48. "Ayna Kırıkları"


Bölüm şarkıları:
Pera, Gökyüzüm
Can Ozan, Acıtır Gibi Severek
Perdenin Ardındakiler, Beni Kendinden Kurtar
Perdenin Ardındakiler & Beyza Başak, Ruhum Girdi Bir Çıkmaza
Duman, Haberin Yok Ölüyorum


☂️


Çok ağrı, çok sızı.
Kaç yara bitirecek sizi?
Tendeki ikinci dikiş izi,
Söndürür mü o yıldızı?

•⚓•


Asya Yağmur Tunçbilek

Sol tarafımda bin bıçak varmış, bana bin yara açılmış ve bin yerimden kanıyormuşum gibi hissediyordum.

Göğsümün üzerine bir yığın taş dökülmüş olsa gerekti. Birisi beni eziyor muydu? Canım çok yanıyordu.

Birbirine yapışan kirpiklerimi zor araladım. Gözlerim beyaz tavana saplanırken çok büyük bir acı damarlarımda geziniyor, beni her saniye biraz biraz öldürüyordu. Üşüdüğümü hissediyordum fakat parmaklarım sıcak bir şeye değiyordu. Birisi benim elimi tutuyordu.

"Mete..." Dudaklarımın arasından çıkan ses bana ait gibi gelmedi kulağıma. Bir başkası benim yerime benim ağzımdan konuşuyor gibiydi. Çatlak, yıkık dökük, paramparçaydı sesim bile. Tıpkı bedenim gibi.

"Mete yok, Barış var. Uyar mı sana?" Elimi tutan kişi üzerime doğru heyecanla eğildiğinde gözlerim Barış'ınkilere tutundu. Dudaklarımın çevresi ve damaklarım bile acıyordu. Boğazımdaki ağrı yutkunduğumda daha da şiddetlendi. "Benekli, o kadar çok uyudun ki seni öpüp uyandırması için birkaç prens buldum getirdim. Kapıda bekliyor hepsi."

Barış her zamanki gibi bir şeyleri dalgaya vurmaya çalışıyordu fakat bu sefer hiç başarılı değildi. Gözlerindeki nem ağlamak üzere olduğunun sinyalini açıkça veriyordu. Kafam karışmış halde ona bakıp neler olduğunu anlamaya çalıştığım sırada "Prens mi?" diye sordum.

"Evet," dedi neşeyle. "Senin prenslerin. Bir tanesi de kralınmış hatta. Bana bu dedikoduyu vermediğin için başka bir zaman çok fena azarlayacağım seni."

"Barış, anlamıyorum." Üzerimdeki mavi önlüğe baktım. Bir hastane yatağında olduğumu anlayınca geri kalan parçalar birer birer doluştu arkasına. Siyah araç gözlerimin önünden geçti, cam aşağı indi ve Hermes'in yeşil gözleri karşımda belirdi. Barış'ın elini daha fazla sıktığımı fark etmedim ama o beni rahatlatmak ister gibi sakince "Geçti," dedi. Dudaklarını saçlarıma bastırmadan hemen öncesiydi. "Sen hastanedesin ve hepimiz buradayız. Onar dakikada bir nöbet değişiyoruz seninkilerle. Sen en çok beni sevdiğin için bende uyandın. Ne şanslı adamım ama."

"Barış..." Kafam allak bullaktı. Anılar parça parça belirip kayboluyordu. Zihnimdeki kargaşa büyüdükçe nefes almaya ihtiyaç duyuyor fakat bunu yapmayı denedikçe boğuluyordum. "Pencereyi açar mısın?" Elimi onun elinden çekip kaburgama götürecekken beni hızla durdurduğunda gözlerimi kocaman açtım.

"Pencere açık," dedi yavaşça.

"Elimi bırak."

Bırakmadı. Neden bırakmıyordu? "Yapma," dedi inat edeceğimi anlayınca. "Yapma, sakin ol."

Ben vurulmuştum.

Vurulmuştum da ölmemiş miydim?

"Pencereyi aç," dedim tekrar. Nefes almayı denedim fakat birisi boğazımdan aşağı bir kanca itmeye çalışıyor gibi hissettiriyordu bu. Sanki içim deşiliyordu. Soluk alamadıkça paniğim arttı. "Hava yok," dedim ona yalvarır gözlerle bakarak. "Hava alamıyorum."

"Korkacak bir şey yok." Beni sakinleştirmeyi denerken benden daha çok korkmuş görünüyordu. "Doktor bunun normal olduğunu söyledi. Yine de onu çağırmamı ister misin?"

"Görkem nerede?" Gözlerim yanıyordu. "Ona bir şey mi oldu?" Sol yanım çok ağrıyordu. Doğrulmayı denemek istedim ama başımı kaldıracak gücüm bile yoktu. "Barış..."

"Onu çağıracağım," dedi telaşla ayaklanarak. "Korkma, o iyi. Onu buraya getireceğim. Sen kıpırdama tamam mı?"

"Gitme." Parmak uçlarım onun parmaklarına karışırken kuvvetsiz bir şekilde onu tutmayı denedim. Barış'ın adımları anında kesildi ve dönüp bana baktı. Diğer elini kısa saçlarının üzerinden geçirdiğinde saçlarını yeniden uzatması için yalvarmak geldi içimden. Mete öldüğünden beri hep öyle kullanıyordu. Ben de ölmüş olsaydım acaba ona ne olurdu? "Yalnız kalmak istemiyorum," dedim hâlâ düzgün nefes alamazken. "O gelsin, sonra sen gidersin. Ben kendimi koruyamam."

Barış'ın kaşları acıyla çatıldığında alnında içimdeki yaradan derin çizgiler belirdi. "Güvendesin," dedi aklıma kazımak istercesine. "Asya, bir sorun yok. Sen güvendesin."

Öyle miydim?

Canım çok yanıyordu.

Gözlerim yaşardığında Barış bir çare arıyordu, sonra kafasına birden dank etti. "Kapıda zaten. Hemen şurada. Seni yalnız bırakmadan ona seslenirim, o girince ben çıkarım tamam mı? Hiçbir yere gitmeyeceğim. Bana ihtiyacın olursa Barış desen yeter, ben duyar gelirim. Hemen gelirim."

Gözleri kan çanağı gibiydi ve biraz ter kokuyordu. Ne kadar zamandır buradaysam o kadar zamandır eve uğramadığı belliydi. Üzerini değiştirmek şöyle dursun, yüzünü yıkamaya bile fırsatı olmamıştı.

Başımı bir kez eğip kaldırdığımda daha fazlasını yapamadım. Onu onayladığımı anladı ve kapıya doğru hızlı hızlı yürüdü. "Uyandı," dediğini duydum önce. "Görkem, seni istiyor."

Birkaç adım sesi duydum, bir kapı kapandı. Kapıyı göremiyordum, bir duvar açıyı kapatıyordu. Sanırım orada minik bir koridor bulunuyordu ve Görkem o duvarın hemen ardında tereddüt içinde dikiliyordu. İçeri doğru bir adım attığında gözlerim onunkilere çarptı. Gözleri dev dalgalı bir okyanus değil de durgun bir denizdi. Akı kırmızıya dönmüş, koyu yeşil ve mor halkalar gözlerinin hemen altına yerleşmişti. Şakağında yeni bir yaranın kabuğu duruyordu. Mühürlü dudaklarında ise bir veda busesinin acı izi vardı.

"Uyanmışsın," dedi bana doğru yavaşça yaklaşırken. Adımlarını temkinli atıyordu ve gözlerimin içine fazla dikkatli bakıyordu. Bu beni huzursuz etti. Benden bir şeyler saklamak ister gibi görünüyordu. Aslında, benden her şeyi saklamak ister gibi duruyordu. "İyi misin bebeğim?"

Avucumu kaburgama bastırdığımda adımları bunu yapmamı engellemek için hızlandı ama artık çok geçti. Karnıma dokunur dokunmaz acı dolu bir inleme eşliğinde doğruldum yerimden. Birisi ciğerlerimi yırtıyor olmalıydı, birisi içimde bir bıçağı kanırta kanırta organlarımı yerinden çıkarmaya çalışmıyor ise bu kadar acı çekmem çok saçmaydı. Gözlerimi kocaman açtım. Öyle canım yandı ki yeniden öleceğimi sandım. "Bir terslik var," dedim kesik kesik nefeslerle. "Nefes alamıyorum."

Elini elimin üzerine koyup karnımdan çekmemi sağladı. Ardından parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi ve diğer elini yüzüme uzatıp baş ucuma oturdu. "Yatağının başını biraz kaldıralım." Sesini normal tutmaya çalışsa da ömründen ömür gidiyor gibiydi. Kolumdaki damar yoluna uzanan serum kablosuna dokunmamaya dikkat ederek yatağımın baş ucunu otuz derece kadar kaldırdı. "Doktorun birazdan seni kontrol etmek için gelecek," dedi. "Onu şimdi çağırsam da bir şey değişmeyecek. Sana olabildiğince az ilaç verecekler."

Mahvolmuştu.

Karşımdaki adamı mahvetmiştim.

Bakışları hüzün doluydu. Çektiği acı gözlerinden okunuyordu. Saçları birbirine girmiş, keçe gibi görünüyordu. On yıl kadar yaşlanmıştı sanki. Gülümsemeyi unutmuş dudaklarının kıyısında derin bir çukur vardı, o çukura beni gömmüştü. Bir kez daha gülümseyebilmek için benim dönmemi beklemişti. Buradaydım ama canım yanıyordu. Canımın yangını aramızdaki gönül bağından olsa gerek onun içine de sıçrıyordu.

Görkem çok kötü durumdaydı ama ona dikkatle baktığımı fark edince gülümsemeye çalıştı. Ben de bir kez gülümsemiş, öyle gitmeyi denemiştim.

Ben bu adamın kollarında gözlerinin içine baka baka ona bir veda konuşması yapmıştım.

Görkem sırtında benim cesedimi taşıyordu. Buydu duruşunun kamburlaşma sebebi.

Elimi tuttu, ellerinin arasına aldı. Onun bileğinde ipler vardı fakat benim bileğim boştu. "Özür dilerim," dedim gözlerimi sıkıca yumup açarak. İçime çektiğim nefes yeniden soluk boruma delikler açtı. Bir anda, o şefkatle parmaklarımı okşarken ben şiddetle ağlamaya başladım. "Ben seninle tek bir mutlu gün geçirmek istemiştim. Her şeyi geride bırakıp baş başa kalacağımız tek bir günümüz olsun istemiştim. Özür dilerim. Bunu istememeliydim. Hayal kurmamalıydım. Özür dilerim."

Her kelimem bir zehri onun içine enjekte ediyor gibiydi. Zaten soluk olan yüzündeki tüm kan çekildi. Devam edecektim, daha fazla şey söyleyecektim ama "Yağmur," diyerek durdurdu beni. Başını benimkine yaklaştırdığında gözleri derin bir sevgiyle kaplanmıştı. "Ağlama." Sesi titriyordu. Aynı şekilde titreyen parmaklarıyla yüzüme uzandığında ona bakmak istemedim ama çenemi kavrayıp hafif bir dokunuşla beni kendine çevirdi. "Her günümüzü en mutlu günümüz yapacağım bundan sonra. Sen hayal kuracaksın, ben onu gerçek kılacağım. Bak bana, bak gözlerime. Ne özrü sevgilim? Sence ben biraz olsun suçluyor muyum seni tüm bunlar için? Ben özür dilerim asıl, yalvarırım ağlama."

Canımın çok yandığını ona söylemek istemedim ama bu, kaldırabileceğimden fazlasıydı. İçimde bir şeyler ölüyor gibiydi. Bedenimin sol tarafı kuruyordu. "Çok mu acıyor?" diye sordu dolu gözleri kısılırken. Ağlamamı durdurmak için dudaklarımı ısırdığımda bu kez çatlak dudağımda bir acı belirdi. Başımı iki yana sallayacaktım ama Görkem, azıcık kaldırabildiğim başımı tutup omzuna bastırdı ve kolunu bedenimin arkasından geçirip beni hafifçe kendine doğru çekti. "Geçecek," dedi eli saçlarımın arasına karıştığında. "Geçecek bi'tanem. Her şeyim, hepsi geçecek."

Kalplerimiz birbirine dokunduğunda benim ellerim boşlukta sallanıyor, onunkiler beni sıkıca sarıyordu. Bu sarılmaya ihtiyacı olduğunu iliklerime kadar hissettim. Yapabilseydim, ona karşılık verirdim. Elimi havada tutmaya gücüm olsaydı onun kalbine yaslardım. "Nefes alamıyorum," dedim çaresizce başımı boynuna doğru yaklaştırarak. Burnum hayat damarına sürttüğü an onun ben gözlerimi kapatmadan önce parmaklarını boynuma bastırıp nabzımı kontrol ettiği an bir şimşek gibi çaktı gözlerimin önünde.

"Bir tüp vardı ağzında," dedi saçlarımı yavaşça okşayarak. "Nefes almanı o sağlıyordu. Şimdi onu çıkardıkları için boğazın acıyor olmalı ama geçecek."

"Kurşunu çıkardılar mı?" diye sordum. Cevabın hayır olmasını bekliyordum, bu karnımdaki bütün sancıları mantıklı kılardı. Bir kurşun ciğerime sıkışmış, ben hareket ettikçe kaburgamın altına doğru ilerliyor olmalıydı.

"Evet," dedi. "Çıkardılar."

Gözlerimi sıkıca yumdum. "Dikmeleri gerekti o zaman." Bu, her şeyden daha fazla yaktı canımı. "Bir dikiş izim daha oldu değil mi?"

Herhalde kan kussa canı bu kadar yanmazdı. "Evet bebeğim," diye fısıldadı kulağıma doğru. Dudaklarını şakağıma bastırdığında beni ölümden dönmüşüm gibi değil de ölümden dönen oymuş gibi öptü. "Yemin ederim onu da sevdireceğim sana."

Ona daha fazla sokuldum ve çekebildiğim kadar kokusunu çektim içime. Gözyaşlarım üzerindeki gömleği ıslatıp durdu. O hiç bıkmadan usanmadan her bir saç telimi özenle tek tek sevmeye devam etti. Bana ne olduğunu öğrenmek istiyordum ama buna hazır hissetmiyordum. Canım yeteri kadar yanıyorken daha fazlasıyla uğraşacak kadar güçlü değildim. "Ne kadar zaman oldu?" diye sordum. "Ne kadar zamandır görmüyorsun sen beni?"

"Bilmiyorum ki." Hesaplamamış mıydı? "Bana kalırsa birkaç yüz yıl," dediğinde dudaklarım bir kavis kazandı. Yeniden yavaşça arkama yaslanmamı sağladı. "Yastık ister misin?" diye sordu. "Kendini aç hissediyor musun? Sanırım yumuşak gıdalarla beslenmen gerekecek bir süre ama açsan bir şeyler ayarlayabiliriz doktora danışıp." Hızlı hızlı konuşmasını beni korkutmamak için yavaşlatırken omuzları yenilgiyle düştü. Çaresizlik bir bedene bürünüp karşıma geçmiş gibiydi. "Ne yapabilirim senin için?"

Onu böyle görmek beni çok üzüyordu. "Su," dedim bir çölden kuru olan boğazımı ıslatma isteğiyle. "Su bulabilir misin?"

Gülümsedi ve bu gerçek bir gülümsemeydi. "Keban Barajını İstanbul'a bile getiririm, ne demek su bulabilir misin?"

Bu dejavu bana iyi geldi. Ben o anda da iyi değildim aslında, ona bir şey olmasın diye durmaksızın bir içkiyi yudumlayıp kendimi bile bile zehirlemiştim ama yine de biz böyleydik işte. Bu bizim normalimizdi.

Odanın bir ucundaki tekerlekli masanın üzerinde birkaç küçük kutulu su vardı. Onlardan birini alıp kutuyu yavaşça açtı ve bardağı bana uzatmak yerine dudaklarıma doğru yaklaştırdı. Başımı doğrultamıyordum ama bu pozisyonda da yutkunamazdım. Bu yüzden bir elini başımın arkasından geçirerek kafamı kaldırabilmem için beni destekledi ve diğer elindeki suyu dudaklarıma yasladı.

O kadar çok susamıştım ki içtiğim hiçbir su bu su kadar tatlı gelmemişti bana hayatım boyunca.

Görkem bardağı çekiyor, nefeslenmem için bana süre tanıyor ve yeniden dudaklarıma yaslıyordu. Bu sırada "Yavaş, evet, tamam," gibi kelimelerle de su içişimi takdir ediyor ve beni yönlendiriyordu.

Bardak boşalınca onu bir kenara koydu ve baş parmağını alt dudağım boyunca gezdirerek içerken taşırdığım su damlalarını sildi. Kendi suyumu içemeyecek durumda olmaktan nefret ettim. Biraz daha içmek istediğimi ona söylemeye de utandım. Gözlerime kilitlendiğinde hemen yeniden ayağa kalktı. Onu küçük sulardan birini daha alırken izledim. "Biraz daha?" diye sordu ama bunu istediğimi zaten gözlerimden anlamıştı.

Su içmek, içimdeki yangının birkaç saniyeliğine de olsa sönmesine sebep oluyordu. Boğazımdaki kaşıntıyı gideriyor ve geçtiği bütün yolları soğuttuğundan olsa gerek kendimi biraz uyuşmuş hissetmemi sağlıyordu. Yeniden bir kutunun üzerindeki ambalajı açıp bana uzattığı plastik bardağı. Yine aynı şekilde yavaşça yudumlamamı sağladı. Bakışlarındaki şefkat içimde daha fazla ağlama isteği uyandırıyordu.

Bana öyle bir özlemle bakıyordu ki bizi gören gerçekten de aramıza yüzyılların girdiğini sanırdı

"Teşekkür ederim," dedim büyük bir mahcubiyetle. Korunmasız, savunmasız, küçük bir bebekten farksızdım. O güçlü kadına dönüşebilmek için çok çabalamıştım. Yıllar süren bir çabaydı bu. Onun beni terk etmesi ise yalnızca birkaç saniyeydi. Bir kurşun gelip karnımı delmiş, sonra her şey bitmişti.

"Böyle bakma n'olursun." Başımı ona doğru çevirdiğimde çenemdeki ıslaklığı silmek için işaret parmağının tersini kullandı. "Sana çok aşığım ben. Öyle böyle değil Yağmur. İçimi parçalıyorsun, yapma."

"Buraya ne oldu?" Parmağımı kendimi zorlayarak havaya kaldırdım ve şakağına dokundum. Hâlâ nefes almakta zorlanıyordum ama o konuştuğu zamanlarda bunu daha az düşünüyordum. "Bir şey yapmışsın sen."

"Biz," diye düzeltti beni. O varsa diğerleri de vardı. Onu yalnız bırakmamış olmaları içimi ısıttı.

Hepsini çok korkutmuş olmalıydım. Onları da görmek istiyordum ama içeri çağıramayacak kadar utanıyordum bu halimden. Ben beni hiç kimsenin bu şekilde hatırlamasını istemezdim. Halbuki son nefesimde olduğumu sanarken de onlarla konuşuyordum. Aslında bu da yüzlerine nasıl bakacağımı düşündürüyordu bana. Karşılaşacağım manzara beni korkutuyordu.

"Benden sakladığın bir şeyler var senin," dedim yorgun argın. "Doktor ne söyledi sana?" Duymak istediğimden emin değildim. Elimi bir kez daha karnıma götürdüm ama bu sefer hafifçe dokundum önlüğün üzerinden dikiş izimin olduğunu tahmin ettiğim yere. Aklıma gelen ihtimal yüzünden kalbim sıkışırken "Bizden," dedim gözlerimi kocaman açarak. "Bizden bir hayalimizi mi aldılar?"

"Yağmur..."

"Hamile miydim?" Ne dediğimi bilmiyordum ama o an sırtımı yataktan ayırarak doğruldum. "Değildim," dedim biraz olsun düşünebildiğimde. "Değildim Görkem. Saçmalama."

Gözlerinde gördüğüm neyin kaybıydı o zaman?

"Değildin," dedi hızlıca. "Aldığın hasarı doktorun geldiği zaman sana açıklar." Yalan söylemiyordu, bana böyle bir durumda yalan söylemezdi. "Sürecin nasıl ilerleyeceğini bize o anlatır."

"Ne süreci?"

"Çok ağır bir ameliyat atlattın Yağmur." Her bir kelimesinde içinden bir şeyler kopuyordu. "Senin yaşamanın mucize olduğunu söylediler bize."

Ve Görkem Duman, kendini daha fazla tutamadı. Bileğimi kavrayıp nabzıma dokundu. "Kalbin durdu senin," dedi bana. Ondan bunu duymak beni dehşete uğrattı. "Ambulans gelmeden önce..." Dili bir dikendi ağzının içinde, konuşurken canını yakıyordu. "Senin kalbin durdu." Bu gerçekle yüzleşmeye çalışıyordu. "Öldüm sandım Yağmur."

Başına gelenleri hayal etmek beni yerle bir ediyordu. "Buradayım," dedim ona.

"Yoktun," dedi bana. "Sana seslendim seslendim açmadın gözünü. Açmadın kızım." Bileğimi sıktı. "Her şey bitti sandım. Dünya durdu sandım. Ben seni kaybettiğimi sandım." Oturduğu koltukta öne doğru eğildikçe eğildiğinde başını yatakta duran elime yasladı. "Çok korktum," dedi bir çocuk gibi bana sığınarak. "Çok korktum Yağmur."

Göğsünün şiddetle inip kalkışını duyabiliyordum. Ben bir nefes alamıyorsam o bin nefesi dışarı üflüyordu ciğerlerinden. "Diğerlerini çağırmalıyım," dedi kontrolünü kaybedeceğini hissettiğinden. "Çağırayım mı? Gelsinler mi içeri?"

"Sakinleş önce," dedim saçlarının arasına koyarken elimi. Gözümden kayan yaş yanağımdan kulağıma doğru bir yol çizdi. Sevdiğine kalp masajı yapmak zorunda kalan bir adam nasıl sakinleşebilirdi ki? "Beni kurtarmışsın." Gülümsedim. "Yine."

Onun gülmeye mecali yoktu. Çenesini elimin üzerine yaslayıp şiş gözlerini yüzüme dikti. "Kız bana," dedi kısık bir sesle. "Bağır çağır küfret, bunu hak ediyorum ben. Seni hiç hak etmiyorum ben."

"Ben öyle düşünmüyorum. Bak benim kalbim durmuş ama senin adını unutmamış. Yeniden çalıştığında bile sen diye atmaya başlamış."

"İnan ki bu konuda şaka kaldıracak durumda değilim."

"Üf ya," dedim gülümsemeye devam ederek. "Diğerlerine sorsana bir, onlar şaka kaldıracak gibiler miymiş?"

"Getireyim hepsini." Gözlerimizi birbirinden ayırmamak için duvarın önüne doğru geri geri ilerledi. Ardından bana arkasını dönmek yerine kolunu geriye doğru atarak kapıyı açtı. Bana bakmayı hiç bırakmadan, "Çocuklar," dedi. Sesini yükseltmemişti ama hepsi kapıya yakın olsa gerek onu duymuşlardı. "Yağmur sizi görmek istiyormuş."

Görkem önde, üç adam arkasında sıra sıra içeri girip Daltonlar misali yan yana dizildiler yatağımın karşısına.

Yürüyen Ölüler dizisi için seçmelere katılmış gibi görünüyordu dördü de, eminim ki rolü kolayca kaparlardı.

Kaya'nın yeşil gözleri yosun tutmuştu. Arda'nın kıvırcık saçları düğümlenmişti. Can'ın bakışları bana değdiğinde yüzüne yerleşen gülümseme gözlerini doldurmuştu. Başını yere eğerek benden saklamaya çalıştı bu durumu.

"Selam," dediğim an bir domino misali üst üste devrilecekler sandım. Bana duydukları sevginin altında eziliyordum. Hepsi bana dünya üzerindeki en değer verdikleri kişiye bakar gibi bakıyorlardı. Hepsinin en kıymetlisiydim.

"Çabuk senin güzelliğini abartalım," dedi Arda. Bu evden çıkmadan önce onlarla yaptığım son konuşmanın bir parçasıydı. İçime doğmuş gibi fotoğraf çekinmek istemiştim bir de sonrasında. Az daha o fotoğraf bizim son fotoğrafımız olacaktı.

"Yok," dedi Can ona eşlik etmeye çalışarak. "Abartamayız, yalan olur. Bayağı çirkin şu an."

"Evet," dedi Kaya. "Çok çirkin."

"Görkem!" diyerek sesimi yükseltmem hepsini güldürdü. Birbirimize nasıl yaklaşmamız gerektiğini kestiremeyecek kadar diken üzerindeydik. Bu yüzden eski diyaloglarımıza hiçbir şey olmamış gibi devam etmeyi seçiyorduk.

Bir de benim canım çok yanıyordu ama bunu gizlemeye çalışıyordum.

"Barış'ı da çağırın," dedim o an. "Tek kalmasın dışarıda."

"Tek değil," dedi Görkem. "Babamla konuşuyorlardı kenarda."

Şaşkınlıkla doğrulmaya çalıştım. "Baban da mı burada?"

"Abisi ve annesi de buradaydı," dedi Arda. "Yine gelecekler. Eylül de aşağıda, kızlar geliyor onları karşılayacak."

"Kızlara da mı söylediniz?"

"Bahar on iki kez Kaya'yı arayıp ulaşamayınca birer kez de bizi aramış," diyerek sözü devraldı Can. "Ne olduğunu az önce benden öğrendi. Öğrenir öğrenmez çıkmış bürodan buraya gelmek için. Bige abla da aynı şekilde Egemen abiye ulaşamayınca Arif amcayla konuşmuş falan. Öyle yani. Zincirleme bir şekilde haberin ulaştı herkese."

"Barış nasıl öğrendi?"

"Onu ben aradım." Gözlerimi Kaya'ya çevirdim ve kurduğu cümlenin ağırlığının altında kaldığını hissettim. "Kan gruplarınız aynıydı."

"Sen bunu nereden biliyorsun?"

"Ben hepiniz hakkında her şeyi bilirim Asya." Gözlerim bir süre daha onun gözlerine saplı kaldı. Ardından Kaya, bana doğru adımlamaya cesaret edebilen ilk kişi oldu. Baş parmağını gözümün kenarına dokundurup "Gözünü açar açmaz ağladın mı?" diye sordu ciddi bir sesle. "Çok zırıldak bir şeysin sen."

Böyle diyordu ama ben biliyordum ki benim gizlemeye çalıştığım gözyaşlarım onun içine dökülüyordu.

"Oh," dedi Arda. "Cilt bakımı." Bu yersiz cümle bizi güldürdüğünde Arda daha da gülelim diye "Bak bana," dedi işaret parmağıyla yanağını göstererek. "Pasparlak bir şey oldum sayende. Işıl ışıl oldu yanaklarım ağlamaktan. Kirpiklerim uzadı kız, sağ ol valla."

Kaya kendini baş ucumdaki sandalyeye bırakırken Görkem de odanın bir köşesinden beni ve diğerlerini izliyordu. "Bu adam griydi," dedi Arda, Görkem'in göğsüne elini vurarak. "Ne dramalar ne dramalar, yerlerden topladık bu herifi biz. Gözüne fer getirmişsin. Sensiz bu hiç çekilmiyor Asya'm ya, yapma böyle şeyler o yüzden."

"Bu da yürüyen bir kül tabağıydı," dedi Can, Arda'ya tiksintiyle bakarak. "Pasif içicilik yüzünden ciğerlerim sönmüş olabilir, hazır buradayken bir akciğer grafisi çektireceğim. Eğer zarar görmüşsem Arda'ya dava açayım diyorum, avukatım sence Bahar mı olmalı yoksa Egemen abi mi?"

Gülümsemeseydim hepsi ağlamaya başlayacakmış gibi görünüyordu. Bu yüzden kendimi gülümsemeye zorladım. Onlara bir veda konuşması yapmıştım ben, öldüğümü sanmışlardı. Bunu bize unutturmak için ellerinden geleni yapıyordu her biri ama gerçeklerin nefesi hepimizin ensesindeydi.

Bu kez toparlanmamız çok zor olacak gibi görünüyordu.

Dirseğimin iç kısmında bir temas hissettim. Kaya, işaret parmağıyla yavaşça damar yoluma dokunuyordu. "Acıyor mu böyle?" diye sordu her şeye karışan meraklı babalar gibi. "Enfeksiyon falan olmasın, ne zaman değiştirdiler acaba?"

"Yeni duruyor," dedi Arda. Uzanıp serum kablosuna dokundu. "Bu da akıyor, her şey yolunda şu an."

Hiçbir şeyin yolunda olduğu yoktu, birbirimizi kandırıyorduk.

İçime çektiğim nefes yine kendine gidecek bir yol bulamayıp çıkmaza çarptığında öksürme refleksim tetiklendi. Başımı soluma doğru çevirip yalnızca bir kez öksürmem, beni tutup cehennemin ortasına sürükledi. Avucumu soluma götürüp ameliyat yerimi destekleyerek doğruldum. Bir kez daha öksürdüğümde gözlerimden yaşlar akmıştı. Kaya, ona yakın olan elimi sımsıkı tutarken kalan Analizcilerin üçü sanki bir şey yapabileceklermiş gibi bana doğru hareketlendi.

İyi olduğumu söyleyemiyor oluşum hepsini korkutuyordu. Ben ölsem bile iyiyim derdim ama şu an ölmekten beter haldeydim. Can "Su vereyim," derken Arda "Hemşireyi bulayım," demişti. Görkem'se gelip doğrulmak istersem diye elini sırtıma yakın bir yere yaslamış, ona bir şey söyleyeyim diye gözlerimin içine bakıyordu.

Ona korkarak bakıyor olmalıydım. Bu normal değildi, karnıma sokulan kör bir bıçak varmış gibi mi hissedecektim bundan sonra hep? Kaya'nın elini yolmak pahasına sıkı sıkı tutarken başım Görkem'in olduğu tarafıma doğru düştü. "Çok acıdı," dedim zayıf bir sesle. Etrafımda her zaman sırtımı yaslayabileceğimi düşündüğüm dört adam, bana o güveni vermiyorlardı artık. Küçük bir rüzgâr bizi devirmeye yetebilir gibiydi, benim cümlelerimse onlara fırtınaydı. "Canım çok yanıyor."

Gözlerimden arka arkaya yaşlar yuvarlanırken "Bir şey yapamaz mısınız?" diye sordum Görkem'in dolu gözlerinden gözlerimi çekip Arda'ya çevirerek. "Bu beni öldürür," dediğim an odanın içi buz kesti. Kendimi kaybediyor olmalıydım. "Kurşun nereye gelmiş?" Hâlâ ağlıyor, zorlukla konuşuyordum. "Nereye gelmiş? Neden bu kadar acıyor? Ne yaptılar bana? Cevap versenize. Lütfen, bir şey yapalım. Canım çok yanıyor."

"Sevgilim..."

Görkem'in titreyen sesi göğsünün altına sıkılan bir kurşundu onun da. Devamında ne diyeceğini bilemedi. Kaya elimi sıkmaya devam ederken "Birilerini bulun," dedi. "Arda, hadi oğlum. Can, Görkem'e bir nefes aldır sen de. Ben burada onunlayım, sıkıntı yok."

"Kaya..." Kirpiklerimi ıslatan yaşlar yüzünden onu bulanık bir şekilde görebiliyordum. Görkem'in elini kalbinin üzerine koyduğunu hissettim. "Bulacağız bir yol," diyordu bana. "Bulacağız, bulmaya gidiyoruz. Hemen döneceğiz."

Gittiler mi bilmiyordum ama bir kapı sesi duymuştum. Başımı iki yana sallıyor, Kaya'ya bakıyordum. "Yalvarırım bir şey yapalım," dediğimi hatırlıyorum. Konuşan ben değil gibiydim. Ruhum solumdan taşıyor, benden eksiliyor, kanıma karışıp zemine akıyor gibiydi. "Canım çok yanıyor. Abi, ne olur bir şey yapalım."

Kara bulutlar taşıyan gözlerini yağmur yağmadan durdurmayı başardı. Benimle hayat arasında bir köprü kurmak ister gibi sağlam bir şekilde tuttuğu elimi dudaklarına götürdüğünde çenesi kaskatıydı. "Sakin ol," dedi telaşsız bir sesle. "Sakin ol, tamam mı? Ver diğer elini de bana. Yaranın üzerine bastırma Asya, bırak ellerini ben tutayım."

"Bir problem var," dedim çektiğim acı yüzünden yerimde duramazken. Damar yolumu sökmek, çığlık atarak koşmak istiyordum. "Bir şey var." Beni anlaması için yalvarır gözlerle baktım ona. "Ameliyat başarısız geçmiş olabilir mi? Bana yalan mı söylediniz, çıkarmadılar mı kurşunu? Bu normal değil Kaya. Normal değil."

"Seni daha fazla uyuşturmak istemiyorlar," diye açıkladı bana sakince. "Kendini zayıf hissediyorsun, değil mi? Vücuduna daha fazla yabancı şey sokmak istemiyorlar. Çok kan kaybettiğin için sanırım, ben de bilmiyorum tam. Hafifletmeleri için elimizden geleni yaparız biz, kendini toparlarsan belki direncin de güçlenir. Korkma, kendine sürekli ne kadar güçlü olduğunu hatırlat. İnan Asya, bunu da atlatacağız çünkü biz hep birlikte."

Acıdan kıvranıyor olduğum için kelimelerini zorlukla seçebildim. Biri bedenimde bir tuşa basıyor, vücudum o kısmına ağrılı sinyaller gönderiyor gibiydi. Sinyaller durmuyordu. Dursun istiyordum. Canım o kadar yandı ki "Neden ölmedim?" diye sordum Kaya'ya. İçeriye doluşan insanların varlığını hissettim, bir duvara çarpmış gibi irkildiklerini de. Kaya'nın elini bütün gücümle sıkmaya devam ediyordum. "Neden uyandım?"

Birileri baş ucuma yaklaştı. Bir doktor, gözlerimin içine ışık tuttuğunda beynime ardı arkasına dikenler batıp durdu. Kendimdeydim. Buradaydım. Burada olmak istemiyordum.

"Beyni içinde bulunduğu durumu reddediyor," dediğini duydum birinin. Bizden birisi miydi yoksa doktor muydu bunu söyleyen anlayamadım.

"Barış!" diye bağırdığımı hatırlıyorum. Sanırım çırpınıyordum çünkü birisi omuzlarımdan tutuyor, hareket etmemi engelliyordu. "Barış!"

Koşar adımlarla içeri giren beden, içerideki diğer insan havuzunu yararak üç saniyeden az bir sürede yanıma geldiğinde elinin sırtına tırnaklarımı geçirip muhtemelen etini kanattığım Kaya, kalkıp yerini ona vermek istedi ama onu öyle sıkı tuttum ki bunu yapamadı. Barış'ın yüzü diğer tarafımdan benimkine yaklaştığında "Buradayım," dedi telaşla. "Buradayım, ne oldu?"

"Söyle kurşunu çıkarsınlar." Damarımda bir soğukluk hissettim, bana verdikleri şey her neyse bileğimden omzuma tırmanan damarları yakarak kolumu uyuşturdu. Göz kapaklarıma bir ağırlık çökmesi saniyeler sürdü. "Bana yalan söylüyorlar." Sesim boğazımı yırtarak çıkıyordu dışarıya. "Kurşun içeride kalmış olmalı, tekrar baksınlar."

Bir elin saçlarımı okşadığını, tanımadığım bir sesin benimle konuşmaya çalıştığını fark ettim. Gözlerim ağır ağır kapanmak üzerelerdi ve ben çok korkuyordum. "Görkem, yine mi ölüyorum?" Yanaklarımdan yaşlar öyle hızlı boşalıyordu ki bir yangının ortasında olsam gözyaşlarım o yangını söndürürdü.

Görkem'in "Bak bana," dediğini duydum. Ardından üzerime düşen gölge onunkine dönüştü. Alnıma dudaklarının baskısı yerleşti, saçlarıma bir damla yaş karıştı. "Kapat gözlerini bebeğim," dedi hatırladığım son anlardan birinin içinde gözlerimi açık tutmam için bana yalvaran o adam. "Burada olacağım. Hepimiz burada olacağız. Uyursan geçecek. Uyu güzelce, tamam mı?"

"Gitme." Yüzü silikleşiyordu. Kolumdan başlayan uyuşukluk omurgamın çevresini sarmış olduğundan artık çırpınamıyordum.

"Hiçbir yere gitmiyorum." Birisi floresanları kapatmış olmalıydı çünkü tek bir saniye sonra karanlığa gömüldüm. Bir şeyler sayıklıyordum, bir şeyler sayıkladığımı biliyordum ama ne olduğuna anlam veremiyordum.

Mete'nin elini tutun, diyordum oysa. Mete'yi alın, böyle görmesin beni.

Kucağımda bir kundak vardı. Minik mavi gözler, benimkilere tutunmuştu. Bebeğin gözleri mavinin en sevdiğim tonuydu. Görkem'in okyanuslarına benziyordu.

Gözümün önünde bir şimşek çaktı, kendimi yarısı kuru ve yarısı çiçeklerle bezeli koca alanın ortasında buldum. Başımı çevirdim, arkama baktım. Orada Analizcileri bulmayı umdum ama tek gördüğüm boyu belime bile gelmeyen bir erkek çocuğuydu. "Canın çok yanıyor, biliyorum," dedi bana. Yaşına göre fazla olgun konuşuyordu. Sonra birden acım acısıymış gibi dudaklarını büzdü. Gözünden akan bir damla yaşı elinin tersiyle kurulayıp başını sol omzuna doğru eğdi. "Ama dayanamaz mısın? Dayabilirsen belki bir gün ben de sana gelebilirim."

Ona doğru yürümek istedim ama o arkasını dönüp koşarak gitmeye başladığında "Gitme," diye seslenmekten başka bir şey gelmedi elimden. Sonra birden o hiçliğin ortasından sıyrılıp yine beyaz bir tavana bakarken buldum kendimi.

"Buradayım," dedi Görkem elimi sıkarak. Kaç saattir uyutulduğumu bilmiyordum ama onun güzel yüzü bir o kadar sene daha yaş almış gibi görünüyordu. Çenesini saran sakallar bir tek yara izinin çevresini boş bırakıyordu. O iz, kabararak kızarmıştı. Sanırım sürekli oraya dokunmuştu uyanmamı beklerken. "İyi misin?"

Zihnim parçaları birleştirmekte yine zorlandığında bana zaman tanıdığını anladım. Kasıklarımın çevresinde bir sızı belirince çektiğim acı yüzünden bir kriz geçirdiğimi hatırladım. Beni durdurabilmelerinin tek yolu uyumamı sağlamak olmuştu. Bunu yaptıkları için onlara minnettardım.

Endişelenmesin diye ona "Evet," dedim.

"Doktora haber vermemi ister misin?"

"Buna şu an gerek yok." Pencereden içeriye ışık sızmıyordu. Hava kararmıştı, gün geceye varmış olmalıydı. "Hâlâ buradalar mı?"

"Hepsi, bebeğim." Yanağımı yavaşça okşadı. "Herkes. Kapının önünde bir ordu kurduk, birisi birisine sen eve git demeye kalktığı zaman üçüncü dünya savaşı çıkıyor." Dudaklarım yukarı kıvrıldığında hâlâ nasıl korktuğunu hissediyordum ama gözlerime ne zaman baksa korkusu diniyor gibi görünüyordu.

"Bana n'olursun acıyarak bakma." Parmaklarımı yüzüne uzatabildim ama bir sebepten, gözlerini bana çevirmesi içimi ateşe verdi. Bir kundağın görüntüsü belirip aynı saniye kayboldu zihnimin gerisinde. "Bana böyle bakman beni çok üzüyor. Lütfen bunu yapma."

"Özür dilerim," dedi hemen. "Elimde değil, çok özür dilerim. Kendini biraz daha iyi hissediyor musun?"

"Hıhı..."

"Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı? Bir yerin ağrıyor mu ya da canın bir şey istiyor mu? Susadın mı?" Bir anda sustu, başını iki yana salladı ve yeniden yüzüme doğru yaklaştı. "Özür dilerim, böyle yaparak seni daha çok boğuyorum sanırım. Ne yapacağımı bilmiyorum Yağmur, çok özür dilerim. Ben çok özür dilerim."

"Getir yüzünü yakınıma," dediğim an bu ölüm kalım meselesiymiş gibi hemen burnumun dibine girdi. "Öp şimdi beni," diye fısıldadım ona gülümseyerek. Dudaklarını dudaklarıma bastıracak sandım ama alnımı öptü uzun uzun. Biliyordum, gözlerini kapatmıştı bunu yaparken. Ardından yanağımı öptü, sonra burnumun ucunu ve en son dudaklarıma zorlukla hissedebildiğim minicik bir öpücük bıraktı. "Özür dilerim sevgilim," diye fısıldadı tekrar geri çekilirken.

Kendini suçlamaması için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ben ne kadar dil dökersem dökeyim Görkem sol yanında benim yediğim kurşunla bir ömür boyu yaşayacaktı.

"Üzerimi değiştirebilir miyim?" Kendimi leş gibi hissediyordum. Hastanelerden her zaman nefret ederdim ve hasta önlüğünden de aynı derecede nefret ediyordum. Bu bana kendimi ölüm döşeğinden kurtulamamışım gibi hissettiriyordu. Halbuki ben hayattaydım. Her şeye rağmen, yine hayattaydım. Bu hayatta kalma ısrarımı anlamıyordum. Neden ölemediğimi, daha ne kadar acıyla sınanacağımı anlayamıyordum. "Bana evden bir şeyler getirebilir misiniz?"

"Eylül ayarladı bile," dediğinde odanın köşesindeki koltuğun üzerinde toz pembe bir sırt çantası olduğunu gördüm. Benim için gerekebilecek her şeyi Eylül düşünmüş olmalıydı. "Yanlış anlamazsan..." dedi elimi sıkıca tuttu. "Sana yardım edebilir miyim?" Bana kendimi yetersiz hissettirmekten korktuğunu anladım. Ben zaten yetersizdim. Üzerimi değiştirmeyi bırak, kolumu yukarı bile kaldırabileceğimi sanmıyordum.

"Görkem," dedim ben de onun yanlış anlamasından korkarak. Çekingen sesim bakışlarını derinleştirdi. "Kızları çağırsan olur mu? Onları görmek istiyorum."

"Tabii..." dedi hemen ayaklanarak ama bunu beklemediği belliydi. Yardımını reddettiğim için kendini daha da beter hissedeceğini biliyordum fakat şu an, Eylül'e ihtiyacım vardı. Bir sırrı daha bölüşmemiz için, bir yangını paylaşmamız için yanımda onu istiyordum. "Hemen yolluyorum onları içeriye."

Gülümsedim ve sırtımı biraz doğrulttum. İlk gördüğüm Eylül oldu, sonra Bige abla ve en son Bahar girdi içeriye. Üçünün de gözlerinde ağır bir hüzün dalgası vardı ama beni gördüklerinde tüm kara bulutları dağıldı. Bunu önceden konuşmuş gibi hepsi gülümseyerek baktı bana. "Anlat kraliçem," dedi Bahar, çapkın bir göz süzüşle. "Anlat arkadaşlarına, bir insan hasta yatağındayken bile nasıl böyle güzel görünebilir. Aydınlat kızlarını çabuk."

Eylül "Sana yine dolap dizdim," dedi ellerini birbirine çarparak. "Üzerini değiştirmek istemişsin, Görkem öyle söyledi. Çünkü gerçek kraliçelerin düşündüğü ilk şey kombinleri olur. Neyse ki bana sahipsin."

"Bu mavi önlük boyumu kesiyor," diye eşlik ettim ben de onlara. "Beni olduğumdan daha kısa gösteriyor, rengi de gitmemiş pek bana değil mi?"

Bige ablaya döndük üçümüz de, cevabı o versin diye. Aramızda en olgun olan kişi oydu. Bu grup ilk kez dörtlü olarak bir araya geliyordu ama hepimiz onun grubun ablası olduğunu biliyorduk. Ayrıca bir doktordu, bu da başıma gelenlerin ciddiyetini en net şekilde kavrayan kişi olduğu anlamına geliyordu. Tüm bunlar birleştiğinde, yüzüne zar zor yerleştirebildiği tebessüm bir endişe yerleştirdi içime. "Ay evet," dedi yine de. "Sen lacivert kadınısın."

"Hıı..." dedi Eylül ve Bahar'la kikirdeştiler. "Tam bir lacivert kadını."

Lacivert, kana bulanmıştı.

Sevdiğim adamın elinden en sevdiği rengi almıştım.

Başımı iki yana sallayıp anda kalmaya, anıları sandıklara kapatmaya çalıştım. "Odan testosteron kokuyor resmen," dedi Bahar, yüzünü ekşiterek. "Erkek erkek erkek. Her yer erkek. Iy yani. Bizi özlemişsindir diye düşündük, gerekeni yapalım dedik."

"Keşke eve gitseydiniz."

"Saçmalama. Bige abla Egemen abiyi, Bahar da Kaya'yı öldürüyordu onlara haber vermedikleri için. Valla oğlanları ben aldım ellerinden." Eylül saçlarını omuzlarının gerisine doğru itip bana doğru yürümeye başladı. "Ayrıca Asya, sen bu bizimkilerle yaşamaya nasıl katlanıyorsun? Hepsi birbirinden daha çekilmez. Kop gel kızım, bende kal. Ömrünü çürütür insanın bunlar."

"Perişan olmuşlar," dedim bir yanım bunun için vicdan azabı çekerken. "Onları hiç bu kadar kötü halde görmemiştim."

"Ben de Kaya'yı ilk kez böyle gördüm," dedi Bahar. "Asya uyansın ben ona arabalı yatağımı bile veririm, bilgisayarlarım onun olur yeter ki uyansın diye beş saat ağlandı ortalıkta."

Gülmeye başladım. "Kaya asla böyle söylemez."

Bahar, "Of ya," dedi. "Bu kadar tanımasan olmaz mı onu?"

"Tabii ki tanıyacak," dedi Eylül. "O Kaya'nın kız kardeşi."

Yeniden gülümsedim, bunu yapmak için bile üzerime örtülü pikenin altından elimi karnıma bastırmam gerekiyordu. "Rahat nefes alabiliyor musun?" diye sordu Bige abla.

"Alıyorum doktor." Gözlerimi kırpıştırdım. Sonra bir yeşilçam yıldızı gibi değiştirdim konuşmamı. "Doktor, söyle bana. Kaç yıllık ömrüm kalmış?"

Bige abla, "Seni psikiyatriye sevk edeceğim," diye azarladı beni. "Ölümden dönmüş kadın gözünü açar açmaz ölüm şakaları yapmaya başlıyor. Allah'ım aklıma mukayyet ol benim."

"Bir şeyim yok ki benim." Yapabilseydim omuzlarımı silkerdim. "Turp gibiyim turp."

"Ne drama yaratıyorsun kız o zaman?" dedi Eylül alayla. "Üç kişi gerekmiş kollarından tutmak için, balık gibi çırpınmışsın küçücük yatakta. Damarını zor bulmuşlar da yollamışlar ilacı."

"İlaç verebiliyorlar mı artık bana?" Bu kurtuluşum olurdu. Yüzümü hevesle Bige ablaya çevirdim. "O zaman gerektiğinde ağrı kesici de yapacaklardır, değil mi?"

"Kendine daha büyük bir zarar verme diye risk almış olmalılar," dedi Bige abla, ciddi bir ifadeyle. "Dikişlerini zorlamamalısın." O, benim dikiş izlerinden nefret ettiğimi biliyordu. Sebebi hakkında fikri yoktu fakat bir zamanlar sol yanıma yediğim bıçak darbesinden sonra yarama bakarken ona dikiş istemediğimi kesin bir dille söylemiştim. Bu yüzden son cümlesini daha kısık bir sesle söyledi bana.

Dikişlerim vardı.

Biriyle baş edemezken bir başkası daha kazınmıştı tenime

Yine olduğum yerde buz kestim.

"Bana söylemiyorlar," dedim kafamı dağıtmak için. "Tam olarak ne olduğunu bana sen anlatabilir misin abla? Midem mi delinmiş, böbreğim mi düşmüş?" Güldüm. "Yoksa pankreasım mı? Olamaz, pankreasım çok önemli. Pankreas dedikçe pankreas kelimesi daha saçma gelmeye başladı kulağıma."

Bige abla da güler sanmıştım ama gülmedi.

"Abla?" dedim. Cevap gelmedi.

Bahar birden "Ay," dedi. "Ben bizi hep dörtlü date yaparken hayal etmiştim ama evrene detay vermeyi unutmuşum herhalde." Kendi kendine kıkırdadı. "Bir daha mekan seçimini sana bırakmamam gerektiğini öğrenmiş oldum en azından Asya."

Yeniden gülmeye başladığımda "Detay şart," dedim. "Ben de sadece sevgilimle birkaç güzel saat geçirmek istemiştim ama halimi görüyorsunuz."

Bunun onların donup kalmasına sebep olacağını tahmin edemedim. Kaç kişide kaç yara açtığımı artık hesap edemiyordum ama her birinin acısını ben çekiyordum, bu kesindi. İnce bir sızı yine karnıma birikiyordu. Birazdan keskin bir sancıya dönüşecekti.

"Hadi seni giydirelim," dedi Eylül, ilk toparlanan kişi olarak. "Bige abla, örtüyü şöyle Asya'nın ayak ucuna doğru toparlasana. Bahar, sen de stor perdeyi indir hadi."

"Eylül," dedim çekinerek. "Banyoya geçsek olmaz mı?"

"Duş alman için henüz erken," dedi Bige abla ama aynı saniye Bahar asıl derdimi anlamıştı. "Hadi biz dışarı çıkalım," dedi Bige ablanın koluna girerek. "Eylül prensesimizi hazırlasın."

Odada bir tek Eylül ve ben kaldığımızda kulağımda bir çınlama oldu. Su sesleri duydum. Zihnim bizi alıp bir duşa kabinin içine ışınladı. Saçlarımı yıkayan o kadının önünde çırılçıplak ve savunmazdım. Parmak uçları saç diplerime merhametini aşılıyordu. Sonra ikimizi yan yana bir yatakta uzanırken gördüm. Benimle konuşuyor, beni uyutuyor ve başımda bekliyordu.

"Sen yoktun," diye bir cümle öylece döküldü ortaya. Dudaklarımı kıpırdattığımı kendi sesimi duyduğumda idrak edebildim. "Diğerleriyle konuştum. Son nefesim sandığım anda diğerlerinin sesini duydum ama sen yoktun. Ölseydim sana veda edememiş olacaktım."

Benim için çıkardığı kıyafetleri üst üste dizmişti. Konuşmasaydım bana gülümseyerek gelecekti ama konuşup bunu da mahvetmiştim. Yüzüne acı bir ifade asıldı, ayak ucuma kıyafetleri bıraktı ardından derin bir nefes aldı. "Bu, bizi biraz olsun toparlamamı sağladı," dedi yavaşça. "Bana veda etmiş olsaydın, diğerlerini yaşayacağına inandıramazdım çünkü senin bana ettiğin veda beni bir mezar taşına dönüştürürdü güzel kızım."

Elini sırtıma yasladı, oturur pozisyona gelmemi sağladı. Ardından iki elimi tutup gözlerimin içine baktı. "Sen benim kız kardeşimsin," dediğinde ikimizin de gözleri doldu. "Bana senin yaralandığının haberi gelmeden tam bir dakika önce, çay içtiğim bardak tuzla buz olmuştu masamdan düşüp. Elimi göğsüme yaslamıştım irkildiğim için. Sonra o telefon çaldı Asya. Kötü bir haber alacağıma emindim aramayı cevaplandırırken ben."

Sessizce onu dinlerken o başını yavaşça iki yana salladı. "Barış kan verirken hemşireye içimde kötü bir his vardı ama benim, demiş sürekli. Can duymuş bunu. Yani Asya, kardeşler vedaları hissederlermiş. Ben de seninle öğrendim. Bana ettiğin vedayı ben hissettim ama yemin ederim ki ben senden bir saniye olsun vazgeçmedim. Gözünü açacağını biliyordum. Sen bizi arkanda bırakıp gidemeyecek kadar çok seviyorsun çünkü."

"Çok seviyorum," diye onayladım onu gözümden bir damla yaş daha akarken. Artık ağladığımda gözlerim acıyordu. O kadar çok gözyaşı dökmüştüm ki stoklarım yeni bir yaş üretirken zorlanıyordu. "Sizi bu kadar korkutmayı hiç istemezdim."

"Bir aile olduğumuzu hissediyor musun?" Baş parmağını boş bileğime yasladığında "Burada olması gereken ipin bizi birbirimize nasıl sımsıkı bağladığını artık hissediyor musun?" diye sordu. "Seni ne kadar çok sevdiğimizi biliyor musun? Bil Asya. Bil, bebeğim. Bize tutunmak zorunda olduğunu hep bil. Çünkü sen, bizi bir arada tutanımızsın."

"Kendimi çok güçsüz hissediyorum."

"Merak etme kız," dedi birden. "Sen toparlanana kadar bendesiniz. Ben toplarım senin oğlanların götünü. Sen iyi olmaya bak, sonra valla satarım dakikasında hepsini. Geçici olarak devralıyorum görevini yani, haberin olsun da."

Gülümsediğimde damar yoluma akan serumu durdurdu ve ucunu sökerek benimle kablonun bağlantısını kesti. Ardından serum direğini bana doğru yaklaştırdı. "Şimdi ayağa kalkman gerek," dedi. "Bundan destek almayı dene."

"Aslında," dedim bir sınırı aşmak isteyerek. Bunu yapmak zorunda olduğumu hissediyordum. "Görkem'i de mi çağırsak?"

Bakışlarını yüzüme çıkarttığında "Hiç kimseye bir şey borçlu değilsin," dedi bana. "Ona bile. O kendini kötü hisseder diye düşündüğünden böyle söylüyorsan onu çağırmayalım. Görkem kendini daha kötü hissedemez Asya. Merak etme sen."

"Hayır," dedim ve bu kez sesim daha netti. "Onu burada istiyorum. O beni tutsun, sen de giydir olur mu?

Kimi istersem o içeri geliyor, kimi istersem o çıkıyordu. Her şey benim kontrolümde gibiydi ama komik olan kendi bedenimi bile kontrol edemiyor oluşumdu.

Bacaklarımı yataktan sallandırmış bir halde Görkem'in içeriye giren adım seslerini dinlerken ayaklarımdaki karıncalanmanın bir an önce geçmesini umuyordum. "Ben geldim," dedi önce. Hemen ardından "Benden bir şey istemeye sakın çekinme," diye devam etti aklıma kazımak istercesine gözlerime bakarak. "İste, öleyim yoluna. Duydun mu beni? Sen bana yük olmazsın Yağmur."

"Yük olmaktan korktuğumdan değil, utandığımdan Eylül'ü istemiştim.

"Seni çıplak görmemden mi?" diye sordu hayretle. Eylül kendini gülmemek için zor tutuyor gibi görünürken Görkem gülüşünü saklama çabasına girmedi. "Bebeğim, oraları çoktan geçmedik mi?" dedi bir de üstüne utanmaz arlanmaz herif.

"Yine de bakmasan olur mu?" Yaramın üzeri bir pansumanla kapalı olmasaydı Eylül'ü bile çağırmazdım. Sadece bunun güvencesini taşıdığımdan kabul etmiştim ikisini de. Dikiş izini görmeyecekti kimse. Ben bile.

Görkem, benim çizdiğim sınıra yine saygı duydu. Kolunu benim için gerdiğinde bileğine sarılarak doğruldum. Ayaklarım yere basmadan önce belimi kavramış, ağırlığımı üzerine almıştı. Yine "Yavaş, evet, acele etme," diye direktifler veriyor, "Bana yüklen, seni tutuyorum," diye de ona güvenmem için elinden geleni yapıyordu.

Bacaklarımın üzerinde dikilmek canlı canlı yakılmak gibiydi.

"Seni en kısa zamanda yürütmem gerektiğini öğrendim," dedi Görkem acıma odaklanmamam için benimle konuşarak. Eylül bu sırada önlüğümü üzerimden sıyırdı. Görkem sadece gözlerime baktı. "Ameliyattan sonra hastaların erken ayağa kalkması çok önemliymiş. Akciğerleri normal fonksiyona döndürmek için miymiş ne. Ha bir de bir oyuncak verdiler sen benim bebeğimsin diye, plastik bir şeyin içinde üç tane top var. Onlara üfleyeceksin, ne kadar havada tutabildiğini izleyeceğim ben de."

"Sürekli senin bebeğin olduğumu vurguluyorsun," dedim çektiğim acıya rağmen gülümseyerek.

"Çünkü benden bunu yapmamı istedin.

"Ne zaman?" diye sordum böyle bir hatıraya sahip olmadığım için.

Her ne hatırladıysa uyandığımdan beri gördüğüm en parlak gülümseme yerleşti dudaklarına. "Bunu sana sonra anlatırım."

Eylül önlüğümü tamamen çıkarmadan önce iç çamaşırımı bacaklarımdan geçirmişti. Dizlerimin önünde duran kafasını kaldırıp yüzüme baktığını hissettim. "Kim bilir neler söyledin adama?" diye güldü kendi kendine

"Neler neler..."

Bu daha çok meraklanmama sebep oldu ama Eylül, bacağımdan ipeklere sarılmış gibi hissetmeme sebep olan dünyanın en rahat kumaşından yapılmış pijamasını geçirdiğinde ne söyleyeceğimi unuttum. Bir ayağımı yerden çok az kaldırabiliyordum, eğer Görkem bana destek olmasaydı bunu bile tek başıma yapamazdım. Neyse ki ikisi de normal davranıyor, bana kendimi aciz hissettirmiyorlardı

Üzerimi de giydirdi Eylül özenle. İkisinin de bakışları yüzümdeydi. Karnımı saran pansumana göz ucuyla bile bakmamıştık. Bunun için minnettardım. Yeniden yatağın içine girdim fakat bu kez biraz daha doğrularak oturabildim. Canımın acısı hâlâ çok fazlaydı ama buna da alışıyordum. Nefes alabildiğim için mutluydum.

Eylül, işi bittikten sonra Görkem'e bakarak "Ben şimdi çıkayım," dedi. "Ama buradayım. Dışarıdakilere birer kahve almak için kafeteryaya ineceğim. Bir şey lazım olursa bana mesaj atabilirsin."

"Telefonum nerede?

Görkem saniyesinde arka cebinden telefonumu çıkarıp baş ucumdaki komodine bıraktı. Ekrana dokunduğu için duvar kağıdım görünür hale gelmişti. Bir aynanın önündeydik, ikimizdik. İyileşeceğimi sanmıştım, iyileşeceğim umuduyla duvar kağıdımı onunla aynadan çekindiğimiz bir fotoğraf yapmıştım.

Benim iyileşeceğim falan yoktu.

Ne ölebiliyordum ne de durumum iyiye gidiyordu. Geriye kabullenmek kalıyordu. Hayatım bu çizgiye sıkışıp kalmış durumdaydı. Burası benim arafımdı.

"İstersen uyuyabilirsin," dedim Görkem'le odada tekrar baş başa kaldığımızda. "Hiç uyumamışsındır şimdi sen."

Baş ucumdaki sandalyeyi kenara çekip odanın köşesindeki tekli koltuğu yatağımın başına yaklaştırırken zaman kazanıyor olduğunu hissettim. Ardından koltuğun ucuna oturdu ve nereden başlayacağını bilemiyor gibi göründü gözüme. "Yağmur, seninle bir şey konuşmam gerekiyor."

Gerilmiş olduğumu belli etmemeye çalıştım. "Dinliyorum."

"Bana kalsaydı bu konuyu ertelerdim ama Can, sana neler olduğunu öğrenmeden senin gözüne uyku girmeyeceği konusunda emindi."

"Doğru söylemiş." Can böyle zamanlarda kendi desteğiyle yanımda belirmese bile yanımda belirecek kişiyi benim iyiliğim doğrultusunda yönlendiriyordu. Benim hakkımda öyle çok düşünüyordu ki ona bir ara teşekkür etmeyi yazdım aklımın bir köşesine. "Görkem, bakışlarından hoşlanmadım."

"Kurşun," dedi ve kesik bir nefes bıraktı dudaklarının arasından. Duraksayıp kendini toparlamayı denedi, dirseklerini dizlerine yaslayıp oturduğu koltukta bana doğru eğildi. "Kurşun kaburganın altından sapma yapmış."

"Ve?"

"Birden çok organa zarar vermiş," diye devam etti. Diline ağır gelen bu sözcükleri doktorun ağzından ilk duyduğu zaman kalbine nasıl bir yük binmişti? "Mide duvarı, kalın bağırsağın dalağa yakın köşesi ve diyafram kasın ciddi hasar almış. Uzun bir süre nefes alırken zorlanacakmışsın, ataklar şeklinde yaşıyorsun bunu sanırım. Akciğerlerini yeniden eski kapasitesine kavuşturmak için nefes egzersizleri yapacakmışsın."

Bunları dinlerken tansiyonum yükseliyor olmalıydı, kulaklarımda bir uğultu belirdi. Damarlarımda gezen Barış'ın kanının sesini duyuyor gibiydim.

"Ama normale döneceğim, değil mi?" diye sordum ümitli bir sesle. "Bu benim işime engel olmayacak. Olacak mı? Rozetimi elimden almalarına sebep olmaz herhalde. İşe yaramaz birisi mi oldum? Geçer ki, geçer değil mi?"

"Yağmur..."

"İşimden olmak istemiyorum."

"Biz seni hiçbir yere bırakmayız, hiçbir zaman."

"Doğru mu söylüyorsun?"

"Doğru söylüyorum." Uzanıp elimi tuttuğunda daha fazlası olduğunu anladım. Bu duyduklarım yeterince kötü değilmiş gibi fazlası da vardı.

"Ne zaman yemek yiyebileceğim?" diye sordum onu güldürmeye çalışarak. "Mide duvarımda hasar olması yemek yiyemeyeceğim anlamına gelmez bence, midemin içi hâlâ çalışıyor sonuçta. Yemekleri orada tutabilir."

"Yağmur," dediği an ismimi tonlayışı yüzünden işaret parmağının etrafına kapandı elim.

"Tamam, yemem biraz daha," dedim. "Ama evimize gittiğimizde börek yaparız. Böylece bu uzun süreli diyetimi bir ziyafetle sonlandırmış olurum."

"Sevgilim," dedi bu kez, daha ciddi bir sesle. "Doktor bir şeyden daha bahsetti bana."

"Ne kadar güçlü olduğumdan mı?" Güldüm. Korku dolu zoraki bir gülümsemeydi bu. "Karın kaslarım kurşun geçirmez sanıyordum, ufak bir aksilik olmuş olmalı. Bunu mu anlattı sana?"

Dudaklarını işaret parmağını sımsıkı tutan elimin üzerine bastırdı ve sonra yine gözlerimin içine baktı. "Bana dedi ki..." Bakışlarını bana bakmaya devam edemezmiş gibi yeniden ellerimize indirdi. "Bana şüphelendiği bir şey olduğunu söyledi. Bu, karnına isabet eden kurşundan mı kaynaklanmış yoksa daha önceden de var olan bir durum muymuş bilmiyorlarmış ama senin sol yumurtalığında bir fonksiyon bozukluğu varmış."

Gözlerimi kapattığım tek bir saniyelik anda kucağımda bir kundak olduğunu gördüm.

"Bir kadın doğum uzmanıyla görüşmemizi ve birkaç test yaptırmamızı tavsiye etti."

Onunkilerden daha küçük ama aynı renk tonuna sahip mavi gözler, benimkilere bakıyordu. Sonra bu gözlerin bana bir yerden daha tanıdık geldiğini hatırladım ve onu bir rüyanın içinde de gördüğümü anımsadım. O çocuk arkamda duruyor, diğerlerinin elini tutuyordu.

Görkem'in elini sıkan parmaklarım gevşediğinde diğer elini de elimin üzerine kapatıp yüzünü benimkine yaklaştırdı.

"Hamile kalamayacağım anlamına mı geliyor bu?" diye sordum buz gibi bir sesle. Ona bakmak istemediğim için gözlerimi karşımdaki duvara dikmiştim.

"İmkansız olduğunu söylemedi," dedi hızlıca. "Ama ihtimalin daha düşük olacağını söyledi. Bir de, hamile kalsan bile bu riskli bir gebelik olabilirmiş ve-"

"Anladım."

Gözlerimin önünde bir görüntü daha belirdi. Bu kez o ve bendik. Yine aynı yerdeydik ama yalnızca ikimizdik. "Canın çok yanıyor, biliyorum ama dayanamaz mısın? Dayabilirsen belki bir gün ben de sana gelebilirim."

Ben onun sesini duymuştum

Belki de hiç sahip olamayacağım bir çocuğun sesi, Mete'nin sesi, kulaklarımda yankılanmaya başladı.

"Bu şu süreçte düşüneceğimiz son şey olmalı ama dediğim gibi, bunu senin bilmen gerektiğini ve sana anlatan kişinin de benim olmam gerektiğini söylediler. Ben-

"Anladım Görkem."

Boğazından geçen sert yutkunuşun sesini duydum. Ben istesem de o an yutkunamadım.

"Zaten yakın zaman içinde böyle bir planımız yoktu bizim," dedi gözlerimi dolduracak türden bir çabayla. "Sen toparladığında konuşmak istersen konuşacağımız mevzular bunlar. Sadece bilmeliymişsin, bilmek hakkın tabii. Benim için önemi yok. Bu zaten çok ileriki zamanlarımız için bir belki olarak bahsettiğimiz bir şeydi."

"Çok ileriki zamanlar diye bir şey yok," dedim. Gözlerim duvardaydı ama o boş beyaz duvara bakıp ne gördüğümü bir tek ben biliyordum. Kalbimi besleyen damarlardan birisi kurumuş gibi, sol yanımın sol köşesinde bir acı duydum ama bu kez fiziksel bir acı değildi bu. "Yaşım ilerledikçe bu ihtimalin giderek azalacağını biliyorum, aptal değilim."

"Bana bakar mısın?" diye sordu. Ona bakarsam ağlarım diye korktuğum için duvara bakmaya devam ettim. Boş duvarları sevmezdim, odamın duvarı bile fotoğraflarla doluydu ama o fotoğrafların hiçbirinde küçük bir çocuğa yer yoktu. Olmayacaktı.

Bunu bana daha önceden söyleselerdi muhtemelen benim için hiçbir şey ifade etmezdi. Anne olmak benim hayalim değildi, bir çocuğa annelik yaptığımı istesem de düşünemiyordum ve neden düşünemediğimin sebebiyle bugün yüzleşiyordum.

Belki de Allah, zaten olmayacak bir şeyin hayalini bana kurdurmak istememişti.

"Yağmur..."

"Seninle isimlerine bile karar vermiştik," dediğimde Görkem'e baktım ve çaresizliğin onu öldürdüğünü gördüm gözlerinde.

Onun gözleri, bir kopyası olamayacak kadar benzersizdi zaten.

Sonra Görkem, "Sorun değil," dedi ve farkında olmadan kurduğu bu cümle ikimizi de kapkaranlık bir çukurun en dibine doğru göndermeye başladı.

Işık istiyordum

Ben artık zifiri karanlığın ortasında kalıp kendimi kör sanmak istemiyordum, biri gelsin ve ışıkları yansın istiyordum.

O biri, belki de hiç gelmeyecekti

Elimi yaramın üzerine bastırdım.

"İhtimaller bitmiş değil ama çocuk sahibi olmayacaksak bu da sorun değil," diye devam etti Görkem hızlı hızlı konuşarak. Beni düşüncelerimle baş başa bırakmak istemiyordu, ona döneyim, ona bakayım istiyordu. Bilmediği, zamanla onun bana dönüşeceğiydi. O da bir daha hayal kurmak istemeyecekti çünkü bir kez hayal kırıklığının dibini gören insanlar sonsuza kadar hayal kurmaktan vazgeçerlerdi.

"Bunu istiyordun." Sesim öyle soğuktu ki odaya kışı getiriyordu. "Bunu çok istiyordun." Konuşmadı, bu karşı karşıya kaldığımız durumdan ziyade sesimin soğukluğu yüzünden olmalıydı. "Ne hissettin?" diye sordum. "Doktor bunu sana söylediğinde ilk ne hissettin?"

"İstediğim tek şey senin uyanmandı," dedi bir saniye bile duraksamadan. "Geriye kalan hiçbir şeyi düşünmedim. Bir tek senin sağlığını istedim."

"Biraz yalnız kalmak istiyorum."

Bu onu afallattığında elimi bırakmak yerine daha sıkı tuttu. "Ben seni o kafanın içinde yangınlar çıkaracağını bile bile yalnız bırakamam şu an," dedi uzanıp alnımı öptükten sonra. Saçlarıma yavaşça dokundu. "Kendini düşüncelerinle öldüreceğini bilirken bir cinayete göz yumamam. Şimdi yanından gidemem Yağmur, şimdi gidersem hiç doğru olmayan şeyler geçer o aklından senin."

"Beni bırakacak mısın?"

"Bir mezar taşının üzerinde yazan isim bana ait olmadığı sürece mümkün değil."

Sorumu yargılamak yerine ruh halimi anlayışla karşılamaya çalışıyordu. Bunu yaparkenki korkusunu, paniğini, üzüntüsünü, endişesini, her hissini hissedebiliyordum.

"Tamam," dedim. "Üzülmedim ben." Mete'nin görüntüsü gözlerimin önünde belirdi, onun arkasını dönüp koşarak benden gidişini izledim ve durdurmak için hiçbir şey yapmadım. Gördüğüm rüya, beni gerçeklere hazırlamak içindi. O zaman yüzleşmek neden zor geliyordu? "Biraz dinleneyim mi ben?" diye sordum inatla bakışlarımı ondan kaçırarak. "Yalnız kalırsam iyi olacağım."

"İyi falan olmayacaksın."

"Lütfen aşkım."

Sesimi ikna edici tuttuğum için gözlerinde bir tereddüt belirdiğinde içten bir şekilde gülümsedim. Bu gülümseme onu şaşırttı. "Sorun yok," dedim kendimi tutarak. "Kaderimizi değiştiremeyiz, olacağı varsa olur zaten. Düşünmeyelim şimdi bunu, tamam mı?"

"Rol mü yapıyorsun bana?" Çillerimi okşamak için parmağını yüzüme değdirdi. "Rol yapma bana," dedi yumuşacık bir sesle. "Her şeyi konuşalım biz seninle. Ne istersen. Konu her ne olursa. Ne hissedersen. Ben seni ikimizin de tahmin edebileceğinden çok daha fazla seviyormuşum Yağmur. Senden değerli hiçbir şey yok şu an gözümde. Senden fazlasında da gözüm yok hiç. Hastaneden çıktığımızda istersen bu mevzunun peşine düşeriz, istersen rafa kaldırırız ve bir daha hiç açmayız konusunu. Ben ne olursa olsun senin yanında olacağım."

"Teşekkür ederim." İki elimle yüzünü kavradım ve başını önüme çekip şakağına yasladım dudaklarımı. İçime çektiğim nefes, kokusunu doldurdu ciğerlerime. Benim dudaklarım onun alnının kıyısında, o başını avucuma yatırmış halde sessizce bir süre öylece durduk. Zaman bir idam ipine asılıp kaldı. Ruhlarımız birbirine öyle sıkı sarıldı ki saatleri öldürdük.

"On dakikalığına gideceğim," dedi. "Uyuyabilirsen uyumaya çalış, yanında benden başkasını istiyorsan yanına onu göndereyim, ille de yalnızlığı istiyorsan sadece on dakikalığına yalnız kal ama bana söz ver, kendini üzmeyeceksin."

"Söz." Odadan çıkmak için ayaklanmışken onu kapının önünde durduran benim sesim oldu. "Sen de söz ver, intikam için fevrice davranıp saçma sapan bir işe kalkışmayacaksın."

"Şimdilik söz," dedi sadece.

Bir süre yalnız kaldım ve yalnız kalmanın düşündüğümün aksine hiçbir faydası olmadı bana. Ağlarım sanmıştım, gözyaşım akmadı. Sindirmek için vakit bulurum sanmıştım, böyle bir olay nasıl sindirilir bilemedim.

Ben Asya Yağmur Tunçbilek, kendimi korumayı öğrenmek için aylarımı vermiştim ama sokak ortasında rastgele sıkılan bir kurşunla yitip gidebilecek bir ömre sahiptim. O kurşun yüzünden günün birinde hamile kalırsam bile düşük riskim yüksek olacaktı.

Bunu göze alabileceğimden emin değildim.

Birine bağlanmak, benim için başlı başına korkmak demekti zaten. Mete'den sonra uzun bir süre Analizcilere karşı tutumum bile böyle olmuştu ama onlara da derinden bağlanmıştım. Biliyordum ki istemediğimi söylüyor olsam da bir bebeğe de aynı şekilde bağlanırdım ben ve onun kaybıyla yaşayabilir miydim bilmiyordum.

Annemi aramak istedim.

Başıma gelenleri onlardan hep gizlerdim ama ilk kez annemlerle konuşmak istedim.

Bunu yapmayacaktım.

Başımı geriye yatırıp gözlerimi kapatırken kirpiklerim ıslaktı ama ağlamıyordum. Henüz tam olarak algılayamıyordum. Yalnızca Görkem'in bana söylediği kadarını biliyordum ve bir de fiziksel olarak acı çekiyordum.

Gözlerimi kapatmak, karanlık demekti ve o karanlığın içinde bir silah sesi duyduğumu sanıp yattığım yerden hızlıca doğrulduğumda sağıma ve soluma bakarken buldum kendimi.

Paranoyalarım başlamıştı.

Kapının aralanma sesini duyduğumda Görkem dayanamayıp içeri döndü sandım ama gördüğüm başka bir Duman'dı.

Arif Ahmet Bey, başını duvarın ardından bana doğru uzatıp "Müsait misin kızım?" diye sordu oradan. Onu yatarak karşılamak istemediğim için yatağın başını daha dik bir konuma getirdim ve müsait olduğumu söyledim. Elimin tersiyle kirpiklerimi kurularken "Ağlıyor muydun?" dedi. "Görkem çıkarken ağlayacak gibiydi. Kaya iki dakika bahçeye indirdi onu ama istersen geri gelirler hemen."

"Ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordum çekinen bir sesle. Onunla yaptığımız telefon konuşmasında bile torun istediğinden bahsetmişti bana. Bu daha da kötü hissetmeme sebep oldu.

"Ben neyi biliyorum biliyor musun? Oğlumun seni ne kadar çok sevdiğini biliyorum." Yanıma doğru yavaş adımlarla geldiğinde başucumdaki yeri gösterdi. "Şöyle oturabilir miyim?" Hızlıca başımı salladım. "Beni buraya Can gönderdi," dediği an dudaklarıma kırık bir tebessüm yerleşti. "Hep kapıdaydım ama içeri girmeyi düşünmüyordum aslında. Sen istemezsin belki diye."

"Sizi de yordum," diyecekken, "Öyle şey olur mu?" dedi hemen. "Senin yüreğine değen ateş benim içimi deşmez mi sanıyorsun kızım? Senin yaran bizim yaramızdır. Kanımdan olanı nasıl seversem ben, aileme gelecek olanı da öyle severim. Benim yorgunluğum ne ki seninkinin yanında? Gözlerinin altı nasıl morarmış öyle, iyi hissetmiyorsan söyle bana babacığım. Bulalım bir yolunu."

O an ona baba demeye utandım ama bey demeye de varmadı dilim. "Arif amca..." dedim bu yüzden titreyen bir sesle. "Ben senin babalığına hep çok imrendim." Sizi sene indirgeyişimi ikimiz de yadırgamadık. O bana gerçekten kızı gibi hissettirirken resmiyet kalkanı diye bir şey kalmamalıydı aramızda. "Egemen abi de belki iyi bir eş değil ama çok iyi bir baba. Gördüm ben onu Müge'yle. Hatta geçmişten bir video da izleme şansım oldu. Görkem ve Egemen abi Müge'nin ilk adımlarını heyecanla bekliyorlardı. İlk defa o zaman belki demiştim içimden. Çünkü Görkem'den de çok iyi bir baba olurdu, ben anladım onun gözlerinden. Bir de, çok istiyordu. Sanki baba olmayı her şeyden çok istiyordu."

İçimden yükselen kriz kaburgamı sızlattığında ellerimi yüzüme kapatmak istedim ama Arif amca buna engel oldu.

"Oğlumun en büyük arzusu, sana layık bir eş olabilmektir çünkü onu ben yetiştirdim kızım." Yetiştirdiği evlatlarla gurur duyan bir baba olarak oturuyordu karşımda, beni o yetiştirmemişti ama benimle de gurur duyuyor gibi bakıyordu bana. "Riskli ihtimalleri bir kenara bırak, hiç ihtimal kalmadığını da öğrense o daha sıkı sarılırdı sana. Çünkü Görkem'in en değerlisi sensin."

"Yine de..."

"Her şey bitmiş gibi davranma," dedi beni kendime getirmek isteyen otoriter bir sesle. "Yaşadığın travma yeterince büyükken bir de buna üzme kendini. Zaten sen hep mesafeliydin bu konuya. Velev ki çok istedin, sorar soruştururuz. Tıp çok gelişti kızım, ne yöntemler var şimdi. Senin kaderine yazmışsa Allah imkansızlığın içinden bile imkan çıkıverir. Benim bir yakınım vardı, doktorlar bile olmaz dediler ona, üç çocuk doğurdu sapasağlam. Diyeceğim o ki sen bu yüreğini karartmayasın, Yaradan ne işlemiştir senin alnına biz bilemeyiz babacığım."

"Doğru." Sıkıntıyla karışık bir nefes verdim dudaklarımdan. "Sadece biraz ağır geldi bana." Ona itiraf etmekten bile utandım ama söyleyebildiğim ilk kişi de o oldu. "Arif amca, sen benim kaderimin şimdiye kadarki kısmını bir bilsen... Yanlış anlama beni, isyan da etmek istemiyorum ama ben öyle çok sınandım ki bu yaşıma gelene dek. Hayatta kaldığım için bile şükredemeyecek hale geldim. Anlıyorsun değil mi beni? Daha fazlasını istemiyorum, taşıyamamaktan korkuyorum çünkü."

"Bir keresinde böyle bir konuşmayı eşimden dinlemiştim ben," dedi kafamı dağıtmak, yükümü azaltmak ister gibi bana gülümseyerek. "Bilmem bizim sıpa sana anlattı mı, biz Nevin'le aşk evliliği yapmadık. O okumak istiyordu, benim de üzerimde bir evlilik baskısı vardı ki sorma. Dedim bari bir kızcağıza faydam olsun, öyle aldım yanıma ben Nevin'i."

"Görkem anlatmıştı." Onun kucağına sinip hayatı hakkında bir şeyler öğrenmek, benimle nazikçe konuşması çok hoşuma gidiyordu. Bana biçilen nefes, bunu tekrar yapabilmem için de bir biletti aslında. Ben ona dönmüştüm.

"Yeni reşit olmuş bir kızla aynı evde kalan bir adamdım. Ben de pek büyük değildim ondan ama düşünsene durumu. Tedirgin etmeyeyim, uzak durayım dedim. Kız aylar sonra karşıma geçip demesin mi zaten hayatımda bu zamana kadar hiçbir şey istediğim gibi gitmedi bir de üstüne evlendiğim adam benden nefret ediyor diye. Nevin'de de bir çene bir çene, konuşmaz konuşmaz ama bir başladı mı susmaz.

"Kendisiyle henüz tanışmadım," dedim gülümseyerek. Her ne olursa olsun konunun akış yönünü sevmiştim, Arif amca saatlerce konuşsa saatlerce dinlenilecek türden bir adamdı ve beni kendi aklımdan uzaklaştırmak için böyle bir hikaye anlatmaya başlamıştı.

"Valla ben de karımla o gün tanıştım sayılır." Gülmeye başladı. "Nasıl heyecanlı bir kız, her gün koşa koşa ilim öğrenmeye diye çıkıyor evden. Sonra geliyor eve çekidüzen veriyor, yıllardır dört duvardan ibaret evimi yuva yapıyor. Ben de işte dangalak hıyar, kızın suratına bile bakmıyormuşum ama yemin billah rahatsız hissettirmekten korktuğumdan. Geçti karşıma, sen beni sevmeyecek misin hiç dedi. Bana bir kal geldi Asya. Öyle içten söyledi ki çünkü, anlarsın sevginin kırıntısı değmemiş kalbine. Sonra nasıl şanslı bir adamsam çekmişim ilgisini, davranışlarım ona nazik gelmiş herhalde. Onun köyündeki erkeklere benzemiyormuşum hiç, belki de bundan sebeptir."

"Sonra?" dedim merakla. Bir aşk hikâyesinin kökenine inmek var olan acımı bana unutturacak gibiydi.

"Neyse gel zaman git zaman uyuyorum bu kız uyanıyorum bu kız. Hayır yanımda da değil, ayrı odalarımız ama rüyalarıma giriyor gözleri. Allah'ım onlar nasıl gözler. Nasıl aylarca fark etmemişim o bakışları hayret ettim kendime. İlk defa başıma geliyor bir de, anlam veremiyorum olana. Yemin ederim hasta oluyorum sandım başta."

Gülmeye başlamam Arif amcanın şaşkınca bana bakmasına sebep oldu. "Oğlunuz da böyleydi," dedim keyifle. "Adam edene kadar canım çıktı vallahi."

O da güldü. "Dumanlara sevda ağır geliyor çünkü ortaya koydukları şey bütün yürekleri oluyor." Bu kez gülümsemesi buruk bir hal aldı. "Hepimizin de sınavı ayrı. Ben bir dönem yoklukla sınandım, büyük oğlum kızıyla sınandı, küçüğünün sınavı da buymuş demek ki. Bu üç hikâyede de değişmeyen tek şey sevdiğimiz kadınların hayatımızdaki yerleri. Sağ olsun Nevin bir kez olsun bırakmadı elimi, Bige kızım o çocuğun yüzüne bakmasa hakkı ama o da Egemen'in üzerinden çekmiyor elini. Sana bakıyorum, sen de öylesin. Görkem gibi bir çocuğu aşkından ölecek hale getirmişsin. Aşksız yaşanır mı kızım? Sen ona yaşamayı öğretmişsin. İşte bu yüzden benim oğlum her şeyini borçlu sana. Ondan yana hiç şüphen olmasın çünkü en çok o destek olur sen ne karar verirsen ver. Böyle de uzun uzun konuşup başını şişirdim ama İnşallah kızmadın bana."

"Olur mu, ne kızması?" Minnetle ona baktım. "Aksine, iyi geldi bunları duymak. Kafamın içi yangın yeri Arif amca. Görkem'e de yalnız kalsam iyi olurum dedim ama yalan söylemişim yanlışlıkla."

"Kimi göndereyim istersin yanına?" diye sordu. "İlle de benim eşeğe maruz kalmak zorunda değilsin, diğerleri de senin refakatçın olabilir. Pırlanta gibi kızlarım duruyorlar kapıda, istiyorsan onlardan biriyle kal babam. Ben Görkem'i paylarım, kapıda bekçi gibi bekler o. İçeri almana gerek yok bırak sürünsün biraz daha."

"Ben yokken yeterince sürünmüş gibi," dedim acı dolu bir gülüşle. "O gelse iyi olur, zaten yürümem gerekiyormuş benim. Yardımcı da olurdu bana. Siz de eve gidin lütfen. Ben bir süre daha hastanedeyim, biraz daha toparladığımda yine gelirsiniz olmaz mı?"

"Nevin'le Egemen'i ikna ederim de diğer çocuklar mümkünatı yok kabul etmezler."

"Egemen abi de Bige ablayla Bahar'ı ikna eder," dedim. "Diğerleri için bir şey diyemem, onlara mecbur katlanacağım."

Güldü Arif amca ama duyduğuma göre yapmış söylediğimi. Bir tek Analizciler ve Barış kalmış geriye. Benim küçük çekirdek ailem. Görkem odama geri döndüğünde yediği soğuk yüzünden burnunun ucu kızarıktı. Bir ceket almayı bile akıl edememişti bahçeye inerken. Doktor bir ara gelip beni kontrol etti ve bir an önce ayağa kalkıp kendimi yürümeye zorlamamın iyi olacağını söyledi. Sonra başucuma iki tane koltuk değneği bırakıldı fakat Görkem'le odada yalnız kaldığımızda onları kullanmak istemediğimi söyledim.

Bu yüzden Görkem, belimin sağlam olan tarafından tutup yükümün neredeyse hepsini kendi üzerine alarak yataktan kalkmama yardımcı oldu. Karnıma saplanan acı kasıklarıma vurup uyluklarıma sızıyordu. Sol ayağımın üzerine tam olarak basamayışım ise sekerek yürümeme sebep oluyordu.

Yatağımdan çıkıp odanın kapısına varmamız bile bir dakika sürdü benim yavaş hareketlerim yüzünden. Görkem oldukça sabırlı duruyordu. Kapıyı benim için açtı ve yine belime sarıldı. Bizi kapıda görüp şaşkınlıkla ayaklanan Analizcilere ise benim inat ettiğimi, değnek kullanmak istemediğimi ama yürümem gerektiğini anlattı bir çocuktan bahseder gibi. Ben de bir çocuk gibi somurttum.

"Allah'ım turp gibi turp," dedi Arda. "Ayaklanmış bile, utanmasa koşacak."

"Şuna bak," dedi Eylül diğer köşeden. "Kraliçem benim, nasıl da yürüyor."

"Vay be," dedi Barış gözlerini duygulanmış gibi kırpıştırarak. "Minik kızımızın ilk adımları. İlk hangimize geleceksin bakalım?"

"Sen şöyle geç Barış," dedi Can ukala bir tavırla. "Önümü kapatıyorsun."

Ben hallerine gülmeye başladığım sırada Görkem beni sımsıkı tutuyor olsa da bu şekilde yürümem beni çok zorluyordu. İki yanımdan destek alsam daha kolay olurmuş gibi bir his vardı içimde ama bu mümkün değildi çünkü soluma birisi yaslanamazdı.

Sonra Kaya'ya döndüğümde onun gözlerime bakıyor olduğunu fark ettim. "Sen şimdi koltuk değneği istemiyor musun?" diye sordu kafasından her ne geçiriyorsa. Başımı sallayıp Görkem'e daha sıkı tutunduğumda ise diğerlerinin arasında geçen bakışmaları izledim. Hepsi, başıyla benim anlamadığım bir şeye onay verdiler.

Kaya, Görkem'in koluna uzandığında onun elini tuttu ve kulacını sonuna kadar açarak ondan uzaklaştı. Diğer tarafımda Arda ve Can hızlıca koordine olmuş, elleri birbirlerine değecek şekilde kollarını açıp benim tutunabilmem için kollarıyla bir direk oluşturmuşlardı. Kümenin sonuna Eylül ve Barış da katıldığında üç kişi sağımda, üç kişi solumdaydı.

"Şöyle tutun," dedi Görkem sol elimi kaldırıp Arda'nın koluna yerleştirerek. Sağ elim de onun kolunu sıkıyordu.

Benim için kendi bedenleriyle oluşturdukları koridora bakarken gözlerim cayır cayır yanmaya başladı. Garip bir utançla aralarında dikilirken aynı zamanda sevgim kalbimden taşacaktı.

"Kız ağlama sakın," dedi Arda. "Güzelliğimi görünce gözleri doldu, kıyamam. Nasıl özlemiş beni."

"Yemin ederim çok seviyorum sizi," dedim. Destek aldığım kollar sayesinde sekerek bir adım atarken. Canımın acısı da umurumda değildi, böyle dostlara sahiptim. Görkem'in ve Arda'nın arasından geçtiğimde sol elim Can'ın bileğine ve sağ elim de Kaya'nınkine tutundu. "Yemin ederim çok seviyorum. Ben ölsem bile sizi ne kadar çok sevdiğimi sakın unutmayın."

"Akıl sağlığımız için o kelimeyi bir süre kullanmasan iyi olacak gibi," dedi Can. Ayakta durmak için koluna yükleniyor olmama rağmen ne yüzünde mimik kıpırdıyordu ne de hareket ediyordu.

"Ve biz de seni çok seviyoruz," dedi Arda hemen. "Yemin ederiz çok."

Tam önünde olduğum Kaya, "Çok," diye fısıldadı. Bağırsaydı bile böyle bir etki uyandıramazdı, bunu hepimiz biliyorduk.

Onların da arasından geçip ilerlemeye devam ettim ve bu kez sağımda Eylül, solumda Barış vardı. Eylül'ün yüzü her adımımda buruşuyordu. Bir annenin evladının ilk adımlarını izlerken sürekli onu kolaçan edişi gibi gelmişti bu bana. Her an tetikteydi.

Yüzümü Barış'a çevirdiğimde alnımın ortasından başlayan bir karanlık, bedenimi ikiye bölerek parmak uçlarıma ilerledi. Onların kollarına tutunan ellerim titredi ve Eylül'e tutunamadım çünkü parmaklarımdaki güç birden kaybolmuştu. Barış'a doğru sendelediğimde bedenimi sıkıca sardı kollarıyla. Aynı anda koridorda bir ordunun senkronize attığı adım seslerine benzer tok bir ses yükselmiş, Analizcilerin tümü bana doğru adım atmışlardı.

"Şşh," dedi Barış. "Tuttum seni. Başın mı döndü?"

Bilincimin yerinde olduğunu ve kontrolü Barış'ın sağladığını gördüklerinde hepsi birer adım geri çekildi. Gözlerimi bir zamanlar her günümü birlikte geçirdiğim adamın gözlerine diktim. "Keşke," dedim o an ayakta durmaya gücüm yokken. "Mete de burada olsaydı."

Barış'ın kaşları acıyla çatıldığında elini kaldırıp yüzüme doğru gelen saçlarımı kulağıma ittirdi. "Sen buradasın," dedi başını bana eğerek. Bu, hava paylaşmak gibi saçma sapan bir bahaneyle bir araya gelip birbirlerine yakın arkadaş olmuş uzun saçlı Barış ve Benekli Asya arasında geçen bir konuşmaydı. O ikisi de bizdik ama şimdi o bize ne kadar da uzaktık. "En azından sen buradasın," dedi tekrar. "Buna şükrediyorum ben. Yalvarırım Mete ve benim aramda bir seçim yapman gerekirse seçtiğin yer benim yanım olsun Yağmur. Benim omzum bir cenazeyi daha kaldıramaz."

Ve o, bana Mete gibi seslendi kurduğu cümlenin arasında.

"Özür dilerim," dedim. Analizciler, beni kaybettiklerinde ne hissedeceklerini düşünmüş olmalılardı. Barış'sa ne hissedeceğini çok iyi biliyordu. Ellerimi kaldırıp boynuna sarmaya çalıştım. Bu dikiş yerimi sızlattı fakat Barış'ın sarılmama ihtiyacı vardı. Ben sarılmalardan kaçan taraf olurdum hep, Barış'sa buna ihtiyaç duyardı. Kollarını belime sarıp beni yavaşça kendine doğru çekti. Diğerlerinin önünde paylaştığımız bu özel an onu rahatsız etmişe benzemiyordu. Ben uyanmadan önce diğerlerinin önünde salya sümük ağlayarak bu duvarı yıkmış olduğunu düşündüm.

"Başka ekipte de olsan, dünyanın öbür ucuna da gitsen, aramıza okyanuslar da girse, Asya, ölüm bile girse sen benim en yakın arkadaşımsın. Hep öyle olacaksın. Mete gibi."

"Sana en yakın arkadaşım olduğunu söylersem arkada düşüp bayılacak dört kişi tanıyorum." Diğerlerinden gülüş sesleri yükselince ben de gülümseyip fısıldar bir ses tonuna geçiş yaptım. "Ama en yakın arkadaşım sensin." Sonra Barış'ın kollarının arasında durmaya devam ederken arkama doğru bakıp Eylül'e "İnanma, sensin," diye fısıldadım ve ardından onun yanındaki Kaya'ya dönüp yine sesimi alçalttım. "Sensin bu arada."

Hepsini tek tek gezmiş ve hepsine aynı şeyi söylemiş olmama güldüler. Hepsinin gözlerinde bana duydukları ihtiyacı gördüm. Onlar için herhangi biri değildim. Artık ekmek gibiydim, su gibiydim. Hepsi öyle çökmüş görünüyordu ki gerçekten de onlardan biriydim. İçlerinde olmazsam hiç olurlardı. Bunu kalbimin en köşesinde hissettim.

"Ben uzmanlığıma dayanarak söylüyorum ki Asya şu an bizi tek tek kandırıyor. Çok derin bir şekilde düşünüp bu tespitte bulundum," dedi Can.

"Vay be Sherlock," dedi Arda. "Three P'ye de bakın siz, bu çocuk çok zeki he."

Görkem, bu ortamdan sıyrılan ilk kişi oldu. "İstersen biraz dinlen, kendini çok zorlama."

"Siz de biraz dinlenin," dedim benim için mahvolmuş bu kalabalığın tam ortasında, Barış'a yaslanmış bir halde ayakta durabilirken. "Gördünüz, iyiyim ben. Hepinizin burada beklemesine gerek yok."

"Olmaz öyle şey," dedi Barış.

"Boş yapıyor, uykusu gelmiş," dedi Kaya.

"He Asya ya," dedi Arda ve "Aynen, tabi," dedi Can.

Eylül'se yine bana destek olmak için kendini öne atmıştı. "Bence de biraz dinlenmelisiniz. Dönüşümlü bir şekilde gidip geliriz. Birkaç saatte bir nöbet değişiriz, kimsenin aklı kalmaz hastanede böylelikle ama hepinizin biraz uyuması gerek. İlk nöbeti Görkem tutar."

"Nöbet falan tutmuyoruz," dedi Görkem. "Ben kalıyorum, siz gidiyorsunuz. Arada da gelip Yağmur'u görüyorsunuz ama ben hiçbir yere gitmiyorum."

"Şey," dedim çekinerek. "Eve ne zaman dönebileceğimi biliyor musunuz?"

"Ama soruyu böyle sorarsan seni sırtıma atıp eve götürmem gerekir," dedi Kaya. Kurduğu cümlenin tatlılığının aksine ses tonu dümdüzdü ve onun kendine has bu özelliği beni gülümsetmişti.

"Her ihtimale karşı seni bir süre gözetim altında tutacaklardır." Arda biraz duraksadı, ardından "Doktorunla konuşuruz," dedi. "Zaten düzenli kullanman gereken ilaçları falan sormaya gidecektim, bunu da sorarım bulmuşken."

"Çok iyi olur," dedim. "Evimize dönmek istiyorum."

Yıllar sonra bir yuvaya sahip olmuş, o yuvaya dönmeye çalışırken karnımdan vurulmuş ve gözlerimi kapatmadan önce kendimi oraya bir daha dönemeyeceğime üzülürken bulmuştum.

"İlla ki döneceksin," dedi Can. "Asya, burada kaldığını haber vermemizi istediğin birileri var mı?"

Annemleri soruyordu. "Hayır," dedim. "Karakoldakiler duydu mu?"

"Hande duymuş," dedi Barış. Hande'yi görmeyeli sanki seneler olmuştu ama narkotikteki çok konuşan bu arkadaşımın bana gizli görevimde haberi olmadan ettiği yardımı hâlâ hatırlıyordum. Keş Apo ismini vererek şüpheleri üzerimden uzaklaştırmış, Serdar denen iğrenç herifin karşısında bunu bir koz olarak kullanmıştım. "Bana müsait bir zamanın olduğunda ona haber vermemi istedi. Seni görmek için gelmek istiyormuş."

"Bu arada evini kiraladığın çocuklar da burada olduğunu biliyorlar," dedi Görkem. "Telefonuna gelen mesajı ben cevaplamışım, onlara hastanede olduğumuzu söylemişim."

"Söylemiş misin?"

"Hatırlayamıyorum Yağmur, yazmışım bir ara."

"Anladım." Onu çok seviyordum.

"Ben bugün hastaneye gelen adamın sorgusu için karakola uğrayayım mı?" diye sordu Can, Görkem'e.

Görkem'in kafasını dağıtmak istemişti ama bu ondan önce benim araya girmeme sebep olmuştu. "Hastaneye kim geldi?"

"Oo," dedi Kaya. "Uzun hikâye. Sevgilin anlatır sana bir ara."

"Arda'nın onu boğazladığı kısmın detaylarını vermeyi unutma," dedi Eylül önce Görkem'e bakıp ardından Arda'ya göz kırparak.

Arda utanıp başını eğdi.

O kadar tatlı geldi ki bana bir anda Barış'tan uzaklaşıp topallaya topallaya onun kollarının arasına girdim. Bu halim gerçekten gülünçtü. Ölümden dönmek beni bir sevgi kelebeğine dönüştürmüştü. "Yaa..." dedim Arda'nın kıvırcık saçlarını kabartmak pahasına onları karıştırarak. "Sen beni mi kurtardın? Kahramanım mısın sen benim?"

"Hayır, aslında Görkem'in kahramanıyım. Dur kız, karizmamı çiziyorsun. Oldukça havalı bir andı bu."

"Sorma," dedi Can. "Kodese çamaşır götürecektik Arda için, küçük civcivimiz katil oluyordu."

Onlara duyduğum sevgi daha ne kadar çoğalabilirdi bilmiyordum.

"Benden istediğin bir şey var mı?" diye sorduğunu duydum Barış'ın. Burada yerinin olmadığını hissettiğini düşündüm ama bildiğine emin olduğum bir diğer şey, yanımda yerinin olduğunu hep hissedecek olmasıydı. O ve ben, iki arkadaştan fazlasıydık. Biz Mete'nin hem vasiyeti hem mirasıydık.

"Seni daha fazla görmek," dedim karşılığında.

"Beni artık sık sık göreceksin," dedi Barış. "Çünkü bir süre sizinle takılacağım."

"Bu ne demek?"

"Piramit'in sonunu birlikte getireceğiz demek."

İçimde beliren korku, fark edilmeyecek gibi değildi. "İntikam hırsıyla yola çıkmayacağız," dedim ama karşılığında "Çıkacağız," yorumunu aldım. "Hayır," dedim bu kez. "Hayır. Piramit'in sonunu getireceğiz ama bunu sadece benim öcümü alalım diye yapmayacağız. Mete'yi kaybetmeme sebep olan buydu. Lütfen delice bir şey yapmadan önce düşünerek hareket edebilecek aşamaya gelmemizi bekleyin. Düzgün düşünmeye başladığımızda zaten karşımızda duramayacaklar."

"Sen uyurken birkaç delice şey yapmış olabiliriz," dedi Görkem, elini ensesine atıp sıkıntılı bir yüz ifadesiyle bakışlarını kaçırarak. "Ben belki biraz raydan çıkmış olabilirim."

"Yalçın olayını sana anlattılar mı?" diye sordu Arda. Yalçın'ın kim olduğuna dair hiçbir şey canlanmadı kafamda. Bu yüzden Görkem'in "Restorandaki mavi gömlekli adam, üçüncü düğmesi farklı olan," detayını bana vermesi gerekti.

Artık konu hakkında tahminlerim vardı.

"Onunla da ilgilenirim karakola geçmişken," dedi Can. "Ama hangi şekilde ilgilenirim, orasını şu an kestiremiyorum.

Duydukları öfke, hiçbir silaha ihtiyaç duymadan bir adamı öldürebilecekleri kadar güçlüydü.

"Can," dedim. "Bir ara ikimiz konuşabilir miyiz?"

"Tabii ki, şimdi de konuşabiliriz odanda. Ne hakkında? İyileşme sürecinle ilgili mi, travma sebebiyle mi?"

"Seninle ilgili." Herkesin şaşırmış olduğunu anlayabiliyordum. "Bir haller olmuş sana," dediğim an Can gözlerini kırpıştırarak hayranlık ve şaşkınlık karışımı olarak tanımlayabileceğim bir ifadeyle bana baktı.

"Yoo," dedi yine de. Bu herhalde şimdiye kadar söylediği en kötü yalandı.

"Bir ara uğra sen benim yanıma," diyerek verdiğim emirin ise red seçeneği olmadığını anlamış ve başını sallamıştı ama bunu yaparken bana teşekkür eder gibi görünmüştü.

"Her şey tamamsa kalanınız biraz uyusun," dedi Görkem. "Çünkü eve döndüğümüzde hiç uyumayacağız."

Koluma girip bana destek oldu ve diğerleriyle vedalaşmamı sağladıktan sonra beni odama götürüp dikkatle yatağıma yatırdı. Sırf bir şeyler söyleyeyim, onunla konuşayım diye dudaklarıma bakıyordu. "Sen de uyu sevgilim," dedim. "Biraz ağrım var ama iyi olacağım ben."

"Tabii ki iyi olacaksın," dedi elimi tutarak. "Sen çok güçlü birisin."

Bir süre birbirini hiç tanımayan iki insan gibi gergince sessiz kaldık. Bu sessizlik öyle çok sürdü ki Görkem'in düşüncelerinin gürültüsünü duyabileceğimi sandım. Hiçbir şey yapmadığım halde halsiz ve yorgundum. Sürekli dudaklarım kuruyordu. Başımı yavaşça ona doğru çevirip "Görkem," dedim çatlayan bir sesle.

"Söyle bebeğim."

"Maç kaç kaç bitti?"

Görkem'in gözünden akacak yaşı hesaba katamamıştım. "2-1," dedi. "Beşiktaş önce öne geçmiş, sonra kaybetmiş."

Bize benzettim.

Ne zaman biraz ilerlesek, arka arkaya olaylar oluyordu ve hayata karşı yenik duruma düşüyorduk.

Gözlerinin böyle dolu dolu olması benimkilere de aynı etkiyi yaptı ve Görkem daha fazla kendini tutamadı. Gözlerinden kayan yaşı görmeyeyim diye alnımı öptü, bana dokundu, beni sevdi ama en son teslim olup benim yanımda ağladı. "Seni her maça götürürüm," dedi. "Ne istersen, hepsini yaparım. Her şeyi Yağmur. Biz hiçbir şeyi kaybetmedik. Ben seni kaybetmedim. Yemin ederim her şeyi yoluna koyarız, bana güveniyor musun? Bana güvensene. Bizi toparlarım ben, sen bana inanırsan yaparım."

"Bu hayatta her şeyi toparlayamayız," dedim ihtimaller yüzünden. "Ben sana güveniyorum ama bütün yükü üstüne almanı istemiyorum. Yanımda olman bana yeter."

"13," dedi bana. "Benim senden başka gidecek yerim yok ki zaten. Her yolum sana çıkıyor."

"Beni bir çıkmaz sokaktan aldın," dedim hüzünlü bir gülümseme eşliğinde.

"Geri bırakmaya da niyetim yok," dedi karşılığında. "Ben Görkem Duman, ne pahasına olursa olsun çıkmazları aşar, on üçe ulaşırım."

"13 ölüm demek değil miymiş yani?"

"Başkaları için ne demek olduğu umurumda değil. Benim için yaşamak demek."

•⚓•

Acele etmeyin, yavaş yavaş toparlanacağız ve ben her detayı anlatırken keyif alacağım. Kıyıda köşede kim varsa hepsi toplanıp Asya'nın üzerine titresin istiyorum da çünkü.

Nasılsınız, nasıl gidiyor? Bu bölüm sizin için tek bir cümle olsaydı ne olurdu?

Şimdi savrulup duran külleriz belki ama o küllerden doğmanın yollarını arıyor olacağız. Bilmem ki bizi neler bekliyor...

Bu bölümün sizin için en etkileyici kısmı neresiydi?

Ben biraz tek başına yola çıkan Asya'nın etrafını çevreleyen kalabalık ailesine ağlayacağım. Yeniden görüşene dek kendinize iyi bakın ve hoşça kalın. Beni Instagram hesabım azraizguner'den takip ederseniz Analiz hakkındaki güncellemelerden haberdar olabilirsiniz. Bir de gitmeden önce bölümlere oy verip vermediğinizi kontrol eder misiniz?

Her şey tamamsa bir kere gülümseyip öyle gidelim :)

Teşekkürler ve iyi günler!

🫀🤝🔵

Yorumlar

  1. ben bir ara bunun kitap olduğunu unuttum sanırım of çok şükür düzeliyoruzz

    YanıtlaSil
  2. Eline sağlık yazarcım. Off çok karmaşık oldum ya ben.

    YanıtlaSil
  3. Bu bölüm Asya ve Görkem'den istediğim enerjiyi alamadım ama onlardan da imkansızı istemek olurdu ilerisi. Bölümde o kadar ağladım ki benim için asıl travma tetikleyici bölüm bu oldu diyebilirim. Bu arada bir Barış ile Hande'yi shipleyesim geldi:) Mete umarım seni ileride görebiliriz istek değil ihtiyaç bize... Asya'nın Allah nasip etmeyeceği şeyin hhayalini kurdurmazmış ne yazarım? Yazarken insan der bunlardaki de psikoloji hani, seans ücretlerimi sana kitlemem gerekecek bu gidişle

    YanıtlaSil
  4. baris cok cok ince ve ozel bir detay ya bayılıyorum baris ve yagmuru okumaya

    YanıtlaSil
  5. Anka kuşu gibi küllerinden doğacak Asya.

    YanıtlaSil
  6. Arif Duman in konuşması süperdi

    YanıtlaSil
  7. Şu durumdan sonra ailesi gelmez umarım çünkü saçma olur

    YanıtlaSil
  8. Yağmur ve kayınvalideyi diğer bölümde bir arada görürüz umarım

    YanıtlaSil
  9. Asya'nın ailesine öylr bir kırgınım ki onu düşünemem bile. Bir insan ne kadar yslnız bırskılabilirse o ladar bırakılmış yani bu saniyeden sonra da olmazsanız da olur gelmryin istemiyorum uzsk durun kızımdan

    YanıtlaSil
  10. Yağmur ile Eylül siz ne kadar güzel bir detaysınız öyle

    YanıtlaSil
  11. Dünyanın en büyük sherlock fanlarından biri olarak yazıyorum bunu yazarcığımız diyor ki can beynindeki düşünceler kalbinin gürültüsünü susturacak ams kalbi gidince onun boşluğunu dolduramayacak

    YanıtlaSil
  12. Doruku hep görkem üzerinden gömüyorum ama artık benim elim bu adama laf yazmaya gitmiyor çünkü olaysın görkem reisss

    YanıtlaSil
  13. Asyanın rüyası beni çok etkiledi

    YanıtlaSil
  14. Asyanın barışa gitme dediği yerde içim parçalandı hiç mi acımadın yazarım

    YanıtlaSil
  15. dört çeyreğe haftada iki bölüm geldi analize iki haftadır bölüm gelmiyor neden? lütfen analizin de bölümleri bu hızda gelsin. 💙

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"