimi onunla aynı seviyede görmüyordum ama bu da sorun değildi. Kalbim kırılacaksa bile, bu benim hep imrendiğim aşk hikâyelerinden biri olmak yerine tek taraflı sürüp gidecekse bile ben ona aşıktım. Durduramaz ve değiştiremezdim.

O gece, yaşadığım derin farkındalık yüzünden giderek sessizleştim. Bu duyguyu idare edebilmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu. O zaman her şey daha kolay olacaktı benim için.

Teşekkür ettim, ayranlarımızı bitirdik ve birlikte benim otobüse bineceğim durağa doğru yürümeye başladık. Kokoreç yemeye giderkenki sohbetimizin aksine şimdi bize sessizlik eşlik ediyordu. İkimizin de kafasının içinde oynayan bir film şeridi vardı, bunu birbirimizle paylaşmıyorduk ama ben hissediyordum.

Nasıl ki ben bana ağır ve yabancı gelen bu duyguyla kendi içimde boğuşuyorsam o da muhtemelen bugün başımdaki küçük yarayı gördüğünde hissettikleriyle boğuşuyordu. Kendi yaralarını düşünmekten önünü göremiyor gibi bir hali vardı. Gözlerindeki ifade artık heyecan değil, hüzündü. Sessizliğimiz onu melankoliye düşürmüştü. İçinden bir şeyin kararını vermeye çalışır gibi geliyordu gözüme.

Durağın gri demir bankına yan yana oturduğumuzda aramızda neredeyse hiç boşluk yoktu.

Düşünceleri, duyabileceğim kadar gürültülüydü. İlk kez birinin aklının içine girmek, gördüğüm her çatlağı sıvayla kapatmak ve üzerini sevdiğim renklerle boyamak istiyordum. Karanlığını silip yerine bir gökkuşağı hediye etmek istiyordum.

Elimi uzatıp koluna dokunmakta bir sakınca görmedim. "İyi misin?" diye sordum. Onu kaldırımda gördüğümde de ilk sorduğum sorunun bu olması ironikti.

"Feza," dedi. "Babamdı."

Bu, saatler önce ona sorduğum kimdi sorusunun cevabıydı. Anladım ki karar vermeye çalıştığı şey bana içini açıp açmayacağıydı.

"Eğer," dedim bütün samimiyetimle. "Bir gün bana anlatmak istersen burada olacağım. Senin için her zaman burada olacağım. Tam yanında."

"Teşekkür ederim." Otobüsüm yaklaştığı için benimle birlikte ayağa kalktı. "İyi geceler."

Kollarımı kocaman açıp parmak uçlarımda yükseldim ve ona sarıldım. Bunu beklemiyordu, duraksayışı kısa sürdü ve bir elini sırtıma diğerini belime yerleştirerek beni kendine doğru çekerek sıkıca sarıldı.

"İyi geceler," dedim ondan uzaklaşırken. "Görüşürüz."

Ben önümüzde duran otobüse binerken bakışlarının ağırlığını sırtımda hissediyordum. "Görüşürüz," dedi zar zor. Afallamıştı.

Otobüse bindim ve evime gidene kadar onunla geçirdiğim bütün anları kafamın içinde başa sarıp sarıp tekrar oynattım. Bütün yol boyunca gülümsedim ve bütün yol boyunca o tek kelimesinin üzerine düşünmemeye çalıştım.

Babamdı.

İstediğinde bana anlatabileceğini biliyordu. Bu yüzden ben hayal gücümü devreye sokup neler olduğunu düşünmek istemiyordum. Bunu yapmak bile onun özel alanına zorla girmek gibi geliyordu bana. Bir gün izin verirse o sınırları geçerdim. Tüm sınırları onun için geçerdim.

O gece de diğer gecelerle aynı rutini uyguladım. Yemek yedim, bizimkilerle biraz konuştum ve yatağa geçtim. Yatmadan önce Instagram'ı açtım ve karşıma Doruk'un attığı post düştü.

Kollarını bağlayıp başını diğer tarafa doğru çevirdiği fotoğrafı seçmişti çektiklerimden. Yakınlaştırarak çekmiştim, bel hizasından yukarısı görünüyordu. Üstündeki sokak lambasının turuncu ışığı fotoğrafa nostaljik bir hava katıyordu.

Altındaki açıklama yazısına dokundu gözlerim.

"düşümle, kâbuslarla geldim."

Bir saniyeliğine bunu nereden duyduğumu hatırlayamadım. Şarkı sözü olduğundan emindim ama hangi şarkıya ait olduğunu çözemedi zihnim. Çareyi Spotify'a girip sözü yazmakta buldum.

Şarkı, karşıma çıktığı an ise açıp nefesimi tuttum.

Gözlerim Emir Can İğrek'in dizelerine saplanıp kaldı.

Senin için teslim olmadım
Kafa tutup cihana kalktım geldim
İşim de yok bir gidişim de yok
Ama düşümle kabuslarla geldim
Aç bağrını yaslayayım yorgun başımı

Aç bağrını, yaslayayım yorgun başımı.

🏀🧁🏀

Doruk ve ifade edemedikleri için bulduğu alternatif yollar...

Nasılsınız? Bölümü nasıl buldunuz?

Taner ve Doruk karşılaşmasını bekliyordu bir kısmınız. İlk kez karşı karşıya geldiler ama son kez değil elbette ki. Feza'ya bol sabır diliyor musunuz?

Feza için en çok neyi diliyorsunuz?

Dört Çeyrek'te okumayı en çok beklediğiniz sahneyi de öğrenebilir miyim gitmeden?

Önümüzdeki bölüme gelirken formalarınızı giymeyi unutmayın. Yeniden görüşene dek hoşça kalın. Teşekkürler ve tatlı günler!

Yorumlar

  1. Fezayı okurken o kadar samimi ve bizden biri gibi hissediyorum ki gidip sarılasım falan geliyor

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ayy bende o kadar temiz ve güzel kiii

      Sil
  2. godtakemeplease20 Eylül 2024 19:56

    AAAAAAAAAAAAAAAĞĞĞĞĞ

    YanıtlaSil
  3. godtakemeplease20 Eylül 2024 19:58

    doruk ve taner karşılaşmasına ba yıl dım taner koçum bi teke tek gel seni nasıl manyak ediyorum gerizekalı. ve FEZA BENİM BİRİCİK ÜZÜMLÜ KEKİM SEN NASIL Bİ KIZSIN SEN NASIL LAYIK OLMADIĞINI DÜŞÜNÜRSÜN. Doruk aşkm feza senin yaralarını sarıcak.AĞĞĞĞ NE ZAMANDIR BÖYLE Bİ KİTAP ARIYODUMMM YAZARIMIZ NESİN SEN NESİN SENN MAŞALLAH

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet evet ben de ve ilk defa bit kitabı böyle heyecanla okuyorum of of çok güzel

      Sil
    2. Ay valla ayni brn dde böyle okudum

      Sil
  4. Taner delirtiyor insanı ya

    YanıtlaSil
  5. Feza Allah aşkına söyle şu dalkavuğun yaptıklarını abisine ya hadisiz şerefsiz

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Valla abi ya bizim kız çok saf

      Sil
  6. Neyi bekliyor olabiliriz tabi ki babasıyla doruk'un tanışmasını (istemede)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. istemede tanışırlarsa biraz sorun olabilir sanki?bence direkt nikahtan sonra tanışsınlar işi şansa bırakmayalım

      Sil
    2. Bence de nikahtan sonra tanışmalılar çünkü fezanın babası doruku gördükten sonra kızına bırakmayıp direkt nikahı basabilir sevgisinden

      Sil
  7. Ay çok tatlı bölümdü hem ne zamandır doruğun tanerle karşılaşmasını bekliyordum valla cok guzel haddini bildirdiler

    YanıtlaSil
  8. Taneri hastanelik etmeye gidiyorum yardım edecek olan var mıdır???

    YanıtlaSil
  9. Ayyy Doruk kadar şahane bir erkek yok ya.Azra izgüner erkekleri>>>>>

    YanıtlaSil
  10. Bölüm çokk güzeldi. Bu kitap bana çok samimi geliyor

    YanıtlaSil
  11. Yazarcım bizi itiraf kısmında süründürürsün ama Doruk hislerini anlasın mı ya??
    Zaten Görkem de geç anladı, ben Doruk'un hislerinin farkında halini okumak istiyorum artık

    YanıtlaSil
  12. OOOOFFF BAYILDIM BAYILFIM. Merlin detayi dizi olan merlinden mi😔 oyleyse yazarcigima bininci kez falan asik oluyor olabilirim😔🙏💝

    YanıtlaSil
  13. ayayayayyayay bayildiigim bor bölüm dahaa

    YanıtlaSil
  14. Bugün buldum ve bayıldım kitabına diğer kitabını da okumak için sabırsızlanıyorum

    YanıtlaSil
  15. Ayyyyyyyyyyy cokkkk güzeldiiiiiiiii

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"