19. "Bataklıkta Açan Çiçek"

 Bölüm şarkıları:

Böyleyken Böyle, Alıştım Üzülmeye
Bekir Karahan & Alperen Tıkır, Ressamın Şarkısı
Sena Şener & Tuna Kiremitçi, Birden Geldin Aklıma


🏀•

Dorukhan Falay:

Ablam: Uçaktan inince yaz, otele yerleşince ara. Unutma. İyi yolculuklar, öptüm.

Uçaktan indikten sonra internetimi açmamla birlikte telefonuma düşen ilk mesajdı. Doğrusu, bu her zaman tek mesaj olurdu. Aynı kelimeler, aynı cümle dizimi, aynı iyi dilek ve aynı bitiriş. Ablamın her seferinde duygulandığını belli etmemek için kullandığı daimi mesaj kalıbı.

Bugüne dek her zaman böyleydi. Bir tek o düşünür, bir tek o yazardı.

Sonra arka arkaya bildirimler sıralanmaya başladı. Mesajlar belirip alta doğru ilerledikçe gülümsedim. Feza'nın ismi bile bunu bana yaptırmaya yeterdi. İçeriğini henüz bilmediğim mesajlar bildirim ekranında aşağı doğru kayarken yalnızca yolun ortasında durup ekranı izledim. Sevilmenin neye benzediğini hissetmek için birkaç saniyelik zaman ayırdım kendime.

Falez: Biliyor musun Jess'in annesiyle lafladık. Harika bir kadınmış. Jess sana bildiğin yanık bu arada. Sürekli bana seni anlattı, galiba yeni tanışmışsınız ama çok sevmiş seni. Öyle söyledi.

Falez: Maria yenge ne öyle yalnız? Maşallah gerçekten. Mateo Mora kolay kolay yaşlanmaz bu aileyle ben sana söyleyeyim. Bayıldım Doruk, bayıldım.

Falez: Maria modellik yapıyormuş anne olmadan önce??? O KADAR GÜZEL BİR KADIN Kİ. Nasıl tanıştıklarını biliyor musun? Ben sormaya çekindim.

Falez: Aaa sen uçaktasın, bunları şu an görmeyeceksin.

Falez: Kendi kendime konuşuyorum yani olsun ne yapalım okursun bir ara

Falez: Havaalanından çıktım bu arada. Maria abla beni arabayla metrobüse yakın bir yere kadar bıraktı. Jess kucağımdan inmedi biliyor musun? Allah'ım inanılmaz tatlı bir aile. Biraz Türkçe de öğrenmişler ama genellikle İngilizce konuştuk. Jess bana sürekli seninle ilgili sorular sordu. En sevdiğin rengi merak ediyormuş. Bilmemem çok kötü.

Falez: Neyse sen kendine dikkat et. İtalya bu aylarda çok soğuk oluyormuş. Sıkı giyinmeyi unutma, antrenmandan sonra da buz gibi su içme sakın.

Falez: Bir de zaman bulabilirsen bana magnet alabilir misin? Visal'in buzdolabına yapıştırırım. Benim gideceğim yok belli ki. Parasını ödeyebilirim ya da ödemeyi kekle de yapabilirim, nasıl istersen.

Falez: Çok konuştum, şimdi Visal'e girmek üzereyim. İnince yaz olur mu? Aklım kalır.

Dudaklarımı birbirine bastırırken engel olamadığım bir içgüdüyle profil fotoğrafının üzerine tıkladım. Yüzünün yakından çekildiği, inanılmaz içten bir şekilde güldüğü, güneşin doğudan değil de onun dudaklarından doğduğunu bana düşündüren muazzam bir fotoğrafı vardı orada.

Hayatım boyunca birçok şeye takıntılı olmuştum. Başarıya, hırsa, bazen kupalara, bazen en iyisi olmaya ve bazen de her şeyden kaçmaya. Hayatımın bu döneminde ise yepyeni bir takıntım vardı. Onun gülümsemesine fena halde kafayı takmış durumdaydım.

Dünyanın en güzel şeyiydi.

Parmaklarımı klavyeye yerleştirirken omzumda büyük kol çantam ve ayağımın dibinde küçük valizimle İtalya'nın adını bilmediğim bir sokağında öylece dikiliyordum.

Doruk: Mavi

Doruk: Çok konuşmadın, hep konuş

Doruk: Maria takımın yengesidir, Türk kültürüne de meraklıdır hem. Kısır getirmişti bir kere takıma ben çok sevmiştim.

Doruk: Magnet köpeğin olsun Feza, başka bir şey istersen yaz

Doruk: Otele geçiyorum şimdi ben, sana kolay gelsin

Doruk: Öptüm

Utanıp ekranı kilitledim ve sanki bu yazdığım şeyi geri alabilecekmiş gibi telefonumu cebime tıkıştırdım.

Bir el şap diye enseme vurduğunda "Duruk!" dedi Lukas sırıtarak. "Whooo is she? Girlfriend? Oookey man, okeey. You know, I felt it."

Çoktan hissettiğini söylüyordu. Uçuş boyunca bütün takım benimle bir olup dalga geçmemiş gibi o yanıma gelmiş, bana sataşmaya devam ediyordu. Bir de onunla oda arkadaşı olacaktık. Umarım kafayı yedirtmezdi bana.

Bavullarımızı otelin girişine doğru sürüklerken dokunuşundan omzumu silkerek kurtuldum. Alex Lukas'a üzerime gelmemesi gerektiğini, benim yeni damat olduğumu söyledi ve arkamızdan yürüyen 2 metrelik adamların kahkahaları doldurdu sokağı.

Rookie groom.

Bana taktıkları lakap buydu: çaylak damat.

Beni utandırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı ve bundan vazgeçeceğe de benzemiyorlardı. Takımın en küçüğü olarak abilerimin tümüne sağlam malzeme vermiş durumdaydım.

Oleg Milosevic, uçakta ayağa kalkmış ve yanındaki Shaw Axel'in kafasını tutup göğsüne bastırmıştı. İkisi arasındaki boy farkı ben ve Feza'nınkini andırsın diye Shaw dizlerini kırmış, kollarını Oleg'in beline sarmıştı.

Benden başka herkes çok eğlenmişti. Ben de eğlenmiştim de karizmam daha fazla çizilmesin diye belli etmemeye çalışıyordum.

Takımla böyle olmak güzeldi.

Ben yeni olandım. Sonradan dahil olan, düzene uyum sağlamaya çalışırken kendine yer bulma problemleri yaşayan, başarı için her yolu deneyen ama diğerlerinin yarısı kadar tecrübeye sahip olan. Beni seveceklerse eğer, benimle istedikleri kadar dalga geçebilirlerdi.

Yaşça bizden olgun olan Ivan Reyes diğerlerinin çocukça davranışlarına kahkahalarla gülmekten geri kalmamış olsa da en son arka koltuğumdan uzanıp elini omzuma vurmuş ve hayırlı olsun demişti. Türkçe telaffuzu kulağa tatlı geliyordu ve benim için gerçekten mutlu olmuşa benziyordu.

Kaptanımız Ömer Baysal da aynı cümleyi kurmuş ve sonra yanımdaki koltuğa kurulmuş, bana Feza ile ilgili bir iki soru sormuştu. Kaç yaşında, ne iş yapıyor, nasıl tanıştınız gibi. Sonraki gündemimiz ise Feza'nın yaptığı muffinler olmuştu. Yalnızca kırk tane Gün Batımı sipariş edip takıma götürmüştüm zamanında. Onları yapan kişinin Feza olduğunu söylediğimde herkes abartılı tavırlarla sevinmeye başlamış, bana verilen siparişlerin ardı arkası kesilmemişti. Tepkilerini Feza'ya anlatmak için sabırsızlanıyordum.

Bir karşılama ekibinin bizi yönlendirmesiyle birlikte oda kartlarımızı alıp odalarımıza dağıldık. Lukas doğrudan kendini duşa atarken ben de kafamı kırıp üstüne iki de ekmek banmasın diye doğrudan ablamı aradım.

Telefon anında açıldı. "Anneciğim, in şu koltuğun tepesinden aşağı!" Benim melekler, ablamı raydan çıkarmış olmalıydı. Bu onun raydan çıkmış sesiydi çünkü. "Alican! Esin'in saçını rahat bırakıyorsun hemen. Bak bir de düz duvara tırmanıyor yaramazlık yapabilmek için. Kime çektin sen anlamıyorum ki?"

"Bana," dedim ablama. Bunun doğruluğu tartışılırdı. Ben şımarıklık yapabileceğim bir alana sahip olarak büyümemiştim çünkü.

Alican'ın neşeli kıkırtılarını duydum. İşin garibi, saçı çekildiği iddia edilen Esin de aynı kıkırtı seslerini çıkarıyordu. Sonra pat pat bir şeyler olduğunda birbirlerinin üzerlerine atladıklarını anladım. "Onur!" diye seslendi bu defa ablam. "Al şu çocuklarını iki dakika başımdan, ben diğer çocuğumla konuşacağım."

Onur abi de çocukları kadar şen bir sesle gülmeye başladı. "Selam söyle büyük eşeğe," dedikten sonra bir öpücük sesi duydum. Ablamın yanından geçerken onun yanağını öpmeden duramamış olmalıydı. Kendimi iç çekerken buldum. Cehennemden kurtulan ablam, kendine bir cennet kurmuştu.

"Teşekkür et," dedi abimin ciddi sesi. "Ve buna gerek olmadığını söyle."

Ona bir saat almıştım geçen gün, kargo evlerine ulaşmış olmalıydı. Muhtemelen bundan bahsediyordu. Ucuz bir şey değildi, Onur abiyi rahatsız eden kısım da buydu. Benim ona olan borcum öyle bir borçtu ki bunu hediyelerle kapatamazdım. Yine de çabalıyordum. Elime geçen her meblağın bir kısmını ablama ve ona pahalı hediyeler almak için ayırıyordum.

Kendime beş kuruşum kalmayacak olsa bile bunu yapmaya devam ederdim. Bana basketbolu öğreten adam ve beni hayatta tutan kadın eğer ki canımı isteselerdi bir saniye bile düşünmeden onlar için verirdim. Bu her zaman böyle olmuştu.

"Geçebildin mi sakin bir yere?" diye sordum ablama. Elini saçlarının arasından geçirdiğini hayal ettim. Kıvırcık tutamlarını sakinleşirken hizaya sokmaya çalışmak için böyle yapardı hep.

"Mutfağa kaçtım," dedi ablam. "Konuşamadık kaç gündür. Bana anlatman gereken çok şey var."

Feza'yı öptüğüm an aklıma geldiğinde gülümsedim. "Biliyor musun? Sandığından da çok."

"Şu fotoğrafla başla." Bu anıyı o kadar silmiştim ki başta konunun ne olduğunu anlayamadım bile. "Berilli olan." Onu bir kaşık suda boğacak türden bir sinirle söylemişti adını. Sonra siniri, beni bir kaşık suda boğacak türdene döndü. "Ben sana ne dedim? Ne dedim Dorukhan? Uzak dur o kızdan dedim. Feza üzülecek dedim. Bara mı gittin kızla? Ne yapıyorsun sen ya? Alara meymenetsizi de nasıl sinsi bakıyor ama. O kadar farkındalar ki yaptıkları şeyin. O fotoğraf ne alaka bana cevap verecek misin?"

Ayakkabılarımı çıkardıktan sonra kendimi yatağın üzerine bıraktım. Sırtımı başlığa yaslarken bacaklarımı da ileri uzatmıştım. "Haberim yoktu," dedim sakin bir sesle çünkü doğruydu. Ben yanlış bir şey yapmamıştım. "Okan'la takılacağımızı sanıyordum. Kızları benden habersiz çağırmış. O kadar rahatsız edici bir geceydi ki hatırlamak bile istemiyorum."

"Ne oldu?" dedi anında kızmayı bırakıp ciddileşerek. O hep kanatlarını benim için böyle açardı. "Canını sıkacak bir şey mi söylediler? Bir şey mi yaptılar?"

"Okan'dan bir tebrik bekliyordum, t'sini bile alamadım. Hali tavrı o kadar garipti sana açıklayamam bile. İki maçtır konuşuluyorum diye triplere girmiş pezevenk." Burnumun kemerini sıktım. "Özür dilerim abla."

"Puşta bak," dedi ablam. "Kıskanmış mı seni?"

"Ben bu adamın Fener maçlarını izliyordum düne kadar." İçimde kalan ne varsa onun karşısında dökülmeye mahkumdu. Beni büyüten kadın, içimde tuttuğum kapalı sandığın anahtarıydı. Onun sesi tüm kilitleri çözerdi. "Ne zaman iyi oynasa arar gaza getiririm, kötü mü oynadı çıkar bira ısmarlarım. Abla, çok zoruma gitti yemin ederim. İnsan bir kere bile helal olsun demez mi? Sürekli kendinden bahsetti, sürekli."

"İnsanların sırtını sıvazlamasını bekleyip durma," dedi. Bu zaten benim bu hayattan çıkarttığım en büyük dersti. Arkama bakmazdım, arkamda kimse olmazdı. "Ayıp etmiş mi? Etmiş. Arkadaş dediğin böyle olur mu? Olmaz. Ama oturup da buna takılmayacaksın. O mu getirdi seni bulunduğun konuma? Getirmedi. O zaman o seni desteklemedi diye düşecek de değilsin."

"Bana babasıyla hafta sonu planlarını anlattı." Kendimi küçük bir çocuk gibi hissettim şikayetlerim yüzünden ama çok içerlemiştim, durduramıyordum. "Normal bir sohbet olsaydı takılmazdım ama kasıtlı yapıyor gibiydi abla. Okan lan bu, yakıştıramıyorum da. O kadar boktan hissettim ki. Keşke evden çıkmasaydım. Zaten sonra yanlarından kalkıp bar taburelerinin olduğu yere gittim ben. Kaç kadeh devirdim hatırlamıyorum bile."

"İyi bok yiyorsun." Bana sık sık kızıyormuş gibi yapardı ama nadiren kızardı. Şimdi de o nadir anlardan birindeydik. "Kendini mahvetme," dedi sertçe. "Günün birinde alkoliğin teki olursan sana şu kapımı yemin olsun açmam Dorukhan, bak bu kadar net söylüyorum."

Kanım buza döndü çünkü o korkmuştu. Ben değildim onu korkutan, benim ona dönüşme ihtimalimdi. Babama.

"Günün birinde alkoliğin teki olursam o kapıya gelmek nasip olmasın bana, ben de bu kadar net söylüyorum. Yolda geberip gideyim."

"Hiç hoşlanmadım bu konudan," dedi hızlıca. Öyle bir durumdu ki benim ölmeyi dilediğim bir senaryoda tövbe bile çekmedi. İkimiz de onun gibi birinin ölmesini tercih ederdik çünkü. "Eve sağ salim varabildin mi gece peki? Bana tükürdüğümü yalatacaksın ama bizi arasaydın gelip alırdık seni."

"Vardım," dedim. "Sonra da Feza'yı aradım."

"Ne?" Şaşkınlığı yüzünden tiz bir sesle söylemişti bunu. "Niye yaptın bunu?"

"Çünkü bütün gece onu düşündüm." Gözlerimi kapattığımda karanlığın içinde onun gözleri belirdi. "Çünkü aklımdan çıkmadı. Çünkü içinde bulunduğum ortamdan ne kadar rahatsız olduysam onunla olduğumda o kadar rahatım abla. Ortalık bataklıksa o tek nilüfer."

Ceketimin cebinden bilekliğini çıkardığımda kelebeği avucumun içine aldım. "Çünkü ben ondan hoşlanıyorum."

Ablam dilini yutmamak için için çaba gösterdiğinden bir süre konuşmadı. Konuştuğunda ise tepkileri ölçüsüz, sınırsız, yüksek volümlü ve heyecan doluydu. "Bunu ona söylemiş ol. Bunu ona da söylemiş ol. Sarhoş da olsan, salak da olsan, kafan az da bassa, ona onu sevdiğini söylemiş ol!"

Dudaklarım iki yana kıvrılırken bilekliğinin zinciri parmaklarımın arasından sarkıyordu. "Söyledim."

"Anlatmak için neyi bekliyorsun madem eşek sıpası seni." Ona önce sarı çorabımı kaybettiğimi söyleyerek başladım konuya ama ablam beni böldü. "Filmi başa sar dedik de o kadar da demedik. Her detaya gerek yok be oğlum. Bana ne çorabından senin?"

"Ama abla," dedim çocuk gibi bir sesle. "Sarı çoraplarım hikâyenin en önemli yeri."

Anlattıklarım onu öyle çok güldürdü ki keşke bunları yüz yüze konuşsaydık da gülümsemelerini izleyebilseydim diye geçirdim içimden. Onun kahkahaları benim de yanaklarımı ağrıtmıştı. Feza'ya iyi geceler dedikten sonra birden onu sevdiğimi söylemiş olmamla birlikte donup kalmıştı. Muhtemelen o gece Feza'ya da bunu yaşatmıştım. Nasıl aynı saniye sızıp kaldığımı bilmiyordum ama söylediğim şeyin doğru olduğunu biliyordum.

Ben Feza'yı seviyordum.

Arkadaşız zırvalıklarını arka arkaya sıralarken bile ona karşı bir şeyler hissetmeye başladığımın farkındaydım ve bunları bastırmak için çaba gösteriyordum. Bunun onu daha çok üzdüğünü fark etmemiş olsaydım, ondan uzak durmaya çalışmaya devam da ederdim.

Ama işler raydan çıkmıştı.

MVP olduğum formayı biraz bile düşünmeden ona hediye etmeye karar verdiğim gün, basket sahasındayken içim o hediyeyi verecek olmanın heyecanı yüzünden bir garipti. Birilerine hediye almayı her zaman sevmiştim ama o benim için bambaşkaydı. Koleksiyonuma koymam gereken bir parçanın ona ait olduğunu düşünmek, formamı onun üzerinde görmeye duyduğum derin istek... Bunlar bambaşkaydı. Başıma ilk kez gelen türden bir başkalıktı bu.

Sonra Feza ellerinde benim formamı tutuyorken uzanıp yanağımı öpmüştü.

Üç gün elim yanağımda gezmiştim.

Dudaklarının yanağıma uyguladığı o küçük baskı tenimi resmen karıncalandırmıştı. Resmen aklım buharlaşıp gökyüzüne karışmıştı. Tabiri caizse mal gibiydim. Mal mal ortalıkta onun beni öpmüş olduğu gerçeğini idrak etmeye çalışarak dolaşmıştım.

İşte onu o geceden beri deli gibi öpmek istiyordum. Öyle bir istekti ki bu, biraz yakınıma gelse bedenim alarm vermeye başlıyordu. Gözlerimi yüzünde tutmak için çaba göstersem bile benden izinsiz dudaklarına kayıyorlardı. Kalbimin çarptığını hissediyordum onunlayken. Yaşadığımı hissetmek gibiydi.

Ablama o gecenin ardından Alara ve Beril'in yediği haltı anlatırken sesimdeki büyü kaybolmuştu. Sinirden elim ayağım titriyordu hâlâ. Onun fiziksel bir zarara benim yüzümden uğramış olması bana çok ağır gelmişti. Kolunda Alara'nın tırnak izleri vardı. Feza'nın çok sevdiği mutfağında başını vurduğu dolaba tuttuğum kin bile geçmemişti benim daha. Kolunu gördüğümde hücrelerime kadar donduğumu hissetmiştim. Yemin ederim ki bunu yapan bir erkek olsaydı gidip o saniye onun evini basardım. Sırf Alara diye durmuş, önce Okan'la konuşmanın doğru olduğunu düşünmüştüm ama Okan'ı defalarca aramış olsam da açmamıştı. Çok fazla köprü yakacak gibiydim. Geri dönüşü olmayan konuşmalar yaşanacak gibiydi ve doğrusu, umurumda bile değildi.

Feza'nın başına hiçbir şey gelmemeliydi. Onun gülümsemesi yüzünden hiç silinmemeliydi. Bunun sebebi dolaylı yoldan bile ben olmamalıydım. Olmayacaktım.

Olmayacağıma inansaydım, ona belki de daha önce açılırdım.

Onu mahvetmeyeceğimden emin olsaydım ısrarla arkadaş olduğumuzu vurgulayıp durmazdım. Ben yanımda kalsın istemiştim. Bunu sonradan fark etmiştim, kendime ne hissettiğimi sormaya bile izin vermemiştim. Daha düne kadar ben bile bizim arkadaş olduğumuza inanıyordum ve bu sürede Feza benden ümidi kesmeye başlamıştı.

Komikti, tüm bunlar Kadıköy'de bir bar taburesinde kafama dank etmişti.

Ablam Alara'ya ayrı Beril'e ayrı saydırırken sessiz kalıp öfkesinin dineceği noktayı bekledim fakat bu beklediğimden biraz daha uzun sürdü. En sonunda "Koluna bizim kremden sürdük," dedim. Bu cümle ikimizi de duvara çarpmışa çevirdi. Aramıza giren sessizliğin ağırlığı anında omuzlarıma çöktü. "Ben sürdüm. Senin gösterdiğin şekilde. Aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı. İyice yedirdim. Yaraya bastırmadım. Yavaşça üzerinden geçtim."

Hepsi ezber cümlelerdi.

"Aşağıdan yukarı," dedi ablam, parmaklarını söylediği yönde sırtımda kaydırırken. Naneli kremin ağır kokusu aramızdaydı. Gözlerimden akan yaşları tutamıyordum ama burnumu çekip gülümsemeye çalışıyordum. "Yukarıdan aşağı." Parmakları sırtımdaki yaraların arasında tüy gibi geziyordu. İki elimle yırtık formanın kumaşını sıkıp onu top haline getirdim. Canımın yandığını anlamasın diye dişlerimi sıkmaktan çenem ağrıyordu. "İyice yediriyoruz," dedi, sesi titredi ve güldü.

Ben de güldüm. Yedirmek tabiri dokuz yaşındaki Dorukhan'a çok komik gelirdi. Krem yedirilmezdi. Sırtım, kremi yiyemezdi. Ama babam, sırtımın dayak yiyebileceğini düşünüyordu.

"Yaralara bastırmıyoruz," dedi ve soğuk kremi sırtıma yaymaya devam etti. "Yavaşça üzerlerinden geçeceğim, çok acırsa söyle tamam mı?"

Kazağının kolunu gözlerine bastırdığını ve kol kısmının ıslandığını görmediğimi düşünüyordu. Görmüştüm. Bunu ona söylemedim. Tıpkı canımın çok acıdığını da söylemediğim gibi.

"Formam..." dedim burnumu çekip. "Artık bunu giyemem."

"Çok mu yırtıldı?" diye sorduğunda sesindeki çaresizliği on sene sonrasında bile hatırlayacaktım. "Dikemez miyim?"

"Yok." Bağıra çağıra ağlamak istiyordum ama bunu yaparsam ablam üzülürdü. "Önemli değil," dedim. "Ben de oynamam artık."

"Hayır." Sesi sertti. Sırtımdaki parmakları hareket etmeyi bırakmıştı ve arkamda otururken uzanıp omzumu öpmüştü yavaşça. "Hayır, gideceksin. Kampa da gideceksin. Halledeceğiz. Hocanla konuşurum ben, sana yeni bir forma verir."

"Kimsenin bilmesini istemiyorum."

Babam da istemiyordu. Bu yüzden özellikle sırtımı seçiyordu. Forma üzerimdeyken sırtım görünmüyordu. Göğsüm, karnım, bir de bacaklarımın üst kısmı.

Yarınki antrenmana gidersem bile kollarımı canım acıdığı için tam olarak kaldıramayacaktım ve bu da düzgün şut atamamama sebep olacaktı. Basketbol oynamayı seviyordum. Efes gibi köklü bir kulübün altyapısına gireli birkaç ay olmuştu ve bundan vazgeçmek istemiyordum ama bir yanım, hiçbir zaman geleceğim olmayacağını düşünüyordu o yaştayken bile.

"Seni o kampa göndereceğim," dedi ablam. "O olmazsa başka bir kampa, o da olmazsa bir başkasına. Olacak Dorukhan, bir gün yemin ederim olacak."

İşte bu yüzden, deplasmanlar herkesin gözünü korkuturken benim en sevdiğim yerlerdi. Çünkü her deplasman maçında, her yaz kampında ben evden uzaklaşıyordum. Bu yüzden bir kere bile dönüp arkama bakmamıştım.

O zamanlar on sekiz yaşındaki ablam, varını yoğunu benim için harcıyordu. Benim için çalışıyordu, benim için o eve dönüyor ve yine gelip benim yaralarımı o sarıyordu. İki sene sonra elimi tutup beni o evden çıkaran da oydu.

"Orada mısın?" diye sordu aramıza giren derin sessizliğin ardından. "Yoksa on yıl öncesinde misin?"

"Buradayım," dedim. "Buradayım abla."

"Oradasın," dedi beni kendime getirmek ister gibi bir sesle. "İtalya'dasın. Forman yeni, yırtık değil. Ayakkabılarını kendin seçiyorsun artık. Hiçbir şeyin oradan buradan değil. Hiçbir eşyanı dikmemiz gerekmiyor."

Ayakkabılarım.

Renk renkti. Her birini özenle seçiyordum. Kendim alıyordum. Bana ait oluyorlardı. Ayakkabılarım oradan buradan değildi. Benim istediğim yerden, benim istediğim şekildelerdi. Hiçbiri, birinin eskisi değildi artık. Hepsi benimdi.

"Öyle." Burnumda keskin bir sızı hissettim. "Sana Feza'yı öpmek istediğim kısmı anlatmaya başlamak üzereydim, nereden geldik biz buraya?"

"Hiç çıkamıyoruz ki oradan," diyerek ne yazık ki doğru olan bir gerçeği ısıtıp koydu önümüze. Başımı salladım hafifçe düşüncelerim dağılsın diye. "Bu kadar net hatırladığını bilmiyordum, küçüktün çünkü."

Küçüktüm. Her saniyesi aklımdaydı. Soyunma odasında arkadaşlarınızla birlikteyken üzerini değiştiremeyen bir çocuksanız, sırtınızda sakladığınız o izlerin üzerini hayatınız boyunca kapatamıyordunuz. Henüz on yaşına varmamışken size destek olmak için maçtan sonra sırtınızı sıvazlayan koçunuza avaz avaz bağırıyorsanız bazı şeyleri unutmanız mümkün olmuyordu.

Aramızda otuz beş yaş olan adama başımı kaldırıp "Dokunma bana," demiştim. Herkes gidene kadar bana soyunma odasını temizleme cezası vermiş, herkes gittikten sonra ise beni yanına oturtup konuşturmuştu.

Gözlerim yanacak gibi olunca "Neyse," dedim hızlıca. "Öyle işte. Neyse ki kremin acısını hemen dindireceğine güveniyordum yoksa kafayı yerdim herhalde. Feza'ya bir kez daha dokunmayı akıllarından bile geçiremezler abla. Bir ulaşabilsem şunlara."

"Ne yapıyorsan maçtan sonra hallet, odağın dağılmasın." Muhtemelen az önceki mevzu yüzünden kendini garip hissediyordu hâlâ. Yutkunarak sesini toparlamayı denedi. "Feza'nın senin evini bastığı yerden devam et şimdi."

"İşte konuştuk, koluna krem sürdük falan filan," dedim. "Ve sonra ben onu öpmek üzereyken beni durdurup sarı çorabımın ayakkabımın içinde kaldığını söyledi bana."

Ablam öyle gür bir kahkaha attı ki telefonu kulağımdan uzaklaştırmak zorunda kaldım. "Ay ağla bir de Doruk, sese bak," dedi şiddetli gülüşlerinin arasında kesik kesik soluklar eşliğinde. "Sen kıza arkadaşız arkadaşız de dur, sonra öpmeye niyetlen. Yok ya? Aferin benim balıma, böyle çekecek çizgiyi işte. Budur. Gurur duydum. Harika birisi."

"Teşekkür ederim, şu an çok yardımcı oluyorsun bana."

"Yardımcı olunacak tarafın mı var senin?" diye sordu. "Ya, kıyamam sana. Çok mu içinde kaldı senin Feza'yı öpmek?"

"Aslında beni reddetmedi galiba." Bu konuda gerçekten kafam karışmıştı. Ablamın görüşüne ihtiyaç duyduğum kısımdaydık. "Yani, evimde kendi sınırları olduğunu hissetmediğini söyledi. Beni öpmeni istemiyorum, dedi bana. Şu an değil, dedi sonra. Başka bir zaman öpebilirsin demek değil mi bu? İhtimal var yani."

"Sakin ol, en çok sen öpeceksin Feza'yı tamam." Yine kıkırdıyordu. Bu defa kaşlarımı çattım. Ben ciddiydim. Bana yol göstermesi gerekiyordu.

"Kendini rahat hissetmemiş olmasını anlıyorum," diye devam ettim. "Beni az buçuk tanıyor bu yüzden bana o kadar da güvenmiyor olmasını anlayabiliyorum. Benim evimdeydik, sadece ikimizdik, böyle düşününce kendini geri çekmesi çok normal geliyor. Ki burnumu sürtmek de istiyormuş, o da hakkı. Ama abla, sorunlar sadece bunlar değil mi yani? Onu öpmek istediğimi söylemiş olmam ona rahatsızlık vermiş mi sence?"

"Çok salaksın çocuk."

"Yüzüne kapatacağım böyle yaparsan." Somurtmaya başladım. "Çok heyecanlanmıştım," dedim. "Çok istiyordum, hâlâ da istiyorum ama yanlış bir şey yapacağım diye ödüm kopuyor. Doğru zamanın geldiğini nasıl anlayacağım ki?"

"Ona çok yaklaştığın zaman bir şeyler sana yanlış geliyor mu?"

"Aramızda mesafe olması yanlışmış gibi geliyor." Bana kalsaydı birkaç nefeslik boşluk idealdi. Havaalanında gözlerinden kendi yansımamı izlerken göz bebeklerinin büyüyüşüne şahit olmuştum. Bu bana bir çeşit büyü gibi gelmişti. O göz bebekleri kara deliğe dönüşüp beni içine çekecekti sanki. "Onu kapıdan geçirirken öptüm," dedim tek nefeste. "Çenesinin biraz altından."

"Çilek lekesinin üzerinden mi?"

Bunu kendisi görmemişti. Bunu ona ben söylemiştim. Feza'yı ablama anlatırken tek bir detayını bile atlamamış olmama rağmen onun benim için arkadaş olarak kalacağına inanmam komikti.

"Hım hım... Havaalanında da yanağını öpmüş olabilirim belki."

"Havaalanına da mı geldi?" Gözlerinin kocaman açıldığını tahmin edebiliyordum. "Nasıl sevmeyeceksin ki bu kızı? Başka şansın mı var sanki?"

Ben de tam olarak böyle düşünüyordum. Onun benim etrafımda olması benim mucizemdi. "Dönüşte birlikte film izleyeceğiz," dedim. Sonrasında bilekliğini yanımda İtalya'ya getirdiğim gibi detayları da anlattım ve hikâyedeki tüm boşlukları doldurarak son birkaç günümü bütünüyle özetledim.

"Şimdi..." Derin bir nefes aldı. "Ne hissediyorsun sen bu kıza karşı?"

"Çok hoşlanıyorum," dedim hemen.

"Yanlış," dedi. "Fena şekilde abayı yakmışsın ama hiç aşık olmadığın için ismine aşk demeye cesaret edemiyorsun."

"Bir anda her şeyi batıracağımdan çok korkuyorum." Boştaki elimi üzerimdeki tişörtle oynamak için kullanmaya başladım. Bakışlarım karşımdaki duvara sabitlenmişti. "Biliyorsun beni. Onu da gördün. Ne istediğini çok iyi biliyor, hep çok olgun davranıyor. Her zaman kendini çok net ifade edebiliyor. Mutlu bir ailede mutlu bir şekilde büyümüş çünkü. Fikirlerine önem verilmiş, sevgiyle çevrelenmiş etrafı hep."

"Doruk..."

"Bilmiyorum abla ben," dedim göğsümü sıkıştıran iğrenç bir hisle beraber. "Bilmiyorum işte. Garip garip davranıyorum bazen, kendim bile anlamıyorum ne yaptığımı. Ne istediğimi durup da bana kimse sormadı. Tribünde seninle Onur abiden başka kimse yoktu, benim için ayrılan koltuklar hep boştu. Desteği öyle bir yerden yakaladı ki beni, bencillik ettim belki ama hep kalsın istedim. Her ne deniyorsa ikimizin arasındaki şeye, benim bozmamam lazım bunu. Uzaklaşmasın benden, mahvolmasın, kaybetmeyeyim onu."

"Onun sahip olduklarının yanında seninkilerin hiçbir önemi yokmuş gibi hissediyorsun değil mi?" diye sordu yavaşça. Cevabını beklediği bir soru değildi bu, ben de cevap vermedim zaten.

"Keşke her şeyin en başına dönüp kendimi onun için yetiştirme şansım olsaydı." Sol şakağıma bir ağrı saplandı. "Keşke," dedim yine. "Sırf onun için farklı şekilde büyüyebilseydim ben de. Daha sağlıklı birisi olsaydım mental açıdan. Onun benim tarafımdan sevilmeye ihtiyacı yok ama onun bana duyduğu sevgi benim bütün hayatım boyunca aradığım şeydi. Bu yüzden bana bir şans vermeyi kabul etmiş olsa da bu şansın sonunda onun için yetersiz olmaktan korkuyorum ben."

Fazla açık bir konuşmaydı bu. Kendimi çıplak hissettim birkaç saniyeliğine ve bu korku uyandırdı içimde. Göğüs kafesimdeki baskı arttı. Ablamın da benim kadar açık olup bana onun için gerçekten de yetersiz olduğumu söylemesinden korktum. Bunu zaten biliyordum ama ondan duyarsam kendimden tamamen soğurdum.

"Aynada gördüğün kişiyle gurur duymayı hâlâ beceremiyorsan bu benim ayıbım, yeterince iyi yetiştirememişim o zaman seni," dedi ablam. Kelimeleri doğrudan damarıma damarıma veriyordu ve bunu bilerek yapıyordu. "Estağfurullah," diyerek araya girecekken "Ama ben çok gurur duyuyorum seninle," diyerek gözlerimin dolmasına sebep oldu. "Böyle düşünmenle bile. Bu kadar ince ayrıntısına girmenle, deli gibi korkuyor olmanla, her şeyinle Doruk. Yetersizsen onun için, bırak bunu sana o söylesin. Bunun kararını verecek kişi sen değilsin çünkü. Kalbi kocaman bir kızdan bahsediyoruz, kucak dolusu sevgisini sana vermek istemiş. Bu seçimi yargılamak sana kalmadı. Ayağına kadar getirilen şeyi alacak mısın, almayacak mısın? Ortadaki tek soru bu."

Bunu çok fazla istiyordum. O halde ortada bir soru kalmamış olmalıydı ama nedense kafamın içindeki soru işaretleri bir çeşit alarm gibi sürekli olarak yanıp sönüyordu.

Onunla vedalaşıp telefonu kapadıktan sonra bile bir süre boş boş telefona bakmaya devam ettim. Feza Visal'in mutfak tezgâhına ait bir fotoğrafı çekip bana yolladığında ise bütün soru işaretlerini silip yazdığı mesaja baktım.

Falez: Keşke söylediğin kadar iyi bulaşık yıkayıp yıkamadığını ölçebilme şansım olsaydı tam şu an

Falez: Kesinlikle hiçbir çıkarım yok bu işten, sadece merakımdan dolayı yani

Falez: Öyle çok yoruldum ki yine

Falez: Geçen gün Visal'e kutu oyunları getirmenin genç kitleyi daha fazla bize çekebileceğini düşünmüştüm. Bugün Firuzan Hanım dükkâna uğradığında ona sordum ve bu fikirden hiç hoşlanmadı. Köklü tarihe ve nostaljik havaya zarar vereceğini düşünüyormuş, çoluk çocuğa öyle fazla gerek yokmuş.

Falez: Çoluk çocuk dediği insanlar bizim devamlı müşterilerimiz. Ayrıca yaşlı nüfusa hitap ettiğimiz kadar genç kitleye de ediyoruz. Birazcık yeni nesli yakalamaya çalışmakta hiç de bir problem yok bence.

Falez: İnsanlar buraya gelip flat white, macchiato falan sipariş ediyorlar. Sanki bana Türk kahvesi ya, sensin nostaljik yani.

Falez: İki üç oyun köklü tarihimize zarar vermezdi bence

Falez: Biraz sinirlendim galiba ya

Falez: Ben burada değilken gelmiş, neredeyim diye hesap sorup durdu. Hiçbir işi aksatmadım, bütün tatlılar hazırdı. Havaalanından döndüğümü söylediğimde ne işin var orada azarı yedim üstüne. Bazen aynı Taner'e benziyor bu kadın.

Falez: Ki ben severim Firuzan Hanım'ı da çocuk gibi azarlama hakkı yoktu yani. Eren bile bir ne oluyoruz falan oldu annesine karşı. Aman öyle işte. Konuşuruz bir ara, sen biraz dinlen.

Falez: öptüm :)

Bu konuya gerçekten içerlemiş görünüyordu. Bu yüzden mesajlarla onu geçiştirmek istemedim. Uzun uzadıya konuşsun, ben de oturup dinleyeyim istedim. Ayrıca hiç görmediğim bir kadına kurulmamı sağlamıştı yalnızca birkaç cümle kurarak. Visal'in sahibi olan kadını kara listeye almıştım.

Doruk: Müsait olunca ara beni konuşalım

Doruk: Canını sıkma hiçbir şeye

Doruk: Beni uğurlamak için gelmen başına bela açmasaydı keşke, bunun için üzgünüm

Doruk: Yalan söyledim bu arada, özür dilerim ama üzgün değilim. Bütün uçuş boyunca deli gibi sırıttım orada olduğun için. Şimdiden bu kadar özleyeceğimi ben de tahmin etmiyordum.

Doruk: Tekrar kolay gelsin, öptüm :)

Başına bir havlu atmış Lukas, banyo kapısını açıp odanın içine doğru yürümeye başladığında üzerine bir şey giymemişti. Altında kareli bir pijama vardı. Havluyu nemini almak için zengin sarısı diye tabir edilen saçlarının arasında gezdirirken kocaman bir kahkaha attı bana bakıp. "Are you talking to Feza, rookie groom? What is this smile?"

Yani diyordu ki Feza'yla mı konuşuyorsun çaylak damat? Bu gülümseme ne?

"She is Feyza," dedim bir anda Lukas'a kurularak. "Not Feza."

Saçlarıyla uğraşmayı bırakıp gözlerini üzerime diktiğinde gülmekten gözlerinden yaşlar gelecekti. "Feza is cute, man."

Kaşlarım hızla çatılırken başımın altındaki yastığı çekip ona fırlattım. "Cute'sa bana cute lan, sana mı cute? Hayırdır sen?"

Yastığa sarılırken artık gülmekten karnını tutacak aşamaya gelmişti. "Okey," dedi. "Okey Duruk, she is yours."

"Yes," dediğimde kaşlarım hâlâ çatıktı. Normalde onun böyle gülmesinin beni de güldürmesi gerekirdi çünkü Lukas'ın kahkahaları gerçekten komikti ama bu kez yüzümde mimik oynatmamıştı. Gerginliğimi üzerimden atmaya çalışırken somurtarak konuyu değiştirme ihtiyacı hissettim. "Ne yaptın o kadar banyoda, kırklandın mı?"

"What is kırklanmak, aminna koyyim?"

Hiç Türkçe bilmiyor değildi. Konuşabildiğinden çok daha iyi bir şekilde anlıyordu ama bizim deyimlerin bazılarının akıl alır yanı yoktu. Mesela Lukas kırkın ne demek olduğunu biliyordu ama şimdi oturup da ona bu sözün kökenini açıklayamayacaktım. "Nothing," dedim bu yüzden. O da üstelemek yerine başını salladı.

Küçük valizi boşaltıp kıyafetlerimi rafa düzgünce dizdim. Ardından bu kez duş almak için banyoyu ben kullandım. Hoca yarınki antrenman öncesinde bizi bugün toplamak istiyordu. Milano'nun oyun tarzını analiz edecek, birkaç maç kesitini izleyecek ve oyuncularının güçlü-zayıf yönlerini tartışacaktık. Bu yüzden Lukas'la hızlı bir akşam yemeği yedik ve ardından takımın geri kalan üyeleri yavaş yavaş aramıza katılmaya başladı.

"Yavrum," dedi Ömer abi elini omzuma atıp omzumu sıkarak. "Dinlenebildin mi?"

"Biraz uykum var abi ya. Yarım saatte falan bitse bari."

"Çok beklersin canım," dedi Giray. Toplanacağımız salona doğru aynı koridor üzerinde ilerliyorduk, o da yanımıza gelmişti şimdi. "Ebemizi ağlatacak maça kadar, kaçış yok."

"En son koçu kim gördü?" diye soran Mateo Mora'ydı. Ona genelde Momo diyorduk. "Sinirli miydi?" diye ekledi yine İngilizce konuşarak. "Öyleyse sıkıntı büyük."

"Ben gördüm," dedi Ivan abi. "Odasındaki televizyon açılmıyormuş, resepsiyonla konuşmaya iniyordu. Tatlı göründüğünü söyleyemeyeceğim."

"Yandık," dedik Aras ve ben aynı anda. Sonra dönüp birbirimize baktık. Kesinlikle birbirimizden hoşlanmıyorduk ve gözü olan herkes bunun farkındaydı. Bu yüzden ikimiz de hızlıca başımızı çevirdik.

"Where is Shaw?" diye sordu Lukas. Ardından maçta oynayabilecek mi diye merak ettiğinden bahsetti. Oleg ve Shaw, aramıza en geç katılanlardandı. Shaw'ın sakatlığının izleri geçmeye başlamış gibi görünüyordu. Topallamasından eser kalmamıştı. Bana kalırsa önümüzdeki maç kadroda olmayı o da isteyecekti.

Bir buçuk saat süren derin analizlerin, oyun planlarının ve koçun sebepsiz gerginliğinin hepimizi germesinin ardından odalarımıza dağılma iznine sahip olduk. Yarın sabah bir antrenman yapacaktık, bu yüzden bir an önce uyuyabilirsem bu çok iyi olacaktı. Kendime sabah alarmları konusunda hiçbir zaman güvenen biri olmamıştım. Uykuya dalmak konusunda hayatımın her döneminde çok fazla sıkıntı yaşadığım için daldığımda da uyanmam zor oluyordu. Bu yüzden kapı gıcırtısına bile gözünü açacak Lukas'la aynı odada kalmanın avantajını kullanacaktım.

Feza'ya uyumadan önce uyuyacağıma dair bir mesaj yazmayı ihmal etmedim. Beni aramasını söylemiştim ama herhalde uygun bir vakit bulamamıştı. Ben de yorgunluktan bayılmak üzere olduğum için daha fazla direnemeyecektim kapanan göz kapaklarıma. Nasıl olduysa yastığıma dik bir pozisyonda yaslanırken, yorganın ise üzerine otururken uyuyakalmıştım.

Omzuma dokunan bir elin varlığı beni uykumdan sıçrayarak uyandırdı. Gözümü açar açmaz sertçe Lukas'ın bileğini kavradım. Lukas gözlerini kırpıştırıp yüzüme baktı ve bana bu şekilde yatarsam tutulacağımı, yastığımı düzeltip yorganın içine girmem gerektiğini söyledi. Beni yalnızca bunu söylemek için uyandırmıştı ama karşılaştığı aşırı tepki onu şaşkına çevirmişti.

Ona teşekkür edip uykumu dağıtmamaya çalışarak söylediklerini yaptım. Ardından arkamı döndüm ve kendimi yeniden uykuya dalmaya zorladım.

Lukas, cam kenarına yakın olan taraftaki bazayı almıştı. Bu yüzden de sabahın ilk ışıkları onun yüzüne vurmuş, alarmlardan bile önce uyanmasını sağlamıştı. Beni gece yaptığının aksine önce dokunup sonra seslenerek değil, önce seslenip sonra dokunarak uyandırdı. Takımla birlikte yaptığımız kahvaltının ardından antrenmanın yolunu tuttuk. Bu sırada gelen mesajları kontrol edebileceğim küçük bir boşluk bulmuştum.

Falez: İyi geceler, ben de erken uyuyacağım. Sabah seni ararım.

Ablam: Ne yaptın sıpa? Arada güncelle beni.

Bekir: İtalya yakışıklı görsün karşim, façan yansın. Attığın posta bayıldım. Altına iki satır alev döşeyip gazımı alamadım ve şimdi de buradayım işte, sana yazıyorum. Mutlu günler dilerim yakışıklım 🔥

Bekir: Kadroda mısın?

Bekir: Canın sıkılırsa yaz, Okan mevzusunu da konuşuruz istiyorsan.

Bekir: Bay canım, Bekir kaçar.

Bir zamanlar böyle günlerde oda arkadaşım hep Bekir olurdu. Onunla yedi yirmi dört birlikte olmaktan şikayetçi gibi davranırdım ama şimdi geriye dönüp baktığımda bunu ne kadar çok özlediğimi fark ediyordum. Bekir de A takımı sonuna kadar hak ediyordu, onu bir gün bu seviyede göreceğime dair hiç kuşkum yoktu. Kendini sürekli geliştiriyor, her geçen gün üzerine koyarak ilerliyordu ve her şeyden önemlisi yalnızca iyi bir oyuncu değildi, çok da iyi bir insandı.

Onunla oynamak bana her zaman keyif vermişti. Birbirimize oldukça alışık olduğumuzdan bu sahaya da mutlaka yansırdı. İkimiz aynı anda sahadaysak top trafiği çok daha akışkan bir hal alırdı ve koçumuz bunu kullanmayı severdi. Düşününce Bekir, ben A takıma çıkma aşamasındayken bana karşı tavırlarını tamamen değiştirebilirdi ama bir kez bile kıskançlığını hissetmemiştim. Aksine hep desteğine tanık olmuştum. Onu beni ayakta alkışlarken görmüştüm. Böyle olması çok özeldi. Bana yazması, beni darlaması, tüm bunlar çok özeldi çünkü Bekir geçirdiğimiz yılların ardından huyumu suyumu gayet iyi bilirdi.

Üzerine gidilmedikçe ağzını pek açan birisi değildim.

Bekir'e hızlıca her şeyin yolunda olduğuna dair bir mesaj atıp teşekkür etttim ve günün kalanında büyük işkenceler çektim.

Hocanın odasındaki televizyonu kim bozduysa Allah onun belasını versindi.

Canımız çıkmıştı. En sonunda Ömer abi bile dayanamayıp hocaya onun kendi odasında kalmasını, kendisinin televizyon izlemeyi hiç sevmediğini falan söylemişti. Hoca önce gülmüş, sonra kaldığı yerden canımızı çıkarmaya devam etmişti.

Buna rağmen kendi aramızda iki takıma ayrılıp taktik çalışmak için yaptığımız maçta kendimi özgüvenli hissediyordum. Şutlarım giriyor, paslarım haneme asist olarak yazılıyordu. Karşımda hafif hafif kendini deneyen Shaw ve canavar gibi oynayan Oleg vardı. Böyle yeteneklerle birlikte oynama fırsatı yakaladığım için kendimi çok şanslı sayıyordum. Birkaç ay öncesine kadar altyapıdaki ömrüm bizim çocuklarla sürekli aynı tribünden kendimize yer bulup ağzımızın suyunu akıtarak onlar ve onlar gibi üst düzey oyuncuları izlemekle geçmişti. Şimdi elimden gelen bütün çabayı onlardan biri olmak için harcıyordum.

Soyunma odasında çantamı açıp havlumu içinden aldım ve küçük şampuan şişesini çıkardım. O kadar yorgundum ki şu tahta banka bile kıvrılsam uyuyabileceğimi hissediyordum ama guruldayan midem buna izin vereceğe benzemiyordu. Beni bacaklarımın üzerinde tutan tek güç duş aldıktan sonra yemek yiyecek olma fikriydi.

Ellerim şampuan ve havlularla doluyken onları duşakabinin içine bırakmak için odada yürümeye başladım. Cebimde telefonum titrediğinde kimin aradığına bakmadan cevaplandırıp onu kulağımla omzum arasına sıkıştırdım. Sesini duymayı beklediğim kişi ablamdı ama Feza, "Doruk?" demişti.

Kabinin kapısını açtım. "Yavrum ben on dakikaya arayayım seni olur mu? Duşa giriyorum şimdi."

Aramızda derin bir sessizlik oldu. Kullandığım tabiri idrak edebilmem de o sessizlik esnasında gerçekleşti. Takımda böyle hitaplara fazlaca maruz kalırdım da kızı ilk günden bunlara maruz bırakmak için biraz fazla mı erkendi? Dilimin ayarına sahip çıkamama özelliğim beni çok utandırdı. Kabinin kapısında elimde şampuanlar ve havlular, kulağımda telefonla dudaklarımı birbirine bastırıp öyle mal gibi dikildim ondan bir cevap gelene kadar.

"Tabii," dedi hızlıca. Yanakları kızarıyordu ve bunu kaçırıyordum. "Tamam. Öyle yap, evet. Sıhhatler olsun." Ve şimdi karşısında olsaydım utanıp bakışlarını kaçıracaktı.

"Tamamdır," dedim başka ne diyeceğimi bilemeyerek. Kendimi durdurmamış olsaydım mesajlaşmada olduğu gibi öptüm diyecektim. Sakin, diye geçirdim içimden. Korkutma kızı, sakin. Yavaş.

Ağırdan almam gerekiyordu. Acele yoktu. Alışacaktık. Şimdi iki saf birbirimizle nasıl iletişime geçeceğimizi çözmeye çalışma aşamasındaydık. Kendimi ergenlik yıllarımda bile böyle ergen hissetmemiştim. Kızın sesini duyunca şakasız kalbim hızlanmıştı. Beni arıyor diye, merak ediyor diye bir oturup ağlamadığım kalıyordu. Telefonun ucunda beni bekleyen birisi vardı. Dilini bilmediğim bu ülkede bile bana yabancılık ya da yalnızlık hissettirmiyordu. Halbuki kendi evime bile yabancı hissettiğim olurdu benim önceden.

"Tamam." Bozuk bir plak gibi takılı kalmıştık. "Görüşürüz."

Kesinlikle görüşmemiz gerekiyordu. Odaya geçer geçmez onu görüntülü aramak zorundaydım artık. Sesini duymak yeteceğe benzemiyordu.

Hızlı bir duşun ardından bunu yaptım da. Yemeği beş dakikada yedim ve neredeyse koşarak odama geçtim. Burada saat henüz gece yarısı olmamıştı ama Türkiye'de gece yarısını geçmişti. Feza'ya önce müsait olup olmadığını sorup sonra onu görüntülü aradığımda o odasında yatağının içindeydi. Üzerinde çiçekli bir pijama takımı vardı ve saçları dalgalı bir şekilde omuzlarına dökülüyordu. Sanki az önce saçları topuzdu da birden açtığı için böyle hacimli duruyordu. Demek ki aramayı hemen cevaplandırmayışının sebebi buydu.

Kendi kendime sırıtıp bütün konuşma boyunca onu izledim. Firuzan Hanım'dan bahsetti, kutu oyunlarından, müşterilerden... Anlattı da anlattı. Telefonunu yatağının üzerine yerleştirmiş, açık mavi bir yastıkla desteklemişti. Biliyordum çünkü bunu yaptığını da anlatmıştı. Kameranın karşısında bağdaş kurmuş halde, ellerini de yaptığı konuşmanın içerisine katarak konuşurken sessizce yüzünü izledim. Alt açıda olduğum için çenesinin altındaki çilek lekesini görebiliyordum. Saçlarını tek omzunun üzerine topladığında zarif boynunda bir ben gözüme çarptı.

"Sence de öyle değil mi?" diye sorduğunda başımı sallayıp "Kesinlikle," dedim. Neyi onayladığımı keşke ben de bilseydim ama cevabım onu tatmin etmişti. Bu yüzden konuşmasını sürdürdü.

İnce kaşlarına baktım, burnu küçüktü. Gözleri güldüğü zaman kısılıyordu ve kirpikleri fazla gür sayılmazdı. Sanırım bunun için sürekli gözüne rimel sürüyordu. Onu tamamen makyajsız görmek, doğal haline tanık olma şansını bana sunması bir şekilde özel hissetmeme sebep oldu.

"Öyle işte," dedi en son. "Sen neler yaptın?"

"Şu puşt geldi mi?" diye sordum onun sorusunu cevaplamak yerine. "Hani seninle tek konuşmak istediğini falan söylemişti ya."

"Yok." Bu konu onu neden bu kadar rahatsız ediyordu anlayamıyordum. Benim Taner denen dangalaktan puşt diye bahsedişimi bile yargılıyor gibi geliyordu. Başta ona karşı bir şeyler hissetme ihtimali mi var acaba diye düşünmüş olsam da bunun doğru olmadığını anlamıştım. Feza onunla yalnız kalma fikrinden hiç hoşlanmıyordu. "O geceden sonra görmedim. Boş ver onu. Sen neler yaptın?"

Hocanın televizyon problemini ve canımıza okumasını ona özet geçtim. Ben konuşurken sıkılmasın diye her mevzuyu kısalttım. Sonrasında gece ne yapacağını sordum. Onu çok fazla lafa tutmak istemiyordum çünkü saat geç oluyordu. Bir bölüm dizi izleyeceğinden ve muhtemelen bunu yaparken uyuyakalacağından bahsedince iyi uykular diledim.

"İyi uykular," dedi o da. "Rüyanda beni gör."

Sırıtmamaya çalışırken dudaklarımı birbirine bastırdım ama bunda başarılı olamadım. Bir kaşımı kaldırarak ona baktığımda bir anda gözleri kocaman oldu. "Yani," dedi hızlıca. "Biz hep şey deriz bizimkilerle. İyi geceler, tatlı rüyalar, rüyanda beni gör gibi gibi. Tekerleme gibi yani. Ferda'yla falan. Öyle. O anlamda."

Sırf onu daha fazla utandırmamak için gülüşümü bastırmayı denemeye devam ettim, bunun için alt dudağıma dişlerimi bile geçirdim ama sonra onun telaşı yüzünün her yerine yayılınca karnım kasılarak gülmeye başladım. Güldükçe göğsüm hareket ediyor, bu oldukça da Feza daha fazla kızarıyordu ve en sonunda dayanamayıp iki elini yüzüne kapattı. "Of Doruk ya," dedi sitemle. "Çok kötüsün."

"İyi geceler," dedim. "Sen de beni gör rüyanda." Eşek gibi sırıtıyordum.

Gözlerini devirip utançla telefonu kapattığında bile sırıtmaya devam ettim ve o gece, rüyama Feza'nın girmesini dileyerek gözlerimi kapattım.


🏀🧁🏀


Selamlaaar. Ben vize haftamdayken Dört Çeyrek hızlı bir artış göstermeye başladı. Bütün hafta sırıttığım için size de sonunda sırıtacağınız bir bölüm getirdim. (Arada üzmüş olabilir ama olur o kadar)

Nasılsınız? Nasıl gidiyor? Favori sahnenizi öğrenebilir miyim?

Peki peki bu bölümdeki favori karakteriniz kimdi?

Önümüzdeki bölümü de Doruk anlatıyor olacak. Yeri gelmişken onu da söyleyeyim.

Bu aralar en sevdiğim şey Twitterde #dörtçeyrek etiketinin altında gezmek. Bölümden sonra yine orada buluşalım olur mu?

Instagram:
azraizguner

Parodiler:
dorukhanfalay
fey.falez
naz.aaslan

Yeniden görüşene dek (ki bu sefer ayrılığımız çok kısa sürecek) kendinize iyi bakın. Teşekkürler ve tatlı günler!

Yorumlar

  1. Favori karakterim tabi ki özege abla kraliçe ya

    YanıtlaSil
  2. Firuzan hanım ne oluyoruz ya ben sizi böyle hayal etmedim Taner mi dolduruyor sizi yoksa zaten böyle biri misiniz

    YanıtlaSil
  3. Gece yarısı ve gün batımı muffinleri ilk okuduğumda Fezanın kendi kafesini açmasını istemiştim ve geçen bölüm italya hayalinden bahsedince ne güzel olur diye düşündüm. Mesela feza pastacılık eğitimi alıyor doruk da yurt dışında bir takımda oyunuyor gibi. Bu bölümdeki firuzan hanımdan sonra ve taner faktörüyle iyice kitabın sonunda fezanın kendi pastesini açabileceğini düşünüyorum

    YanıtlaSil
  4. Ah kalbimmm. Doruk mükemmel adam olacak inanıyorum

    YanıtlaSil
  5. Allah zihin açıklığı versin

    YanıtlaSil
  6. Çok tatlı bir bölüm dört gözle bekliyorum sınavında başarılar

    YanıtlaSil
  7. takımda dorukla birbirlerinden haz etmedikleri şu çocuk, niyeyse ilerde bize sorun çıkaracak gibi hissettim. feyzaya yaklaşacak gibi sannnnki

    YanıtlaSil
  8. Yaaa yine çok tatlılarrrrr

    YanıtlaSil
  9. Son sahnede Dorukun Fezayı utandırması ve Lukasdan Fezanın ismini kıskanması aşırı güzeldi

    YanıtlaSil
  10. Bu bölüm favori karakterim Özge abla, Özge abladan sonra da Bekirdi

    YanıtlaSil
  11. Favori sahnem tabi ki yavrum ben seni sonra arayayım mi yavaş gidicem dedikten 5 dk sonra doruk ya

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"