14. "Buzzer Beater"


Bölüm şarkıları:
Demir Demirkan, Zaferlerim
Taylor Swift, The Alchemy

•🧁•

Annem ve ben elimizde birer kupa kahveyle apartmanımızın teras katına çıkmıştık. Burada küçük bir branda gerilerek çadır haline getirilmiş bir bölüm vardı, altında ise eski bir üçlü koltuk. Annem aşağıdan getirdiği çarşafı üçlüye güzelce serdiğinde elini yanına vurup beni de oraya çağırmıştı.

Kahvemi sıkı sıkı tutarken o benim aksime rahat bir tavırla bir bacağını altına kıvırdı. Dikkatlice yüzüme bakarak "Dökül bakalım," dedi meraklı gözleriyle.

İçimde uzun süredir kaynayan bir tencere vardı da şimdi kapağını açma vaktimdi. Su buharı özgür kalacak, pişmiş kalbim ortaya çıkacaktı. "Anne, nasıl başlasam bilmiyorum."

"Biri var, değil mi?" Anlayışlı bir gülümseme dudaklarına yerleşti, bense utanıp gözlerimi kaçırdım. Heyecan içimde kol geziyordu. Çantamın içinde gizlice eve soktuğum formayı dolabımın arka raflarına saklamıştım birkaç dakika önce. Doruk'un yanağına bıraktığım öpücüğün üzerinden ise yalnızca birkaç saat geçmişti.

"Biri var anne." Utancım gözlerine bakamayışımın sebebiydi fakat sesim içinde neşeyi barındırıyordu. Biz annemle her şeyi konuşurduk. Evin en büyük kızı olmak bence annenin sırdaşı olmak demekti. O bana anlatırdı, ben ona anlatırdım ve konu her ne olursa olsun birbirimize yalnız olmadığımızı hissettirmenin bir yolunu bulurduk.

Annem günün birinde bana kendi doğurduğum arkadaşımsın sen benim demişti. Bana da gerçekten böyle gelirdi.

"Ayy Feyza..." dedi kocaman gülümseyerek. "Belliydi ama. Ben anlamıştım son zamanlarda sende bir haller olduğunu. Zamanı gelince kendin gelip anlatırsın diye üstüne düşmüyordum."

"Zamanı geldi galiba." Hava serindi, teras esiyordu ve ben üşüyordum ama yanaklarım çok yanıyordu. Bir yudum kahve içerek sözcüklerimi toparlamayı denedim. "Bilmiyorum ki," dedim o kadar düşündükten sonra omuz silkerek. "Nereden başlanır, nasıl anlatılır. Hiç başıma gelmedi ki. Anne, kalbim öyle çarpıyor ki."

Annem küçük bir kıkırtı sesi çıkardığında gözlerimi utanarak ona çevirdim ve onun gözlerinin dolacak gibi olduğunu gördüm. "Aşık mı olmuş benim kızım?"

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Bir cevap vermeyi geç, başımı sallayamayacak kadar utanıyordum. Annem beni rahatlatmak için elini dizimin üzerine koydu ve kahvesini kenara bırakıp odağını tamamen bana verdi. "Sen böyle susarsan ben meraktan çatlarım yalnız," dedi aydınlık gülümsemesiyle. Olduğundan yirmi yaş daha genç gösterdi bu onun yüzünü. "Nasıl tanıştınız ikiniz? Kimdir kimlerdendir? Resmi var mı sende? Peki ben tanıyor muyum bu şanslı çocuğu?"

"Aslında tanıyorsun." Ellerimi birbirine kenetledim ve parmaklarıma diktim gözlerimi. "Aslında çok şaşıracağın birisi ama tahmin edemeyeceğin de birisi."

"Ay kim?"

"Babamın bahsedip durduğu şu çocuk var ya..." Sesim artık zar zor çıkıyordu. "Dorukhan."

"Efesli çocuk?" Annemin çenesi yere yapışmak pahasına yüzünden uzaklaşırken gözleri faltaşına döndü. "Şu yeni basketbolcu?"

"O."

"Kız ne yapcan o kadar uzun oğlanı, perde mi astırcan?"

Gergin omuzlarım gevşedi ve attığım kahkahaya annem de eşlik etti. İlk tepkisinin bu olması beni çok güldürdü çünkü benim de ilk tepkim buna benzer bir şeydi.

Yeniden yüzü ciddileştiğinde "Ne yaptın?" diye sordu. "Instagram'dan mı yürüdün çocuğa? Baban da kızım Efes maçı izliyor diye seviniyordu, meğer kızının izlediği oğlanın biriymiş. Aboo..."

Onu henüz A takıma çıkmamışken bir gece kapımın önünde bulduğumu, elimden geldiğince destek olmaya çalıştığımı ve onun da formayı alacağının netleştiği gün herkesten önce bana geldiğini anlatırken annem yüzüne yayılan hayretle beni sessizce dinledi.

"O yüzden mi 15 giyiyor o oğlan?" diye sordu dilini yutmamak için kendine engel olmaya çalışan bir ifadeyle. "O gün o masada seninle tanıştığı için mi?"

"Başka şeyler de varmış, 15 hep karşına çıkıyormuş. O gün de son nokta olmuş öyle söyledi bana."

"Her gün görüşüyor musunuz?"

"Aslında az önce onun yanındaydım..." Yeniden başımı eğdim fakat bu kez annemin omzuna yaslandım. "O Bursaspor maçının en değerli oyuncusu seçilmişti ve maçta giydiği formayı bana hediye etti anne. Sence bana karşı bir gün bir şeyler hissetme ihtimali var mıdır onun gibi birisinin?"

"Bana her detayı anlatmadığını hissediyorum," dedi kolunu omzuma sarıp beni biraz daha kendine çekerek. "Her buluşmanızı dinlesem, öyle karar versem buna?"

Çekindiklerimi birer birer çekmek istedi zihnimden. Kızmayacağını bana hissettirdi, ben de ona anlattım. Evine gidişimi, hatta Beril'i bile. O gece kalbimin kapıları bir süre sonra benden bağımsız bir şekilde açılmaya başladı anneme. Annem o kapılardan içeri başını uzattı ve ne saklıyorsam içimde hepsini gördü kendi gözleriyle.

Doruk'tan bahsederken sesim öyle heyecanlı, öyle titrek çıkıyordu ve öyle hızlı konuşuyordum ki annem ona karşı neler hissettiğimi harfi harfine anlamıştı. Yüzüm hep gülümsüyordu, yanaklarım kızarıyordu ama ben devam ediyordum. En sonunda bu gece onun yanına gidişimi anlattım ve maç için bana bilet ayarladığında maçın ortasında göz göze gelişlerimizden bahsettim. Sonra Anadolu Efes'in resmi hesabındaki videoyu izlettim anneme. Doruk, tribünü işaret ediyordu ama kamera sadece onu çekiyordu. İşaret ettiği kişinin ben olduğumu söyledim. Onun bana nasıl baktığını gösterdim anneme.

"Öyle şaşkınım ki," dedi annem ilk olarak. "Kadere bak, karşına kimin çıkacağı hiç belli olmuyor gerçekten. Birbirinden apayrı iki yol bile bir noktada kesişebiliyor. Aşk da en çok böyle zamanlarda doğuyor galiba anneciğim."

"Aşık olmuşum değil mi ben?"

"Çok," dedi annem elini saçlarımın üzerine koyarak. Parmaklarının tutamlarının arasında yavaşça gezindiğini hissettim. "Çok aşık olmuşsun sen."

"Ama çok farklıyız biz," dediğimde sesimdeki bütün enerji bir anda kaybolmuştu. "Çok başkayız. O çok başarılı biri olacak, çok fırsat çıkacak önüne. Bir gün beni hatırlamayacaktır bile belki de."

"Anladığım kadarıyla Doruk, onun için yapılan en ufak iyiliğin karşısında her şeyi yapabilecek bir çocuk. Sen de çizgi filmlerdeki insanlara iyilik dağıtan peri kızları gibisin meleğim. Bu yüzden eminim ki Doruk seni öyle sandığın gibi kolaylıkla unutmayacaktır."

Endişeleri olduğunu anlayacak kadar tanıyordum onu. Sormak istedikleri vardı ve cümlelerini toparlamaya çalışıyordu. "Seni kullanmadığına, seninle oynamadığına eminsin değil mi Feyza?"

"Bence böyle olsa bunu anlardım." Başımı onu korumak isteyerek şiddetle iki yana salladım. "Gerçekten çok kibar birisi. Canımı yakmak aklının ucundan bile geçmez onun. Hem beni ne diye kullanmak istesin ki? Hiçbir katkı sağlamam ben ona. Sonsuz desteğimden başka bir şey gelmez benim elimden onun için."

"Peki senin onun şöhreti için yanında olmadığının da farkında mıdır?"

"Farkındadır herhalde. Defalarca kez hiçbir şeyin önemli olmadığını söyledim ben ona. Bence tanımaya başladı beni, böyle düşünmüyordur."

"Real Madrid maçına da çağırdı seni, öyle mi?"

"Evet, bilet ayarlayacak yine benim için. Anne, maçına gittiğimi öğrendiğinde dili tutuldu resmen. Ben yakalandığım için utanç içindeydim ama o, doğaüstü bir olaya tanık olmuş gibiydi. Çok mutluydu. Ben onu hep öyle mutlu görmeyi istiyorum. Bunun için yanında olmam gerekiyorsa olurum. Her şeyin en güzelini hak eden birisi o çünkü. Gerçekten bak."

"Annesi ve babası hakkında hiç konuşmadı mı?"

"Sadece ablası," dedim. "Ablasıymış onun ailesi. Geçmişinde yaralı bir hikâye var, bunu fark ettim ve konuşmak isterse dinleyebileceğimi söyledim. Belki bir gün anlatır kendisi."

"Böyle giderse sana her şeyi anlatır." Annem elini yüzüme uzatıp bir yanağımı sıktığında gülerek kendimi geri çekmeye çalıştım ama bunu yapamadım. "Bana kalırsa o da seni sadece bir arkadaş gibi görmüyor ama söylediklerimle ümitlenmeni de istemem. Sonuçta hiç görmediğim bir çocuk hakkında doğru tahminlerde bulunmam zor olur."

"Bir 'ama' diyeceksin gibi duruyor."

"Diyeceğim." Yanağımı yavaşça okşadıktan sonra geri çekildi. "Ama anneciğim, günün birinde bu çocuk ünlendikçe çevresine öyle insanlar doluşacak ki belki de bir gün ona baktığında onu sevdiğin halini çok arayacaksın."

"Para insanı değiştirir..." diye mırıldandım ağzımın içinde.

"Para insanı değiştirir," dedi benden daha yüksek bir sesle. "Çok değiştirir hem de. Girdiğin ortamı değiştirir, arkadaş çevreni değiştirir, hobilerini değiştirir, hayattaki amacını değiştirir, seni sen yapan şeyleri bile değiştirir. Benim anladığım kadarıyla bu çocuk kendini yalnız hissediyor ve çok şanslı ki seni bulmuş. Onu iyileştirmek, ona iyi gelmek istiyorsun ben bunu da çok iyi anlıyorum ama sonrasında giderse ne yapacaksın? Yarasını ellerinle sardığın her insan sana minnet besleyecek diye bir şey yok, bazen seni kandırır. Sen ona iyi gelmek için kendinden verirsin ama o seni kanatıp öyle gider."

"Doğru," dedim başımı öne eğerek. "Ama Doruk, hiç gitmezmiş gibi hissettiriyor. Hiç gitmemesini istediğim için mi böyle geliyor bana?"

"Belki de öyledir, bilemem ben." Başını yavaşça salladı. "Beni yanlış anlama. Ben sana onu bırak demiyorum annem, demem de. Sadece kendini çok kaptırma istiyorum kalbin kırılmasın diye. Gerçi aşık olana da kalp kırıklığı peşin hediyedir."

İşin içinden çıkamıyormuş gibi bana baktığında ben zaten çoktan kaybolmuştum bir his denizinin içinde. Elbette ki bunları biliyordum. Ben de düşünmüştüm ama o düşünceler bir yere varamamıştı. İnsan anı yaşamadan sonu bilemiyordu. Sonunu bildiğin bir yola girmek de zaten sıkıcı olurdu.

"Baban, seninkine senden daha hayran yalnız," dedi ve kasvetli havamız dağılırken gülüş seslerimiz birbirine karıştı. "Dorukhan aşağı Dorukhan yukarı diye geziyor evde. Geceleri tweet atmaktan gözleri bozulacak."

"Bir tanesi düştü önüme geçen. Kanatlarını Doruk'un etrafına açmış, öz evladı gibi koruyor Twitter'da onu."

"Öz evladının bu çocuğa abayı nasıl yaktığını bilse de aynı şekilde düşünmeye devam eder mi acaba?"

İkimiz de susup birbirimize baktık.

Babam duyduğum diğer babalara görece daha rahat bir insandı sanırım. Bana çok güvenirdi, bana çok güvendiğini bilirdim çünkü bunca sene güvenini boşa çıkaracak hiçbir şey yapmamıştım. Erkeklerle arkadaşlık kurmama kurulmazdı, hatta Ferdi'yi her defasında bağrına basan bir adamdı ve bilirdim ki onu beni emanet edebilecek kadar da çok severdi ama bu seneler içinde kurulan bir güvendi. Ferdi'yi lise hayatım boyunca gerek benden duymuş, gerek akşam yemeklerine davet etmiş ve her yönüyle onu tanıdığına emin olmuştu.

Doruk'un durumu da böyle mi ilerlerdi? Babam onu tanımak isterdi, bundan emindim ama Doruk'u bizim evin içinde hayal etmek kalbime tuhaf bir sancı sokuyordu.

"Onu sevmemesine ihtimal vermiyorum," dedi annem. "Senin sevip bizimle tanıştırmak istediğin herhangi bir adamı babanın sevmeme şansı olduğunu sanmıyorum. İlla tepki gösterecektir, sen de gerileceksindir bunlar normal tabii ama ben her şeyin güzel olacağına eminim. Peki sen bu çocuktan emin misin?"

"Aslında," dedim ve sesimin yeniden kısıldığını fark etti annem. "Onun beni benim gibi seveceğinden pek emin değilim." Annem sessizce devam etmemi bekledi. "Öyle çok da güzel bir kız sayılmam. Tersini iddia etme şimdi, kirpi de yavrusunu pamuğum diye sever anne ama gerçekler ortada."

"Bir şeyi sırf güzel olduğu için sevmeyiz Feyza, öyle sevgi mi olur?" Ben ona bakana dek konuşmasını sürdürmedi. "Onun seni sevmesi için daha güzel olman gerekiyorsa başlarım öyle sevgiye ben. Gelip geçici olanlara takılmaz kalp. Kalp, kalbi tanır. Ben biliyorum ki benim kızım göğüs kafesinde bir pırlanta taşıyor. Dorukhan efendiye bu yetmeyecekse istediği yere gidebilir."

"Sence olur mu bizden?"

"Bu videoda bu çocuk öyle mutlu ki," dedi annem telefonumu işaret ederek. "İmza gününde bile yanında bulmuş seni. Eğer ilerlemek isterse, her anına tanık olmuş biri olacaksın. Düştüğünde seni bulmuş, kalktığında seni bulmuş. Seni istemesin de kimi istesin bu çocuk? Ama erkekler biraz geri kafalıdır anneciğim, bu da bir gerçek. Hisleri varsa bile bunları anlamasının senden geç olacak olması beni şaşırtmaz. Sen kendini bilen bir kızsın, erkekler ne istediklerini geç anlarlar."

"Ama babam istisna sanırım?"

"Baban benimle tanışmayı teklif etmeden önce beş kez Visal'e gelmiş, kahve söylemiş. Üçünde ben yokmuşum, saf saf beklemiş. Bazen tezgâhın arkasında bir müşteri için paketleme yaparken camlardan onun geçtiğini görürdüm. Bilmem kaç kez beni görmek için adımlamış o sokakları. Ne istediğini biliyormuş ama adım atacak cesareti geç bulmuş o da. Erkek işte."

"Onu ilk gördüğün gün seninle tanışmak isteseydi bunu kabul eder miydin?"

"Senin baban dalyan gibi delikanlıydı, ederdim vallahi."

Kıkır kıkır gülmeye başladık. Annem omzumdan hafifçe ittirdi beni, ardından "Babanla bir erkeği o kadar da kıyaslama derim ben," dedi sakince. "Sen doğduğundan beri babasının kızı diyebileceğim bir çocuksun. Ağzının içine bakıyorsun, herkesten çok onu seviyorsun. Bilirim annem, bilmem mi? Baban sevilmeyecek adam mı? Ama karşına çıkan her erkeği onunla kıyaslayamazsın çünkü senin tanıdığın adam, benim ellerimle şekillendirdiğim adam. Bir erkeğin kalbine kadın eli değerse her şey değişir anneciğim, ne demek istediğimi anlıyor musun?"

"Onu değiştirdiğini mi söylüyorsun?"

"Birlikte değiştiğimizi söylüyorum. Aşk insanı bir uçtan alır diğer uca koyuverir. Yalnız başınalıktan çıkıp bir hayatı bölüşmeye başladığın zaman, bir noktada uyum sağlamak zorunda kalıyorsun. O benim bazı huylarımı yontar, ben onun bazı huylarını dengelerim. Bana sorarsan aşk, bu dengeden gelir."

"Peki sence Doruk benim için doğru insan mıdır?"

"Annelerin duası kabul oluyorsa senin için hayırlı insandır," dedi annem, gözlerinin içiyle gülümserken bana. "Ama seni üzebilir, seni kırabilir de. Yaşamadan bilemeyiz bunları biz. Tek isteğim, onun son seçeneğin olmadığını bil. Bir anda hayatından çıkıp gitse kendini toparlayabilecek durumda ol. Çünkü aksi, seni paramparça eder. Ben senin kırılmanı hiç istemem."

"Bir anda hayatımdan çıkıp gitmesin ama."

"Bence de gitmesin, bana kalırsa gitmez de ama ben hiç ünlü bir basketbolcuya gönlümü kaptırmadım. Tamirci dükkânı olan bir adam tanıyorum, ben tanıdığımda hayatını kuramamış oradan oraya savrulan bir adamdı bu adam. Düzen de aşktan gelir. Her şey aşktan gelir."

"İçimdeki bu ümitsiz romantik, senden mirasmış meğer bana," dediğimde annem koca bir kahkaha attı.

"Benim küçük ümitsiz romantiğim kalbini kaptırdığı oğlanın maçlarına gidiyormuş ya gizli gizli. Şok üstüne şok yaşattın bana bir gecede."

"Kızdın mı?"

"Bana daha geç anlatsaydın kızardım," dedi. "Karşı taraf güvenmeyeceğim bir çocuk olsaydı da kızardım ama babandan kaynaklı mı ne, benim bile o çocuğa ayrı bir sempatim vardı. Hayırlısını dilemekten başkası gelmiyor elimden."

"Önümüzdeki Real Madrid maçına da gideceğim."

"Git tabii," dedi. "Çocukcağız yalnız kalmasın."

"Seninle konuşabilmeyi çok seviyorum."

"Ben de seni çok seviyorum," dedi annem saçlarımın üzerine bir öpücük bırakarak. "Her zaman, her şeyi anlatabileceğini bil. Aramızda kalır, söylemem ben kimseye ama çok merak ederim. O yüzden gelişmeleri bana hep böyle aktar olur mu? Hem ne güzel çıktık hava aldık, mis gibi oldu."

"Teşekkür ederim," dedim. "Bana kendimi çok şanslı hissettiriyorsun."

"Doruk da böyle hissetmeli sen onun hayatına dahil olduğun için," diyerek konuyu yeniden istediği yere çekti annem. "Ve sana, sen onun en büyük şansıymışsın gibi hissettirmezse boş ver onu. Seni el üzerinde tutmayacak olanı evime damat diye almam ben."

O kadar ilerisini göremiyordum.

Ben yarını bile göremiyordum. Bu da onu daha önce de canlı izlemiş olmama rağmen bu gece heyecandan uyuyamayacağım anlamına geliyordu.


💖


Doruk: Sana sahanın içinden bilet ayarladım

Doruk: Şu kenardaki sandalyeli yerlerden

Doruk: Normalde oraların sahipleri bellidir ama şans yüzüme güldü diyelim, bir şekilde hallettim

Doruk: Geleceksin değil mi?

Deli miydi? Tabii ki gidecektim.

Bahsettiği yerlerden birinde oturmayı babamla maç izlerken hayal bile edemezdim ama o benim için oradan bilet ayarlayabilmişti. Bu sefer yalnız olacaktım, üstelik giyecek formam da vardı.

15 numara.

Sırtımda soyadını taşıyarak gidiyordum maça.

İçim kıpır kıpırdı. Visal'deki mesaim yine asırlar sürmüş gibiydi. Gün içinde dalıp dalıp gittiğimden Eren'e ayrı Naz'a ayrı dalga malzemesi çıkarmıştım. Umurumda bile değildi. Şimdi Sinan Erdem'e giden bu mavi bisiklet yolunu seke seke aşmakla meşguldüm.

Aklıma imzaya giderken burada yan yana yürüyüşümüz geliyordu. Ayrıca burası bir bisiklet yolu olduğundan dolayı Visal'e yakın olan bisiklet yolunda yaşanılan küçük kaza ve onunla burun buruna gelişim de geliyordu. Sonra bir de onun yanağını öpmüş olduğum gerçeği geliyordu. Bugün aklımın her köşesinde Doruk vardı.

Onunla tanıştığımızdan beri aklımın her köşesinde o vardı.

İnsanların aşk denilen şeye şiirler yazması ne kadar da doğaldı. Elime bir kalem kağıt verseler şuracıkta şair olabileceğimi düşünüyordum duygularımın yükü yüzünden.

Görmeyeceğini tahmin etsem de önce yolun sonra benim bir fotoğrafımı atmıştım ona.

Feza: Geliyorum

Feza: Sana öğrettiğim taktikleri hatırla

Feza: Antrenmanımızda nasıl üçlük atacağını göstermiştim ya hani

Anında aktif oluşu sırıtmama sebep oldu. Birkaç saniye sonra fotoğrafımın altına bıraktığı kalp emojisi ise yürümeyi bırakıp yolun ortasında öylece donakalmama yol açtı.

Doruk: Bana öğrettiğin gibi oynayacağım tabii ki!

Doruk: Bu forma sana benden daha çok yakışıyor, kıskanıyorum galiba

Doruk: Çok güzel olmuşsun Feza. Telefonumu bırakmam gerek. Maçta görüşürüz.

Doruk: Teşekkür ederim beni yalnız bırakmadığın için

Yine elimi ayağımı birbirine karıştırmıştı. Bu onu görünce olan bir şey sanıyordum, mesaj atması bile yetiyordu oysa.

Şimdi sahaya en yakın yerde onu izlemek için takımın ısınmaya gelmesini bekliyordum ve heyecandan yerimde duramıyordum. Küçücük alanda elli kez kıpırdanmış, nasıl oturacağımı ya da ellerimi nereye koyacağımı kestirememiştim.

Doruk bana hayatımda yaşamadığım kadar heyecanı tek bir günde, tek bir anda, herhangi bir saniyede yaşatabiliyordu ve ben buna hiç hazırlıklı olmadığımdan kendimi onun oltasına takılmış bir balık gibi hissediyordum.

Kalbimdeki aşka karşı savunmasızdım.

Naz'ın da annemin de endişelerini bu sebeple anlayabiliyordum. Onlar beni tanıyorlardı. Her hissi abartarak, dibine kadar yaşadığımdan dolayı aşk da bana bu şekilde uğramıştı ve benim sonunu kestiremediğim bu yolun nereye varacağını dair tahminleri vardı.

Herkes kalbimin kırılacağını düşünüyordu.

Ben de kalbimin kırılacağını hissediyordum ama bana kalbimi kıracak olan kişiyi seçme hakkı tanısalar, adına tutunacağım ilk insan Doruk olurdu.

Galiba aşk da tam olarak buydu. Kalbini kıracak kişiyi yine kalbin seçiyordu.

Doruk, takımının ısınmak için koridordan çıkan dördüncü oyuncusuydu. Üzerinde göğsünde Efes logosu olan koyu mavi bir antrenman tişörtü vardı. Maçın başlamasına daha uzun bir zaman olduğundan salon tek tük doluydu ve benim etrafımdaki sandalyeler de henüz boştu. Bu yüzden kabak gibi ortada kalmış hissediyordum kendimi ama Doruk'un huyunu öğrenmiştim. O toplu ısınmadan önce gelip atış deneyerek ısınma yapmayı seviyordu ve ben bunun tek bir anını bile kaçıramazdım.

Gözleri sahanın içini bir turladı, sonra sepetten bir basketbol topu aldı ve onu sektirerek yönünü bana doğru çevirdi. Bir anlığına buradaki varlığımı unutmuş olmalıydı. İnsan neye alışırsa o rutini otomatik olarak tekrarlardı. Doruk, kendisini izlemek için buraya gelen bir çift göze alışkın olmadığı için topu ezbere bir alışkanlıkla bacaklarının arasından geçirerek sürerken bir anda kafasını kaldırmış, gözleri gözlerime çarptığında adım atmayı bırakmıştı.

Bakışları içine lacivert uzun kollu bir badi giydiğim formasına takıldı. MVP olduğu maçın formasını üzerimde taşımak göğsümü büyük bir gururla kabartıyordu fakat bunun da dışında, onun numarasını üzerimde taşıyor olmaktan da gurur duyuyordum ben.

Onu ilk gördüğümde bu formaya kavuşup kavuşamayacağını düşünüyordu, şimdi ise ikimiz buradaydık. O, ait olduğu yerdeydi ve hayalindeki forma da benim üzerimdeydi.

Elbette ki yanıma gelmedi, zaten bu çok yanlış olurdu ama gülümsemesi bana dünyadaki bütün sözcüklerden daha fazla anlam ifade ediyor gibi geldi. Bana bir kez göz kırpıp yeniden önüne döndü ve elindeki topu potaya fırlattı. İsabet bulan üçlüğünden sonra Lukas, onunla el çakıştı ve bu kez kendisi bir şut yolladı.

Sanırım benim göğüs kafesimin içine kök salmış koca bir ağaç vardı. Doruk bana ne zaman göz kırpsa o ağacın dallarından biri bir çıra gibi cayır cayır yanıyor, kaburgalarımın arasına düşüyor ve yanan odun parçasından süzülen duman kalbimin etrafını sarıyordu.

Dakikalar ardı arkasına aktı, her seferinde içimdeki heyecan dalgaları daha da arttı. Salon tıka basa doldu, kadrolar anons edildi ve Doruk'un sırası geldiğinde hep bir ağızdan bütün salon onun adını bağırdık. Normalde ben tek başımayken böyle bağıramazdım, herkesin bana bakacağını düşünür ve bunu yapacak cesareti kendimde bulamazdım ama Doruk'un neredeyse dokunacağım kadar yakın mesafede oluşundan mı yoksa hislerimin yoğunluğunun anksiyetemi bastırdığından mı bilmesem de bir sebepten cesaret bulmuş, sesimi herkesten yüksek çıkararak neredeyse ona duyurmuştum.

Burada olduğumu kendine hatırlatmak ister gibi dönüp dönüp bana bakması işimi hiç kolaylaştırmıyordu. Acaba salona ambulans gelebiliyor muydu? İhtiyacım olacağa benziyordu.

Madrid maçında Doruk yine ilk beş değildi. Bu yüzden kadrolardan sonra ilk beşler anons edildiğinde o tam karşımda kalan benchin en uç köşesinde oturuyor ve Euroleague marşı çalınırken gözlerini üzerime dikmiş bana bakıyordu.

Naz bugün makyajımı yaparken "Allık sürmeme gerek yok, zaten sen kızarırsın kesin," dediğinde işte tam olarak bu anı kastediyordu.

Maç başladığında odağımı biraz olsun oyuna vermek istedim çünkü etrafımdaki seyirciler alkış tutuyor, ara sıra bağırıyor, hakeme sesleniyor, sinirle yerlerine oturup sonra hırsla yeniden ayağa kalkıyorlardı ve ben de bir şekilde uyum sağlamalıydım. Oysaki benim için ne oynanan oyun ne de ligdeki sıralamamız önemliydi. 15 numaralı formasıyla benchte oturan Dorukhan Falay'ın varlığı her şeyi gölgesinde bırakıyordu.

Yine de onun da oyunu izlemeye başladığını görünce başımı sahaya çevirebildim. Efes'in skor üretme potansiyeli en yüksek oyuncusu olan Shaw Axel'in yokluğu yine ve yine hissediliyordu. Basketboldan hiç anlamayan biri bile Shaw'ın bu takımdaki önemini kavrayabilirdi. Sakatlığı işlerin raydan çıkmasına sebep olacakmış gibi duruyordu.

Sahanın içine o kadar yakındım ki bütün oyuncular oturduğum konumdan bakıldığında birer dağa benziyordu. Hepsi kocamandı, hepsi çok iri fizikliydi ve televizyondan izleyebildiğim insanların yalnızca birkaç adım uzağında oturuyor olmak hâlâ bana oldukça olağanüstü geliyordu.

Pota altı oyuncumuz Ivan Reyes'in ayakları maçın temposuna göre yavaş kalıyordu. Karşı takımın 2.17 boyunda olan genç pivotu ise şimdiden iki şutumuzu bloklamıştı. Yirmi yaşındaki bu gencin yükselen kariyeriyle birlikte Euroleague'e damga vuruyor olduğunu babam sayesinde biliyordum. 35 yıllık bir çınar olan Ivan abiyse ona göre daha az atletik kalıyordu.

Bu yüzden beşinci dakikanın sonuna geldiğimizde yerini 23 yaşındaki Boşnak asıllı Emir Varajic'e bırakmıştı. Emir, bir smaçla takıma enerji getirerek oyuna giriş yapmıştı. Skor tabelasında 10'a 4'lük bir Real Madrid üstünlüğü vardı.

Hücumlardan devamlı olarak boş dönüyorduk. Efes'in 22 numaralı Sırp oyuncusu Oleg Milosevic çok istekli oynuyordu fakat yaptığı asistleri sayıya döndürecek bir şutör bulmakta zorlanıyordu. Bugün potanın Efes beşine garezi var gibiydi.

Kısa süre içinde Emir ve Oleg arasında sağlam bir işbirliği başladı ve Oleg kendisine yapılan ikili sıkıştırmanın arasından Emir'e pas çıkarmayı başardı. Önü bomboş olan Emir bir smaç daha basabilmek için sıçramakta hiç tereddüt etmedi.

Efes ne kadar toparlanırsa toparlansın Real Madrid'in iş bitirici şutörleri aradaki farkın kapanmasına izin vermiyorlardı. Özellikle yüksek tecrübesiyle Madrid'in kaptanlığını yapan oyuncunun her potaya salladığı top büyülü bir şekilde sayı oluyordu. Bu yüzden ilk çeyreğin sonlarına doğru ilerlerken aradaki fark çift haneli olmuştu. Efes 8 sayıda tıkanırken Madrid 21'e ulaşmıştı. Koçun aldığı moladan sonra oyuna 44 numaralı formayı giyen Nikola Boris'i dahil etmesiyle birlikte Efes'in oyunu daha akışkan bir hal aldı. Boris, pas trafiğini çok iyi yönetiyordu. Bu da takımın üzerinden büyük bir yükü almıştı.

İlk çeyrek 23'e 15'lik Madrid üstünlüğüyle sonlandı.

Hocanın ikinci çeyrek başlamadan önce yapılan konuşma sırasında eliyle Doruk'a bir işaret yaptığını gördüm.

Doruk hızla tişörtünü üzerinden çıkarıp benche doğru fırlattı ve formasıyla koçun yanına doğru koşarak ilerledi. Omuzlarının yuvarlaklığına formanın kalın askısı çok yakışıyordu, bu objektif bir gerçekti. Ivan Reyes siyahi bir adam olduğu için onun hemen yanında dikilen Doruk olduğundan çok daha açık bir ten rengine sahipmiş gibi görünüyordu. Işıkların üzerine vurmasıyla birlikte teni bir lambaya dönüşmüş gibiydi. Üzerine düşen ışığı aynı şekilde yansıtıyordu.

Saçlarını geriye doğru taradı. Sol bileğiyle dirseği arasında siyah renkli bir kol bandı takılıydı. Aynı şekilde yalnızca bir bacağını da aynı renk bir sporcu taytı örtüyordu. Şortunun iplerini düzeltti, sahaya adımını atmadan önce ellerini yüzüne sürdü ve son olarak gözlerini bana çevirdi.

Ellerimi kucağımda birbirine kenetlemiş halde öne doğru eğildiğimin farkında bile değildim. İkinci çeyrek başlarken oyuna Doruk'un girdiği anons edildi ve yanımdaki ellili yaşlarda aşırı fanatik olduğu belli olan kel abiyle benden yükselen bir alkış başladı salonda. Sadece yakın çevremizdeki taraftarlar ve hemen arkamızdaki tribün eşlik etmiş olsa da Doruk o alkışlar eşliğinde attı sahaya adımını.

İkinci çeyrek boyunca yalnızca iki sayı üretti ama yaptığı dört asist ve aldığı üç ribaund sayesinde takımını toparlamayı başardı. O oyun kurucu olarak oynadı ve böylece ilk çeyrek boyunca takımını asistlerle ayakta tutmaya çalışan Milosevic bu görevi Doruk'a bırakıp bunun yerine kendisine atılan şutları üçlükleriyle taçlandırmaya başladı.

Milosevic öyle yetenekli bir oyuncuydu ki ne zaman Shaw'la sahaya çıksalar takımlar onlara karşı savunmada birkaç değişiklik yaparlardı. Shaw ve Milosevic'in kimyası, Efes tarihine geçecek türdendi. İkisi de bireysel performanslarını umursamaz, takım için o an ne gerekiyorsa o şekilde oynarlardı. Aynı pozisyonda oynamalarına rağmen topu çok güzel bir şekilde paylaşırlardı ve normalde görülen yıldız egosu bu iki oyuncunun arasına girmezdi.

Şimdi Oleg Milosevic, bu kimyayı Doruk'la yakalamıştı.

Doruk kenarda beklediği bir çeyrek boyunca oyunu yine güzelce analiz etmişe benziyordu. Kimin nereye gideceğini öngörüyor, çizilen setlerin yeniden oynanmasına izin vermeyecek şekilde takımının savunmasına yön veriyordu. Bazen kendi adamını bırakıp ikili sıkıştırma için bir diğer arkadaşına yardıma gidiyordu ve bu hamlesi sayesinde karşı takımın oyuncusuna steps yani hatalı yürüme yaptırmıştı. Top yeniden Efes'e geçmişti.

Nikola Boris'in şut katkısının yanına Mateo Mora'nın savunma katkısı da eklendiğinde ilk çeyrek Efes'inden eser kalmamış, oyuna adapte olmuş bambaşka bir Anadolu Efes karşımıza çıkmıştı. Henüz dördüncü dakikadayken farkın 4 sayıya düşmesiyle birlikte Real Madrid'in antrenörü bir mola isteğinde bulundu ve kıpkırmızı yüzüyle birlikte takımına bağırarak bir şeyler anlatmaya başladı.

Üçüncü çeyrek başa baş gitmiş, salon bağırış çağırışlarla sarsılmaya başlamıştı. Kıyasıya rekabet yüzünden yanımdaki ellili kel abi kendinden geçmişti. Sürekli ellerini kollarını kaldırıyor, oyunculardan biri hakeme itiraz ettiği zaman o onlardan bile önce ayaklanmış, kollarını iki yana açmış oluyordu. Zar zor oturabildiği anlarda da nefes nefese kalıyor, birkaç küfür savuruyor ve elini alnına vuruyordu.

Doruk kendisine yapılan faul sonrası üç serbest atış kullandı ve hiçbirini kaçırmadı. Bu, maç boyunca Anadolu Efes'in öne geçtiği ilk ana denk gelince bütün salon aynı anda ayaklandı. Alkışlar birbirine karışırken Ivan Reyes'in karşı takımın kaptanından gelen şutu bloklamasıyla birlikte bir de üzerine Doruk'un hızlı hücumdan bulduğu iki sayı eklenince adeta mahşer yerine döndü Sinan Erdem'in içi.

Bağırmaktan sesimin kısılmış olduğunu öksürmeye başlayana kadar fark etmedim.

Real Madrid'in Doruk'un basketinden sonra mola alması, az daha gururdan ağlamama sebep olacaktı.

Üçüncü çeyreğin kalan son dakikalarında Doruk maçın kalanı için dinlendirilmek üzere oyuna alınmadı. Oleg ve Nikola Boris takımı ayakta tutan isimler olmuşlardı. Özellikle Oleg arka arkaya bulduğu 5 sayının ardından maksimum bir özgüvenle oynuyor, sahanın hakimi olduğu mesajını rakip takıma veriyordu.

Dördüncü çeyreğin ortalarında Nikola Boris kenara geldi ve yerini Doruk'a bıraktı. Maç gerçekten kıyasıya geçiyordu, çok az duraksıyor ve çok hızlı akıyordu. Seyir zevki tüm taraftarı deliye döndürmüştü. Yüksek ihtimalle hepimiz son zamanların en iyi maçını canlı olarak izleyebildiğimiz için delirmiş durumdaydık. Efes'in bandosu davula vurdukça biz takımımızın adını haykırıyor, oyunu canlandıracak şekilde her hücumda ayağa fırlayıp kendimizi alkışlarken buluyorduk. Yanımdaki kel abi mi daha önce bayılacaktı yoksa ben miydim o kişi bunu henüz kestiremiyordum.

Doruk, yaptığı asistlerle pota altı uzununu beslemeye devam etti. Skor hanesine büyük sayılar yazdıramamış olsa da oyun ne gerektirirse onu oynayabilecek düzeyde olduğunu koça asistleriyle kanıtlamıştı. Acaba 19 yaşında Avrupa liginde Real Madrid'e karşı oynayıp bir Türk takımını temsil etmek Doruk'a nasıl hissettiriyordu?

Skor tabelası 74-74'te eşitlendiğinde maçın bitmesine otuz dört saniye kalmıştı.

Hücum sırası Real Madrid'de olacaktı. Bu da her şey yolunda giderse Efes'e de bir hücumun kalacağına işaret ediyordu. İki takım da faul haklarını doldurduklarından çalınan her düdük, serbest atış noktasına götürecekti oyuncuları. Bu yüzden ya taktiksel şekilde atış yüzdeleri düşük olan oyunculara faul yapacaklardı ya da faul yapmaktan mutlak suretle kaçınacaklardı.

Düdük çalındığında Real Madrid'in hücum süresi başladı. Hızlı bir pas trafiği yapmalarına karşın Anadolu Efes'in koçu oynayacakları seti önceden okumuş olacak ki sahadaki beşli harika bir alan savunması yaptılar. Ne yazık ki kendisine ince bir koridor bulan 8 forma numaralı oyuncunun potaya turnike bırakmasını engelleyemediler.

Durum 76-74'tü

Maçın bitmesine on beş saniye vardı.

Oleg, topu sürerek kendi alanına geçirdi. Normalde böyle topun el yaktığı kritik anlarda gözler ya Shaw'a ya ona dönerdi. Haliyle bütün takımlar da bunu bilirler ve önlem almaya çalışırlardı. Oleg Milosevic, içeri doğru girip hızlı bir şut gösterdi. İkili sıkıştırma için rakip bir oyuncu, onu savunan oyuncunun yanına geldi ve o anın adrenalin seviyesiyle birlikte savunmada bir zayıflık oluştu.

Doruk, Ivan'ın onu savunan oyuncuya yaptığı perdeden yararlanıp orta noktadan sol dip köşeye doğru harekete geçti ve o noktaya konumlandırdı kendini. Burası onunla basketbol sahasında buluştuğumuz gün bana en sevdiği yer olarak bahsettiği kısımdı.

Oleg, pasını Doruk'a verdiğinde kalan süre yalnızca 4 saniyeydi.

Nefesimi tutmuş, ayağa kalkmıştım.

Doruk'un düşünme şansı olmadı. Topu bir kez yere vurdu ve sıçrayarak elinden çıkardı.

Top, köşelerine temas dahi etmeden çemberin içinden geçti.

Maçın bittiğini işaret eden ses yankılandı.

Attığı üç sayılık basket, 77-76'lık bir skorla Anadolu Efes'e galibiyet getirmişti.

Doruk'un son saniye üçlüğü maç kazandırmıştı.

Yemin ederim ki salon yıkılacak sandım. Topun potaya doğru süzüldüğü an boyunca ellerimi birbirine kenetleyip çenemin altına bastırmıştım, kaç dua ettiğimi bilmiyordum ve şutu isabet bulduğunda ne kadar bağırdığımı da bilmiyordum.

Yanımdaki kel abi ellerini tüm bu an boyunca kaldırıp başının arkasında kenetlemiş, boğazı yırtılana kadar "Aslanım benim! Aslanım!" diye bağırmıştı.

Real Madrid oyuncuları hayal kırıklığına uğramış halde birbirlerine bakarken Anadolu Efes oyuncularının hedefiyse Doruk olmuştu.

Bütün bench ayaklanmış, sahadakilerin hepsi toplanmış, bir sürü halinde Doruk'un üzerine hücum etmişlerdi.

Tüm bunlar sadece birkaç saniyede gerçekleşirken diğer saniye Doruk'un etrafını saran çemberin içinden koşarak çıktığını gördüm.

Bana doğru geliyordu.

Önümde birilerinin sahaya atlamaması için fosforlu yelekler giyen güvenlikler dikiliyordu. Onları da aynı hızla aşarak aralarından geçti. Bütün bu gürültü, benim için anlamsız bir uğultuya dönüştü. O bana doğru attığı her bir adımda dünyada bir tek biz varmışız gibi hissettirdi bana.

Gözlerimiz birbirine tutunmuşken aramızdaki mesafeyi tamamen aştı ve ben de ondan başka hiçbir şey düşünmeden anın adrenaliyle ona yaklaştım.

Nefes nefeseyken "Senin için," dedi. Belimi kavrar kavramaz ayaklarımı yerden kesti. Beni etrafında bir tur döndürürken kollarımı boynuna sımsıkı sarmış gülümsüyordum.

"Başardın," dediğimi hatırlıyorum. "Başardın Doruk!"

Ayaklarım yere değdiğinde uzaklaşmak yerine daha da dibime girdi. İki eliyle yüzümü kavrayıp alnını alnıma yasladı. "Senin için," dedi tekrar. "Senin için bütün zaferlerim."

Hâlâ etrafta sevinç çığlıkları atılıyor, saha içindeki oyuncular da dahil olmak üzere herkes zıplayarak kutlama yapıyordu ama ben bir tek onu duyabiliyordum. Bana çok yakındı. Bütün sesleri susturacak, beni ondan başkasının olmadığına inandıracak kadar yakındı. Nefesi, nefesime çarpıyordu.

Yorgunluğu sebebiyle şişip inen göğsü her bir hareketinde bana temas ediyordu. Ben de iki elimle birden formasına tutunmuştum, üzerimde aynısından vardı.

Başını iyice eğdiğinde artık yüzümün kıyısındaydı. Dudaklarımız arasındaki mesafenin kapanmak üzere olduğunu hissettim. Ötesi, bunu çok istedim. Beni öpmesini çok istedim.

Bana öyle bir bakıyordu ki onun da bunu istediğini anlayabiliyordum. Çenesini sıkmıştı, gözleri dudaklarıma düşmüştü ve başımı kendisine doğru kaldırmak için boynumun kenarını tutan elini sıkılaştırmıştı.

Etrafımıza doluşan kameraları fark etmek, başımdan aşağı bir kova kaynar suyun dökülmesine sebep oldu. "Yapma," diye fısıldadım zorlukla. Titreyen sesime kesilen bir nefes de eklenmişti.

Sert yutkunuşunun sesini duydum. Teması boynumdan yavaşça ayrılırken saçlarımı düzeltti. İradesiyle büyük bir savaş verdi. Alnını alnıma sürtüp geri çekildi ve çenesini saçlarımın üzerine yaslayıp bana bir kez daha sımsıkı sarıldı. "Teşekkür ederim," diyordu ve bu sözcüklerin tümü bilinçsizce dökülüyordu dudaklarından. "Bende eksik olan senmişsin. Çok teşekkür ederim."

Parmak uçlarımda yükselmiş ve boynuna uzanarak ona sarılıyordum. Kapalı gözlerimi araladığım an, yüzüme doğru ışıklar patladı. Takımdan birkaç kişinin bizden tarafa baktığını gördüm. İçlerinden biri Ivan Reyes'di, yanında Oleg ve sakatlığı sebebiyle oynayamayan ama maçı izlemeye gelen Shaw da vardı ve bize bakarak bir şeyler konuşuyorlardı.

Herkes bize bakarak bir şeyler konuşuyordu.

Bir kez daha ışıklar patlayınca korkarak Doruk'un göğsüne saklandım. Neler olduğunu algılamayacak kadar yerden kesilmişti ayaklarım. Çıktığım bulutların üstünden aynı hızla düşmeye başladım. Adrenalin, düşünme yetimin önüne geçmişti. Doruk'un heyecan yüzünden kalbimi yerinden çıkaracak derecede attırışı yetmezmiş gibi şimdi tüm bu yüzüme dönük kameralar yüzünden nefesim kesilmişti. Başımın arkasındaki eliyle saçlarımı okşadı yavaşça. Temasına odaklanmayı denedim.

Tüm bunlar toplasam yirmi saniye bile etmezdi ama ben bunun sosyal medyada böyle bir etki yaratacağını bilemezdim.

Doruk, "Gitmek zorundayım," dedi ve beni zorlukla kollarının arasından bıraktı. Gitmek zorunda olmasaydı gitmezdi, bunu biliyordum. Sanki ömrü boyunca benim yanımda kalmak istemiş, paylaştığımız bu küçük andan sıyrılmayı hiç istememişti. Bense tek kelime edememiş, şoktan ne yapacağımı bilememiştim.

O takımının yanına döndü ve rakip takımın oyuncularıyla el sıkıştılar. Ardından soyunma odalarına doğru yürürken gözleri yine üzerimdeydi. Bütün maçın heyecanını sonuna kadar yaşayan kel abi, "Sen onun kız arkadaşı mısın?" diye sordu tatlı bir gülümsemeyle. "Aslanıma bak sen..."

Çok utandım, çok utandım, çok utandım.

Artık hiçbir kameranın odağı değildim ama ilgi üzerimde toplanmış haldeydi.

Üstelik bu önümüzdeki günler boyunca da devam edecekti.

Sessizce çıkışa doğru ilerlerken kalabalığa karışıp kendimi soyutlamayı denedim. Kafamın gürültüsü ise kaçamayacağım kadar çoktu.

Az kalsın beni öpecekti.

Oyunu kazandıran üçlüğü attıktan sonra, sahadaki her bir kamera yüzümüze dönmüşken, bütün taraftarların önünde...

Ve televizyon başındaki taraftarların da önünde...

Babam.

Babam da maçı izlemiş olmalıydı.

Bu kez panikle çarpan kalbime bastırdım elimi, diğer elimle küçük çantamın içindeki telefonu arıyordum ama parmaklarım titrediği için çantanın içinden çekip çıkarmakta zorlandım onu. Metroya giden yolu yürürken iki tarafım da insan yığınlarıyla doluydu. Omuz omuza yürüyorduk milletle, çarpışa çarpışa ilerliyorduk ve bu kalabalık diğer tüm şeylerle birlikte beni boğmaya yemin etmişe benziyordu.

Ekranımı açtığım an bildirimler arka arkaya sıralanmaya başladı.

Fırat: Acil eve geliyorsun

Bu mesajın babamla bir bağlantısı kesinlikle yoktu. Bu Fırat'ın talebiydi. O da görmüş olmalıydı. Yayıncı kuruluş, görüntülerimizi ekrana getirmiş olmalıydı. Ben az önce televizyona mı çıkmıştım?

Ferda: Abliş, sen hayırdır yaaa?

Ferda: BENİM BUNDAN NASIL HABERİM OLMAZ????

Ferda: Bu arada ev biraz gergin. Hepimizi salonda maçı izlemek için toplamıştı babam. Çok da mutluydu seninkinin oynadığı oyundan ama sonra seni kenarda görünce donup kaldı. Babam tek kelime söylemedi ama Fırat çok fazla konuşunca ona sesini yükseltti ve odasına yolladı.

Ferda: Sen gelene kadar annemle ben onu yumuşatmaya çalışırız, panik yapma.

Ferda: Ama bana anlatman gereken çok şey var. ÇOKK!

Ferda: Furkan bile ablamın televizyonda ne işi var diye sordu, hepimiz açıklama bekliyoruz yani haberin olsun balım.

Yanmıştım, bitmiştim, kül olmuştum.

Instagram'daydım, Twitter'deydim, bizim evin televizyonundaydım, her yerdeydim.

Kullandığım toplu taşıma aracında Doruk için yapılan paylaşımları yeniledikçe bir yerlerde kendimi gördüm. Adım bir anda gizemli kıza çıkmıştı, herkes kimliğimi bulmaya çalışıyordu.

Çok geçmeden Instagram takipçi sayıma bir yığılma olmaya başladı.

Tüm bunlar beni kaygılandırıyor olsa da şu an için hiçbir şey, eve geri geri giden adımlarım kadar kaygılandırmıyordu beni.

Babama ne diyecektim?

Üzerimdeki 15 numaralı formayı saklama zahmetine girmedim. Battı balık yan giderdi şu saatten sonra. Gizlenecek bir tarafı kalmamıştı olayın.

Dördüncü kattaki evimin merdivenlerini tırmanırken gözlerime dolan yaşları tutmaya çalışıyordum. Neye uğradığımı şaşırmış vaziyetteydim. Bildirimlerle baş edemeyince telefonumu kapatmıştım. Ben birkaç insanın önüne çıkıp doğru düzgün bir konuşma bile yapamayacak biriyken kendimi televizyonda bulmuştum ve bu anksiyetemi feci halde tetikliyor, bacaklarımı titretiyordu.

Güm güm atan kalbim, dolu gözlerim ve büyük bir suç işlemişim gibi önüme eğdiğim başımla birlikte dairemizin kapısına vardığımda anahtarım olmasına rağmen zili çaldım. Biri bu kapıyı bana açsın, o kişi beni çekip kurtarsın istedim.

Kapıyı bana Fırat açtı ama hiç de beni çekip kurtarmadı. Erkek kardeşimin hışımla karşıma geçmesi ve kızaran yüzüyle orada dikilmesi daha fazla kabuğuma çekilmeme sebep oldu. "Birkaç cevap almam gerekiyor senden," dedi kollarını göğsünde kavuşturarak. "Ben de bu kız ne zamandan beri basketbola merak saldı diyorum. Meğer ablamızın merak saldığı şey basketbolcularmış."

Hesap sorar bir tavırdan ziyade kendi yaşadığı şoku atlatmak için bir savunma mekanizması kullanıyor gibi geldi gözüme. Fırat'ın kıskanç olduğunu bilirdim. Beni babamdan bile kıskanırken bir erkekle sarmaş dolaş görmenin ona ne hissettirdiğini tahmin edebiliyordum ama bunlardan da öte, ona hiç bahsetmediğim için alınmışa benziyordu.

Benimse şu an bununla uğraşmaya hiç gücüm yoktu.

"Abla," dedi Furkan, salondan koşa koşa çıkıp. Büyük bir enerjiyle ellerini birbirine çarparken her şeyden habersiz olan bu küçük farenin yüzünde büyük bir heyecan vardı. "Abla biliyoo musun, ben seni televizyonda gördüm."

Ayakkabılarımı çıkarıp çantamı askıya bıraktım. Kapıyı arkamdan sertçe kapatan Fırat, hâlâ orada dikilip bir açıklama beklediğini bana hatırlatmak istedi. Ferda ise salondan başını uzatıp "Öküz!" diye bağırmıştı. "Apartmanı inlettin."

Annem neredeydi? Anneme ihtiyacım vardı.

İçeriden ona ait kısık bir ses geliyordu, sanırım babama laf anlatıyordu.

Ben hâlâ yerinden fırlayacak kalbim ve stresten terlemeye başlayan avuçlarımla kapının önünde bir idam mahkumu gibi dikilirken annem ve babam da salondan çıkıp ara yere geldiler. Üzerimdeki lacivert, bana oldukça bol gelen ama pantolonumun içine soktuğum için çok da kötü durmayan 15 numaralı formanın üzerine dikti bakışlarını babam.

Ayak parmaklarımı içeri doğru büktüm, titreyen dizlerime hakim olmaya çalıştım ve babamın gözlerini bana çevireceği anı beklemeye başladım.

"Şuna bak," dedi her şeyden önce. "Benim 18 yıldır giydiremediğim formayı elalemin çocuğu tekte giydirmiş kızıma!"

Bir anda gülmeye başladım. Başımı halıya eğdim çünkü onun gözlerine bakmak beni çok utandırdı. Babamın karşısında ilk kez bu şekilde dikiliyordum ve hislerimi tarif etmekte çok zorlanıyordum. O da bunu bildiğinden kızıp azarlamak yerine takılabileceği son şeye takılmayı seçmişti.

"Gülüyor bir de," dedi Fırat mevcut durumdan hiç eğlenmeyen bir sesle. Annem onun ismini söyleyerek uyarı dolu bir bakış atsa da fayda etmedi. "Ablamız çalışıyor sanıyoruz, o sevgilisiyle sarılıp ekranda beliriyor. Aşk sarhoşu musun sen, hiç mi akıl edemedin en önde otururken televizyonda seni görebileceğimizi?"

Öyleydim.

Ama Doruk var olan bütün ayarlarımla oynamıştı, ne yapabilirdim?

"Ablana bağırma," dedi babam, söylenmeye devam eden Fırat'ı sert bir sesle bölerek.

"Ne?" dedi Fırat. "Sanki sen kızmadın!"

Babam, benimle hiçbir şekilde göz teması kurmadı. Bakışları hâlâ Fırat'a dönüktü. Sonra ciddi bir yüz ifadesi takındı. "Benim kızım babasına gelip böyle bir şeyi anlatmadıysa vardır onun bir bildiği."

Ağlayacağımı sandım.

Şaşkınlığını, kızgınlığını, hissettiği bütün duyguları geri plana atmıştı benim için. Elimin ayağımın dolaşacağını ve panikten delireceğimi önceden kestirmiş olmalıydı. Yangınıma körükle gitmektense gönlümü ferahlatmak istemişti.

"Ben ağzımı açmadıysam senin de tek kelime etme hakkın yok, duydun mu? Ablanla düzgün konuşmazsan çekerim o kulağını."

Sinirliydi, biliyordum. Kızını tanımadığı bir erkekle burun buruna gören her baba öfke duyardı herhalde.

Aslında babam Doruk'u tanıyor sayılırdı.

Durumlar çok karışıktı.

"Ben şimdi uyuyacağım," dedi babam, saat henüz on bir bile olmamışken. Bakışlarını bana değdirmedi. Odasının bulunduğu koridora doğru yöneldi. Bana bakmadığı için benden utandığı gibi bir yanılgıya kapıldım. Ben yanlış bir şey yapmamıştım ama bu ona söylediğim ilk yalandı. Visal'de olduğumu sanırken maçta olduğum gerçeği hiç beklemediği bir anda yüzüne çarpılmıştı.

Arkasını dönüp gidecekken bir anda durup "Feza," dedi. Geriye dönmediği için bakışlarım sırtına saplandı.

"Efendim baba," dedim ürkek bir sesle.

"Söyle o bacaksıza, serbest atış çalışsın."

🏀🧁🏀

Selam biz biraz kameralara yakalandık. Gülümseyin, çekiyorlar.

Aynı bölüm Feza'nın hem annesi hem babası hem de bütün basketbolseverler öğrendi bizi??? Bursaspor maçını atlatmıştık da Real Madrid maçını pek atlatamadık galiba. 

Doruk'un son saniye üçlüğü mü daha fazla konuşulacak yoksa Feza'nın kim olduğu mu? Göreceğiz göreceğiz...

Hemen bu bölümün favori repliğini öğrenmem gerekiyor. Çok acil.

Bu arada Feza yapma demiş olsaydı Doruk yapardı arkadaşlar. Ama arkadaşlar. Aynen.

Bir de şey... Oy versenize :))))

O halde bir sonraki bölümde görüşmek üzere. Sizi seviyorum.


Bu paragrafı gündemdeki olaylardan sonra ekliyorum ve ilk söyleyeceğim şey kendinize çok iyi bakmanız olacak. Lütfen bölümden çıktıktan sonra da tweetler atmaya, bu olayların unutulmasına izin vermemeye, gücümüzü göstermeye devam edelim. On beş yirmişer dakikalığına kafalarımızı dağıtmak hepimiz için bir ihtiyaç ama biz kadınların bundan çok daha fazlasına ihtiyaçları var. Özgürce yaşamak gibi.

Teşekkürler ve güzel diyebileceğimiz günlere.


Yorumlar

  1. Ayyyy en sevdiğim bölüm oldu bu

    YanıtlaSil
  2. Sonraki bölümde nasıl devam edeceğini aşırı merak ettim, Doruk ve Feza arasında nasıl bir konuşma olacak ve dahası var TANER

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. En son sinir olmuştu ikimiz konuşacağız falan demişti, şimdi bu

      Sil
  3. Doruk ya yapar mıydı yani, gerçekten topçuların beyni az olurmuş xlxlx aşkını fark etmiyor ama kızı öpüyor erkek işte

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Nxkxncknclcmlcmc valla hee teklif etsene bi kıza önce

      Sil
  4. Bölümün şokundayım yorum yapamıyorum. Herkesin öğremmesini yakın derken bu kadar yakın olduğu aklıma gelmezdi ve daha bir sürü detayy

    YanıtlaSil
  5. Serbest atış çalışsın mııı

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. babası çok tatlıı yerim yaa

      Sil
  6. Bence doruk beyin menajeri fezanın babası olmalı

    YanıtlaSil
  7. Bölüm sonu her şeyi unutturdu favori replik ne olabilir ki galiba söyle o bacaksıza serbest atış çalışsın. Ayrıca kel abi ve feza xlflfşfş

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Fezanın o mu bayılacak ben mi demesi flxşcş gerçek birinden esinlenilerek mi yazıldı bu kel abi onu merak ettim

      Sil
  8. Şöyle o bacaksıza serbest atış çalışsın ksksksk çok iyi yaaa

    YanıtlaSil
  9. Yaaa bu bölüm en sevdiğim oldu

    YanıtlaSil
  10. Doruk ve feza bana aşırı dercede arda güler ve duru vibe veriyo

    YanıtlaSil
  11. Sabah geldi aklıma yazmak istedim buraya da zaman ilerliyor ve doruk bu maçta Feza ile yaşayamadığı o sevinci başka başka maçlarda yaşıyor birlikte seviniyorlar hatta ilk Feza koşuyor ona

    YanıtlaSil
  12. Çok bekledik çok sabrettik ama geldi hem de en iyi halde geldi yeni bölüm diğer bölümü bu kadar beklememeye çağırıyorum yazarımızı çünkü vallaha çatlicam bi de oy nasıl veriliyor

    YanıtlaSil
  13. Sonunda bölümm. Favori bölümlerimden oldu. Feza'nın hem annesiyle hem babasıyla ilişkisi çok tatlı bence.
    Ayrıca şu günlerde kafamı toplamamı sağladığın için teşekkürler

    YanıtlaSil
  14. Acaba yeni bölüm hangi güne 👉👈

    YanıtlaSil
  15. Beğeni nasıl atılıyor bulamadım şans eseri yeni bölümü fark ettim 😍

    YanıtlaSil
  16. Bayıldım bölüme özellikle son repliğe 😆

    YanıtlaSil
  17. Söyle o bacaksıza serbest atış çalışsın fav repliğim xhsbzjsbzjsnzj

    YanıtlaSil
  18. Yeni bölüm ne zamann( Her gün bakmaya geliyorum)

    YanıtlaSil
  19. Bir yerde patlayacağı o kadar belliydi ki ödkdld ifşa oldunuz artık ama çok tatlısınız yaaaa maç sanki oynanıyor da kazanmışlar gibi mutlu olarak okudum

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"