36. "Çatlaklar ve Kırıklar"

Bölüm Şarkıları:

Göksel, Bi Seni Konuşurum
NF, Clouds
Aspova, Kanayan Yaralar
Gripin, Vazgeçtim Ben Bugün

•🧁•

Bugün 2 Mayıs'tı. Doruk'un ilk kez Euroleague'de play-off maçına çıkma ihtimali vardı ve benim de K&S'deki ilk günümdü.

Heyecandan delirecek gibiydim. Zaman nasıl geçecekti bilmiyordum ama akademiden çıkar çıkmaz eve koşacak, televizyonun başına oturacak ve İspanya'daki maça geri sayım yapacaktım.

Play-off, Euroleague'deki sekiz takımının eşleştiği, üç maç kazanan takımlarınsa final four adı verilen dörtlü finale yükseldiği bir sistemdi. Normal sezonu ilk altı sırada bitiren takımlar doğrudan Play-offlara kalırlarken yedinci ile onuncu sıra arasındaki takımlar kendi aralarında play-in adı verilen maçlar yapıyor; bu maçların sonunda galip gelen iki takım, play-offa adını yazdırıyordu. O sekiz takım, bu şekilde belli oluyordu.

Ligi altıncı sırada bitiren Efes, üçüncü sıradaki Barcelona ile eşleşmişti ve 29 Nisan günü oynadıkları ilk maçı İspanya'da kaybetmişlerdi.

O maç Doruk hiç süre almamıştı. Shaw ağırlıklı oynanan oyun, Efes'in normalden daha kötü bir üçlük yüzdesine sahip olması yüzünden kaybedilmişti. Boş şutlar bulmalarına rağmen şans onlardan yana olmamıştı. Oyuna üçüncü çeyrekte giren Aras ve Lukas takımı hareketlendirseler de ne yazık ki bu galibiyet için yeterli gelmemişti.

Doruk'un süre almayışı yüzünden hayal kırıklığına uğramadığını öğrenmiştim o gece. Onu hemen aramış, teselli cümlelerimi çoktan hazırlamıştım ama Doruk takımına o kadar odaklıydı ki benimle sanki hâlâ o benchte oturuyormuş gibi oyuna odaklı bir konsantrasyonla konuşmuştu. "Benim de zamanım gelecek," demişti. "Tecrübesizim, biliyorum ama önemli değil Feza. İşin bireysellikten çıkması gereken kısım tam da burası. Alınmaca gücenmece yok. Oyna derlerse oynarım, otur derlerse otururum. Yeter ki sonu final four olsun."

Bu sabah ben K&S'ye giderken otobüste ona fotoğraf atmıştım. Hâlâ içim rahat olmadığı için şakayla karışık bir de mesaj bırakmıştım altına.

Feza: Bunu nasıl yaparsın diye sevgilisinin başının etini yedikten sonra kurstaki ilk günlerine koşa koşa gidip yolda da Zaferlerim dinleyerek aşktan ölürken kızlar

Doruk anında mesajımı görmüş, sonra anında yanıt vermişti.

Doruk: Ölürüm sana

Doruk: Arayayım mı? Yolun var mı daha?

Zaten olması gereken saatten erken varacaktım oraya. Heyecanım yüzünden evden aceleyle çıkmıştım. Hem yolum hem de vaktim vardı.

Feza: Ara. Otobüsten indim şimdi, yürüyorum.

Ekranda adını gördüğümde adını farklı bir şekilde kaydetme zamanımın çoktan gelmiş de geçiyor olduğunu fark ettim. Buna şimdiye dek hiç takılmamıştım ama Doruk hâlâ Doruk diye kayıtlıydı telefonumda. Bir ara değiştirsem iyi olurdu.

Ben bir 'alo' bile demeden önce Doruk "İlk beş!" diye bağırdı. "Arama deseydin ses kaydı atacaktım. Sevgilin play-off ikinci maçına ilk beşte başlıyor!"

Başka bir adım atmadım. Kaldırımın ortasında öylece durup "Ne?" diye bağırdım. "Gerçekten mi? Nasıl yani? İlk beş misin?"

"İlk maç yüzüme bakmayan canım hocam ikinci maça beni ilk beşte çıkarmaya karar vermiş!" O kadar heyecanlıydı ki benim de heyecanım üç katına çıkmıştı. "Kral nasıl bir strateji izliyor inan bilmiyorum ama sor bakalım sikimde mi?" Duraksadı. "Çok özür dilerim sevgilim. Ne yapmaya çalıştığı umurumda değil demek istemiştim."

"Akademiye varamadan bayılıp kalacağım!" dedim heyecanla. "O kadar sevindim ki aşkım."

"Bir daha söyle," dediğinde gözlerim yerinden fırlayacaktı. Bir anda çok utandım, sonra aynı hızla utancım beni terk etti.

"Çok sevindim aşkım," dedim. "Gururdan ağlayacak gibiyim. Resmen hayal ettiğin yerlere çıkışını izliyorum. Dilerim o kupayı elinde de görürüm senin. Favori basketbolcum benim."

"Kızım salak salak güldürmesene beni, Lukas kusmaya gidecek yine."

Kahkaha attığımda hâlâ kaldırımda öylece dikiliyor olduğumu fark ettim. Önünde durduğum dükkânın esnafı içeriden dik dik yüzüme bakıyordu. Başımı yere eğip hızlıca yürümeye başladım. "Selam söylersin Lukas'a."

"Aleykümselam. Peki ne bu, bizim diriliş günümüz mü?"

"Kutlayalım mı her sene?" diye bir teklif attım ortaya öylesine.

Ciddiye almasını beklemiyordum ama "Unutursam ne olayım," dedi. "Söz veriyorum kutlayacağız her sene." Gülümsedi, ben de gülümsedim. İki farklı ülkedeki iki kalbin birbiri için attığını hissettiğim bir andı. Gülümsemem kulaklarıma kadar ulaştı. "Heyecanlı mısın?" diye sordu. "K&S için?"

"İlk dersime son kırk dakika," dedim. "Dün gece uyuyamadım."

"Ben de çok heyecanlıyım senin için. Eğer orada olsaydım aklımda çıkışta seni almaya gelmek vardı ama nasip değilmiş."

"Doruk," dedim. "Teşekkür ederim."

"Feza," dedi. "Özür dilerim."

Birbirimizi daha iyi anladığımız bir yerdeydik.

Birbirimize yeterli alanı tanımış, yeterli zaman boyunca düzgün düşünebilmiştik. Kendi penceremize bağlı kalmak yerine empati yapabilmeyi denemiş, bunun doğrularını ve yanlışlarını yeniden ele almıştık.

Ben ona ondan vazgeçmeyeceğimi ama bir daha buna benzer bir şey yapmaya kalkarsa öncesinde mutlaka haberimin olması gerektiğini söylemiştim. Kabul etmeliydim, Ferdi sayesinde olmuştu bu biraz da. O gece parktaki konuşmamız bende derin izler bırakmıştı. Doruk da benden çok öfkeli de olsam ağzımdan çıkanlara biraz daha dikkat etmemi rica etmişti. Olayları farklı yerlere çekmeden önce ona konuşabilme şansını tanımamı istiyordu.

Sanırım biz sınanmıştık.

Buna bu gözle bakmaya karar vermiştik. Yaşadığımız tartışma bir eşikti, biz o eşiği aşmıştık.

"Benim için dua et olur mu?" diye sorduğunda ses tonu beni gülümsetti.

"Tabii ki ederim. Babam da hatim indirmiştir çoktan. Bu arada Doruk, şu an K&S yazısını görmüş durumdayım. Doruk, çok güzel!"

"Günün çok güzel geçsin," dedi. "Ben de geceni güzelleştirmeye çalışacağım. İyi dersler, öpüyorum."

"Ben de seni, çok." Sırıtmaktan yanaklarım ağrıyacaktı. "Başarılar. Her attığın basket olsun, amin."

Güldüğünü duydum. "Görüşürüz güzelim."

"Görüşürüz."

Telefonumu çantama atmadan önce ön kameramı açarak saçlarımdaki kırmızı bandanın düzgün olup olmadığını kontrol ettim. Saçlarım çok şükür fazla çıkışmamışlardı. Üzerimde kırmızı bir tişört, altında da kot şortum vardı. Bir binanın önünden geçerken aynalı kapıdan görüntümü son kez kontrol ettim ve plazanın döner kapısından içeri girerken kalp krizi geçirmeyeyim diye dua ettim.

"Merhabalar," diye karşıladı beni kumral bir adam. Yirmi beş yaşlarında görünüyordu. Mavi gözleri delici bir keskinlikteydi ama gülümsemesi, yüz ifadesini yumuşatıyordu. "Hoş geldiniz. Yeni kayıt mı?"

Etrafı incelemek yerine ona odaklanmaya çalıştım. Her yeri koyu renk camlarla kaplı giriş katı süsleyen avizelere doğru başımı kaldırmamak için zor duruyordum. "Evet," dedim elimi uzatarak. "Feyza ben."

"Bir dakika bekleteceğim," dedi ve elindeki ajandaya benzer defteri açıp şöyle bir göz gezdirdi. "Feyza Feza Falez, doğru mu?"

"Evet," dedim kalbim küt küt atmaya devam ederken.

"K&S'ye hoş geldin Feyza." Defterini kapattıktan sonra elini bana doğru uzattı. "Ben Volkan. Buranın eski mezunlarındanım, şimdi danışman olarak çalışıyorum. Senin mentorun ben olacağım. Her türlü konuda her zaman kapıma gelebilirsin. Etrafı gezerek başlayalım ister misin?"

"Tabii," dedim elini kavrayıp sıkarken. "Çok memnun oldum Volkan Bey."

Gözleri kolumda sallanan gümüş bilekliklerime, oradan da diğer bileğimdeki Doruk'un siyah kol saatine kaydı. Ardından bana yeniden gülümsedi ve lobiyi yavaş adımlarla aşmaya başladı. Onun peşine yavru civciv gibi takıldığımda duvarlarda asılı olan çerçeveleri inceliyordum. Eski mezunlara ait olduğunu tahmin ettiğim fotoğraflar her yeri süslüyordu.

Burada benim de fotoğrafım olur muydu?

Öğrencilerin mutfakta ya da bahçede çekilmiş birkaç resmi, katıldıkları yarışmalara ait anılar ve aldıkları ödüller... Lobi, benim rüyalarımdan birinin içinden fırlamış gibiydi. Herhangi bir karenin içine hapsolup mutlu bir hayat sürebilirdim.

Fotoğrafların birine işaret parmağını bastırıp "Bu benim," dedi. O olduğu çok belliydi. Hem hiç değişmemişti hem de gözleri onun ayırt edici özelliğiydi. Doğrudan dikkati üzerine çekiyordu. Bana bakıp gülümsedi. "Ben de senin gibi on dokuzumda kaydolmuştum. Sanırım bu fotoğrafta yirmi yaşındaydım."

Benimle kişisel bilgilerini paylaştığı için ardı arkası gelmeyen sorularımı sıralayacak yüzü buldum.

"Hiç yurt dışına çıktınız mı?"

"Pastacılık mı yaptınız yoksa aşçılık mı?"

"Siz de yarışmalara katılmış mıydınız?"

"Stajınızı gerçekten İtalya'da mı yaptınız?"

Mentorum o olacağı için çok şanslıydım. Genç yaşına rağmen girişimciliği sayesinde bir sürü farklı yerde deneyim sahibi olmuş biriydi ve stajını gerçekten İtalya'da yapmıştı. Üstelik kazandığı bir yarışma sonucu bu teklifi yapan İtalyan bir pasta şefinin ta kendisiydi. Şans onun ayağına gelmişti.

Gerçi buna şans denmezdi. Bu bir başarı öyküsüydü.

Öğrencilerin kullandıkları ortak alanları ve dinlenip sohbet ettikleri yerleri gezerek başladığımız bu yolda sonraki hedefimiz dersliklerin olduğu kattı. Çok fazla kontenjanı olmamasına rağmen tüm sınıflar öyle büyük ve ferahtı ki attığım her adımda burasının neden bu kadar pahalı olduğunu daha iyi anlıyor gibiydim. "Naçizane bir görüş," dedi lafın ortasında. "Buradayken her zaman anın tadını çıkarmaya bak fakat kuracağın arkadaşlıklar konusunda seçici davran. Bazen rekabet, can sıkıcı seviyelere ulaşabiliyor. Mutfak hakkında öğrenmen gereken ilk kural bu."

Aklımın bir köşesine yazdım. Kimseyle konuşmasam, kimseyle arkadaş olmasam da olurdu. Mutfakları gezmeye başladığımız an, dünyanın geri kalanıyla tüm bağımı koparmaya da hayır demezdim. Ağzım beş karış açılmasın diye dişlerimi sıkıyordum. O kadar heyecanlıydım ki gözlerim dolmuştu.

Hayatımda hiç bu kadar güzel bir yer görmemiştim.

Beni burada bırakabilirlerdi. Önüme malzemeleri atıp beni mutfaklardan birine kilitleyebilirlerdi. Yemek istemezdim, su istemezdim. Sadece pişirirdim. Hep pişirirdim. Her çeşit şeyi pişirirdim. Burada ölebilir, buraya gömülebilirdim.

Büyülü bir dünyada geziniyor gibiydim.

Gördüklerim gerçek gibi gelmiyordu. Mutfakla ilgili alet edevatların bulunduğu bir dolaba bile az daha ağzımın suyu akacaktı.

"İlk günleri tanışmaya ayırırız," dedi. "Kafe kısmına geçelim, sınıf arkadaşların da gelirler yavaştan."

On yedi kişiyle tek tek tanıştım o gün. Kırk beş yaşında iki çocuk annesi bir abla da vardı aralarında, hâlâ lise öğrencisi olan ama mezuniyetten sonra yolunu buradan çizmeye kararlı benden küçük bir kız da. Eren'den daha çok dövmesi olan küpeli bir çocuk, parlak kırmızı saçlı ve piercingli bir kızın elini tutuyordu. Onlar da bizim sınıftanlardı, birlikte kayıt olmuşlardı. Birebir konuşmasam da ortak bir diyalog kurulduğu sırada şahit olmuştum buna.

Hepimiz birer kahve alıp geniş bir masanın etrafında toplandığımızda bana yöneltilen sorular hariç birileriyle tanışmak konusunda çekingendim. Karşımdaki platin sarısı saçlı dünya güzeli kızın yaptığı kombini kaç kez süzmüştüm bilmiyordum. Kolundaki çantayı satın alabilmem için bir aylık maaşımın tamamını ona yatırmam gerekiyordu. Etrafımdaki insanlarla aramda büyük bir sınıf farkı vardı. Acaba onlar da bunun farkında mıydı?

Kendimi tahmin ettiğim kadar kötü hissetmiyordum.

Kimse yüzüme aşağılar gibi bakmamıştı. İlgilendikleri şey kot şortumun aslında bacakları kesilmiş bir pantolon olması değildi, ilgilendikleri şey benim kim olduğumdu. Kaç yaşındaydım, burayı nereden biliyordum, hayallerim nelerdi... Merak ettikleri bunlardı.

Adı Minay olan aşırı güzel kız bana "Peki erkek arkadaşın var mı?" diye sorduğunda etraftaki kimsenin dikkati üzerimizde değildi. "Seni bir yerden gözüm ısırıyor ama asla çıkaramadım Feyza."

"Daha önce kameralara yakalanmışlığım var, oradan mı acaba?" diye sordum. Doruk'la sarıldığımız an sosyal medyada çok fazla etkileşim almıştı. Hâlâ her hafta başka bir sayfa tarafından paylaşılıyorduk. Sadece Türkiye'de değil, farklı dillerde başlıklarla da bizden bahsediyorlardı. Sosyal medyada sonsuza kadar dönüp dolaşıp karşıma çıkan o 'hayal edilen aşk' temalı meşhur videolardan biri de biz olmuştuk.

"Ay ünlü müsün?" diye sordu Minay, gözlerini kısıp beni tanımaya çalışarak.

"Erkek arkadaşım Anadolu Efes'te oynuyor." Onunla gurur duyduğum için adını söylerken göğsüm kabardı. "Dorukhan Falay, belki oradan biliyorsundur."

"Aa!" Dilini yutacakmış gibi abartılı bir tepki verdiğinde birkaç kişi bizim bulunduğumuz tarafa dönmüştü ama sonra kendi gruplarıyla muhabbetlerine geri döndüler. "Seni sahadaki bir videoda görmüştüm. Şimdi hatırladım."

"Doğrudur," dedim. "Var öyle bir mevzumuz." Güldüm. Bunu böyle rahat ifade etmeye başlamış olmak hoşuma gitmişti çünkü o gece eve dönerkenki korkum dün gibi aklımdaydı. Neyse ki hepsi geçmişti.

Zor da olsa, bir şekilde geçmişti.

Tıpkı bugünkü zaman gibi.

Eve girdiğimde saat yediye gelmek üzereydi. Üzerime formamı giyerek kendimce bir totem yapmıştım. Maç Türkiye saatiyle 21.30'da başlayacaktı. Yatağıma oturup geri sayımıma devam ederken çekildiğim bir selfieyi Doruk'a gönderdim. Birkaç gündür görüşemediğim için onu çok özlemiştim. Bir an önce arayıp ona ilk günümün nasıl geçtiğini anlatmak istiyordum ama önce önünde atlatması gereken çok önemli bir maç vardı.

Akşam yemeğine formalı katılışım, babamın da formasıyla katılmasıyla birlikte diğer aile üyelerimiz tarafından büyük bir alay konusuna dönüştü.

"Baban mı onu daha çok seviyor yoksa sen mi günden güne daha çok sorguluyorum," dedi annem. Beni karşısına alıp yaptığı ciddi konuşmadan beri aramız her geçen gün iyiye gidiyordu. Ona sarhoş olup Doruk'un evinde kaldığım gece tüm suçun bana ait olduğunu defalarca kez söylemiş, fırçamı yemiş ve yerime oturmuştum. Tek isteğim, Doruk'a olan tavırlarının değişmemesiydi. Tam bunu sağlayacağımı düşünürken K&S mevzusu patlak verince yeniden avukatlığa soyunmam gerekmişti. Sabah akşam evde Doruk'u savunuyor, ona tek bir laf bile söyletmiyordum.

Babam, çatalını köfteye batırdı fakat onu ağzına götürmeden anneme baktı. "Hepimizin 15 Numaralı forması olmaması büyük eksiklik," dedi. "En kısa zamanda çözeyim bu sorunu." Gülümsedim, annem de keyifle güldü. Tam bir şey söyleyecektim ki babam yeniden lafa girdi. "Fırat, sen kaç giyeceksin? 10 numaraya devam mı?"

"Sağım solum belli olmaz," dedi Fırat, aklında başka bir sayı varmış gibi bir ifadeyle. Konunun kendisine dönmesi onu sevindirmişti. Babam tarafından gördüğü en ufak destek karşısında Furkan'dan daha küçük bir çocuk gibi mutlu oluyordu. "Önümüzdeki sezon her yerde adımı duyacaksınız, bak görürsünüz. Yazı öyle bir değerlendireceğim ki baba... Beni şu saatten sonra tutabilene aşk olsun."

"Okul mevzusunu yeniden gündeme getireceğim," dedi babam. "Al karneni, sözüm söz."

"Bir şekilde halledeceğim," dedi Fırat. "Müsait olduğun bir zaman müdürle konuşalım. Kolaylık sağlayacaklarsa bir şekilde bitirmeye çalışırım liseyi. Zorluk çıkarırlarsa hiç uğraşmam baba. Ya nakil deneriz ya açığa geçerim."

Fırat, okulu bırakma fikrine eskisi kadar sıcak bakmıyordu. Bu Cansu'yla ilgili olmalıydı. Gülmemek için zor tuttum kendimi.

"Halledeceğiz," dedi babam. "Nasıl istersen öyle yapacağız. Siz de bundan sonra konu ne olursa olsun ilk önce bana geleceksiniz. Ferda, bu size sen de dahilsin kızım."

"Bir şey olsa keşke de gelsem babam benim," dedi Ferda. "Benim bu ailenin üniversite okuyan ilk çocuğu olmaktan başka çarem yok gibi. Mahalle takımımın hocası beni seneler sonra Kasımpaşa altyapısına davet etmiyor ya da erkek arkadaşım pastacılık kursumun ücretini ödemiyor. Ben ablama ve abime göre çok sıradan bir Falez'im ne yazık ki."

"Deli," dedi babam. "Siz benden isteyin, yapmazsam benim ayıbım olsun. Gerisini boş verin. Üniversiteyse üniversite, altyapıysa altyapı. Kurssa... Kurs. Bunda payım yok gerçi. Bizim dananın halt yemesi."

"Bizim dana kim baba?" diye sordu Furkan, patates kızartmasını ağzına attıktan sonra. "Abim mi?"

"Doruka," dedi babam gülerek. "Doruka abin."

"Doruka abin akşam ilk beşte başlayacakmış," dedim heyecanımı daha fazla içimde tutamayınca.

"İlk play-off maçı," dedi Fırat. Onun bunu söylemiş olması içimi ısıtmaya yetmişti. Sesinde gurur vardı. Sanırım bu gece evimizin salonunda o da Doruk'u izleyenler kervanına katılacaktı.

"Onunla konuştum bugün, söyledi mi sana?"

Şaşkınlıkla, "Ne zaman?" diye sordum babama.

"Birkaç saat oldu." Biz konuştuktan sonra olmalıydı. Yoksa Doruk mutlaka babamın onu aradığından bahsederdi. "Başarılar diledim ve dua ettiğimi söyledim. Nasıl heyecanlıyım var ya... Anladı sesimden, gülüştük biraz."

"Öyle mi?" Ondan herkesin önünde bahsetmek hâlâ beni biraz utandırıyordu. "Biz de konuştuk bugün. Kursa gidiyordum. İyi geliyordu sesi, enerjikti. Zaman geçmek bilmiyor sanki. Bir an önce maç saati gelsin diye bekliyorum."

"İlk günün nasıldı?" sorusuyla birlikte önümüzdeki yirmi dakika gördüğüm herkesi ve her şeyi anlatmamla geçti. Bulaşıkları makineye dizerken anneme bugün gördüğüm mutfak tezgâhlarının renklerine kadar her detayı veriyordum. Babam mutfak masasında çay içerken bizi dinliyordu. Furkan yerde boyama yapıyor, Fırat ve Ferda'ysa annemin bu sabah yapıp borcama döktüğü muhallebiyi kaşıklıyorlardı.

Heyecanım hepsini güldürüyordu. Hepimiz benim böyle bir şeye ihtiyacım olduğunu bugün daha iyi anlıyorduk. Kendimi buluyormuş gibi bir his vardı içimde. Bunda sevgilimin payı yadsınamayacak kadar çoktu.

Onu ne kadar özlediğim belli oluyor muydu?

Maç saatine çok az kaldığında hepimiz mutfağı terk edip salona taşındık. Ekran başına dikilen Falezler, kendi ailelerinden bir üyeyi desteklercesine nefeslerini tutmuş durumdalardı. Beni en çok şaşırtan, Fırat'ın tavırlarının değişimiydi. İlk zamanlar Doruk'u sevmezdi ve bunu her seferinde açık açık belli ederdi. Kolsuz olduğunu düşündüğünü dile getirmişliği vardı, abartılıyor bence demişliği vardı, Doruk'a sövmüşlüğü bile vardı. Şimdi sessiz bir şekilde kenarda oturuyor ve ona, o her şeyi hak ediyormuş gibi bakıyordu.

Takımdaki isimler tek tek anons edildi, ardından sıra ev sahibi Barcelona'nın kadrosuna geldi. Babam her çıkan oyuncuyu bu çok tehlikeli, buna dikkat etmeliyiz, buna üçlük fırsatı vermemeliyiz şeklindeki dipnotlarıyla bize tanıtıyordu. İlk beşler yan yana sahaya dizildiğinde Euroleague marşı çalındı. Kameranın Doruk'a zoom yaptığı bir anda "Asıl ona dikkat etsinler," dedi Fırat, gülerek. "Göründüğünden en az üç beş kat daha güçlü ve dayanıklı." Erkek kardeşimin sesinde erkek arkadaşıma duyduğu hayranlık vardı. "Kendi gözümle izlemesem ben de inanmazdım. Üç set bench press yapıp teri kurumadan şınav çekmeye başlıyor. Kafayı yemiş birisi."

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Kaslarına yakından bakma fırsatım olmuştu. O vücudu sıkı bir çalışmaya borçlu olduğu belli oluyordu. Daha ne kadar geliştirecekti, niyeti beni ne kadar delirtmekti bilmiyordum ama bu durumdan şikayetçi olduğumu söyleyemeyecektim. Özellikle omuzlarına bayılıyordum.

"Doruka abi yine televizyonda," dedi Furkan. "O çok ünlü, değil mi abla?"

"Daha bu ne ki?" dedim yüzümdeki geniş gülümsemeyle birlikte. "Bir gün her yerde onu göreceğin kadar ünlü olacak."

"Zengin enişte," dedi Ferda dilini tutamadan. Dönüp tepki verecek mi diye babama baktım, babam sadece gülüyordu. "Herkese nasip olmaz işte. Kıymet bil Furki, hediye falan iste geldiğinde."

"Buradaki maçtan önce eğer müsait olursa onu yemeğe çağıralım," dedi annem. Doğal bir şekilde dudaklarından dökülmüştü kelimeler. "Karnıyarık yapabilirim yine. Ya da o ne isterse..."

"Davet edebiliriz ama emin olamadım," dedi babam. "Çok konsantre şu sıralar. Ekstra bir iş çıkarmayalım çocuğun başına. Eli boş gelmesin diye kara kara ne alacağını düşünür bu şimdi, germeyelim çocuğu play-off dönemi. Yine de Feza, bir yoklayabilirsin kızım."

Yoklardım. Önemli değildi. Şu an bu maçtan daha önemli hiçbir şey yoktu.

Hava atışı yapıldı ve ilk hücumu Barcelona yaptı. Hızlı bir turnike bırakarak başladıkları iki sayılık oyunlarının ardından Efes de Ivan abinin smacıyla iki sayı bulmuş oldu. Doruk'un ciddi yüzü, maça ne kadar konsantre olduğunun bir göstergesiydi. Kafasını devamlı sağa sola çeviriyor, tüm ikili eşleşmeleri izliyor, savunduğu adamın dibine kadar giriyor ve ona bırakın topu nefes bile aldırmıyordu.

Anadolu Efes serinin ilk maçında yenilgiye uğramış gibi değil, bu onların ilk maçlarıymış gibi bir psikolojiyle oyuna başlamıştı. Alan savunmasını başarılı bir şekilde yapıp oyunun ilk çeyreğinde Barcelonalı basketbolcuları zor şutlar atmaya zorluyorlardı. Savunmada gösterdikleri eforun üzerine Oleg'in ve Alex'in şutları da isabet bulmaya başlayınca yedinci dakikada Barcelona'nın koçu mola aldı. Bu sırada Doruk çoktan iki asist yapmıştı.

Heyecandan yerimde duramıyor, reklamın bitmesi için saniyeleri sayıyordum.

Doruk ilk sayılarını ilk çeyreğin son dakikasında aldığı faulden sonra çizgiye gelerek buldu. İkide iki yaparak çizgiden ayrıldı. Ardından Emir Varajic'in son saniye üçlüğe giden bir oyuncuyu bloklamasıyla beraber ilk çeyrek 16'ya 12'lik Anadolu Efes üstünlüğüyle sonlanmış oldu.

İkinci çeyreğin ilk üç dakikasında Doruk benchte oturuyordu. Bir anlığına hiç oyuna dönmeyecek sanıp korktum. O korkuyor gibi görünmüyordu. Her hücumda ayağa fırlayıp takımına destek oluyor, Barcelona hücumlarınıysa gözlerini kısıp derin düşüncelere dalmış gibi görünerek izliyordu. Tüm odağım onda olduğu için maçın kalanını kaçırıyordum.

Babam "Yeter," dedi. "Çeyizine mi saklıyorsun? Oynat çocuğumu. Dinlenmiştir işte."

"Dinlenmeye ihtiyacı bile yok," dedi Fırat. "Döner şimdi, merak etmeyin."

"Hepimizin favorisi o, değil mi?" dedi annem gülerek. "Shaw'mış Oleg'miş, Avrupa'nın en iyileriymiş falan filan... İlk beşte beş tane Doruk olsa buna bile sesimiz çıkmaz. Falezler olarak, çok objektif birer basketbol yorumcusu olduk."

"Çok objektifim, o benim favorim." Kenarda oyuna dönmek için ayağa kalktığını gördüğümde amaçsızca formamın eteklerini kavradım. "En iyi kim, göstermeye geliyor."

Onunla birlikte oyuna Aras da girdi. Babam göğsünü kabartıp "İki gencecik Türk oyuncu," dedi. "Başkalarından hiçbir eksiğimiz yok yemin ederim. Parıl parıl çocuklar. Nasıl seviniyorum nasıl... Shaw'a da Oleg'e de hayranım ama bu çocukların hepsi kendi evladım sanki."

"Babamın Türklük damarı kabardı," dedi Ferda. "Birazdan cama çıkıp ulumaya başlayabilir."

"Kazanırsak yapayım," dedi babam ciddiyetle. "Totemim olsun."

Aras, Nicola Boris'e bir asist yaptı. Ardından Barcelona hücumu başladı ve onların oyun kurucusu pivotlarına doğru hızlı bir pas çıkarttı. Doruk bu pası önceden sezmiş, tüm vücuduyla topa atlamıştı. Yere düştü, düştüğü yerde topu yakaladı. Topu ondan kapmak için iki metrelik pivot onun üzerine çullanırken Doruk Aras'a topu fırlatmayı başarabildi. Aras bomboş sahayı koşup sert bir smaç bastı, ardından potaya asılıp gülerek sallandı.

Doruk yerden kalkmışken başını iki yana sallayıp onun bu artist tavrına güldü. Aras da gülerek geri geri koştu ve kolunu sola doğru açtı. Doruk, onun eline bir beşlik çakıp yeniden oyuna odaklandı.

"Bunlar kanlı bıçaklı," dedim. Bir yandan da Devin'in de maçı izleyip izlemediğini düşünüyordum çünkü eğer izliyorsa şu an dibi düşmüş olmalıydı. "Ama sahaya yansıtmıyorlar. Profesyonellikleri hoşuma gidiyor."

"Neden?" diye sordu babam. "Ne alıp veremedikleri varmış?"

"Anlaşamıyorlarmış." Detaylı özetim bu kadardı. Babam başka zaman olsa daha fazlasını öğrenmeye çalışırdı ama Doruk kaşla göz arası kendisine boş bir üçlük pozisyonu yaratınca hepimiz ekrana kilitlenip kaldık. Attığı şut isabet bulduğundaysa oturduğum yerde sıçrayacak kadar kendimi oyuna kaptırmış durumdaydım.

"Bizim çocuğun ilk maçı olduğuna beni kimse inandıramaz," dedi annem. "Otuz yaşındaymış gibi bir tecrübeyle oynuyor."

"Benim hanım ne söylüyorsa doğru söylüyor." Babam, anneme gülümsedi. "Gerçekten ne gerekiyorsa onu yapıyor. Öne çıkayım, kendimi göstereyim egosu yok bu çocukta. Kendine güveniyor, orası bir gerçek ama önceliği hep takım oyunu. Doğrudan kendi şutuna gitmek yerine başta asist ağırlıklı oynamaya çalışması da bu yüzdendi."

"Bakarsınız bir gün kaptan olur," dedi Fırat. Ferda, onun Doruk'a karşı değişen tavrından en az benim kadar memnun görünüyordu. Fırat sanki ben olmasam bile bundan sonra tüm hayatı boyunca Doruk'un arkasından yürüyen ilk kişi olacak gibiydi. "Açıkçası, onu tanıdıkça çok başarılı olacağına daha fazla emin oluyorum."

Gözlerim yine gururdan dolmak üzereyken ikinci yarı sona erdi ve on beş dakikalık devre arasına gidildi. Doruk, soyunma odasına ilerlerken ciddi bir yüzle Aras ve Thomas Zahovic'le bir şeyler konuşuyordu. Jestlerinden anladığım kadarıyla maç içindeki bir pozisyonun hararetli tartışmasını yapıyorlardı.

Üçüncü çeyrek, Doruk'un yine kenarda oturmasıyla başladı. Lukas ve Shaw ikilisinin arka arkaya bulduğu isabetli şutlar sayesinde Efes ilk beş dakikayı önde götürmeye devam etse de kaybedilen toplar sonrası bir anda Barcelona aradaki sayı farkını kapatmıştı. Üzerine arka arkaya iki de üçlük bulduklarında Efes koçu mola aldı. Takımın oyunu düzenden çıkmış, oyuncular panik yapmaya başlamışlardı.

Son bir dakika kala Doruk oyuna girdi. "Onu soğuttu," dedim. "Keşke eli sıcakken bu kadar kenarda oturmasaydı."

Babam, yorumuma hak verdiğinde kendimi dünyadaki en iyi basketbol yorumcusu gibi hissetmiştim. Bu güzel his, kısa bir süre bana eşlik etti.

İşler Anadolu Efes adına iyi gitmiyordu.

Son çeyrek, başa baş bir rekabetle akıp geçerken artık hücumları takip edemiyorduk. Bir oturup bir kalkıyor, bir sövüp bir seviniyorduk. Lukas, hücum sırasında saha kenarındaki çizgiye basıp basit bir top kaybına sebep olduğunda çok kritik bir hücumdan boş dönmüş olduk. Her saniye öyle kıymetliydi ki basit hatalara yer yoktu ama basketbolda böyle anlara topun el yaktığı anlar denilirdi ve en olmayacak işler bile bu anlarda gerçekleşirdi.

Barcelona'nın smacından sonra Shaw hızlı bir hücuma çıkmak niyetiyle topu Ivan Reyes'e vermek istemişti fakat pasın şiddetini ayarlayamadığı için Ivan abi topu yakalayamamıştı.

Dördüncü çeyrekte kaybedilen toplar can sıkıyordu. Önde olabilecekken geriye düşmüştük.

Son saniyelere geldiğimizde kalbim yerinden çıkmak üzereydi. Doruk bu çeyrekte kullandığı üç serbest atışın ikisini isabet ettirmişti, bunun dışında akan oyun sırasında sayı bulamamıştı.

Fakat son top, ona kaldı.

Skor 81-79'ken, Doruk sağ köşedeydi. Shaw pası Lukas'a vermiş, Lukas son üç saniye kala atışı kullanmak yerine Doruk'a pas vermişti. Doruk'un topu tutup potaya fırlatmaktan başka şansı yoktu, düşünecek kadar vakte bile sahip olamamıştı.

Top elinden çıktığında ellerimi başıma götürdüm.

Barcelona'nın dokuz numaralı pivotu bu şutu savunmak için zıpladığında ise gözlerimi sımsıkı kapattım.

Gözlerimi açmasam da salona çöken sessizlikten ne olduğunu anlamıştım: O adam, maç topunu bloklamıştı.

Tüm Barcelonalı oyuncular dokuz numaraya doğru koşarken köşede Doruk'un gözlerini bariz bir acıyla kapatmasını izledim. Real Madrid maçındaki son saniyede zaferin altına imzasını atan kişi oyken bu maç mağlubiyetin gölgesi onun üzerine çullanmıştı. Maç topu onun elinde patlamıştı ve bunun canını ne denli yaktığını kilometrelerce öteden bile hissedebiliyordum.

Onu tanıyordum, her şeyini vererek oynamış olsa da suçu kendine yıkacaktı.

"Çok kötü oldu bu," dedi babam, kahrolmuş bir yüz ifadesiyle. "Durumu iki sıfır yapmış oldular. Buradan üç iki yapmak pek mümkün gibi görünmüyor."

Kameranın Barcelonalı oyunculara çevrilmesine sevindim çünkü Doruk'un yanına gidip omzuna vurarak ona destek olmaya çalışan Shaw'ı da Doruk'un o hayal kırıklığına uğramış yüz ifadesini de daha fazla seyredemezdim.

"Ama seri İstanbul'a gelecek," dedim. "Sıradaki maç burada oynanacak. Bence bu takımdan ümidi kesmek için çok erken. Kendi taraftarının önünde oynamadılar daha."

"Ablam çok üzüldü baba," dedi Furkan, üzgün üzgün. Sonra kalkıp yanıma geldi. "Üzülme abla, biz de kazanırız."

"Doruka abin üzüldüğü için üzüldüm," dedim. "O beni aradığında ben mutlu olacağım. Asıl sen buna üzülme, tamam mı?"

"Peki."

"Yiyeceğim bu çocuğun kafasını o olacak." Fırat, dizlerimin dibindeki Furkan'ı tutup omzuna attı. "Doruka abiye fotoğrafını atarız, o mutlu olur. Hadi şimdi yatağa. Saat çok geç oldu senin için."

"Tamam. Sen atar mısın? Çek beni."

"Çekerim abim, gel benimle. Üzerini de değiştiririz."

Annem, onun Furkan'la ilgilenmesi kendi yükünü hafifleteceği için derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. "İstanbul'daki maça gidebilirsek güzel olur aslında hayatım."

Ortaya attığı teklif, babam tarafından anlayışlı bir gülümsemeyle karşılandı. "Gideriz tabii Canan, takip ederim ben biletleri."

"Ben odama geçiyorum o zaman," diye haber verdim ayağa kalkarken. Yorganımın altında ağlamak güzel bir seçenekti ama önce Doruk'un bildirimlerini onu ne kadar sevdiğimi anlatan mesajlarımla doldurmalıydım.

Kutlayalım dediğimiz 2 Mayıs, keşke böyle bitmemiş olsaydı. Yine de ben bugünü güzel hatırlamamızı istiyordum. Bu şekilde bitmesine izin vermemeliydim.

Biraz zaman geçmesini bekledim. Zor da olsa, bir saat daha bekledim. Daha fazla dayanamadığımda Doruk'un numarasını tuşladım. Otele mi geçmişti, yoksa doğrudan dönecekler miydi bilmiyordum. Sadece uçağa binmiş olsa binmeden önce yazar diye düşünmüştüm. O yüzden bir umut açmasını umuyordum.

"Feza," dediğinde heyecanlanıp yattığım yerden doğruldum. Sesi hiç heyecan verici değildi fakat yine de onun sesiydi. Bu benim için yeterliydi.

"Selam," dedim nasıl başlayacağımı bilemediğim için.

"Selam," diye karşılık verdi. Moralinin ne kadar bozuk olduğu tek bir kelimeden bile anlaşılıyordu. "Feza," dedi tekrar. "Ben seni sonra arayacağım tamam mı?"

"Ama..."

"Sonra," dedi net bir şekilde. Bu önüme koyduğu bir sınırdı ve geçmememi söylüyordu. "Teşekkür ederim. Merak etme. Sonra konuşalım."

"Tamam," dedim kötü hissederek. Ona iyi gelebilmek isterdim fakat o bunu istemediği takdirde elimden kabullenmekten başka hiçbir şey gelmezdi. Kapılarını kapatıp kendi köşesine çekilmişti. Çabalamaya devam etsem de bu boşa olacaktı, çünkü bana durmam gereken yeri göstermişti. Benden ne beklediğini dile getirmiş, önüme bir duvar çizmişti. "Öpüyorum o zaman?" dedim en azından bir teselli alabilme ihtiyacıyla.

"Ben de," diyerek beni her şeye rağmen gülümsetti. "İyi geceler."

"İyi geceler."

☁️


Yemeğe davet ettiğim Doruk, gelemeyeceğini tek bir mesajla bana bildirmişti.

Kaçırdığı son saniye şutundan sonra benimle çok az iletişime geçmişti. Uzun mesajlarıma kısa cevaplar veriyor, günümü anlatmak için onu aradığımda telefonunu açmıyordu. Sonrasında uyuyordum, antrenmandaydım gibi tek kelimelik mesajlar atıyordu. Bu durum inanılmaz derecede canımı sıkıyor olsa da sonra dediğini tekrar tekrar kendime hatırlatıyordum. Ona saygı göstermeyi deniyor, ona yine alan tanıyordum. Üzerine gitmek yerine onun bana geleceği anı bekliyordum.

Ama gelmiyordu.

Yarın play-off üçüncü maç oynanacaktı. Kendisini çoktan toparlamış, çoktan önlerindeki maça odaklanmış olmalıydı. Benim tanıdığım Doruk her düştüğünde daha hırslı kalkacak türden bir insandı. Eğer konsantre olmak için beni kendinden uzaklaştırıyorsa buna da hak verebilirdim ama beş dakika bile görüşemeyeceğimiz kadar yoğun muydu?

Neler oluyordu?

Son maçın ardından üç gün geçmişti. Artık sorunun o şutla ilgili değil benimle ilgili olduğunu düşünmeye başlamak üzereydim. Konuşmak istiyordum, o istemediği için de hiçbir ilerleme kaydedemiyordum.

İçimdeki sıkıntı dışıma taşacak gibi oluyordu. Kurstayken not almak için önüme açtığım deftere boş boş karalamalar yapmıştım. Teorik dersi ne kadar dinlediğim tartışılırdı. Buraya koşarak gelmem gerekirken sürüne sürüne gelmiş, içimi kıpır kıpır eden bu binada sıfır istekle bana eziyet gibi gelen bir gün geçirmiştim. Öğrendiğim bilgilerin tadına varamıyordum. O yokken hiçbir şeyden tat alabileceğimi de sanmıyordum.

Yarınki maçtan önce görüşmek zorundaydık. Bunun içinse önümüzde fazla zaman yoktu. Ona bir saat kadar önce evde misin diye sormuş olsam da hâlâ hiçbir cevap alabilmiş değildim. Antrenmanda olabilirdi, bilmiyordum. Son zamanlarda hiçbir şey bildiğim söylenemezdi.

K&S'den çıkıp otobüs durağında beklerken Instagram'a girdim. Karşıma çıkan haberse arkamdaki banka öylece çökmeme yol açtı.

Anadolu Efes, bir sakatlık raporu gönderisi paylaşmıştı. Yaptıkları açıklama, başımdan aşağı kaynar sular dökülmesine sebep oldu.

Antrenman sırasında sakatlanan Dorukhan Falay, sağ dizindeki ağrı sebebiyle yarın oynanacak Barcelona maçının kadrosunda yer almayacak.

Doğru gördüğümden emin olmak için bir kez daha okumak istedim ama gözlerim dolduğu için ekran bulanıklaşmıştı. Sanki bir panik atak krizi geçiriyormuşum gibi aniden kesilen nefesim yüzünden elimi göğsüme götürdüm. Sakatlık diyordu. Nasıl bir sakatlıktı bu? Ne olmuştu?

Hızla Doruk'u arayıp telefonu kulağıma götürürken elim devamlı titrediği için onu sabit tutmakta zorlanıyordum. Aklımdan bin türlü düşünce geçiyordu. Tek isteğim ciddi bir sakatlığının olmamasıydı. Sesini duymam gerekiyordu. Tam şu an, onunla konuşabilmem gerekiyordu.

Doruk telefonunu açmıyordu.

Kalbim korkuyla atıyorken hastanede olup olmadığını düşündüm. Ne zaman sakatlanmıştı? Post az önce atıldığına göre bu olay yeni mi yaşanmıştı yoksa Doruk birkaç gündür bu yüzden mi benimle konuşmaktan kaçıyordu?

Durakta bu sefer benim değil, onun evine giden otobüsü beklemeye başladım.

Ne yapacağımı düşünürken aklıma Aras'a ulaşabileceğim geldi. Neler olduğunu ondan dinleyebilirdim. Bu yüzden Devin'den onun numarasını istedim fakat Devin de mesajımı görmüyordu. Bir anda evrendeki her şey benim aleyhime işlemeye başlamıştı. Dünyam tersine dönmüş gibi hissediyordum. Doruk'u görmezsem hiçbir şey düzelmeyecekti.

O durakların tümünü kalbim ağzımda gittim. Yolu nasıl bitirdiğimi bilmiyordum. Sadece birkaç duraklık mesafeydi ama hayatımın en uzun yolculuğu bu olsa gerekti. Otobüsten indiğimde hava kararmış, sokak lambaları yeni yanmaya başlamıştı.

Hiç durmadan koştum.

Çantamı sıkı sıkı tuttum ve evine kadar koştum. Orada mıydı bilmiyordum. Yalnızca orada olmasını diliyordum. Aklımı kaçıracak gibiydim. Bildiğim tüm duaları ederken kendimi sakinleştirebilmek için onun iyi olduğuna inanmayı deniyordum. İyiydi, basit bir ağrıydı, yalnızca bir maçı kaçıracaktı. Sonrasında yeniden dönecek, yakaladığı müthiş formunu sürdürecekti.

Bu sezonu kapatmasını gerektirecek ya da canını çok fazla yakacak bir sakatlık değildi. Yalnızca dizi ağrıyor olmalıydı. Dinlenecekti ve geçecekti. Tedavisi Efes doktorları tarafından en iyi şekilde yapılacaktı. Bir güne bile ayağa kalkardı. Onu tanıyordum bir kere, çok güçlü birisiydi. Hemen toparlar ve sahalara geri dönerdi.

Nefes nefese şekilde kapısına vardığımda zile basmayı aklımdan bile geçirmeden anahtarıma uzandım. Beni şimdiye dek görmek isteseydi zaten görürdü. Bu da evde olsa bile kapıyı bana açmayabileceği anlamına geliyordu. Kapı açılacak mı yoksa açılmayacak mı diye bekleyemezdim. Kaybedecek zamanım yoktu. İçeri girip asansöre bindiğimde korkudan kıpkırmızı kesilmiş suratımı gördüm. Telefonumu belki ondan bir yanıt gelmiştir diye bir umut kontrol etsem de hâlâ ses seda yoktu.

Kapılar aralandığında hızlı adımlarla dairesinin kapısına ilerledim. Endişeden buz kesen parmaklarıma rağmen anahtarı kilide takıp çevirmeyi başarabildim ve içeriye girip kapıyı arkamdan kapattım. "Doruk?" diye seslenirken sesim ağlıyormuşum gibi çıkmıştı. "Doruk, evde misin? Lütfen burada ol."

Attığım adımla birlikte girişteki dolabın üzerine bırakılmış Barcelona yazılı magneti gördüm. Onu elime alıp bakarken gözlerim daha fazla nemlenmiş, ona ulaşma isteğim baş edilemez bir seviyeye gelmişti.

Yeniden "Doruk?" diye seslendiğimde koridorun sonundaki odanın kapısı açıldı.

Gözlerimiz kesiştiğinde kalbimin durduğunu sandım.

Onu böyle görmek yerine keşke ölmüş olsaydım.

Elimdeki magnet yere düşüp tok bir ses çıkartarak çatladığında ben de dizlerimin üzerine düşmemek için kendimi zor tutuyordum.

Kaşının kenarında bir bant duruyordu. Elmacık kemiğinde morluklar vardı. Boynunda ince, kırmızı birkaç çizgi aşağı doğru iniyordu. Sanki biri onu tırmalamıştı. Yüzü gözü tamamen dağılmış haldeydi.

Üstelik topallayarak yürüyordu.

Yüz ifadesi beni görünce acıyla buruştu. Asla bakmamam gereken bir şeye bakıyormuşum gibi hissettiren bakışları, büyük bir mahcubiyetle çevrelendi. Bu şekilde karşımda olduğu için utandığını hissettim. Kalbimdeki sızı, göğsüme bir kanser hücresi gibi hızla yayılıp her yerimi sarmaya başladı.

"Antrenmanda sakatlanmadın..." Sesim can çekişiyorken gözümden bir damla yaş aktı. Doruk yüzünü buruşturdu. Burada olmamdan nefret etmişti ama hiçbir şey söylemedi. Durdu. Anladığımı anladı. Bekledi. Derin bir nefes almayı denedi. Tıpkı benim gibi, o da bunu yapamadı. "Doruk," dedim ve gözlerimden arka arkaya yaşlar akmaya başladı. "Sana ne oldu böyle?"

Elini sertçe duvara yasladığında alnını da elinin üzerine yasladı. Başını sağa ve sola çevirdi. Burada olduğuma inanmak istemedi. Sinirle iç geçirdiğinde elini bacağının üzerine koydu. Bacağını ovaladı. Yeniden bana baktı. Gözlerinde ona ait olamayacak kadar soğuk, ruhsuz bir bakış belirdi. "Git buradan," dedi öfkeyle. "Ulaşmanı isteseydim ulaşırdın. Git Feza."

Beni istediği kadar kovabilirdi, hiçbir yere gitmiyordum.

Ona doğru bir adım attığımda geriye doğru giderek mesafesini korudu. Gözlerimin içine beni uyarır gibi baktı. Yaklaşmamı istemiyordu. Bazen bir nefeslik mesafe bile bize çok gelirdi ama şu an aramızda ikimizden birinin düşmesi için küçücük bir rüzgârın yetebileceği koca bir uçurum vardı. Düşecek olmayı umursamadan, "Ne oldu?" diye tekrarladım, ne olduğunu bile bile.

Acının ve yalnızlığının kokusu evinin duvarlarına kadar sinmişti. Yaraları yeni görünmüyordu. En az bir gün geçmiş olmalıydı üzerinden. Burada, tek başına kalıp iyileşmeyi beklemişti. Ya da her şeyin son bulmasını. Daha çok öyle bir hali vardı. Bırakmak ister gibi...

Pes etmiş, vazgeçmiş, çoktan yenildiğini kabullenmiş gibi.

Ruhumun içimden çekildiğini, kanımın donduğunu ilk kez böylesine hissediyordum. Beni uzaklaştırma sebebi benimle ilgili değildi. Doruk, kendini bu evde bir çeşit ölüme terk etmişti.

"Git," dedi güçsüzce. Az önceki direncinin yerinde yeller esiyordu. Hiçbir git bu kadar kal gibi hissettiremezdi. "Konuşmak istemiyorum."

"Konuşmayız o zaman." Aramızdaki mesafeyi hızla kapattığımda parmak uçlarımda yükselip kollarımı boynuna sardım. Yanaklarımdan kayan gözyaşları omuzlarına dökülüyordu. Onun elleri belimi bulmamıştı. Bana temas etmiyordu. Yalnızca ağırlığını sol ayağına vererek ayakta dikiliyordu.

İçimi çekerek boynuna yaslandığımda omuzlarındaki titremeyi hissettim. Dudaklarımı boynuna yaslayıp "Hiçbir yere gitmiyorum," diye fısıldadım. Ona daha sıkı sarıldım. "Kıyamam sana. Hiç kıyamam. Canın çok yanıyor mu?"

Sakatlık haberini gördüğümde dünyanın sonunun geldiğini sanmıştım. Çekeceği ağrının az olmasını umarak gelmiştim buraya ben. Halbuki şimdi, onun böyle bir şeyi yaşaması yerine antrenmanda sakatlanmayı tercih edeceğini biliyordum.

"Lütfen," dediğinde sesindeki titreme göğsüme bir yıldırım düşürdü. Onunla ilgili anılarımı sakladığım sandık çatladı. İyi olanlar yere dökülürken kötüler o sandığın içinde kaldı. Geçmişiyle ilgili nadiren konuştuğu anların tümü, sandığın en dibine yuva yapmıştı. Bir şeyler tepetaklak olduğunda zemindekiler yukarıya ulaşanlar olurdu.

Bastırdıkları, gün yüzüne çıkmanın bir yolunu bulmuştu.

"Seni yalnız bırakmayacağım," dedim. Çaresizce güven vermenin derdindeydim. Kaç geceyi bu halde geçirdiğini, kendi içinde kaç savaş verdiğini düşündükçe ağlamam şiddetleniyordu. "Ne dersen de, bunu asla yapmayacağım."

Eli, yavaşça belime yerleştiğinde teslimiyetini iliklerime dek hissedebiliyordum. Omuzlarında taşıdığı tonlarca yüke ve aksayan bacağına rağmen olabildiğince dik durmaya çalışıyordu, gitmeyeceğime ikna olduğunda ise bu çabası kayboldu. Çenesini eğerek küçüldüğünde yüzüne bakmak için geri çekilecektim. Bu kez o alnını omzuma bastırdı. İç çekişinin arkasından bir gözyaşının geleceğini hissettim. Beni tuttu, bana sarıldı ve Doruk, omzumda ağlamaya başladı.

"Yine her şeyi mahvetti," dedi. Kaskatı olan bedeni titredi. Sanırım biraz da içmişti. Bu koku her zamanki kokusundan daha farklı, daha keskindi. "Hiçbir şey yapamadım."

Sessiz kaldım. Saçlarını avuçladım ve onları okşarken Doruk'un nefesinin kesilişini içim çürüye çürüye dinledim. "Hiçbir şey yapamadım!" Çaresiz bir haykırıştı bu, hiç kimse kısık bir sesle böylesine haykıramazdı. "Seneler sonra o eve senin için girdim. Çok şey değişti sanıyordum. Hiçbir şey değişmemiş. Hâlâ o adama hak ettiği karşılığı veremiyorum. Ben hâlâ..."

"Şşh..." Konuşmaya devam edebilecek gibi değildi. Bu olayın benimle ilgisinin ne olduğunu düşünürken birden bütün parçalar öyle bir yerine oturdu ki bakışlarım bulanıklaştı. Zihnimin gerisinde çakan şimşek, bana kendimi huzursuz hissettiren ela gözleri gözümün önüne getirdi. Zamanlama, acımasız bir şekilde karşımdaki resme uyuyordu. "Burhan..." Adı, dudaklarımdan nefretle döküldü. "Yoksa o..."

"Evet," dedi geri çekilip kıpkırmızı gözlerini yüzüme dikerek. Günlerdir uyumamış olduğunu düşündüm. Yorgunluğu, dağılmış yüzüne atılan son bir imzaydı. "O adam, benim babam."

🏀🧁🏀

Diyecek sözüm yok. Siz Doruk'un babası ne zaman gelecek diye her sorduğunuzda keşke hiç gelmese dememek için zor duruyordum.

Bölümle ilgili bir yorumunuz, söylemek istediğiniz bir şey ya da gelecek bölümle ilgili tahminleriniz varsa buraya bırakabilirsiniz.

Yeniden görüşene dek kendinize çok iyi bakın. Bölüm yorumlarınızı ve #DörtÇeyrek etiketinin altındaki tweetlerinizi okuyor olacağım.

Teşekkürler ve...

Offfff. Of.

Yorumlar

  1. Ay benim mi kafam gitti yoksa kitabı mı okumadım burhan kimdi yaa

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Galiba doruğun babası

      Sil
    2. Bi önceki bölümde feza ve eren Visaldeyken kahve içmeye gelen feza ya dik dik bakan bi adam vardı ya o aşkım

      Sil
    3. Ay teşekkürler bir an nerde geçiyo bu isim oldum kxksözn

      Sil
    4. Ben de hatırlamıyorum ne ara bi bölümde yer aldı aldı mı

      Sil
    5. geçen bölüm kafeye gelip fezaya dik idk bakan ereninde sevmediği köşede oturan tuhaf adam

      Sil
  2. Ne oluyor bu lanet yerde bu nasıl bölüm. Yazarcım seni çok seviyoruz 🌸

    YanıtlaSil
  3. Feyyaz Falezcim şu adamı bir sallandırabilir miyiz darağacında istek değil ihtiyaç 😒

    YanıtlaSil
  4. Feyyaz ve doruğun masum aşkına fezanın gölgesi düstü

    YanıtlaSil
  5. Ay harikaa bir bolumdu doruka çok uzuldum yaa

    YanıtlaSil
  6. Ay doruk feza ile burhanın tanıştığını nasıl öğrendi acaba

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bende merak ediyorum hemn yeni bölüm lazım bana en acilinden

      Sil
  7. Doruk bence fezayı kendisinden uzak tutarsa burhandan da uzak tutar diye düşünüyor ondan uzak durdu

    YanıtlaSil
  8. Yazarcığım bu güzelim kitabı ne zaman elimize alacağız acaba ufak bir bilgilendirme yapabilir misin

    YanıtlaSil
  9. "Babaların çocuklarının ruhlarında derin yaralar açamakla ilgili zalimce alışkanlıkları var." Can Vega dertleşmesinde aklımdan çıkartamadığım sadece bir tanesi

    YanıtlaSil
  10. of gercekten
    doruk valla anan da olurum babanda nolur uzulme cocuk of yaa
    he bi de sey kisminda kahkaha attim
    “babamin turkluk damari kabardi birazdan cama cikip ulayacak”
    HDHDHHSSHVSHSHSHSGDH

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

55. "Geri Sayım"

35. "Görülme İhtiyacı"