47. "ARALIK KAPI"


Bu bölümün ilk kısmını 6 Ağustos 2022'de, bir cumartesi günü saat 3.43'ü gösterirken yazmaya başladım. Üzerine eklemeler ve çıkarmalar yapmış olsam da Mete'nin ağzından okuyacağınız bu kısmı uzun bir süredir taslaklarımda özellikle tarih saat belirtmiş şekilde saklıyormuşum. Zamanı Asya hastanede yatıyorken geldi. Bir kez onun bu dünyada Mete tarafından nasıl ve ne kadar sevildiğini görmüş olmanızı istedim sanırım.

O zaman sizi şöyle Analiz için en önemli tarihe bir götüreyim. Çünkü 13 Şubat, Analiz'in miladıydı. Analiz'in ilk bölümünü de yine bir 13 Şubat günü yayınlamaya başlamıştım. Bu, benim için de bir milattı.


⚓🕊️

Bölüm Şarkıları:
Sezen Aksu, Güvercin
MFÖ, Sarı Laleler
Gripin, Bir Cevabım Var Mı
Gripin, Durma Yağmur Durma
Mor ve Ötesi, Benim Küçük Sevgilim
Mor ve Ötesi, Araf

🌧️

Yağmur da yağsa canlanmaz ölü toprak.
Gitme oraya yoksa burası da kuruyacak.


13 Şubat 2019


Mete Ölmez 🕊


Yaşamayı çok seviyorum. Yaşatmaya olan çabamın sebebi de en çok buydu belki de.

Hayat, yaşamayı bilene çok güzel. Bir kez geldiğin bu geçici evinde, kendine ev olacak insanlar bulabildiysen hele... Dünyada cennete kavuşmak demek bu. Eğer birisinin gözlerinin içine baktığında o benim evim, o benim ailem diyebiliyorsan anla ki en büyük hazineye sahipsin. Anla ve o insanlara sahip çık, yaşat onları.

Adım Mete Ölmez. Soyadım lanetim olana dek dünyada ölüm diye bir şey yokmuş gibi yaşadım. Benim gibi birinin her günü, son günü olabilirdi ama bunu umursamadım. Her zaman iyi anılar bırakmak istedim. Hak ettiğim gibi yaşamak, hak ettikleri gibi yaşatmak istedim çevremdekileri. Yüzümü asmadım, pek somurtmadım, etrafıma gülümsemeler saçarken dostlar edindim, sevildim, sevdim. Çünkü bunu yapmasam da bir gün ölecektim, ben yapmayı seçtim. Hayatına girdiğim insanlara bir şey katmak, kendimden bir parça vermek ve iyi anılmak istedim.

Ömrünü işine adamış bir polistim, mesleğim önüme öyle fırsatlar sundu ki her gün içinde bulunduğum hayata şükrettim.

Derler ki bir işi iyi yapabilmenin ilk şartı o işi sevmektir. Ben çok sevdim. En çok da yalnız çalışmayı sevdim.

İnsanlar iyi bildiler beni hep. Herkesle kolaylıkla samimi olabilirdim, herkesle iyi anlaşabilirdim ama günün sonunda evime hep yalnız dönerdim. Yalnız yaşadım, yalnız çalıştım, yalnız kaldım. Çünkü bu yalnızlık, içimdeki insan sevgisine rağmen bir ihtiyaç gibiydi benim için. Bir türlü açıklayamıyordum sebebimi ama bu huyum yüzünden lakabım yalnız kovboy oldu karakolda, ünüm zamanla yayıldı ve sonrasında hayalini kurduğum kariyere erişecek duruma geldim. Herkesin güvendiği o tek tabanca kişi hep bendim.

Sandım ki, nasıl geldiyse öyle gidecek. Düşündüm ki, böyle giderse bir şey eksik kalacak. Aradım aradım, bulamadım o hissin sebebini ben.

Ve o, Yağmur'um, kurallarımı yıkanım hayatıma dahil olduktan sonra ne eksiklik hissi kaldı ne de yalnızlık kırıntısı. O geldi, her şey düzeldi.

Amirlerimin artık birileriyle çalışmayı öğrenmem gerektiğini, yalnız başıma yoluma devam edemeyeceğimi çünkü her şeye kendi başıma yetemediğimi söyleyerek beni inanılmaz derecede bunalttığı bir ayın sonunda sırf onlar sussunlar diye yanıma birini almayı kafama koymuştum.

O zaman net bir şekilde kendime söylemesem de hiçbir zaman o ismi arayış içine girmemiştim çünkü içten içe onu çoktan seçmiştim.

İlk gördüğüm anı da çok net hatırlıyordum.

Saat 00.23'tü. Birkaç evrağı odama bırakmak için evime gitmeden önce karakoldaki odama uğramam gerekmişti. Barış, yanında kızıl saçlı bir kadınla hiçbir çalışanın olmadığı kafeteryada yan yana oturuyordu. Koridorun sonundaki kahve makinesinden hazırladıklarını tahmin ettiğim kahvelerini alıp sessiz bir yer bulmuşlardı kendilerine.

Fakat bu çabaları başarısız sonuçlanmış olmalıydı. Karşılarına üçü kadın ikisi erkek polis memurları dizilmiş, gürültülü bir goygoy döndürmeye başlamışlardı. Barış gırgır şamata neredeyse oradaydı her zaman. Hevesle katılıyordu muhabbetin içine.

Kızılın orada silah zoruyla tutulduğunu düşünürdünüz bakışlarını görseniz. İlgili görünmeye çalışıyordu ama gülümseyemiyordu bile. Sabahtan beri ne kadar koşturduysa bu sınırlar içinde, saç örgüsü darmadağın olmuştu. Yüzündeki soluk çiller, tam tepesindeki ışığın loşluğuyla birleşmiş parlıyordu. Karakola yeni gelmiş olmalıydı yoksa illa ki daha önce görürdüm.

Gözlerinde ışığın esamesi bile yoktu. Hevessiz derdim aklıma gelecek ilk kelimeyi söyleyecek olsam. Ortamdaki kahkahalar onun için bir eziyet gibiydi. Bakışlarını önündeki kahveye dikmişti, suskundu. Üzerinde bordo bir mont, boynundaysa siyah bir atkı vardı. O atkı, onun idam ipi olmamak için zor duruyordu sanki.

Gözleri o gece bana hiç değmedi. Sonrasında onu bir iki kez daha Barış'ın yanında gördüm. Zaten başka kimsenin yanında görmüyordum. Açıkçası, onun sesini bile hâlâ duymamıştım ben. Bir cenaze marşını okurken ela gözleri, o suskundu hep.

Barış'a laf arasında onun hakkında bir soru sormuştum. Hatta soruyu da hatırlıyordum. "O soğuk nevaleyle arkadaş mısın sen?"

Barış, benim bu sınırlar içinde evime gelmiş tek insandı. Birlikte maç izlemiştik. Kendisi saatlerce konuşabilecek biriydi, kafa adamdı. Severdim. Diğerlerinden ayrı bir yere koyduğum da doğruydu. Boşumdu, beleşimdi. Boş beleş bir Barış'ımdı. Bu dünyada kan bağıyla bir kardeş nasip olmadığı için bana, Barış çıkmıştı karşıma.

Başlangıçta beni üstü gibi görüyor, büyük bir hayranlık duyuyordu ama ben onun gözünde iş arkadaşı olarak kalmak istemediğimden onu bir gece maça davet etmiştim evime. Çekinerek kabul etmişti teklifimi. Onu ilk kez dili tutukken görmüştüm.

Beşiktaş o gece yenildi ama ben o gece bir dost kazandım. Utana sıkıla evime giren Barış Atik, çok iyi bir çorbacı bildiğini ve ertesi akşam kesinlikle oraya gitmemiz gerektiğini söyleyerek çıkmıştı kapıdan. Mevzu bahis çorba olduğunda buna itiraz etmem imkansızdı.

"Sen Benekli'yi mi soruyorsun?" demişti Barış soruma karşılık olarak. "Soğuk göründüğüne bakma. Aslında buz gibidir."

Başka soru sormamıştım. Benekli denilen kadını iki üç kez daha gördüm kalan günlerde. Ne zaman görsem hep elinde bir fotoğraf vardı. Amirim başka başka dosyalardan fotoğrafları ayıklayıp ona yolluyordu. Dikkatimden kaçmamıştı. O buzun, sahaya inen her ekibin arkasından bakarken nasıl eriyip gittiğini kendi gözlerimle görmüştüm.

Onu yanıma almak istediğimi bildirdim amirime. Karşı çıktı. Tecrübesiz, dedi. Sana yetişemez, dedi. Sizin çözüme kavuşturamadığınız her dosyaya yetişiyor ama, dedim. Sustu sonra.

Doğal bir yeteneği tecrübesi olmadığı için masa başından ayırmazsan eğer o nasıl kendini ispatlayabilirdi ki? Hiç mi kimse görmüyordu? O kız gözleriyle dünyaya kafa tutuyordu.

Bir nöbet sonu çıktık karakoldan, gecenin sonuydu ve hepimiz açtık. Barış ve kızıl, arkamızdan yürüyorlardı. Barış onu evine bırakacaktı muhtemelen. Onlara yemeğe gelmelerini teklif ettiğimde bize uydular. Asya Yağmur Tunçbilek, beni ilk kez gördüğünde ben "Oy farfara," diye bağırarak misket oynuyordum siyahlar içinde.

Gece boyu bendeydi gözleri. Kim olduğumu öğrenmeye çalışmıştı Barış'tan. Ben terli terli su içerken kaşlarını çatarak bakmıştı yüzüme. Korkunçtu. Size öyle bakan birinin seri katil olduğunu düşünürdünüz. Gerçekten söylüyorum, o yanına gidip samimiyet kurmaya çalışacağınız son insandı çünkü herkesten nefret eder gibi bakıyordu etrafına daima.

Ona selam vermedim. Benim ona gözlerinin içine bakarak söylediğim ilk cümle yarın odama uğrar mısın'dı.

Ben o kızın ileride sarı laleleriyle mezarıma bile uğrayacağını hiçbir zaman bilemeyecektim.

Gözlerinin feri sönmüş bir kadına gökyüzünden yıldız topladım ben. Onlara baka baka ışıldamayı öğrensin istedim. Başardım da. Benim yanımdayken kimsenin yanında gülmediği kadar güldü.

Yağmur geldi. Benim ne kadar eksiğim varsa hepsini doldurdu ve sağanak oldu benim kuru topraklarıma. Nasıl olduğunu kendisi bile anlayamadı. Yağmur beni aldı, bambaşka birine dönüştürürken bana eşlik etti. Yanımda durdu, hiç bırakmadı. Yolun sonuna dek, elim omzundaydı.

Çok sevdiği bir şarkı sözü vardı. Fransızca'ydı şarkı, Zaz'ındı. Bana kelime kelime çevirisini yapmıştı ve o cümleye geldiğinde durup gözlerime bakmıştı. Kalbimin üzerinde duran bir elle ölmek istiyorum, diyordu cümlede ve ben biliyordum ki bir gün ölsem, kalbimin üzerinde duran el onunki olacaktı. Biliyordum ki Yağmur, ölsem de beni bırakmayacaktı.

Ben bir insanın bir insanı en çok ne kadar sevebileceğini onunla öğrendim. Bir gülüşü için kırk takla atabilirdim. Odama onun için bir masa taşıtmıştım. Tepsiye rastgele dizdiğim eşyaların üzerini bir örtüyle kapatıp bana gördüklerini söylemesini istediğim gün, kart numarasına kadar her detayı bana aktaran Yağmur o masanın kendisine ait olduğunu anladığında öyle bir gülümsemişti ki işte o gün ben, bu kadın daha fazla gülsün diye her şeyi yapabileceğimi hissetmiştim.

Peşimden oradan oraya sürüklenirken bana uyum sağladı ama hiçbir zaman boyun eğmedi. Emrimden çıkmayan, her söylediğime sadık biri değildi. Gerek duyduğu zaman beni yönlendiren dikbaşlı bir ortaktı.

Ona yanımdayken nasıl bakıyordum bilmiyordum ama kısa süre sonra karakol dedikodularla çalkalanmaya başladı. Yağmur'a aşık olduğum için onu yanıma aldığım söylendi. Herkes mi kördü? Yağmur'un eşsiz yeteneğini nasıl fark etmemişlerdi bu kadar insan bunca zaman? Yönetimime bir tabur vermeyi teklif etseler ve diğer seçeneğe Yağmur'u koysalar ben yine tek kişilik dev ordumu tercih ederdim. Onunla çalışmak benim en büyük şansımdı.

Bu aşk meselesi dönüp dolaşıp sürekli gündeme getirildi ve hiçbir zaman bırakmadı yakamızı. Neyse ki o, hiç kimseyi umursayan biri değildi. Kafasına takmıyordu böyle şeyleri fakat olaylar giderek garipleşti.

Günün birinde bizim ofisimize çat diye dalan kendisinden gram haz etmediğim Necmettin Amir'den ona neden davetiye göndermediğimize dair sağlam bir fırça yedik.

Biz evleniyormuşuz. Düğünümüz hafta sonuymuş. Deniz kenarındaymış hatta.

Yağmur ve ben, düğünümüzü bir amirden öğrendik. Bununla ne zaman aklımıza gelse dalga geçtik. "Gelinliğimi giyiyordum, duymadım," diyerek açtı telefonlarımı uzunca bir süre.

Barış, en sevdiğim spor ayakkabımın altına siyah bir kalemle kendi ismini yazdı. Çıkmayan kalem kullandığı için o yazı hiç silinmedi. Eşyalarıma gereğinden fazla değer verdiğimdense ben son nefesimi verene kadar sapasağlam kaldı ayakkabılarım.

Yağmur yeni yeni açılmıştı yanımda. En azından ölmek ister gibi bakmıyordu. Heyecanını görebiliyordum gözlerinde sahaya indiğimizde. İşte bu zamanların birinde, çok sevdiğim ve saydığım Necip Amir onu istedi benden. Analizcileri kuracağım, dedi. Ona yanımda çalışan kızı ballandıra ballandıra anlatmıştım. Yeteneğini övüp durmuştum. Tabii ki onu ekibine katmayı isteyecekti.

Dilim kopsaydı diye geçirdim içimden. Dilim kopsaydı da hiç bahsetmeseydim başkasına. Hayatımın en büyük bencilliğini yaptım. Bu teklifi iletmedim ben Yağmur'a. Gider diye korktum. Giderse kız kardeşsiz kalırdım. O gittiği yerde mutlu olurdu belki ama bu kez ben mutsuz olurdum. İlk kez kendim için böyle bir karar aldım ve reddettim bu teklifi kesin bir dille.

Necip Amir ona verdiğim değeri gördüğünde sesini çıkartamadı. Başını sallayıp uzaklaştı yanımdan fakat birkaç gün sonra mavi gözlü bir adam geldi benim yanıma aynı mesele için. Gördüğüm hiçbir ışık, onun gözlerindekine yaklaşamazdı.

Görkem, Yağmur yanımdan ayrılıp karakola döndükten sonra bulunduğu arabadan inip 13. İstasyon'a doğru yürümeye başladı. Buraya bugün geleceklerinden haberim yoktu ama sokaktaki yabancı arabayı Yağmur'la çorba içerken fark etmiştim. İzlendiğimizi biliyordum. Bu yüzden saniyeler önce, Görkem henüz arabanın içindeyken dönüp onlara el sallamış ve onu beklediğimi belli etmiştim.

Kararlı adımları, dik omuzları, her kafasına koyduğunu yapmaya gücü yetecek tavrıyla karşıma geçip oturduğunda ise henüz kimsenin adını bilmediği bu çocuğun bir gün büyük işlerin altına imzasını atacağını anlamıştım.

Yalnız nedense biraz alık bakıyordu. Sanki hipnoz olmuştu.

Birkaç yaş küçük olmalıydı benden. Yeni kurulan bir ekibe liderlik yapacağı bilgisi vardı elimde çünkü ortağımı da benden alıp oraya katmak istiyordu. Saçmalıyordu, bunu ona yüz yüze söyleyeceğim an aramız gerilir sanıyordum. Hayalimdeki sahneye göre onu reddedecek, arkama bakmadan çıkıp gidecektim çünkü ben herkesle iyi de anlaşsam konu Yağmur olduğunda paylaşımcı bir insan değildim.

Fakat Görkem'de tanımlayamadığım bir şey vardı.

Onu görür görmez çok sevmiştim.

Sebebini bilmiyordum. Ben o genç adamı çok sevmiştim. Bir gün bana bir şey olursa Yağmur'u ona emanet edecek kadar çok hem de.

"Hiçbir şansım yok, değil mi?" diye sordu bana. Karşımdaki sandalyeyi oturmak için çekerken ilk söylediği şey buydu. Ardından elini tokalaşmak için uzattı. "Tanıyorsunuz zaten beni fakat formalite icabı yeniden tanışalım. Adım Görkem, yeni kurulan Analiz ekibine liderlik ediyorum."

Bu rol için biçilmiş kaftandı. Gözlerindeki zekâ parıltıları karakteri hakkında çok şey anlatıyordu bana. Necip Amir'e kesin bir dille Yağmur'un benimle kalacağını söylemiş olmama rağmen karşıma çıkacak cesarete sahip oluşu da işini ne kadar önemsediğinin kanıtıydı.

"Mete Ölmez," dedim. "Yağmur'un ortağıyım ve ortağı kalacağım delikanlı."

Güldü. Çaresiz bir gülümseyiş, bir kabullenişti bu. "Anladım." Başını önüne eğdi. "Aslında sizi uzaktan izlerken de anlamıştım bunu fakat onun uğruna savaşmaya değecek bir yetenek olduğunu düşündüğüm için gelip sizinle bir kez olsun konuşmak istedim."

"O," dedim. "Her şeye değer Görkem."

"Anlıyorum," dedi yine ama anlamıyordu. Çünkü Yağmur'u tanımıyordu ama tanımak için can atıyormuş gibi bakıyordu. "Sizi biraz araştırdım."

Sözünü kesip "Sizi atabilirsin," dedim. Amacım rahat olmasını sağlamaktı. Zaten fazlasıyla diken üzerinde duruyordu. Kelimelerini özenle seçmeye çalışıyordu. Kız kardeşim, onun için hassas bir noktaydı.

"Seni araştırdım," diye devam etti. "Eskiden yalnız çalışıyormuşsun ama sonra Asya Yağmur Tunçbilek'i almışsın yanına. Onu yükselten, kariyerini buraya taşıyan, adının yayılmasını sağlayan senmişsin. İnsan kendi yetiştirdiğinden vazgeçmek istemez, bunu gerçekten anlayabiliyorum."

"O beni yetiştirdi," dedim hızlıca. "Beni yüceltme Görkem. O kadın ben olmasam da bulurdu kendi yolunu. Şimdiye kadar kaç kişi gördüysen hepsini bir kenara bırak, bambaşkadır Yağmur."

"Bana nispet yapar gibi bir halin var." Gülümsediğinde ben de güldüm ve Yağmur'un benimle çalışıyor olmasının verdiği özgüvenle ona tepeden bakışlar yolladım. "Of," dedi sonra içten bir tepkiyle. "Bırakmayacaksın bu kızı bana sen."

Sesli bir şekilde gülmeye başladım. Bu sırada o, masanın üzerinde parmaklarıyla bir ritim tutuyordu. İki, bir, iki. Yaptığının farkında bile görünmüyordu ama ritmi bozmuyor, başa sarıp yeniden parmaklarını hareket ettiriyordu. Sinirimi bozduğu için uzanıp eline dokundum. Bu sayede durdu fakat şimdi de gözleri huzursuzdu. Çekinerek, "Şu elime de dokunsan?" dediğinde takıntıları olduğunu anladım.

Çok zeki insanların obsesifliğe yatkın olduğuna dair bir yazı okumuştum. Bu uyuz uyuz huyları olan adama bakarken aklıma o geldi sebepsizce.

Diğer eline uzanıp dokunduktan sonra rahatladı. Gergin omuzları gevşedi, gözlerini gözlerime çevirdi ve "Bak," dedi bana ciddi bir şekilde. "Onu gerçekten istiyorum."

Biliyordum, o hiçbir farklı düşüncesi olmadan kurmuştu bu cümleyi ama nedense bana çok başka yerlere çekilesi geliyordu. Bu yüzden çekinmeden "Lan," dedim. "Ağzından çıkanı kulağın duysun."

Bir an afalladı. Boş boş baktı. O zaman anladım, bu taraklarda hiç bezi yoktu. Anlaması geç oldu. "Ben öyle demek-" Bir anda sustu ve utandı. Hızlıca "Aramızda görmeyi," diye düzeltti. "Onu ekibimde görmeyi istiyorum. Başka bir şeyi kastetmedim."

Yine de zihnim onu alıp Yağmur'un yanına koydu ve ikisini yakıştırdım birbirlerine. Dünya üzerindeki hiçbir lavuk Yağmur'a layık olamazdı ama bu herifin az da olsa bir oluru var gibi geldi bir saniyeliğine.

"Onu alırsın," dedim. "Ben ölürsem neden olmasın?"

"Tövbe tövbe," dedi Görkem. "Allah korusun."

İnançlı da biriydi belli ki. Ona bir artı daha yazdım. Sanki bu bir kız istemeydi ve ben damat adayıyla karşı karşıyaydım. İş buraya doğru gidiyordu kafamın içinde. Görkem'inse düşüncelerimle ilgilenir bir hali yoktu, tek ilgilendiği Yağmur'du.

Ben düşüncelerime kendimi fazla mı kaptırmıştım yoksa Görkem biraz kız kardeşimden etkilenmiş miydi?

Masaya otururkenki o alık bakışların sebebi Yağmur'u ilk defa görmesi miydi?

"En azından ona bir danışsan olmaz mı?" diye sordu benim uzayan sessizliğimden sonra. "Bence Analizciler tarafından istendiğini bilmeye hakkı var. Bu kariyeri için büyük bir adım olacaktır ve belki o bu adımı atmak isteyecektir."

Israrcıydı. Utanmasa diz çöküp yalvaracaktı. Öyle bir havası vardı.

"Bilmeye hakkı var." Sesim de duruşum da ciddileşmişti. "Yine de ona söylemeyeceğim." Çok düşünmüştüm, bu yüzden nettim. "Doğru olanı yaptığımı düşünmüyorum," dedim dürüstçe. "Beni anlayabilir misin, bana hak verir misin bilmiyorum ama Görkem, onu yanımdan ayırmak istemiyorum."

"Aranızda duygusal bir bağ mı var?" diye sordu anlamaya duyduğu istekle. "Aşk belki?"

"Hayır," dedim. "Ama onu çok seviyorum. Yağmur'u hayatımdaki herkesten çok seviyorum. Yemin ederim, aynı anneden doğsak bu kadar sevmezdim belki de. Biz henüz öyle çok zaman geçirmedik onunla Görkem, kızı harcamalarına izin vermemek için yanıma aldım ben. Yeni ortak olduk sayılır ama onu biraz tanıyan herkes ona gerçekten hayran kalır. Harika birisidir Yağmur. Elinden her iş gelir, dik başlıdır, bir gördüğünü bir daha unutmaz, bazen insan mı bu diye düşünürüm hatta. Ben böyle bir kadını değil sana, kimseye bırakmam. O benim bu hayattaki tek bencilliğim. Sizin ekibe neler katar bunu tahmin edebiliyorum, kariyeri nasıl değişir bunu da biliyorum ama lütfen anla beni, ben onunla çalışmaya devam etmek istiyorum."

"Vay be," dedi hayran hayran. "Benim de böyle bir arkadaşım var," diye devam etti sonra. "Arabada bizi izliyor şu an. O yüzden Mete, seni en iyi ben anlarım herhalde."

"Vazgeçecek misin yani?" diye sordum hevesle. Görkem bana saygı duyuyordu. Eğer öyle olmasaydı benimle yalnız konuşmak yerine öylece Yağmur'la konuşmamızın ortasına dalardı ama bunu yapmamıştı. Bu da bu adamı daha çok sevmeme sebep oluyordu.

"Vazgeçmeyeceğim," dediğinde içimi bir korkunun sardığını hissettim. "Ama başka bir hamle de yapmayacağım," diyerek içime bir avuç su serpti. "Sadece şunu bil, Mete. Benim evimde ona ait bir oda var. Kapıyı Yağmur için her zaman aralık bırakacağım."

"Asya," dediğimde yüzüme dik dik baktı. "Ona bir tek ben Yağmur derim."

Güldü. "En azından onun hep emin ellerde olduğunu bileceğim. Seni tanımak, bu yönden iyi geldi bana. Ben daha fazla rahatsızlık vermeyeyim."

"Dur," dediğimde ayaklanmaktan vazgeçip geri oturdu sandalyesine ve merakla yüzüme baktı. "Bana bir şey olursa-"

"Böyle konuşma."

"Kesme sözümü." Başını dikleştirdi ve gözlerine anlayışlı bir ifade oturdu. "Sen benim meslektaşımsın. Hayatımız pamuk ipliğine bağlı bizim. O yüzden kulağını ver, dinle beni."

"Dinliyorum Komiserim."

"Bana bir şey olursa," dedim tekrar. "Ona ulaşmanı istiyorum Görkem." Bunu düşünmek bile kalbimi yerinden sökmek gibiydi. Beni korkutan şey ölüm değildi, Yağmur'u geride bırakacak olma ihtimaliydi. "Bunlar özel konular ama durumun önemini anlaman için bahsedeceğim. O kadın çok yalnız Görkem. Ben olmazsam yok olur. Beni anlıyor musun? O sert kabuğun altında sevgiye aç bir kız çocuğu bulmayı ben de beklemiyordum ama onu gördüm, onu tanıdım ve ömrüm yettiğince onun hep yanında olacağım. Ben olmazsam, sen ol. Söz ver şimdi bana. Bana bir şey olursa onu yalnız bırakmayacaksın. Ben sana Asya'yı değil, Yağmur'u emanet ediyorum. Eğer onu tanırsan ne demek istediğimi anlarsın."

"Söz veriyorum," dedi düşünmeden. Sert yüz hatlarına güvenin portresini çizmişti. Emanetime gözü gibi bakacak biri varsa bu dünyada, o da Görkem'di. Bunu bütün yüreğimle hissediyordum.

"Kaç yıl geçerse geçsin," diye devam ettim kendimi rahatlatmak isteyerek. "Bu sözünü unutma. Boş bıraktığın oda onun için hep boş kalsın. Senin kapın Yağmur'a hep aralık olsun. Bu benim için yapabileceğin en büyük iyilik olur."

Her ne düşündüyse dalgınlaştı. Dalgalı bir denize benzeyen mavi gözleri durgunlaştı. "Söz," dedi tekrar. "Sana bir şey olmayacak ama olursa, Yağmur bana emanet. Gözün arkada kalmasın."

"Teşekkür ederim." Omuzlarımdan bir yük kalkmış gibiydi. Yağmur'la çalışmaya başladığımdan beri kendimi daha fazla önemsiyordum. Canım, onun için önemliydi. Beni kaybetmekten deli gibi korkuyordu çünkü bir keresinde bana onun üzerine titreyen tek kişi olduğumu söylemişti. İlk defa kalkanlarını indirişiydi, ilk defa gözleri dolmuştu karşımda. Tüm bunların sebebiyse onu kahvaltıya davet ettiğim gün masaya bir tabak reçel koymuş olmamdı. Kavanozu o gün yeni açtığım için o seviyor diye özellikle aldığımı anlamıştı.

"Bak söz verdin," dedim emin olmak için.

"Sözüm yemin," dedi. "Oda onun için hep boş, kapım ona hep aralık. Emanetin emanetim. Sen yine de kendine dikkat et. Gerekirse o oda hep boş kalsın ama sana bir şey olmasın Komiserim."

"Bir gün çok iyi yerlere geleceksin sen," dedim ona gülümseyerek. "Yolun aydınlık senin, Mete Ölmez demişti dersin."

"İnşallah," dedi. "Belki bir gün yeniden karşılaşırız."

"İnşallah," dedim ben de.

Bir daha karşılaşmadık. Onunla olan ilk ve tek konuşmamızda ben ona her şeyimi emanet ettim, o da bana ona sahip çıkacağına söz verdi.

Karnımdan oluk oluk kan sızarken, Yağmur'un kollarında onun ismini sayıklayarak son nefesimi verirken bile yükümü hafifletti o konuşma benim. 13 Şubat'ta bir adam bana bir söz verdi ve ben iki buçuk sene sonra bir eylül gecesi o söz sayesinde gözüm açık gitmedim.


🥺🕊️


Asya Yağmur Tunçbilek


Bir yanım kuru toprak, bir yanım çiçek tarlasıydı. Bir yanımda sarı laleler, diğer yanımda çatlaklarla örtülü bir zemin vardı. Sağ ayağım bereketli toprağa basıyor, sol yanım ölümün üzerinde duruyordu.

Solumdan yere kan damlıyordu.

Üzerimde etekleri uçuşan beyaz bir elbise varken sağ elimi uzatıp lalelere dokundum. Solumdan sert bir rüzgâr vurdu. Bacaklarım titredi, içim üşüdü ama sağ avucuma dolan sıcaklık beni dengeledi. Bir çizginin tam ortasında dururken bütün dünyam nizami bir denge içindeydi.

Nedenini bilmiyordum ama korkuyordum. Sonra bana doğru gelen birini gördüm. Çizgide durdum, sırtımı tarlaya verdim ve çölden farksız çorak tarafa döndüm yüzümü. Bir adam, bana adım adım geliyordu ve her adımında içimdeki korku azalıyordu.

"Mete," dediğimde heyecanla öne atılmak istedim ama ayaklarım o çizginin üzerine sabitlenmiş gibiydi. Hareket edemedim. "Mete!" diye bağırdım bana daha hızlı gelsin diye. "Beni buradan almaya mı geldin? Benim için mi geldin? Mete, yalvarırım bir kez sarılalım. Ben seni çok özledim."

"Yağmur." Sesi kafamın içinde değildi. O buradaydı, karşımdaydı. Ölmemiş miydi? Yoksa beni de almaya mı gelmişti? Önemsizdi. Mete bana yaklaşıyordu. Bana sarılacak, acımı azaltacak, beni kurtaracak ve yanına alacaktı.

Yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı. Aramızda çok az bir mesafe kaldığında gözlerindeki yaşları fark ettim. Ben gülümsüyordum ama o ağlıyordu. Gülüşüm dondu, kaşlarım çatıldı. Elimi kaldırıp uzattım ve parmaklarım yüzüne değdi. "Gelme," dedi titreyen bir sesle. "Henüz değil. Daha değil." Yanağına koyduğum elimin üzerine avucunu yasladı ve yüzünü elime yatırdı.

"Sen de mi beni istemiyorsun artık?" diye sordum. "Kimse mi beni istemiyor artık? Hiç mi yerim yok benim kimsenin yanında? Bir ben mi fazlayım herkese?"

O an benim de gözlerimde yaşlar vardı ve elimi karnıma koyduğumda avucuma kan doldu. Ne ara yaşların aktığını bilmediğim gözlerime tek bir saniye baktı Mete, ardından kollarını sımsıkı sardı etrafıma ve hiç bırakmayacakmış gibi sarıldı bir kez daha bana.

İkimiz de ağlıyorduk. İkimiz de hep böyle kalalım istiyorduk. İkimiz de geri çekilemiyorduk. Başımı göğsüne bastırdı, kalbinin sesini duyamadı kulaklarım. Çenesini saçlarıma bastırdı, kulağıma bana hep onu hatırlatan adımı fısıldadı. Bir adım geriye gittiğinde karnımdaki yara kapanmış, bütün kanım ona bulaşmıştı.

Ve artık ağlamıyordu Mete, yüzüne bir gülümseme asılmıştı. Elini karnına götürdü, bu donup kalmama sebep oldu. Onu öldüren yara, yine oradaydı. Benimkini de kendine katmış, beni temizlemiş ama kendisi batmıştı.

"Ben hep seni seçtim," dedi bana. "Sen, benim için yaşamayı seç şimdi. N'olursun. Biz elbet kavuşacağız ama vakit gelmedi daha. Evine dön."

"Yüzüm evime dönük zaten," dedim ölüm kokan çorak toprakların üzerinde duran Mete'nin gözlerine bakarak. "Ben seni daha fazla özlemek istemiyorum."

"Arkana bak."

"Bakmayacağım."

"Bir kez bencillik ettim, bir daha etmeyeceğim," dedi. Anlamadım ama bunu da umursamadım. Ona bakmaya devam ettim.

Bir saniye sonra Mete'nin elinde bir ayna belirdi. Korkuyla bir adım geriledim ve ayaklarım çimenlerin arasına gömüldü. Mete, elinde tuttuğu aynayı yukarı doğru kaldırdı. Ben arkama bakmadım ama o bana arka tarafımı gösterdi.

Yan yana dizilmiş dört adam, bir tane de aralık kapı vardı.

"Araf mı bu?"

"Araf bu."

"Seninle geleceğim." Yeniden çizgiye bastım. "Aynayı bırak. Seninle geleceğim."

Yansımadan Kaya'yı gördüm. Elinde bir örtü tutuyordu. Aynayı örtmek içindi, korkmamam içindi.

Sonra Arda'ya değdi gözlerim, avucunda bir pusula parlıyordu. Kaybettiğim yönümü bana göstermek içindi.

Ve Can'a baktım. "Yağmur da yağsa canlanmaz ölü toprak," dedi bana. "Gitme oraya yoksa burası da kuruyacak."

Yeniden Mete'ye çevirdim gözlerimi. Ardımdaki arkadaşlarıma bakarken yüzünde gururlu bir tebessüm vardı. "Ait olduğun yere dön," dedi. "Odan daha fazla boş kalmasın."

"Ben seninle geleceğim."

Kararlıydım. Bir adım attım. Sağ ayağım geçti sınırı, solu çekecekken bir el elime sarıldı. Bir ip, bileğime dolandı. Bir çift mavi göz, gözlerimin içine baktı. "Gitme," dedi. "Yalvarırım gitme."

"Görkem..."

Artık istesem de hareket edemiyordum. Elimi sımsıkı tutuyordu. Bileklerimizdeki lacivert ipler düğüm olmuştu birbirine. Uzaklaşamıyordum, kopmuyordu. "Gitme," dedi dolu gözleriyle. "Bu şehre her yağmur yağdığında üç adam bir köşede ağlamasın."

"Üç mü adam?"

"Gidersen geleceğim." Elimi daha fazla sıktı. "Ölürsen öleceğim, bebeğim. Lütfen gitme."

"Ama Mete-"

"Mete orada," dedi eliyle arkasını işaret ederek. İlk defa dönüp arkama baktım. Çiçek tarlasının ardındaki aralık kapıdan küçük bir erkek çocuğu başını uzatmıştı.

"Kapı sana hep aralık," dedi abim Mete, Görkem'e minnetle bakarak.

"Kapı hep aralık," dedi minik Mete, başını daha fazla uzatarak.

Gözlerimi Görkem'e çevirdiğimde titreyen elleriyle yüzümü kavradı. Aynı çizginin üzerinde duruyorduk. Alnını alnıma yaslayıp "Gitme," diye fısıldadı yine. "Bizden vazgeçme."

Küçük çocuk koşar adımlarla kapıdan uzaklaşıp Arda, Kaya ve Can'ın yanına gitti. Kaya ve Arda, onun ellerini tutarken Can onun gözünü kapattı.

Gidersem görmesin diye.

Bu olduğum yerde taş kesilmeme sebep oldu.

O an, seçimimi yaptığım andı. "Bari sesini bırak," dedim Mete'ye dönüp. "Seni çok özlüyorum, lütfen sesini benimle bırak."

"Hep seninle olacağım," dedi Mete. "Şimdi git. Böyle bitmesin."

"Böyle bitmesin," diye tekrarladı Görkem. Artık gözlerinden yaşlar geliyordu ve ondan başka kimseyi göremiyordum. Herkes silinmişti, bir o kalmıştı. Aynalar yoktu, kan yoktu, laleler ya da çocuklar yoktu. Bir tek o vardı.

Kalbi, kalbime sarılıyordu. Nabzım her attığında onunki de aynı anda atıyordu. "Benimle kal," dedi.

Deprem oldu, yer sarsıldı, ışıklar yandı, ışıklar patladı, dünya sanki ortadan ikiye yarıldı ama bileklerimizdeki ip kopmadı.

Arafın ortasında ona daha sıkı sarıldım.

Onunla kaldım.

💙

Görkem Duman

Kaç saat oldu bilmiyorum.

Onun gözlerine bakmadan geçen saatleri saatten bile saymıyorum.

Biz hastanede döndüğümüzde hâlâ yoğun bakımdaydı, bunu biliyorum.

Sanırım anılarım siliniyor, bazı şeyler kopuk kopuk.

Yalçın denen herifi camdan dışarı fırlattığımı hatırlıyorum. Onu deli gibi öldürmek istediğimi hatırlıyorum ve sonrasında Hermes'le telefonda konuştuğumuzu da anımsıyorum. Ona ettiğim tehditleri unutmadım, onun da unutmamasını sağlayacağım.

Fakat sonrası boşluk.

Yalçın'ın evinden buraya kadar gelirken arabaya nasıl bindiğimi, yolu, yürümeye nasıl devam edebildiğimi, araçtan ne zaman indiğimi hatırlamıyorum.

Şakağımdan çeneme doğru akan kan kurumuştu. Yalçın'ın kanına bulanan ellerimi arabadaki bir paçavrayla silmiştim. Onu bana Kaya vermişti. Can, Vega'nın yanına gitmek için bizden ayrılmıştı ve Arda Eylül'ü karakoldan alıp yanımıza öyle gelecekti. Bu yüzden Kaya ve ben hastanenin bahçesinde yan yana yürürken yalnızca ikimizdik.

Üzerime çöken gecenin ağırlığının altında düşük omuzlarımla giriş kapısına doğru yürürken birden bahçedeki bir çift göze çarptı gözlerim. Babamı gördüm. Elinde tuttuğu karton bardaktan buhar yükseliyor, gecenin soğuğuna karışıyordu. Eli, annemin omzundaydı. Annem omuzlarına attığı şalı bir eliyle tutarken gözleri yerdeki bir noktaya sabit haldeydi. Abim yoktu. Sanırım Barış'ın yanında olmalıydı.

"Annenler orada," dedi Kaya. Elini omzuma koydu. "Seninle mi kalayım yukarı mı çıkayım?"

O benimle konuşurken babamla göz temasımız sürüyordu. Yüzümdeki yaraya değil, üstüme başıma değil, tam olarak gözlerimin içine bakıyordu ve bu kendimi yeniden küçük bir çocuk gibi hissetmeme sebep oluyordu. Annemin omzunu sıvazlayan eli beni görür görmez donup kalmıştı. Karton bardağı anneme uzatmış, bana bakmaya devam etmişti.

"Kaya," dedim gözlerim hâlâ babamdayken. "Ben onlara ne diyeceğim?"

"Seninle kalacağım," diyerek kendi kendine cevap verdi sorduğu soruya. "Gel gidelim yanlarına."

"Kaya," dedim bir adım bile atamazken. "Haber yok belli ki." Bedenimden bir titreme geçti. "Kaya," dedim yine. "Uyanmamış. Uyanmayacak mı?"

"İlaçlarını arabada mı bıraktın?" diye sordu beni dinlemeden. Kolumu kavradı, başını benimkine yaklaştırdı. "Kaybetme kendini," dedi kulağıma doğru. "Anneni uzaklaştırana kadar bekle oğlum. Arif amcayla yalnız kalmanı sağlayacağım. Yalvarırım biraz dur."

"Uyanmayacak mı?" Söylediklerini algılayamıyordum. Yüzümü babama doğru çevirdiğimde altında durdukları ağaca doğru hızlı hızlı yürüdüm. Kaya bir adım arkamdan geliyor ama beni durdurmuyordu. "Uyanmadı mı baba?" diye sordum. "Uyanmayacak mı? Neden uyanmadı hâlâ? Baba, bir şey dediler mi? Kimse bir şey söylemiyor mu?"

Titriyordum. Annem gözünün daldığı yerden sesimi duyduğu an sarsılarak ayrıldı. Yüzünü kaldırıp bana baktığını hissediyordum ama ben babamın gözlerine yalvar yakar bakmakla meşguldüm. "Hiç mi bir şey söylemediler?" diye sordum dolan gözlerimle. "Oğlum bekliyor demedin mi doktora? Bu kızı yaşatmazsanız benim oğlum ölecek demedin mi baba?"

"Annem..."

"Anne," dedim. "Çok özür dilerim. Çok özür dilerim, kızma bana. Sevmeyi bile beceremedim ben. Bir kızı koruyamadım. Yapamadım. Çok özür dilerim anne. Emanetime sahip çıkamadım."

"Gel buraya," dedi annem, kollarını benim için açarak. Babam olduğu yerde buz kesmişti. Hâlâ bana bakıyor ama ağzını açamıyordu. Annem beni kollarına çekerken şalı omuzlarından kayıp yere düştü. Kaya eğildi, şalı yerden aldı ve sessizce bekledi bir adım arkamızda.

"Bir şey olmayacak." Bir el, sırtımı sıvazladı boylu boyunca. "Bir şey olmayacak. Böyle yapma. Yapma böyle. Mahvolmuşsun, mahvetme kendini. Ne özrü Görkem, ne özrü annem? Neredeydin sen bana onu de bir. Babana sordum sordum söylemedi. Bu kızın başından ayrılıp nereye gittin annem sen? Bak yüreğim ağzıma geldi benim."

"Rahat bırak çocuğu." Babam, sadece bunu söylemek için açtı ağzını. "Uzun oğlanın yanına çıkın Nevin, biz biraz konuşalım Görkem'le."

"Yok," dedim. "Durmam ben burada. Yukarı çıkacağım. Bir kez göreyim baba. Bir şey yapamaz mıyız? Yalvarırız doktorlara. Bir kez göreyim, üç dakika bile yeter. Bir kerecik göreyim."

"Barış konuşacaktı ama ne oldu bilmiyorum," dedi babam. "Annen fena olunca mecbur abinle bıraktım onu."

Kaya'ya döndüm yüzümü. "Biz de konuşalım," dedim. "Bana yardım et, onu bir kez göreyim. Dayanamayacağım yoksa. Lütfen bana yardım et."

Babam, beni ensemden tutup kendine doğru çektiğinde başımı omzuna bastırdım. Gözyaşımı gizledik annemden. Tam zamanında etmişti müdahalesini. "Kurban olayım sakin ol," dedi kulağıma doğru. "Beni korkutma babacığım. Nefes al güzelce."

Sonra diğer kolunun hareket ettiğini hissettim. Onu da açmıştı. "Gel sen de şöyle," dedi. Kaya'nın donup kaldığını anlamam için ona bakmama gerek yoktu. Etrafta yaprak bile kıpırdamayınca "Gel evladım," dedi babam tekrar, daha sert bir sesle. "Senin o yüzün mahkeme duvarı gibi de olsa içini bilirim ben. Gel şöyle, dağılacaksan dağıl artık. Sahip çıktın sen benim evladıma, bundan sonrası bende oğlum."

Kaya hiçbir şey söylemeden babamın diğer kolunun altına girdiğinde biz iki koca adam, bir çınarın gölgesine sığınınan iki küçük çocuk olmuştuk. Kanatlarını bizim için açmış, kendini bize siper etmişti babam. Bir eli Kaya'nın saçlarındayken uzanıp benim alnımı öptü. "Hepsi geçecek," dedi üçümüze de hitaben. "Biliyorum ben o kızı. Biliyorum Nevin. Pes edecek göz yok onda. Oğullarımı bırakıp gitmez o kız."

"Nevin teyze," dedi Kaya. "Biliyor musun, abi demişti bana."

"Yine der," dedi annem. "Yine der. Ahmet bahsedip durdu bana. Çok güzel kızmış. Oğlumun gönlünü nasıl kapmış böyle, konuşacağız biz onunla. Uyanacak evladım. Uyanacak annem. Ne olursunuz daha fazla harap etmeyin kendinizi."

"Canım çok yanıyor," dedim öylece. "Bir daha nefes alamayacak mıyım? Ben o olmadan yaşamak istemiyorum. O var olduğu sürece varım ben. Yalvarırım anlayın beni, benim canım çok yanıyor.

Annemin gözlerine hep aşina olduğum o otorite yerleşti bir anda. Başını kaldırdı, çenem babamın omzuna yaslıyken o babamın arkasından bana baktı. "Abin seni sakinleştiriciyle durdurabildiklerini söyledi," dedi gözlerimin içine bakarak konuşurken. "Panik atak geçiriyormuşsun, bunu da bugün öğrendim." Başımı eğdiğimde sesini sertleştirerek yeniden ona bakmamı sağladı. "Bir kızı uğruna ölecek kadar seviyormuşsun, ben hepsini bugün öğrendim. Başını almış gitmişsin, diğer çocuklar bile bilmiyormuş nereye gittiğini. Bir köşede yığılıp kalsan hiçbirimizin haber olmayacakmış. Şu adımlarını dikkatli at oğlum. Ağzından çıkanı da duysun kulağın. İçindeki öfke geçti mi? Söylesene, soğudu mu için? O kız gözünü açar açmaz seni görmek isteyecek. Yüzündeki yaranın hesabını nasıl vereceksin ona? Daha fazlası olsa sana, biz nasıl bakacağız o kızın yüzüne? Sen şu durumdayken dağılamazsın, Görkem. Çok üzgünüm anneciğim ama yok böyle bir lüksün senin. Ben şimdi yukarı çıkacağım, ne yapabilirim bir bakayım. Doktorla konuşurum, onu görebilir misin diye bir sorarım. Sen de o vakte kadar kendini toparlamış ol. Yukarı geldiğinde ağlayan bir çocuk görmek istemiyorum ben. Sevdiği kadın için sağlam duran birini istiyorum."

"Kaya..." dememe kalmadan Kaya, "Gel Nevin teyze," dedi. "Birlikte gidelim. Ben de Barış'ı görmüş olurum hem."

Uzaklaşmalarını izledim. Yan yana hastane kapısından geçtiler ve gözden kayboldular. Bu sırada ne ben babama bakabildim ne de o bana bakabildi. Yukarıya koşmak istiyordum, onu görmek için ömrümün kalan tüm senelerini feda etmeye de hazırdım ama onun karşısına geçip nasıl ayakta kalacaktım bunu bilmiyordum. Elleri zaten hep soğuktu, şimdi buz gibi olmuş olmalıydı. Ben onun ellerinden ölümün soğukluğunu hissetmiştim, nasıl tekrar o elleri tutmaya cesaret edebilirdim bilmiyordum.

"Oğlum," dedi babam başını eğdiği yerden kaldırarak. "Sormaya da çekindim ama hiç mi kimi kimsesi yok bu kızın? Annesini babasını aradınız mı?"

"Yurt dışında yaşıyorlar." Haklarında bildiklerim çok azdı. Onları aramak aklımın ucundan bile geçmemişti ama geçseydi bile muhtemelen bunu yapsam Yağmur bana çok kızardı. "Biziz kimi kimsesi," diye devam ettim. "Benim ailesi. İstemezdi onlara söylememi zaten."

"Bunu dile getirmek istemiyorum ama-"

"Söyleme baba," dedim gözümden bir damla yaş akarken ona bakarak. Eğer o ölürse, annesinin ve babasının onu son bir kez görme şansını elinden almayalım diye onları arayıp buraya çağırmak isteyecekti. "Onun uyanmama ihtimalinden bahsetme bana. Yalan söyle, kandır beni. Ben düşünmedim mi? Düşünmedim mi baba? Duymak istemiyorum. Olasılıklardan nefret ediyorum. Gerekirse yalan söyle bana ama yalvarırım uyanacak de."

"Götüreyim mi seni yukarıya?" diye sordu sakince. Benimse her konuştuğumda sesim titriyordu. "Az hava al, öyle çıkalım olmaz mı? Uyanacak o kız, biliyorum ben. İnan sen bana. Sen söylemeyelim dersen söylemeyelim kimseye, ben sadece merak ettim oğlum. Ondan sordum. Sen ne dersen öyle yapalım."

"Kızgın mısın bana?" Ona benzeyen gözlerimi onunkilere çevirdiğimde kendi yansımamı gördüm bakışlarında. Harabeye benziyordum. Bütün dünya üzerine yıkılmış ve bu kadar yükün altından kalkamamış bir adamı andırıyordum. Yağmur olsaydı kalkardım. O olsaydı, dünya da üzerime devrilse halledebileceğimi bilirdim. O bana kızıp birlikte halledeceğiz der, her şey o an düzelirdi.

"Ben sana neden kızayım oğlum?" Elini bir kez daha enseme sardı. "Keşke sen de kızmasan kendine. Bu öfke seni mahveder Görkem'im, mahveder babacığım. Böyle değil ayakta durmak, nefes alamazsın. Kendi nefesini kendin kesme n'olursun. Yasla sırtını babana, ver yükünü bana. Gözümün önünde kaybolma böyle. Ben tutarım elini senin."

"Çok seviyorum onu ben." Konuşurken bilincimin pek yerinde olduğunu hissetmiyordum. "Sen görmüyorsun ama o tutuyor elimi benim. O yokken bile var baba. Nasıl olabilir bu? Yaşaması mucize dediler, yüzde bir bile olsa o ihtimal ben tutunurum ona. O kadının bana gelişi de mucizeydi, bilmiyorlar bunu. Ben beklerim onu. Üç yıl bekledim yine beklerim. Geleceğini bileyim, yemin ederim beklerim."

"Şu ömrümden alıp ona verebilsem, yemin ederim verirdim Görkem." Saçlarımın arasına daldırdı elini, solmuş çiçekler gibi alnıma düşenleri parmaklarıyla geriye doğru itip yüzümü ortaya çıkardı. "Nasıl sevdalanmışsın bu kıza sen böyle? Benim güzel kızım uyandığında onunla oturup senin arkandan konuşacağız. Hep söylediklerini not ediyorum aklıma, haberin olsun. Tek tek anlatacağım hepsini seninkine."

"Ben de söylerim ki," dedim hemen. "Yanına girdiğimde de söylerim hatta. Girebilir miyim? Onu görmeme izin versinler baba. Bige ablayı çağırsak o halledemez mi?"

"Bige burada çalışmıyor," dediğinde bu bina gözümde yalnızca bir hastaneden ibaretti. Bige abla da gözümde sadece bir doktordu o an. Burada çalışmadığı bilgisi aklıma gelmediği gibi neden şimdiye kadar bir şeyler yapmadığını da düşünmüştüm az önceki bir saniyelik akıl tutulması anımda. Saçlarımı son bir kez şefkatle okşadı. "Yalnız, ben de Nevin Duman'ı tanıyorsam bir yolunu bulmuştur senin için," diye devam edip içimdeki yangına su serpti. "Kendini toparlamış rolü yapabileceksen, gel çıkalım şimdi yanlarına. Valla ağlarken görürse bir kez daha paylamaya başlar, alamaz elinden kimse seni."

"İyiyim," dedim. "İyiyim ben, gidelim."

Onu görmek için her rolü yapardım. İyi gibi bile davranırdım canımdan can gidiyor olsa da.

Hastaneye girip yoğun bakımın oraya doğru ilerledik babamla. Kaya da oradaydı, abim de, annem de ama benim gözüm ilk Barış'a takıldı. Her şeyini kaybetmiş bir kadını 13 numaralı kapının ardında ilk gördüğümde ne hissettiysem şimdi de aynı kasveti hissediyordum içimde Barış'a bakarken. Elleri başının iki yanında, etrafında olan bitenden habersiz biri gibi yere çökmüş oturuyordu koridorda. Abim, onun başındaki sandalyedeydi. Kendisine zarar vermesine izin vermeyecek kadar yakın ama özel alanına müdahale etmeyecek kadar da uzak duruyordu onun bedenine. Üstelik böyle başında otururken onun koruyucu meleği gibi duruyordu.

Annem, söylediğini yapabiliyor muyum diye gözlerime baktı. Başımı dik tuttum ve kafamı salladım bir kez. Kaya'ya bakmaktan kaçındım çünkü o, buradaki hiç kimsenin tanık olmadığı vahşi tarafımı en ön koltuktan izlemişti. Geri dönüp Yalçın'ın boynunu kırmamak için ellerimi ceplerime sokarak ilerlemiştim arabaya dek, o bunu bilen kişiydi.

Barış adım sesleriyle birlikte kafasını kaldırdı, sonra beni şaşırtarak saygı diyebileceğim bir ifadeyle hızlıca ayaklandı ve ben onlara doğru yürürken bir iki adım atarak o da bana yaklaştı. "Tek hemşire tek doktor," dedi. Başta çatlak çıkan sesi son kelimeye doğru kendine gelmişti. Bir kez boğazını temizledikten sonra, "Devamlı kontrol ediyorum," diye devam etti. "Durumu izah ettim. Senin başına gelen olay yüzünden önlem aldım. İçeriye aynı hemşire ve aynı doktor giriyor, başka bir personelin acil bir durum dışında girmesi kesinlikle yasak."

"İyi akıl etmişsin, sağ ol Barış."

"Monitore bağlıymış," dedi hızlıca. "Entübe edilmiş bir de. Nefes alamıyormuş tek başına. Ameliyatta uygulanan anesteziyi tersine çevirecek ilaçları vermeyi uygun bulmamış doktorlar, bünyesi kaldıramayabilirmiş. Çok zayıfmış şu an vücudu. Öyle dediler. Bu yüzden kendi kendine uyanmasını beklemek zorundaymışız."

"Anladım." Ne diyebileceğimi bilmiyordum. Bir adam karşınızda böyle çocuk gibi konuştuğu zaman söyleyebileceğiniz pek bir şey olmuyordu. "Ben siz gelene kadar bayağı dil döktüm, annen de şimdi konuştu doktorla. Beş dakikalığına bir kişinin yanına girmesine izin verecekler. Birazdan sana bahsettiğim hemşire gelecek buraya hazırlık için."

"Barış," dedim o an hâlâ yaşıyor olduğumu bana kanıtlamak ister gibi küçük bir yaprak kıpırdarken içimde. "Yalvarırım ben gireyim." Bütün ailemin önünde bir adama yalvarıyor olmamı umursamadım, kimin bizi duyacağını da öyle. "Ne olursun ben olayım o kişi."

Barış şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırarak dağılmış ifademe baktığında "Tabii ki," dedi. "Tabii ki sen gireceksin. Sen onu bir kez hayata döndürmüşsün, bir kez daha döndürürsün. Sadece, benim de burada olduğumu söyle olur mu? Belki konuşmak sana saçma geliyordur. Ben bir mezar taşına gidip gidip içimi döktüğümden bana gelmiyor ama sana geliyorsa bile, yine de burada olduğumu söyle olur mu? Lütfen konuş onunla."

"Merak etme," dedim omzunu sıvazlayarak. "Söylerim ben ona. Sen de ağlama daha fazla tamam mı?"

"Sen de ağlamışsın," dedi dolan gözünün altını yaş akıtmamak için sertçe silerken.

"Hiç," dedim gülümsemeye çalışarak. Diğerlerine döndüm. "Hiç ağladığımı gördünüz mü benim?"

Tavrım, bana onu hatırlattı. Tavrım, bana ondan hatıraydı zaten. Kaya da bunu yakalayıp dudaklarına acı bir gülümseme yerleşirken aynı o gün verdiği cevap gibi "Kuru iftira," dedi sadece. Geçmişin kanlı nehri aramızdan akıp giderken orada ikimiz de boğulduk, bunu kimse duymadı ve kimse bilmedi bizden başka.

Zaman aktı, hemşire geldi ve beni yönlendirdi. Üzerime bir önlük geçirmeme yardım etti. Önlüğün kolu bileğimdeki ipleri kapattı. Ardından boneyi geçirdim saçlarıma ve titreyen ellerimle maskeyi bağladım. İçeriye adımımı attığım, kalp atışını monitörden izlediğim an sanki hayata döndüğüm andı.

Yatağın başucuna doğru ilerledim yavaşça. Üzerinde mavi bir örtü vardı. Örtünün altından kablolar çıkıyor, monitöre bağlanıyordu. Mora çalan dudaklarının arasında bir tüp bulunuyordu, nefes alabilmesini sağlamak için ağzının etrafına sabitlenmişti. Teni soluktu, derisi sanki saydamdı. Masmavi damarları derisinin altında değil de üstünde gibi görünüyordu.

Sol eline uzanıp onu avucumun içine aldım. Bileklerindeki ipler yoktu. Ameliyata girerken her şeyini çıkardıkları gibi o ipleri de kesmiş olmalılardı. Onu böyleyken tanımak zordu. Ona böyleyken bakmak, canımı çok yakıyordu.

Buz gibi elinin üzerini okşadım parmaklarımla. "Buradayım," diye fısıldadım ve sesimin titremeyeceğine emin olduğumda "Ben geldim," dedim."Bir dikiş izin daha oldu sevgilim, yemin ederim onu da sevdireceğim sana."

Derin bir nefes aldığımda ayakta duramayacağımı anladım. "Bünyen zayıfmış, öyle dediler. Uyan da zayıf olan kimmiş görsünler." Gülümsemem içime bir oyuk açıyordu. Ben onun yanında canımın yandığını istesem de gizleyemezdim. "Ne olur uyan," dedim elini sıkarak. İki büklüm oldum, yere çöktüm, başımı eline yasladım. "Yalvarırım uyan Yağmur. Böyle bırakma beni."

Kalbinin attığını bana kanıtlayan monitörden gelen düzenli seslere odaklandım. Kendimi anda kalmaya zorlayacak şeyler bulmaya çalıştım. O anı yeniden düşünmekten kaçınmak istedim ama elini böyle tutarken bile bana elini bırakmamamı söylediği saniye canlanıyordu kafamda.

"Seni ne kadar sevdiğimi bildiğimi sanıyordum," dedim yatağının kenarında dizlerimin üzerine oturup. İki elimle kavradığım eline yaslıydı başım hâlâ. "Biraz bile fikrim yokmuş. Ben seni öyle bir seviyormuşum ki kızım, sanki dünyaya gelirken ciğerlerimi dolduran ilk nefes senmişsin. Sanki benim kulağıma benden bile önce senin ismini söylemişler."

Gözümden akan yaşı silme zahmetine girmedim. Beni kimsenin görmediği bu yerde, bir tek onunlayken önünü arkasını düşünmeme gerek kalmadan dökebiliyordum hislerimi. "Ağlıyorum," dedim burnumu çekerek. "Ağlıyorum, sarılmayacak mısın bana? Lütfen sarıl bana. Ben seni çok seviyorum. Canımdan çok seviyorum."

Onunla tanıştığımız gün marketin önünde ellerine baktığını hatırlıyordum. Mete'nin kanı hâlâ ellerine bulaşmış sanıyordu. Onu bu denli anlamak benim sonum olacaktı. Ellerim temizdi ama sanki yapış yapıştı. Sanki hâlâ ellerimde onun kanı vardı.

"Özür dilerim." Gözyaşlarım şiddetlendi. "Özür dilerim, affet beni. Bir daha on sene sonrasını planlamayacağım. Bir daha hayal kurmayacağım. Ne evlilik ne çoluk çocuk... Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey Yağmur. Bir tek seni istiyorum. Bir tek seni."

Ellerim titrediği için parmakları avucumun içinden kayıp gidecekken sımsıkı sarıldım eline çaresizce. "Herkes burada," dedim. "Barış sana onun da burada olduğunu söylememi istedi. Yağmur, siz ikiniz nasıl Mete'yi kaybettikten sonra yaşayabildiniz? Gözlerimin içine ölmek ister gibi baktığın zamanlarda sana kızıyordum, nasıl kızılırmış ki buna? Ben şimdi aynaya bakamıyorum, kendi bakışlarımda ne göreceğimden korkuyorum ben. Bebeğim benim, güzel sevgilim, ben senin kadar güçlü değilim. Bana bunu yaşatma olur mu? N'olursun yaşatma."

Alnımı yatağa yaslayıp bakışlarımı kapalı gözlerine çevirdim. Parmağı bir santim hareket etse o umuda bel bağlar, benim için savaştığına inandırırdım kendimi. Burada böylece uzanıp bir ölü gibi yatarken bir inanç inşa edebilmek çok zordu. Yağmur gözlerini kapatmadan önce bana Mete'yi özlediğini söylemişti, ona gitmeyi ne kadar istediğini bilmek benim için çok zordu.

"Annemi merak ediyordun, annem geldi sana. Şimdi sen yoksun." Dizlerimin üzerinde doğrulup yüzümü onunkine yaklaştırdım. Eli hâlâ iki avucumun içindeydi. "Babam burada, abim bile. Kaya, Arda, Can... Bizi sen adam ediyormuşsun lan. Öyle yıkık döküğüz ki, öyle paramparçayız ki Yağmur. Sen yoksan biz yokmuşuz, yemin ederim bak. Yerini bulmaya çalışırken nasıl kendini evimiz yaptın sen? Bileklerimiz değil de bağlı olan damarlarımız sanki. Bir düğümü söksen, peşinden söküleceğiz hepimiz. Dağıtma bizi. Yalvarırım bizimle kal."

Bana verilen beş dakikanın sona ermek üzere olduğunun farkındaydım ve muhtemelen hemşire birazdan uyarmak için gelecekti. Bu yüzden doğruldum. Zorlukla ayağa kalktım. Saçlarıyla aynı renk olan kaşlarının altındaki gözkapakları hâlâ kapalıydı. "Benim geleceğim bu gözlerin içinde," dedim sessizce. Turuncuya kaçan açık kahve kirpiklerini aralaması için bildiğim ne kadar dua varsa etmeye başladım içimden. "Ya geleceğim sensin ya da seninle geleceğim sevgilim. Beni sen diye öldürme."

O odadan çıktığımda yüküm hafifleyecek ve göğsümdeki baskı azalacak sanıyordum ama yanılıyormuşum. Ben hiçbir şey bilmiyormuşum.

Onu ardımda bırakmak, elini ellerimin arasında tutamıyor olmak nefesim kesti. Herkesin gözleri bana çevrildi koridora çıktığımda, ben ruhumu onun yanında bıraktığımdan bomboş gözlerle ailemin her bir üyesine baktım tek tek. Arda ve Eylül de gelmişlerdi ben yokken. Ne söylememi bekliyorlardı ki benden? Dudaklarımı aralamaya bile mecalim yoktu.

Ayaklarımı sürüye sürüye ilerleyip kendimi yere bıraktım. Sırtımı duvara yasladığımda o an "Can nerede?" diye sorarken ne söylediğimin farkında bile değildim fakat zihnimin bir kısmında inatla dönen çarklar lider tarafımı diri tutuyor olmalıydı.

"Şimdi konuştum," dedi Arda kısık bir sesle. "Geliyormuş, problem yok dedi ama donuk donuktu sesi."

"Çözeriz derdi neyse," dedi Eylül hemen. Bana doğru yaklaştığını fark ettim. "Düşünme sen şimdi bunları."

Bütün bakışlar bana saplıydı, bu nefes almamı engelliyordu. "Gidin," dedim. Yağmur'un ellerinden bile daha soğuk çıktı sesim. "Gidin, yapılacak bir şey yok burada. Ben kalırım."

"Ben hiçbir yere gitmiyorum," dedi Barış. "Siz ne yapıyorsanız yapın."

Dördümüz operasyon için uzaklaştığımız anda bile o buradaydı. Onu gönderemeyeceğimi zaten biliyor olmam gerekirdi ama fazla düşünemiyordum. Kafam çalışmıyordu. Yine de başımı ona çevirip babamın aklıma soktuğu andan beri içimi kemiren soruyu ona sorabildim. "Annesini babasını aramalı mıyım?" Barış, birkaç saniye anlam veremedi ve kaşlarını çattı. Elimi enseme götürüp ense kökümü sıktım. Başım ağrıdan çatlayacaktı. "Ailesine haber vermeli miyim?" diye sordum tekrar. "Onlar hakkında pek bir şey bilmiyorum. Tanıyor musun sen onları?"

"Türkiye'ye geldikleri zaman görüşmüştük, iki sene falan oldu galiba." Barış alnını kırıştırıp bir süreliğine ortaya attığım fikri düşündü ve sonra kesin bir kanıya varınca yüzü ciddileşti. "Asya bunu istemez."

"Ne?" diye sordu Arda. Yaşadığımız şok yüzünden hiçbirimizin aklına onun anne babası gelmemişti, gelseydi mutlaka birimiz harekete geçmeyi denerdik ama ancak şimdi bu konu üzerine düşünebiliyorduk. "Nereden biliyorsun istemeyeceğini? Her ne olursa olsun, annesi ve babası bilmeli bence bu durumu."

Annem ve babam da onunla aynı fikirdeler gibi görünüyordu.

"Hangi durumu biliyorlar ki bunu bilecekler?" diye sordu Barış. "Asya hiçbir şey anlatmaz onlara. Anlatsa böyle mi olur? Mete'nin öldüğünü bile bilmiyorlardır, bilseler o kızı tek bırakırlar mıydı öyle?"

"Nasıl ya?" diye sordu Kaya. "Hiçbir şey olmamış gibi mi yaptı Asya telefonda konuşurken? Yani, telefonda konuşuyorlardır ara sıra değil mi?"

"Asya'nın neleri gizleyebildiğini gayet iyi biliyorsunuz bence."

"Yani," dedi Eylül şok içinde Barış'a doğru bir adım atarak. "Onların şeyden de mi haberleri-"

"Ne diyecekti ki o kız?" dedi Barış, ses tonu yükseldi. "Ne diyecekti annesine babasına? 17 saat boyunca ben esir e-"

"Barış!" Sesim koridorda adeta yankılandığında Barış dudaklarını birbirine bastırarak dilinin ucuna gelenleri yuttu fakat annem, "Ne?" diye sordu. "17 saat boyunca ne?" Başını bana doğru eğdiğini hissettim fakat gözlerim karşımdaki duvara sabit haldeydi. O gri duvar saati beynimin içinde tik tak sesleri çıkartıyordu. Dört uzvu dört kelepçeyle sandalyeye demirlenen bu kez bendim sanki. "Ne oldu o kıza?" diye sordu annem direterek. Gözlerine bulaşan korkuyu görmem için ona bakmama gerek yoktu

Son sorusunu babama dönüp sormuş olmalıydı. "Bilmiyorum Nevin," dedi babam bu yüzden. "Kızın annesinin babasının bilmediği şeyi ben nereden bileyim Allah aşkına?"

"Nasıl bilmezler?" diye soran Arda'ydı ve onun da sesi buz gibiydi. "Evladının başına böyle bir şey gelir de bundan nasıl haberi olmaz bir insanın? Sesinden de mi anlayamadılar? Bir kız nasıl bu kadar tek bırakılır amına koyayım ya nasıl?" Kontrolü öyle kaybetmişti ki normalde asla yapmayacak olmasına rağmen şimdi annem ve babam buradayken küfrediyordu.

"Asya sana anlatmasa sen anlayacak mıydın?" diye sordu Barış, onun ailesini ailesi sayarak korumaya geçerken. Laf söyletmeyecekti ebeveynlerine. "Bol keseden sallamayın, böyle bir durum nasıl anlatılır lan sizi dünyaya getiren insanlara?"

Başımı arkamdaki duvara bastırıp gözlerimi kapattım. Etraftaki curcuna büyüyor, hepimizin içinde kol gezinen öfke havaya süzülüp çarpışıyor ve bu bizi boktan bir çemberin ortasında bırakıyordu.

"Nasıl bir durum?" dediğini duydum annemin bir köşede. "Bizi ilgilendiren bir durum değil belli ki," diyen babamdı ve onlardan tamamen bağımsız bir muhabbet de diğerlerinin arasında sürüyordu.

"Onlara söylememiz gerek. Ben bunun vicdanıyla yaşayamam," diyordu Arda. "Annemi de babamı da son bir kez gördüm, onlara veda etme şansım oldu benim. Ne olacağını bilmiyoruz. Bilmiyoruz. Kendinize gelin. Elbette Asya uyanacak ama ben böyle bir riske göz yumamam. Haber vermemiz gerek, bilet alalım hemen onlara."

"Asya uyanacak," dediğini duydum Kaya'nın. Hepsi ayaktaydı, bir tek ben oturuyordum. "Veda meda diye zırvalama. Barış bizden iyi tanıyor Asya'yı, o çağırmayın diyorsa çağırmayacağız. Sakin olun bir."

"Yemin ederim Benekli sizi gebertir böyle bir şey yaparsanız," dedi Barış ve alışkanlıkla kullandığı hitap yüzünden bir anda duraksadı. İçine içine kanamaya başladı.

Abim anneme bir şeyler söylüyordu, anlayamadım. Eylül'ün sesleri arka planda geliyordu, dinleyemedim. Sesler silikleşirken ellerim ensemde, başım duvara yaslıydı. Aldığım nefes ciğerlerime gitmiyordu. İçeriye dönmek, onun yanında olmak istiyordum. Bedenim bana ait değil gibiydi. Kendime dışarıdan bir göz olarak bakıyordum. Gördüğüm hırpalanıp kenara bırakılmış bir leş parçasıydı. Hayatın sillesini yemiş, enkaz altında bırakılmış, terk edilmiş birisiydim. Bu yükle başa çıkabilecek gibi değildim.

Bileklerimdeki iplerin üzerinde gezdirdim ellerimi. İstediğim olmuştu, bakışların hiçbiri artık üzerimde değildi. Kapalı göz kapaklarımın arkasına yine onun resmi çizildi. Baldan güzel ela gözleri içimdeki buzları çözmek ister gibi karşımdaydı. Yüzümü kavrıyor, yavaşça uzanıyor ve dudaklarını benimkilere bastırıyordu. Her şeyin geçeceğini söylüyordu. Turuncu saçları dalga dalga omuzlarına dökülüyorken elimi tutuyor, durmadan her şey düzelecek diyordu. Bunu bir kez ondan duyarsam yemin ederim düzelirdi her şey. Onun sesine bir nefes kadar çok ihtiyacım vardı benim.

Üzerime bir gölge düştü, iki el yanaklarımı sıkıca kavradığında "Görkem," denildiğini duydum telaşla. Can ne zaman gelmişti? Yanaklarımdan ayrılan eller yakamı buldu. Gömleğimin üstten bir düğmesinin açıldığını hissettim. "Gözünüzün dibindeki adamı görmüyor musunuz?" diye azarlıyordu birilerini. Bu birilerine benim soyadımdan insanlar da dahildi sanırım. Tam algılayamıyordum. "Ataklar her zaman vurmalı kırmalı olmaz," diye açıkladı bir öğretmen gibi ama hâlâ o azarlar tona sahipti. Boğazıma dokunan bir el hissettim fakat gerçekliğinden emin olamadım. Bir karabasana kurban gidiyor da olabilirdim.

"Can," dedim yüzüme dokunan elinin bileğini kavrayıp. "Onu gördüm. Ölü gibi yatıyordu."

Bileğini kuvvetle sıkıyordum ama kelimeler dudaklarımdan güçsüzce dökülüyordu. Benliğimin dışına itilmiştim. Yine o üçüncü gözdüm, yine kendime dışarıdan bakıyordum. Abimin birilerine haber vermek için koşarak uzaklaştığını, babamın Can'ın hemen arkasında dikilirken Eylül'ünse annemi korkmasın diye sakinleştirme çabasını izledim koridorun bir köşesinde sessiz bir hayalet gibi.

"Bana bak hadi." Can'ın sesi kafamın içinden geliyor gibiydi fakat ben köşedeki hayalettim, o boş bedene doğru konuşuyordu. "İlaç aldın mı bugün hiç?"

"İlaç vermiyorlar ona," dedi bana ait beden. "Kaldıramayabilirmiş. İlaç yokmuş."

"Sen," dedi Can gözlerimin içine bakarak. Can telaşlı görünüyordu. Can telaşlı görünmezdi. "Sen aldın mı?"

"17 saat dayandı," dedi o adam, gözlerinden arka arkaya yaşlar boşalmaya başladı bir anda. "Yine dayanır o. Onu atlatan bunu da atlatır."

Bileğimdeki ipler sökülmüş, boynuma dolanıyordu. Onun nabzı bana urgandı, durursa düğümün ucunda başım sallanacaktı. "Saat." Monitördeki ritmik sesler kafamın içinde yankılanıyordu. "Saati susturun."

"Deliriyor mu?" dediğini hatırlıyorum Arda'nın panikle. Öyle korkmuştu ki ne dediğini bile bilmiyordu, Can'a dolu gözlerle bakıyor ve ne yapacağını bilemiyordu.

Bacaklarım ileriye doğru uzanmış halde, kollarım bedenimin iki yanındaydı. Onun içini delen kurşun benim kaburgamın altındaydı. Kan kaybından ölen birisi gibi görünüyordum. Onun gibi görünüyordum. İflas eden bir bedendim, kırılmış bir dümen ve kalbi kurumuş bir dumandım.

Can'ın ellerinin yüzümden çekildiğini hissettim. Bir saniye sonra üzerime düşen gölge değişti. Kaya'nın ellerinden biri enseme uzandı ve sonra başımı sertçe kendine doğru çekip omzuna yaslamamı sağladı.

O an, koridorun başındaki hayalet olmayı bırakıp o bedenin içine doğru yürüdüm. Elini sırtıma yerleştirdiğinde omurgamın çevresindeki yanıklardan birinin kabartısı tam olarak avucunun içine denk geldi.

Ensemdeki elini çekmeden akan gözyaşımı herkesten gizlerken diğer elini abimle bize doğru yaklaşan sağlık personelini durdurmak için kullandı. "Bir şeyi yok," dedi katı bir sesle. "İlaca ihtiyacı da yok. Hiçbir şey yok." Delirmiş gibi ağlamaya başladığımda onun omzuna sinmiş ve sesimi bastırmaya çalışır durumdaydım. "Koridoru boşaltın." Sesinde bunun bir emir olduğu gerçeği yatıyordu. "Sorun yok, gidin. Ben buradayım."

Birileri birilerini ikna etme görevini üstlenmiş olmalıydı. Bilmiyordum. Hiçbir şey bildiğim yoktu benim.

Koridor boşalırken içimde büyüyen ve beklemediğim bir anda patlayan kriz, öylece dışarı akmaya başladı. Kaya ensemi sıkı sıkı tutuyor, başımı omzuna saklamamı sağlıyordu. "Ağla," dediğini duydum hıçkırıklarımın arasından. "Kimse yok, ağla rahatça."

Sesi dalgalanıyordu. Titreyen bedenimi zaptetmeye çalışırken zorlandığı belliydi. Beni tuttuğu kadar bana tutunduğunu hissettim. "Sıkma kendini," dedi omzumu kavrayarak. Onu zar zor duyuyordum. Resmen bütün bedenim bir anda iflas etmeye karar vermiş, beni yarı yolda bırakmıştı ama Kaya beni bırakmıyordu. Hıçkırıklarım ve kesilen nefeslerim birbirine karışırken koridorda birileri belirdi fakat Kaya kimsenin bana müdahale etmesine müsaade etmedi. Adım sesleri duydum, yine biz bize kalmıştık.

"Kaya...

"Kardeşimsin sen benim." Ben de onu biraz tanıyorsam onun da gözünden bir damla yaş akmış olmalıydı. "Kardeşimsin, çekinme benden. Ben unuturum oğlum, tarihe gömeriz gider. Ağla şimdi istediğin kadar. Tutma kendini."

"Durmuyor," dedim zorlukla. "Durduramıyorum. Elini tuttum, buz gibiydi. Ölecek mi? Ölmesin. Ölmesin Kaya."

Gereksiz güvence vermesinin benim nezdimde hiçbir önemi olmayacağını bildiği için bana onun ölmeyeceğini söylemek yerine "Ben buradayım," dedi ve sesi titredi. "Sen yalnız değilsin duydun mu beni? Ben buradayım.

Epilepsi nöbetinden hallice olan titremelerim daha kontrol edilebilir bir hal aldığında yere çöktüğü yerde beni tutmayı bırakmadı. "Onu görmek sana iyi gelir sanmıştım," dediğinde saniyeler içinde yaşananların şoku yeni yansıyordu sesine. "Aklımı sikeyim, bilemedim böyle olacağını. Özür dilerim Görkem. Özür dilerim lan. Canım o kadar yanıyor ki canının nasıl yandığını göremiyorum ilk defa. Beni kör eden bu acı seni nasıl öldürmesin? Özür dilerim oğlum."

"Kalbi durdu onun," dedim. "Aşamıyorum bunu. Maça bile götüremedim kızı. Nasıl bir adamım ben? Hiçbir sözümü tutamıyorum. Hiçbirini tutamıyorum. Onu koruyamıyorum."

"Bu kadar şeyin ortasında kendini böyle suçlama." Kafamı tutup omzundan kaldırdığında başımı dik bile tutamıyordum, eline doğru devrildi yanağım ama o şiş gözlerimin içine baktı. "Geçiyor," diye mırıldandı kendi kendine. "Buna ihtiyacın vardı, geçiyor yavaş yavaş."

"Geçmiyor." Burnumu çektim ve yeşil gözlerinin dibine çöken nemi gördüm. "Geçmeyecek."

"Nefes alıyorsun," dedi bu bile şükretmek için yeterli bir sebepmiş gibi. "Boşluğa bakar gibi bakmıyorsun." Ensemi bir kez daha sıkıp bedenime bir sarsıntı yolladığında "İzin vermeyeceğim," dedi gözlerimin içine kararlı bir şekilde bakarak. "Seni kurbanlık bir büyükbaş gibi devamlı sakinleştiricilerle durdurmalarına izin vermeyeceğim. Sana bunun iyi geldiği falan yok, daha da beter oluyorsun. Gözümle gördüm. Bunun tekrar yaşanmasına engel olacağım."

"Onu çok özledim." Bir kez daha burnumu çektim. "Şu yükümü yalvarırım al benden, ben bir köşeye sinip sessizce özleyeyim onu kendi kendime. Kimse bana bakmasın. Beni biraz unutun, ne olur biraz yalnız durayım."

"Buysa istediğin, ben bunu da sağlarım." Bakışları yoğun bakımın kapısıyla benim aramda gidip geldi. "Ama o kız, benim kafamı kırsın istemiyorum." Derin bir nefes aldı. "Seni yalnız bırakmalarını sağlayayım ama yalnızlığına ortak olayım, ne dersin? Bana on sene önce yaptığın gibi. Beni herkesten uzak tutup benim için herkese kafa tutman gibi."

"Alt tarafı on sekizken bir banka hesabı patlattık, intikamını almana yardım ettim diye bir rahat vermeyecek misin sen bana ömrüm boyunca?"

Dudaklarına bir gülümsemenin gölgesi düştü. "Aynen öyle yapacağım, var mı itirazın?"

"Yok," dedim kendimi o an üç gram kalmış gibi hissederken. Az önceki patlama benden o yükü alıp götürmüştü biraz da olsa. Kaya haklıydı. Benim buna ihtiyacım vardı.

"Ayağa kalkabilecek misin?" diye sorduğunda ben kalkamayacak olsam bile beni sırtlar götürürdü, bunu biliyordum. "Bir yudum su bile içmedin Görkem." O söyleyene dek bunun farkında değildim. Dudaklarımı ıslatmak için yaladığımda dilim dudaklarımın pürüzlerine takıldı. "Gel kantinden bir şişe su alalım, sadece beş dakika. Sonra hemen geri geliriz tamam mı?"

"Sadece beş dakika."

Beş saat geçti.

Bir şişe su içtim. Başka hiçbir şey yapmadım. Bir köşede sessiz sessiz oturdum. Kimse benimle konuşmadı. Kaya, kimsenin benimle tek kelime etmemesini sağladı ve diğerlerine bana yalnız kalabilmem için biraz zaman vermeleri gerektiğini anlattı.

Abim, annemi eve götürdü. Akşam mıydı yoksa sabah mı olmuştu bilmiyordum. Günü takip edemiyordum ama annem abimin ısrarları karşısında şansı olmadığını anlamıştı. Babamsa kendisine gitmek gibi bir teklif yapıldığı an başını sertçe iki yana sallamış, asla kabul etmeyeceğini belli etmek için kelimelerini bile sarf etmemişti.

Can çok sessizdi. Onun sessizliği alışkın olmadığım bir şey değildi ama benim tanıdığım Can şimdiye dek Kaya'nın sözünü elli kez çiğner ve yanıma gelip benimle konuşmaya çalışırdı. Bunu yapmıyordu, sadece oturuyor ve duvara bakıyordu.

Barış'ın bir ara Kaya, Arda ve Eylül'ün yan yana olduğu tarafa yaklaşıp "Beni de sayın," dediğini duymuştum. "Her neyle uğraşıyorsanız, her kimin peşindeyseniz sizinleyim. Bu hastaneden çıktığımız an operasyonunuza dahil olacağım. Beni de bu iş bitene kadar sizden biri sayın."

"Bunu uygun bir zamanda Görkem'le konuşursun, bizimle değil," diye fısıldamıştı Eylül. Dudaklarını okuduğum için ne söylediğini biliyordum ama o gözlerimin onun üzerinde olduğunu bilmiyordu.

Bir doktor, bir şehrin enkazı gibi görünen bize yaklaştığında oturduğum yerden öyle hızlı kalktım ki bu başımın dönmesine sebep oldu. "Onu yavaş yavaş uyandıracağız." Kurduğu tek cümle bir çapa olup bağladı beni o an dünyaya. "Vücut ısısını kontrollü bir şekilde düşürdük, bu sayede beyin hücrelerinin hasar görme riskini azalttık. Isıyı yeniden yükseltmeye başlayacağız fakat başka bir şoka daha sebep olmasın diye bunu yirmi dört saate yayarak yapacağız."

"Ama uyanacak, değil mi?" diye soran kişi Can'dı. "Bunu yaptığınızda uyanacak."

"Öyle umuyoruz," dedi doktor. Gözleri beni buldu. "Hastaya hızlı ve doğru bir şekilde müdahale etmişsiniz. Kalp durduktan sonra beyin çok kısa bir süre oksijensiz kalmış. Geri dönüşümsüz hasar olacağını düşünmüyoruz yalnız bu konuda kesin konuşamam. Uyandığında hep birlikte göreceğiz."

"Uyanacak," dedim o an saatler sonra ilk kez bir umut kırıntısı bulmuş olmanın verdiği hisle. "Duydun mu? Uyanacakmış baba."

"Çok fazla ağrısı olacak," diye devam etti doktor, ben babama gülümseyerek bakarken. İçimden dizlerimin üzerine düşüp secdeye kapanmak geliyordu. "Kurşun adeta onun içini dağıtmış durumdaydı. Çıkarmayı başarmış olsak da zarar gören organlar sebebiyle bizi zor bir süreç bekliyor."

"Olsun," dedi Arda bir çocuk gibi. Eylül, onun elini sımsıkı tutuyordu. "Olsun, uyansın da bunu da aşarız biz. Siz bilmiyorsunuz, biz bir sürü zor süreç atlattık. Bunu da atlatırız."

Doktor gülümsedi fakat gözlerindeki sisler kaybolmadı. Gözünü açsa bile çok acı çekeceğini anladım Yağmur'un. "İlaç veremez misiniz uyandığında?" diye sordum. "Acıyı azaltmak için bir şeyler gelmez mi elimizden?"

"Hasta oldukça zayıf durumda," dedi fakat biz aynı anda bu mümkün olamazmış gibi başımızı iki yana sallayarak onu reddettik. Yağmur, Analizcilerin tanıdığı en güçlü insandı. "Dediğim gibi, onu uyandırdığımızda her şeyi yeniden değerlendiririz fakat şu an için net bir şeyler söyleyemiyorum. Bekleyip göreceğiz."

"Hayati tehlikesi devam ediyor mu?"

"Hastamız direniyor," dedi doktor babamın sorusuna cevaben. "Şu an önümde olumlu bir tablo gördüğümü söyleyebilirim. Önümüzdeki süreç oldukça kritik. İlerleyen saatlerde vücudunu ısıtmaya başlayacağız. Eğer yeni bir komplikasyon gelişmezse yarın bu saatlerde onu yoğun bakımdan çıkarıp normal odaya alabiliriz."

Sessizce tüm bunları dinleyen Barış, "Peki," diyerek ağzını açtı. "Bedeni nasıl etkilenecek bundan? Yaralanan organlar iyileşecek mi? Bize neyin ne olduğunu biraz daha açıklama şansınız var mı? Neyle karşılaşacağız?"

"Mide dış duvarı ve kalın bağırsağın splenik fleksura dediğimiz kısmı etkilenmiş durumda," dedi doktor ve Arda hemen "Dalağa ve diyaframa yakın kısmı yani," diyerek bize açıkladığında doktor da bunu teyit etti.

"Yırtılan diyafram kasına müdahale ettik. Uyandığı zaman ilk işimiz bu kası yeniden güçlendirmeye çalışmak olacak fakat hasta soluk alıp verirken bir süre sıkıntı yaşayacaktır. Düzenli nefes egzersizleriyle bunu azaltmaya çalışacağız."

Saatler sonra içime çektiğim derin nefesten nefret ettim o an. O, bunu bile yaparken zorlanacaktı ve yemin ederim ki ben onun aldığı her ağrılı nefes için Hermes'i tekrar tekrar kendi ellerimle boğacaktım.

"Hastanın sol yumurtalığı da zarar görmüş," diye devam etti doktor. Söyleyecekleri bir türlü bitmiyordu. Yağmur'u göz göre göre mahvetmişlerdi. "Bu travmanın etkisiyle mi tetiklendi yoksa daha önceden aldığı bir darbe sonucu mu oluştu ayırt edemedik, benim görüşüm ikincisi olduğu yönünde. Sanıyorum ki kendisi daha önce sol tarafına bir bıçak yarası almış, doğru muyum?"

Benim yüzümdendi.

Onu otelde yalnız başına bırakmasaydım bunu yaşamayacaktı.

Kendimi öldürmek istiyordum.

"Evet," cevabını verebilen kişi Kaya'ydı. "Bu ne anlama geliyor?"

"Tüm parçaları birleştirdiğimizde bu, öncelikle hastanın menstruasyon dönemlerinin daha ağır geçebileceğine işaret ediyor. Sizinle birkaç dakika özel olarak konuşabilir miyim?" Bahsettiği sizin ben olduğumu anlamam için babamın koluma dokunması gerekti.

"Tabii," dedim hemen. Diğerlerine çaresizce bakmış, sonra doktorun peşinden yürüyüp yoğun bakımın önünden uzaklaşmıştım.

"Erkek arkadaşısınız, öyle değil mi?"

"Evet. Öyleyim."

"Size isminizle hitap edebilir miyim?"

"Görkem," dedim emir almış bir asker gibi. "Adım Görkem."

"Yağmur Hanım'ın tabiri caizse bedeni baştan sona sarsılmış durumda Görkem Bey. Toparlaması zaman alacaktır ve bu süreçte yalnız kalmaması onun iyiliğine olacaktır."

"Onunla yaşıyorum." Her anlamda. "Bir saniye bile yalnız kalmaz. Hep yanında olacağım, hiç süpheniz olmasın. Yeter ki uyansın."

Anlayışla gülümsediğinde elindeki dosyaları kolunun altına sıkıştırarak bana baktı. "Adet döngüleri düzensizleşebilir ve bazı dönemlerde anormal kanamalar görülebilir. Bunları hastamız uyandığında onunla da konuşacağım fakat sizinle önceden konuşmak istedim."

"Anlıyorum," dedim gözüm parmağındaki alyansa kayarken. "Anlıyorum, siz evlisiniz. Kendinizi benim yerime koyuyorsunuz, anlıyorum ben. Lütfen bana her şeyi anlatın. Her şeyi bileyim. Ne yapmam gerekeceğini söyleyin. Hepsini yaparım. Gerçekten yaparım."

"Desteğiniz her açıdan çok önemli Görkem Bey," dedi yavaşça, söze nereden başlayacağını bilemiyor gibi geldi gözüme. "Çocuk sahibi olmak planlarınızın arasında var mıydı?"

Başımdan aşağı bir kova kaynar suyun döküldüğünü hissettim.

Hayır, başımı kaynar su dolu bir küvete sokuyorlarmış da ben boynumu kırma pahasına debelenirken kimse beni tutup oradan çıkarmıyormuş gibi hissettim.

"Önemi yok," diye bir cümle döküldü dudaklarımdan. "Önemi yok. O iyi olsun, hiçbir şeyin önemi yok."

"Görkem Bey, bana odaklanın," dedi doktor. Gözlerindeki acıma duygusu bana çok ağır geliyordu. Ona bakamıyordum. "Lütfen kendi düşüncelerinizden uzaklaşıp sadece beni dinleyin," diye devam etti.

"Kurşun rahmine de mi zarar vermiş?"

"Hayır," dedi net bir şekilde. "Fakat aldığı diğer hasarlara dayanarak hastanın böyle bir karar verirseniz riskli gebelik yaşayacağını öngörüyorum. Bu benim uzmanlık alanım değil lakin bir kadın doğum uzmanıyla görüşmenizi önereceğim. Tabii ki önceliğimiz hastamızın sağlığı fakat bu bilgileri de sizinle paylaşmak durumundayım."

"Anlayamıyorum," dedim tek bir cümle kafamın içinde dönüp durduğu için. "Siz bana baba olamayacağımı mı söylüyorsunuz?"

"Hayır," dedi beni kendime getirmek ister gibi sert bir sesle. "Bu imkansız değil, Görkem Bey. Yalnızca ortada Yağmur Hanım'ın gebe kalma ihtimalini düşüren bir durum söz konusu olabilir."

Benden bir tepki bekleyerek geriye doğru bir adım attığını fark ettim. Bu adam, nasıl iğrenç heriflerle karşı karşıya kaldıysa sırf sevdiğim kadın benim çocuğuma hiçbir zaman hamile kalamayabilir diye ortalığı velveleye verebileceğimi düşünüyordu.

"Anladım," dedim sadece. Şüpheyle tek kaşını kaldırdığında ona saldırıp saldırmayacağımı çözmek ister gibi baktı bana. "Bakın doktor bey," demek zorunda hissettim kendimi. "Ben bir kadının tek görevinin çocuk doğurmak olduğunu düşünen geri kafalı andavallardan değilim. Siz benim karşıma geçip hiç ihtimal kalmadığını da söylemiş olsanız ben başımı eğer kabullenirdim durumu. Hiçbir şey Yağmur'u benim gözümde 'eksik' konumuna koyamaz. Anne olamayacak bir kadını daha az kadın olarak gören her kim varsa da onların hepsini ben toptan sikeyim açıkçası." Bir an duraksadım ve karşımdakinin bir doktor olduğunu hatırladım. "Kusura bakmayın."

Doktor, kusurdan ziyade tavrım hoşuna gitmiş gibi gülümsedi. "Yağmur Hanım'ın zayıf bedenine rağmen nasıl bu kadar direndiğine hayret ediyorduk," dedi. "Meğer sizin içinmiş."

Gülümsedim. "Çok kısa bir sürede her şeyim oldu benim." Konuşan kalbimdi. "Düşünsenize, birlikte bir hayat geçirsek neler yaşarız. Şu durumdayken ondan daha önemli hiçbir şey yok benim için. Tek isteğim uyanması."

"Uyanacak," dedi bana. Ben de inandım ona.


💙


Bana onu görebileceğimi söylediler.

Uyanması gereken zamandan daha erken açmış gözünü. Bilinci yerinde değilmiş, ona verilen ilaçların etkisindeymiş ama gözünü açabilmiş. İsmimi söylemiş. "Görkem," demiş Yağmur. Yaşayabilmem için bana bir şans daha vermiş.

"Kendinde değil," dedi hemşire, bize dönüp. Bu sırada Eylül Arda'ya, Barış Can'a ve babam da "Çok şükür," diyerek Kaya'ya sarılıyordu arkamda. Ben onların ötesinde, hemşirenin bir adım önünde tek başıma dikiliyor ve beni ona götürmesi için ağzının içine bakıyordum. "Muhtemelen çok kısa bir süre içinde yeniden uykuya dalacaktır ama onun yanına girebilirsiniz Görkem Bey."

Dönüp diğerlerine bakmak, bir şeyler söylemek aklıma gelmedi. Tutulmuş gibiydim. Başımı önüme eğip koşar adımlarla hemşirenin yanında yürüdüm. Heyecanımı gördüğünde halime güldü, kimin bana gülüp kimin gülmediği umurumda değildi yeter ki o beni gördüğü zaman gülsündü.

"Fazlasıyla uyuşuk durumda," diyerek beni bilgilendirmeye devam etti hemşire. "Hiçbir şeyin farkında değil, size anlamsız şeyler söyleyebilir. Anlayışlı olun ve yanında olduğunuzu hissettirin."

"Anladım," dedim. "İçeri girebilir miyim hemen?

"Onu yormamaya çalışın." Hemşireyi kapının önünden itip kendimi içeri sokmamak için zor duruyordum. Başımı salladım söylediği her şeye. Bir saniye sonra ne anlattığını dinlemeyi de bıraktım ve benim için kapıyı açtığında hemen odaya adım attım. Hemşire yine gülümseyip kapıyı ardımdan çekerken ben neredeyse koşarak bedenimi onunkinin yanına götürdüm. Baş ucuna oturup eline uzandığımda refleksle elini elimden kurtardı.

Uykulu gözlerini kırpıştırıp bana çevirdiğinde o gözleri bir kez daha görebiliyor olduğum için şükür doluydum.

Bu gözler, benim her şeyimdi.

Onu bir daha göremeyeceğim için öyle çok korkmuştum ki şimdi ona bakmanın içime doldurduğu rahatlık yüzünden ağlamak istiyordum.

"Hıı..." dedi gülümseyerek. Aslında daha çok dudaklarını kapalı tutamıyormuş gibi tuhaf bir şekilde aralanmıştı ağzı. Sanırım bu garip bir çeşit sırıtmaydı. "Buradasın."

Sesi çatlak, dudakları kupkuruydu ama orada beni hem öldüren hem yaşatan gülümsemesi asılıydı.

Yeniden uzanıp sımsıkı tuttuğum elini bu kez dudaklarıma götürdüm ve hızlı bir öpücük bıraktım üzerine. Elleri artık ölüm kadar soğuk değildi. "Buradayım sevgilim. Kendini iyi hissediyor musun?"

Ayılamadığı her halinden belliydi. Kafası uçmuş biri gibi görünüyordu. Yarı baygın bakıyordu ama yine de bakıyordu. "Bebeğim," dedi ve ağzı yine tuhaf bir şekilde aralandı. "Bana bebeğim demelisin."

Gülümsemeye başladım. Hatta öyle çok gülümsedim ki bu bir kahkahaya dönüştü. Duyduğum ses bana aitmiş gibi gelmedi. Onu duyana kadar kendi sesimi unutmuştum. "Öyle mi?"

Parmaklarım parmaklarını sıkıca sardı. "Öyle," dedi kafasını onay vermek için sertçe salladığında. "Bebeğim demeni seviyorum. Ben senin bebeğinim."

"Evet." O kadar huzurluydum ki devamlı gülümsüyordum. "Sen benim bebeğimsin."

Bir anda utanıp elini elimin içinden çekti ve başını da diğer tarafa çevirip gözlerini sımsıkı yumdu. "Benim sevgilim var!" dedi dehşet içinde. Anlık duygu değişimi beni afallatırken o yeniden "Neden benim elimi tutuyorsun? Sevgilime ne derim?" dedi panikle.

Bir kahkaha daha atmamak için kendimi zor tutuyordum. Sanki bana ikinci bir hayat bahşedilmişti. Sanki burada, bu hastane odasında o kendine gelmeye çalışırken ben yeniden doğuyordum. "Sevgilinin ismi ne?" diye sordum eğlenen bir sesle. O kendine geldiğinde ve bu anların hiçbirini hatırlamadığında ona anlatabilmek için tüm konuşmalarımızı hafızama kazımayı da ihmal etmiyordum.

"Görkem," dedi bana bakmadan. "Adı bu. Güçlü birisi. Sakın bana bir daha dokunayım demeye kalkma."

"Demek güçlü birisi..." Parmaklarımı yeniden koluna değdirdiğimde bileğini kendine doğru çekip avucunu göğsüne yasladı. "Benim de adım Görkem." Güçlü birisi olduğumu söyleme şeklini sevmiştim ama dokunuşumdan kaçmaması gerekiyordu. Bu eller ona bir kez daha değebilsin diye kendimi nefes almaya zorlamıştım. "Sevgilin benim."

"Aa, bakayım." Başını bana doğru çevirdiğinde doğrulmaya çalıştı ama bunu yapamadı. "Gözlerini getir," dedi huysuz bir sesle.

Sorgulamadan gözlerimi ona doğru yaklaştırmak için üzerine eğildim. Gülümsemesi kocaman bir hal alırken dudaklarıma doğru uzanıp küçücük bir öpücük bıraktı ve sonra hemen kendini yastığa bıraktı. "Sensin," dedi. Yine utanmıştı, sanırım beni öptüğü içindi. Onu şu an ne kadar öpmek istediğim hakkında hiçbir fikri yoktu.

"Benim."

"Gözlerinden tanıdım."

"İyi olmuş."

Bana bir süre şaşkın şaşkın, sanki beni ilk defa görüyormuş gibi baktı. O kadar boş ve alık bir bakıştı ki bu kendimi rahatsız hissetmeye başlamak üzereydim. "Yağmur?" Bir süre daha baktı ve sonra gözleri bir çeşit beğeniyle parlamaya başladı. Gövdemde dolaşan bakışları omuzlarıma kaydı, ardından karnıma ve görüş açısına girdiği kadarıyla bacaklarıma baktı. Yeniden gözlerime çıkarttı gözlerini.

"Biz seninle seviştik mi?"

İşte bu soruyu asla beklemiyordum.

İstesem de kahkahamı tutamadım. Sonra eğildim ve dudaklarımı alnına bastırdım. O kadar mutluydum ki ne yaptığımı bile bilmiyordum. Yaşıyordu. Yaşıyordu ve önemli olan tek şey buydu.

Elim saçlarının arasında dolaşırken sandalyemi ona doğru yaklaştırdım. Bu hareketim onun nefesini tutmasına sebep olunca kaşlarımı kaldırdım.

"Cevap vermedin," dedi. "Daha önce seviştik mi?"

Gülmemek için alt dudağımı ısırdım. "Evet bebeğim."

Sırıtmaya başladı. "Oh, akıllı kadınmışım." Bir süre durdu, yeniden gözlerimin içine baktı ve dudaklarında çapkın bir gülüş belirdiğinde içimin erimeye başladığını hissettim. "İyi miydim?"

"Ne?"

"Sen kocamansın," dediğinde dudaklarım benden bağımsız olarak aralandı. Elini yüzüme uzatıp parmaklarını yanağıma sürttü. "Ve bana iyi hissettiriyorsun. İyi bir adamsın sen. Kocaman ve iyi."

Kanın beynime gitmesine ihtiyacım vardı.

O bir hasta önlüğünün altında, beline kadar örtülen pikeyle boylu boyunca yatıp bana kocaman olduğumu söylerken benim onun tek bir kelimesine bile kaç saattir muhtaç olduğumu düşünmememin bir yolunu bulmam gerekiyordu.

"Seni özledim." Sarhoş gibiydi, kelimeleri zar zor çıkarıyordu ağzından. "Benimle tekrar sevişmek ister misin?"

Şöyle bir durumda bu sorular da bir tek ondan beklenirdi. "O kelimeyi daha fazla kullanmamanı isterim," dedim saçlarının arasında gezinen parmaklarım donup kalırken.

"Beni artık istemiyor musun?" Dudaklarını büktü. "Çirkin miyim?"

"Hastanedesin." Burnumdan sert bir nefes bıraktım. "Çok ağır bir ameliyat geçirdin. Beni çok korkuttun."

"Burası hastane mi?" diye sordu etrafına tuhaf bakışlar atarken. Başımı salladığımda cevaplarıma muhtaç küçük bir çocuk gibi dudaklarımdan çıkacakları bekliyordu. Ya da beni öpmeyi düşünüyordu, bilmiyordum. "Doktora sordun mu?"

"Neyi?"

"Ne zaman sevişebileceğimizi?"

Başıma gelebilecek en saçma şeyi yaşıyordum.

Yağmur, ölümden dönmüştü. Bu benim acı dolu, beni delirmenin eşiğine getiren onsuz saatlerimden sonra onun sesini ilk duyuşumdu. Bir hastane yatağındaydı ve ben sikik bir sandalyede onun baş ucunda otururken soruları yüzünden kafayı yemek üzereydim.

Çok, çok, inanılmaz saçmaydı.

"Yağmur...

"Bu önemli," dedi. Tırnaklarını koluma geçirip beni kendine doğru güçsüzce çekti ama parmak ucuyla değseydi bile onun istediğini yapardım. Yüzümü yüzüne yaklaştırmamı sağladı. "Seni istiyorum. Sana karşı çok şey hissediyorum. Çok. Kalbim bir tuhaf. Dokun bak kalbime."

Onunla inatlaşmam hiçbir fayda etmeyeceği için elimi göğsünün üzerine koydum. "Gördün mü?" dedi bana bilmiş bir bakış yollayarak.

Bense o an "Atıyor," diyebildim. Çünkü bu eller bu kalbi attırmak için arka arkaya dakikalarca uğraşmıştı. Onun her bir kalp atışı için gözyaşlarıyla sevinebilirdim.

"Senin için," dedi gözlerimin içine bakıp. "Seni çok sevdiğim için."

Kendimi gülümsemeye zorladım. "Az önce beni tanımadın bile."

"Yine de bana dokunmanı istedim. Sana dokunmamanı söylerken bile bana dokunmanı istedim. Galiba sen benim kaderimsin."

"Seni bilmem," dedim. "Ama benim kaderim sensin, bu kesin."

"Ayy romantik." Gözlerini yeniden kırpıştırdığında kafası karışmış görünüyordu. "Neden hastanedeyim?" diye sordu kurumuş dudakları birbirine yapışırken

"Vuruldun." Bu, çok zor bir cevaptı. "Karnından."

Gözlerini kocaman açıp elini karnına koyarken "Bebeğim?" diye sordu.

Bir anlığına boğazıma garip bir yumru yerleştiğinde onun gözlerinin dolduğunu fark edip hiçbir şeyin farkında olmadığını hatırladım. Doktorun söyledikleri kafamın içinde dört dönüyor, beni boğuyordu ama o henüz bunların hiçbirini bilmiyordu. "Hamile değildin," dedim yavaşça. "Karnında bir bebek yoktu."

"Haa..." Başını salladı. "Seninle şey yaptığımız için bebeğim vardır sandım.

Dudaklarımı birbirine bastırıp "Hayır," dedim. "Yoktu."

"Neden?" diye sordu. "Bana yalan mı söyledin? Eğer sen bana şey yaptıysan... Yani biz ikimiz şey olduysak... Birleştiysek. Bebek niye yok?

"Korunduk da o yüzden."

"Hım... Bu mantıklı."

"Evet."

"Yüzüğün niye yok?

"Çünkü biz evli değiliz."

Neredeyse çenesi yere yapışacaktı. Dehşetle yuvalarından fırladı gözleri. Elini ağzının üzerine kapattı. "Hii..." dedi. "Görkem, yoksa biz evlenmeden mi... Bu çok ayıp." Başını iki yana salladı. "Çok ayıp.

Yeniden eğlenmeye başlamıştım. "Hiç öyle demiyordun."

Parmaklarını dudaklarıma kapattı. "Sus sus. Çok utandım sus."

"Hiç utanmazsın aslında normalde." Bu kez çapkın sırıtış benim dudaklarımdaydı. "Gözünü açar açmaz ne zaman sevişeceğimizi öğrenmeye çalışman sana bir şeyler anlatıyor mu kendin hakkında?"

Gözleri bu yasaklı bir konuymuş gibi daha da kocaman açıldı. "Bana nasıl dokunursun?" diye fısıldadı bizi duyabilecek birileri varmış gibi.

"Teknik olarak tüm bunları sen başlattın," dedim ona. "Kucağıma gelip sen oturdun. Birden çok kez. Sonra beni lavaboda öpmen de var. Yedi kezdi. Gece yarısı odama gelmelerini, sana dokunmam için bana yalvarmalarını daha saymadım bile."

Gözlerini daha fazla ne kadar açabilirdi bilmiyordum. Elini yeniden ağzıma kapattı. "Kendine bak," dedi bana kızgınca. "Kendine hiç bakıyor musun? Sen her kadının isteyeceği bir adamsın."

"Her kadın beni ilgilendirmiyor," dedim başımı biraz geri çekebildiğimde. "Bir kadın beni ilgilendiriyor.

"Ben miyim o?"

"Tabii ki sensin."

"Bir tek benimle mi birlikte oldun?

"Evet," dedim tek nefeste. Ona bizi tane tane açıklamak, ikinci bir şansımız olduğunu bana daha fazla hissettiriyordu. "Hayatımda bir tek sen oldun. Bir tek seni sevdim, bir tek seni öptüm ve bir tek seninle oldum."

"Ben de," dedi. Bunun doğru olmadığını biliyordum ama sadece gülümsedim. Yeniden uykuya dalacak gibi görünüyordu. Benimle biraz daha konuşsun istiyordum. Her sorusunu cevaplamaya hazırdım. Ona her şeyi anlatırdım. Herhangi bir şeyi en ince detayına kadar tek tek hiç usanmadan anlatırdım.

"Kardeşlerin nerede?" dedi. "Onlar, senden sonra en çok sevdiğim adamlar."

"Hepsi seni bekliyorlar," dedim. "Hepimiz senin için çok korktuk."

"Onları çok seviyorum."

"Onlar da seni bi'tanem."

"Peki Görkem," dediğinde derin bir nefes aldım. Başımı boynuna gömmemek, onu kendime çekmemek için zor duruyordum. Kokusunu ciğerlerime doldurmak için derin nefesler almak yapabildiğim tek şeydi. "Beni hâlâ seviyor musun sen?" Yeniden dudaklarını büzdü. "Çünkü ben vurulmuşum. Karnımdan. Bir ameliyat geçirmişim." Az önce ona bunları söyleyen bendim ama öyle uçuktu ki kafası bunun farkında değildi. Denizde çırpınan bir balığın hafızasından beter bir şekilde ağzımdan çıkanı ağzımdan çıktığı an unutuyordu etkisinde olduğu ilaçlar yüzünden. "Karnımda bir dikiş var mı?" Gözleri doldu. "Olmasın," dedi. "Çok çirkin yapar beni. Dikiş izlerini sevmiyorum. Olmasın."

Ona söylediklerimi hatırlamayacak kadar kendinden uzaktaydı. Bu yüzden bu konuşmayı başka bir zamana erteleyebilirdim, şu an bilmesine gerek yoktu. "Hayır," dedim. "İz yok. Sen iyisin."

"Dikiş çok can acıtıyor," dediğinde elim yumruk haline geldi. Ilgaz, anestesisiz bir şekilde acıdan bayılana dek açık yarasını dikerken öğrenmişti bunu. Hatırlamasın istedim. Yalnızca şimdi değil, uyandığında bile bunu hatırlamasın istedim.

"Ama çirkin değil," dedim. "Dikiş izleri çirkin değil. Sana ait hiçbir şey böyle tanımlanamaz ve evet, seni hâlâ deli gibi seviyorum. Hep sevdim, hep seveceğim."

"Gerçekten mi?" dedi titreyen bir sesle.

"Gerçekten."

"Bana bir şey olsaydı benden başkasını sevmez miydin?"

"Sana bir şey olsaydı nefes almaya devam ediyor olacağımdan emin değilim."

"Beni sakın bırakma."

"Seni asla bırakmam." Yeniden saçlarının arasına karıştı parmaklarım. Diğer elimle de elini kavradım. "Bırakmadım, bırakmayacağım."

"Peki benimle evlenecek misin?" diye sordu. "Böylece ayıp şeyler yapmamıza gerek kalmaz."

Gülümsediğimde gözlerimin kenarları kırıştı. "Evet," dedim. "Seninle kesinlikle evleneceğim, sen istediğinde."

"Bu güzel." Güçsüzce parmaklarımı sıkarken gözleri kapanıyordu. "Uyuyabilir miyim?" diye sordu. "Gözlerimi kapattığımda yine vurulmam değil mi?"

"Burada olacağım," dedim. "Seni korurum." Bu kez korurum.

"Yeniden uyanabilir miyim?" diye sordu çocuk gibi. "Seni tekrar görebilir miyim uyursam?"

"Uyu bebeğim," diye fısıldadım alnımı alnına bastırıp. "Uyandığında da burada olacağım. Her zaman yanında olacağım."

"Elimi tut," dediğinde bu o korkunç anı gözlerimin önüne getirdiği için kanım çekildi. "Sakın bırakma," dedi yalvarır gibi.

"Bırakmam. Güzelce uyu şimdi."

"Beni bir kez öpebilir misin?" Bunu yapmayacağımdan korkar bir ton vardı sesinde. "Sadece bir kerecik?"

Onu hâlâ sevdiğimden emin olmak istiyordu sanki. Sanki benim sevgime ihtiyacı vardı. Başına gelenlerin tüm sorumlusu ben olmama rağmen o, beni kendi çevresinde tutmak için çabalıyordu kendinde değilken bile.

Ona dokunmaktan bu kez korkmadım. Avucumu yanağına yerleştirdim ve başını bana doğru çevirmesi için onu destekledim. Ela gözleri benimkilere tutundu. Beni daha fazla görmek için onları açık tutmaya zorluyordu. Aklına kazımak istiyordu yüzümü. Baş parmağım çillerini okşarken oturduğum yerde iki büklüm olup yüzümü onunkine yaklaştırdım. "Benden ne istersen yaparım," diye fısıldadım sessizce. "Sen uyandın ya, ne istersen yaparım."

Gözlerimin dolduğunu fark etmesi kaşlarını çatmasına sebep oldu. Uzanıp üst dudağını dudaklarımın arasına aldığımda ise yüz ifadesi gevşedi. Onu incitmekten korkarak yavaşça öptüm. Alt dudağım onun ağzının içinde titrediğinde çenemi kassam da fayda etmedi, gözümün kenarından kopan bir damla yaş yanağıma kayıp sakalıma doğru kayarak ilerledi.

Islaklığı fark edince güçsüzce elini kaldırıp yanağıma yerleştirdi ve yara alan oyken beni iyileştirmek ister gibi bir kez daha bütün kalbiyle öptü beni. "Ağlama," diye fısıldadı beni sarıp sarmalayan bir şefkatle. "Sana döndüm ben."

Çok yorgun görünüyordu. Sesi de bir o kadar yorgun çıkıyordu ama titreyen parmak uçlarını tek bir damla gözyaşımın ıslattığı çizgide gezdirmeyi başardı. Alnımı bir kez daha alnına yasladığımda gözleri kapanmıştı. Yalnızca birkaç saniye içinde uykuya daldı

"Bana döndün," dedim. "Bunun için ne kadar teşekkür etsem az kalır sana."


•⚓•


Artık biraz gülün istedim.

Kötü günler geride kaldı şimdi sırada daha kötü- tamam şaka.

Nasılsınız? İyi olun, Asya uyandı

Girişte de belirttiğim gibi özel bir kısmın ev sahipliğini yapıyor bu bölüm. Mete'nin gözünden 13 Şubat'ı anlatmış, taslaklara atmıştım ama hiçbir zaman zamanı gelmiş gibi hissedememiştim. Hatta en son acaba kitap bittikten sonra özel bölüm şeklinde mi atsam diye bile düşünmüştüm. Nihayet o kısma yer bulabildiğim için ve fazlasıyla içime sindiği için mutluyum. Mete'den okumak size neler hissettirdi?

Bu bölümün sizin için en akılda kalır kısmı hangi sahneye aitti?

Asya'nın cevabını en çok merak ettiği soru belli :)))) Şu anki gidişatta siz en çok neyi merak ediyorsunuz?

Bir kere gülümseyip öyle gider miyiz? Bence bu sefer gideriz. :)

Yeniden görüşene dek kendinize çok iyi bakın. Teşekkürler ve iyi günler!

🔵🤝🕊️

Yorumlar

  1. Bölümün sonu çok güzeldi. Yeni bölümü heyecanla bekliyorum hemen gelse keşke bizi çok bekletmesen keşke yazarcım

    YanıtlaSil
  2. Off Asya'nın arafını hiç bir zaman zihnimden silemeyeceğim. Ağlayarak başladığım bölümün sonunu gülerek bitirdim. Allah'ım nasıl bi bölümdü bu duygu karmaşası... Ama favori bölümüm olabilir

    YanıtlaSil
  3. Allah'ım yazarımıza müsait zamanını bol bol ver lütfen bize daha sık bölüm yazsın

    YanıtlaSil
  4. Asya'nın bebeğim diye sorduğu yerde biraz ağlamış olabilirim, ailesinin adının geçmesine sevdim fakat aramalırını beklerdim şaşırttı ayrıca narkoz etkisindeki asya çok güzel içimi ısıttı, meteden okuyacağımızı duyunca acaba yaşıyor yaşıyor mu dedim ama sonra saçms geldinayrıca görkeme damat gözüyle bakması çok hoşuma gitti, görkemin annesi ise hayalimdekinden daha sıcak geldi

    YanıtlaSil
  5. Asya uyandığında neler sordu yaa😄 çok güzel bölümdü

    YanıtlaSil
  6. AY UYANDIK DA BÖYLE UYANMAYI BEKLEMIYODUM HIC

    YanıtlaSil
  7. Yıllardır kurgu okuyorum ben hiçbir kurguda bu kadar gözyaşı dökmedim o kadar içten o kadar samimi yazıyorsun ki kurgu olduğu unutuyorum bölümün girişi harikaydı özel böyüm olarak değil de böyle yazman daha güzel olmuş bence ve tek kelime ile harikasın diğer bölüm için acele ettirsek bence halimizi anlarsın yazarcan

    YanıtlaSil
  8. bölüm başı ağlattı :( mete keske yasasaydı. ayrıca ben görkemin annesini çok ciddi duygusuz biri bekliyordum şaşırttı jnwkdnckjc ve asyanın ailesi gelsin artık nedense çok merak ediyorum

    YanıtlaSil
  9. Asa uyandığında sevgilime ne derim dediği yerde bir an hafıza kaybı yaşayıp kaanı diyecek diye ödüm patladı. Azra İzgüner=travma

    YanıtlaSil
  10. O değilde Bahar nerede?

    YanıtlaSil
  11. Keşke yeni bölüm gelse

    YanıtlaSil
  12. Neden analiz e yeni bölüm gelmiyor ki

    YanıtlaSil
  13. Ahhh resmen göz yaşlarım kurudu. Mete’nin kısmını okurken mahvoldum resmen. Yıllardır çeşitli kurgular okudum ama bu kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Harika bir bölümdü.

    YanıtlaSil
  14. NEDEN BU KADAR İYİ BÖLÜM YAZIYORSUN. AĞLAMAKTAN GEBERİCEM OFF
    Teşekkürler ve iyi günler :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"