41. "Gökyüzü Penceresi"
Bölüm şarkıları:
Demir Demirkan, Zaferlerim
Athena, Bu Adam Fezadan
Evdeki Saat, Uzunlar
Yüzyüzeyken Konuşuruz, Dinle Beni Bi'
•🧁•
Ağustosun ilk günlerini sıcaktan ölmeyeyim diye günde en az üç tane Ice latte içerek geçiyordum.
Doruk, iki hafta önce Bursa'dan tuttuğu eve yerleşmekle meşgul olduğu için bir süredir görüşemiyorduk. Başka bir şehre taşınıyor olduğundan dolayı bu yaz hiç de hayal ettiğim gibi ilerlemiyordu.
Sezon bittiğinden beri İstanbul'daydı fakat doğru düzgün nefes almaya bile boşluk bulamıyordu. Yine de son zamanlarda bundan şikayetçi değildim çünkü beni en mutlu eden şeylerden biri yaptığı sponsorluk anlaşmasıydı.
Büyük bir markanın ayakkabıları üzerinden yaptıkları sözleşme, çektikleri reklamlar sayesinde herkesin dilindeydi.
Onun ayakkabı takıntısını ve o takıntının altında yatan sebepleri bildiğim için ne zaman bu iş birliğini televizyonda görsem ya da yolda yürürken bir afişine denk gelsem duygulanıyordum.
K&S'nin karşı caddesindeki devasa reklam panosunda sevgilimin fotoğrafı vardı.
Günün ikinci Ice lattesini içerken sevgilimin afişini kesebilmek için bilerek kafeteryanın cam kenarı kısmına oturmuştum. Onun önünde fotoğraf çekilip Doruk'a attığım anı anımsayınca sırıtmaya başladım. O gün şeftali rengi kısa kollu gömleğimi giyip saçlarımı iki yandan balıksırtı örmüştüm. Gözümde koyu kahverengi güneş gözlüklerim takılıydı. Arkamdaki panoda, koşarken çekilmiş bir pozu vardı. Her geçen gün geliştirdiği vücudunu sergilemek için üzerine dar bir tişört giydirmişlerdi. Altında koyu mavi bir şort vardı ve aynı renk spor ayakkabılarıyla bir koşu yolunda koşuyordu.
Bugün K&S'deki dersim bittikten sonra otogara geçeceğim için çok heyecanlıydım. Yeni evini ilk kez görecektim. Gerçi, görüntülü konuştuğumuzda bana ev turu yaptırmıştı ama o sayılmazdı. Kendi gözümle görmek başkaydı.
Bir de, onda kalacaktım.
Evi ilk tuttuğu andan beri beni Bursa'ya davet edip dursa da buradaki eğitimimin önemli bir döneminde olduğum için derslerimi aksatıp yanına gitmek istememiştim. Şimdi birkaç günlük bir boşluk bulmuştum ve soluğu onun yanında almak için sabırsızlanıyordum.
Beni o kadar çok özlüyordu ki ben dersteyken dahi mesaj yoluyla nasıl olduğumu soruyordu. Tek koluyla koli taşırken diğer eliyle bana yazmaya çalıştığı için harfleri birbirine girmiş birkaç mesaj bile almıştım ondan hatta.
Yine mental olarak sıkıntılı bir ay geçirmişti. Anadolu Efes'ten ayrılışını kimse onaylamadığı gibi insanlar Bursaspor'un çok yanlış bir tercih olduğunu düşünüyorlardı. Herkes onun gidecekse yurt dışında başka bir Euroleague takımına gitmesi gerektiğini söylüyordu. Fener'e gitmesini söyleyenler de vardı. Her kafadan farklı ses çıkıyordu.
Doruk en sonunda Twitter uygulamasını bir süreliğine telefonundan silmişti ve Instagram kullanmaya da ara vermişti. Bana "Kendimi geliştirmeye odaklanmak istiyorum," demişti. "Kısa sürede yükselişimin sonunda yaptığım seçimle her şeyi batırdığımı söylüyorlar. Dorukhan Falay'ın bittiğini söylüyorlar Feza. Onlara yanıldıklarını göstermem gerek."
Bence en çok da Anadolu Efes'in yönetiminde sorun yaşadığı kişilere göstermek istedikleri vardı ama hiçbir zaman bu konuyu açmıyordum. Açıkçası bundan bahsetmek istediğini pek sanmıyordum.
Yaptığı her şey, hırsı bile dolaylı yollardan babasına bağlanıyordu. O adamı hayatından çıkarmıştı fakat gölgesiyle yaşamaya devam ediyordu. Bir gün hırsının onu bitireceğini hissediyordum. Çünkü hiçbir aklı başında insan, daha evinde halı bile yokken civardaki spor salonlarını araştırıp onlardan birine yazılmayı düşünmezdi. Bunu da yapmıştı. Asla boş durmuyordu. Sabah koltuk taşıyor, akşam ağırlık kaldırıyordu.
Babası ona hiçbir zaman inanmamıştı. Bunu aşabildiğini sanıyordu. Aşamamıştı. Sonra Anadolu Efes'le sorun yaşamıştı. Yıllarını verdiği kulüpten ayrılmıştı. Bunu aşamadığını kendi de biliyordu.
Ve içindeki hırs, onu delirtiyordu.
Sezonun başlamasına gün sayıyordu. Durmak yoktu, dinlenmek yoktu. Tatile nereye gideceğini sorduğumda ne tatili demişti alayla. Öyle bir söylemişti ki bu iki kelimeyi, ona onunla bir tatil yapmayı bile teklif edememiştim. Uygun bir zamanıma denk getirebilirsem birkaç gün kursumda devamsızlık yapıp boşluk yaratabilir miyim diye düşünmüştüm aslında. Bu fikrimi ona hiç açamamıştım çünkü gerçekten, her gün deli gibi antrenman yapıyordu.
Onun reklam afişine bakarken dalıp gittiğimi fark ettim. Gözlerimi kahveme çevirdiğimde buzların erimeye başlamış olduğunu gördüm. Pipetle kahvemi karıştırarak buzlarla oynadım. Ardından soğuk kahveden bir yudum aldım. Sürekli soğuk şeyler içip durduğum için boğazım ağrıyordu bu aralar.
Masanın üzerindeki telefonum çalmaya başladığında bugünkü ikinci dersime girmeme yalnızca beş dakika vardı. Arayan Doruk olmasaydı aramayı sonra dönüş yapmak üzere kapatırdım fakat ekrandaki Sevgilim yazısını görünce hemen telefonu açtım.
"Selam," dedi. "Ne yapıyorsun?"
"Derse gireceğim. Ekler yapacağız bugün. Çıkışta direkt otogara geçeceğim, sana getiririm kalırsa ama bu sıcakta bozulur mu bilmiyorum."
"Mutlaka getir," dedi hevesle. Heyecanı sesinden anlaşılıyordu. "Bozulsa da bozuk bozuk yerim. Hiçbir şey olmaz. Kesin getir."
"Yediklerine dikkat etmeye başladığını sanıyordum."
"Senin elinden yiyeceğim bir şey diyetimi bozmaz benim."
"Ne biçim kuralmış o öyle?"
"Sevmedin mi?" diye sordu. "Ben uydurdum."
O bunu söyledikten sonra "Gool!" diye bir ses yükseldiğinde şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. "Neredesin be sen?"
"Aşkım sokakta ya," dedi. "Çocuklar maç yapıyor. Eve geçiyorum şimdi."
"Hım... Ben de şimdi derse geçeceğim. Sonra konuşalım mı?"
"Tamamdır. Kaç gibi biter dersin?"
"Dört," dedim. "Sırt çantamı aldım. Altıda biletim, buradan Esenler'e geçeceğim."
"Tamamdır, görüşürüz. Öptüm seni, iyi dersler."
O iyi dersler dilediği için dersim çok iyi geçti.
Önlüğümün cebinde bana hediye ettiği dijital kamerayı taşıyordum. Yaptığım tatlıları çekerek anılar biriktiriyordum. Bana annem gibi albümler hazırlama fikrini verdiğinden bu yana, kendi yaptığım her tatlı tabağının fotoğrafını çekiyordum. Bir gün hepsini bastırıp tarif defterime ekleyecektim. Aslında başka planlarım da vardı.
Bu kursta geçirdiğim her gün bambaşka bir ilhamla doluyordu işim. İnsan bir yeri sevdiğinde orada geçirdiği her saniyede zihni bir makine gibi çalışıyordu.
Zaten artık Visal de yoktu. Oraya gitmiyordum.
İstifa etmemiştim. Sadece oraya uğramıyordum ve kimse de bunu sorgulamıyordu.
Şaka gibiydi ama Firuzan Hanım'dan hâlâ hiçbir ses seda yoktu. Oğlu hayatımı mahvettikten sonra benimle tek kelime konuşmamıştı. Böyle bir yüzsüzlükle nasıl hayatına devam edebildiğini sorguluyordum.
Sanırım bunun sebebi annemdi.
Annem, o kadının ağzına etmiş ve benden uzak durmaları gerektiğini net bir şekilde söylemiş olmalıydı. Bana anlatmamıştı ama biliyordum, hiçbir şey yapmadan duramazdı.
Sebepleri, sonuçları, yanımda olmayanların neden orada olmadıklarını öğrenmeye halim yoktu. Bana iyi gelen tek şey mutfakta olmaktı ve dört elle buraya sarılıyordum. Artık böyleydi. Bana iyi gelmeyen her şeyden ve herkesten uzak durmaya karar vermiştim.
Buna bazı zamanlar kendi kardeşlerim bile dahildi. Çok kavga ettiklerinde veya beni üzecek bir şey söylediklerinde ortamdan uzaklaşıyordum. Feyza Feza Falez, on dokuz yıl sonra ilk kez bencil olmayı öğrenmeyi deniyordu. Dünyayı benim kurtaramayacağımı, istesem de herkese iyi gelemeyeceğimi ve bazen çabalamanın boşa küre çekmekle aynı anlama geldiğini öğrenmeye başlamıştım.
Bu yüzden artık Doruk'un bile peşinden koşmuyor, onu kendi haline bırakıyordum. Kafasındakileri çözdüğünde kendi kendine ortaya çıkıyordu zaten.
Hiçbir şeyle uğraşacak gücüm yoktu. Yalnızca hamur yoğurmaya harcıyordum onu.
Yaptığım eklerler, şefim tarafından on üzerinden yedi buçukla değerlendirildi. Sınıf ortalamasının altı buçuk civarında olduğu ve bu mutfakta ilk defa ekler yapmayı denediğimizi düşünecek olursam, oldukça iyi bir sonuçtu bu. Geliştirilmesi gereken noktaları aklıma not ettim ve sırf içimdeki tatminlik hissini arttırmak için kalan eklerleri toz pembe bir saklama kabının içine doldurmaya başladım.
Onları gece Doruk'a yedirecektim ve on üzerinden puanlamasını istediğimde bana on verecekti. Böylece istediğim tam puanı almış olacaktım.
Kendi kendime sırıttım.
Poşet bulamadığım için elimdeki saklama kabıyla birlikte soyunma odasına gittim. Önlüğümü çıkarıp katladım. Şapkamı da üzerine koyup onları dolabımın içine yerleştirdim ve sırt çantamı alıp dolabı kilitledim. Çantam tıka basa dolu olduğu için saklama kabımın oraya sığmayacağını biliyordum. Bu yüzden onu elime alıp çıkışa doğru yürümeye başladım. Kapıdan çıktığımda karşımda yine Doruk'un reklam afişini göreceğimi bilmek beni güldürüyordu.
Adımımı dışarı attığım an sokakta bangır bangır çalan şarkı yüzünden başımı sesin geldiği yöne çevirdim. Saklama kabını ellerimin arasında tutarken adımlarım durmuştu çünkü çalan şarkı, bu sene en çok dinlediğim şarkıydı.
Yok olup gitsem de sonumu görsem
Ölümü tatsam da yenilmem yine de
Yitip gitsem de sonumu bilsem
Ölümü tatsam da yenilmem yine de
Senin için bütün zaferlerim
Siyah bir araba, reklam panosunun önünde park halindeydi.
Bu yalnızca siyah bir araba değildi.
Sunroofu olan siyah bir BMW'ydi.
Ben gözlerimi dikmiş arabaya bakarken arabanın camı sonuna kadar açıldı ve şoförle göz göze geldik.
Direksiyondaki kişi sevgilimdi.
Benim elimde tatlı dolu bir saklama kabı, onun arkasında ise kendi reklamı vardı.
Dilimi yutacağımı sandım.
Şarkı son ses çalmaya devam ederken Doruk, arabanın içinden bağırarak şarkıya eşlik etti. "Senin için bütün zaferlerim..."
Yola atladım.
Arabalar beni ezecekse de sorun değildi. Onu sunroofu olan siyah bir arabanın içinde görmüştüm ya, artık gözüm açık gitmezdi.
Tanıştığımız gece yaptığımız konuşmayı hatırladım.
"Evden çıkarken hangi arabaya bineceğine karar veremeyip yürüyerek mi gittin antrenmana?"
"Tabii... Ferrari'min anahtarını kaybetmişim, yenisini alacağım yarın."
"Üstü açılıyor mu? Bazı arabaların tepesinde pencere gibi bir şey oluyor ya, onlardan almalısın bence. Siyahı yakışır sana."
"Sunroof. O kısmın adı yani."
Arabanın yanına vardığımda heyecandan kalbim yerinden çıkacak sandım. Tek kelime edemiyor, yalnızca elini direksiyona yaslamış Doruk'a bakabiliyordum.
"Ferrari alana kadar bununla idare edeceğiz bebeğim," dedi gülümseyerek. "Atla hadi. Evimi evime götüreyim."
Kelimeleri zar zor bir araya getirebildim. "Senin mi bu?"
"Bizim," diye karşılık verdi anında.
Arabayı okşamamak için kendimi zor tuttum ve kapıyı nazikçe açıp yavaşça koltuğa oturdum. Sırt çantam hâlâ sırtımda olduğu için arkama yaslanamadım. Kucağımdaki saklama kabının üzerinde ellerimi birleştirmeden önce kapıyı hafifçe çekerek kapattım.
Arabanın içine bakarken gözlerim kocaman olmuştu. "Senin?" diye yineledim, ne dediğimi bile bilmeden.
"Bizim," diye tekrarladı. "Yakışmış mı bana? Yakışır demiştin."
Aklımı kaybetmek üzereydim. "Çok güzel..." Hatta güzelliği yüzünden kendimden geçmiştim. Bu anı yaşadığımıza inanamıyordum. Telefon ekranına değdi gözlerim. Saat dört çeyrekti ve arabada şarkımız çalmaya devam ediyordu. Gözlerimi onunkilere çevirdiğimde "Çıkar çantanı, rahatına bak," dedi gülümseyerek. "O kabın içinde tahmin ettiğim şey mi var?"
Ne anlattığını algılamakta zorlanıyordum.
Kabı kucağıma bırakıp ondan emir almış bir asker gibi otomatik hareketlerle çantamı çıkardım. Ne yapacağımı bilemedim. Doruk, kahkaha atmamaya çalışarak çantamı benden alıp arka koltuğa bıraktı. Ardından müziğin sesini biraz alçalttı.
"Ehliyetin olduğunu bilmiyordum," dedim gözlerimi üzerinden çekemeden. Altında siyah bir şort vardı ve üzerine kaslarını saran gri bir tişört giymişti. Boynundaki gümüş zincire değdi gözlerim. Tişörtünün altında kalmıştı. Sol bileğinde pahalı olduğunu tahmin ettiğim bir saat vardı ve bir eli BMW logosu taşıyan direksiyonu kavramıştı ama henüz arabayı çalıştırmamıştı.
"On sekize girer girmez almıştım," dedi. "Kemerini bağlamayı unuttun Feza." Kemeri taktığım sırada şarkı değişti. Bu kez Athena, Bu Adam Fezadan çalmaya başladı. İlk saniyesinden tanımıştım şarkıyı. Gözlerini benimkilere çevirip gülümsedi. "Senin için playlist hazırladım. Yol boyu dinleriz diye düşündüm ama kapatabilirsin istersen."
"Şu an sadece kucağına çıkmak istiyorum," dedim birden.
Doruk'un gözlerine karanlık bir ifadenin oturması üç saniye bile sürmedi. "Seni durduran ne?"
"Tenha bir yerde olsak bir saniye düşünmezdim."
"Kapat camı," dedi kalın bir sesle. "Görünmezsin." Kafamda bunun hesabını yaptığımı anlayınca şaşkın bir ifade yerleşti yüzüne. "Sen ciddisin?"
Kemerimi çözdüm. Doruk, çenesini sıktı. Hiçbir şeyi umursamadım. O benim sevgilimdi, bu bizim arabamızdı ve ona sımsıkı sarılmak zorundaydım. Saklama kabını koltuğa bıraktım. Dizimi hiçbir yere çarpmamaya dikkat ederek kendime çektim ve Doruk'un nefesini tuttuğunu fark ettim. Koltuğunu hafifçe geriye doğru alıp bacaklarını araladı. Ben nasıl hareket edeceğimi ölçüp biçerken belimden kavradığı gibi beni kucağına çekti. Dizlerimi iki yanından koltuğa yasladığımda çenesini kaldırıp gözlerini beklentiyle bana çevirdi. Kontrolün tamamen benim elimde olduğunu hissettim. Ruhu, parmaklarımın uçlarındaydı. Ben nereye dokunursam bedeninde oraya doğru hareket edecekti.
Ağırlığımı üzerine bıraktığımda kendine hakim olamadan elleri kalçalarımı buldu. İki elimi birden ensesine sardım. Saçlarına dokundum, ardından yeniden ona baktım. Bir hayali daha gerçekleştiriyor oluşumuzun tadını çıkarttım. Kollarımı ona sımsıkı sardığımda alnını omzuma bastırıp sarıldı o da bana. "Hayırlı olsun," derken heyecanım dinmemişti, kısık ateşte pişmeye devam ediyordu. O içimde fokurdadıkça ben nefes almakta zorlanıyordum. "Çok mutlu oldum."
"Evet," dedi boğuk bir sesle. "Farkındayım."
"Ne zaman aldın? Bana söylemeden nasıl durabildin?"
Cevap vermediğinde çenesini tutup yüzüme bakmasını sağladım. Parmaklarımın ani hareketiyle birlikte gözleri gözlerime dönerken dudakları hafifçe aralandı. "Aklım başımda değil," dedi dudaklarını ıslattığında. "Sonra sor ne soruyorsan."
Beni dinleyememişti.
Gülümsedim. Sonra gülümsemem yavaşça soldu çünkü onu etkilediğimi fiziksel olarak hissetmeye başlamıştım. Doruk sertçe yutkunduğunda büyük avucu tişörtümün içine sızıp belime yaslandı. "Ben daha araba kullanacağım..." Sitem dolu sesi beni yeniden güldürdü. "Yerinde oturmaya devam etmeliydin."
Yüzünü kavrayıp öpücüklere boğmaya başladım. Sabahtan beri yüzümde olan makyajım çoktan silinmiş olmalıydı ama ben öptükçe Doruk'un yüzünde silik pembe izler kaldı. Bu hoşuma gittiği için dudaklarımı daha fazla bastırdım. Yanağını, göz kapaklarını, şakağını, çenesini arka arkaya öpüyordum. "Çok güzel," dedim. "Her şey çok güzel. Rüya gibi. Çok, çok sevindim. Artık zengin misin yani? Aylık abonmanlarımızı birlikte bitirecektik hani? Sen yarın öbür gün beni de tanımazsın. Yüksek sosyete seni."
Kendini geri çekmeyi denedikçe yüzünü daha sıkı kavradım. En sonunda parmaklarını hafifçe boynuma sardı ve sesim anında kesildi.
Kendimi ensesinden yakalanmış bir kedi yavrusu gibi hissetmem normal miydi? Beni bıraksaydı ona biraz daha sırnaşırdım.
Öpücüklerimi durduruşu, bunu yapmayı istediğinden değildi. Daha fazlasına dayanamayacağındandı. Göz ucuyla yolu kontrol etti, ardından dudakları dudaklarıma değecek kadar bana yaklaştı. Burnunun ucunu burnuma sürttükten sonra yavaşça dudaklarımızı birleştirdi. Ben gülümseyince onun da dudakları iki yana kıvrıldı. Gülmekten öpüşemedik bile.
Yeniden dudaklarımızı birleştirmeyi denedim ama sırıtmadan duramıyordum. En sonunda Doruk'un göğsünden kısık sesli bir kahkaha yükseldi. Alnımı alnına bastırıp onunla birlikte gülmeye başladım. "Çok mutluyum," dedim gözlerinin içine bakarak. "Sen de öyle misin Doruk?"
"Olmak için uğraşıyorum," dedi fısıltıya benzer bir sesle. "Umarım olurum, Feza."
Kurduğu cümlenin benimle ilgisi olmadığını biliyordum. Hayatı karambole ilerliyordu ve yarını belirsizdi. Onun ipleri elinde tutmak isteyen bir yapısı vardı ama o iplere öyle çok düğüm atılmıştı ki onları nasıl çözeceğini bilemiyordu.
"Oluruz," dedim. "Birlikteyken oluruz. Ben benim mutluluğumu bulaştırırım sana."
"Seninki sende kalsın," dedi. "Bu beni daha mutlu eder inan ki."
Birkaç saniye sessiz kaldım. Çünkü odaklanamamıştım, aklım dağılmıştı. "Biliyor musun, yüzünün her yerinde rujumun izi kaldı."
Doruk, gülerek kurduğum cümleden sonra dikiz aynasından kendine baktı. Bakışlarını benden çekmesinden hoşlanmadığım için bir kez daha çenesine sardım parmaklarımı ama gözlerini aynadan ayırmasını sağlayamadım. Kafasını sağa ve sola çevirerek yüzünü kaplayan silik ruj izlerini inceledi aynadan. Bu sırada ben onun çenesini tutmaya devam ediyordum.
"Pek bir baktın..." diye mırıldandım. "Hoşuna gitmedi mi?"
"Çok iyi," dedi burnundan verdiği sert bir nefesle birlikte. "Daha geniş bir alana izlerini bırakmak istersen tişörtümü çıkarabilirim."
Kıkırdayıp göğsüne vurdum. "Doruk..."
"Ve sonra pantolonumu..."
"Doruk!"
Kıpkırmızı kesilmiş olmalıydım.
Dudaklarıma dikkatle baktığında aklından ne geçirdiğine dair şüphelerim vardı. Keşke o an zihin okuma gücüm olsaydı. Düşüncelerinin vardığı yeri inanılmaz derecede merak etmiştim büyüyen göz bebekleri yüzünden.
Doruk yutkundu.
Hissediyordum, sertleşiyordu.
Parmakları kalçamı sıktı. "Yerine geçmelisin," dedi uyarır gibi. Zorlanarak konuşuyordu. "Bir insan bu kadar güzel gülmemeli Feza. Sağlığa zararsın yemin ederim."
"Beni o şekilde tutmayı bırakırsan, belki yerime geçebilirim Doruk."
"Seni ne şekilde tutuyorum?" Fısıltısı tenimi okşarken benden bir cevap beklediğini belli etmek ister gibi kalçamdaki elini belime doğru sürterek çıkarttı ve tenime temas etti.
"Sanki..."
"Sanki ne?"
"Bırakırsan ölürmüşsün gibi," dedim en sonunda. "Sonsuza kadar kucağında kalmamı istiyormuşsun gibi. Yerine geç diyorsun ama beni böyle tuttuğunda yerim tam da burasıymış gibi hissediyorum."
"Ve başka şeyler de hissediyorsun..."
Gözlerim az daha yuvalarından çıkacaktı. "Beni utandırmaya mı çalışıyorsun?"
"Rahatsız olmuyorsun," dedi yavaşça. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Şimdi," diye fısıldadı kulağıma. "Ya sen kalk, ben arabayı süreyim ya da orada kal ve sen beni sür."
O kadar utandım ki neredeyse hıçkıracaktım. Bir anda dilimi damağıma vurarak onu yargılamaya başladım. "Görmeyeli çok edepsizleşmişsin sen. Çok ayıp..." Söylene söylene kucağından kalkmaya çalışırken ona yanlışlıkla sürtündüm ve Doruk bir küfür savurdu. Telaşla kendimi yan koltuğa atmaya çalıştım.
Kıstığı gözleriyle beni izledi. Bir şeyler daha söylemek ister gibiydi ama ben söylenip durmaya devam ettiğim için araya giremedi. Onun yerine hareketlerimi takip etti. Özellikle de yüzüme baktı. Emindim, yanaklarım kızarmıştı. Dudaklarına yerleşen gülümseme bunun kanıtıydı.
Sırf onunla göz göze gelmemek için arabanın her yerinde gezdirdiğim bakışlarımı en son tavana çevirdim. Attığı kahkahayla beraber başını iki yana salladı ve ellerini direksiyona yerleştirdi. Kahkahası, içimdeki taşların yerini değiştirecek bir güce sahipti.
Utandığım için bir süre sessiz kaldım. O da sonunda arabayı çalıştırdı. Sohbet etmek için uzun bir vaktimiz vardı. Bursa'ya kadar araba kullanacaktı, ben de onun kafasını ütüleyecektim.
Konuyu dağıtacak bir şeyler düşünmeye başladığımda kucağımda duran kap geldi aklıma. Kabın kapağını açtım. Bu sırada playlistte başka bir şarkı çalmaya başlamıştı. Doruk, elimdeki kabın içine baktığında resmen ağzı sulandı. Dudaklarını yaladı ve bu kez benim kahkaham yayıldı arabanın içine. "Sunroofu açabilir miyiz?" diye sordum.
"Biliyor musun?" dedi. "Daha hiç açmadım seninleyken yapalım diye."
Sanırım ağlayacaktım. Gözlerimi tavandaki cama doğru kaldırdım. Doruk bir tuşa basarak onu açtı. Ben camın açılışını izlerken o da bir saniyeliğine yoldan gözlerini ayırıp bana eşlik etti.
Sanki bebeğimizin ilk adımlarını izliyormuş gibi heyecanlanmıştık ikimiz de.
Cam tamamen açıldığında ne güzel açıldığını takdir edermiş gibi alkışlamaya başladım. Doruk gülerek gözlerini yeniden yola çevirdi.
Ben ise uzun bir süre onun yan profiline kilitlenip kaldım. Araba hızlanmaya başlayınca tepemizden ılık bir rüzgâr esmeye başladı. Uçuşan saçlarımı omzumun arkasına doğru ittim. Uzun zaman sonra ilk kez kendimi bu kadar huzurlu hissediyordum. Aklımı okumuş gibi "Huzur buymuş," dedi. "Arabayla da hiç alakası yokmuş. Olay senin yanımda oluşunda bitiyormuş."
İçimi bir sıcaklık hissi kapladı. Huzur denilen şeyin kesinlikle birlikte olmamızla bir ilgisi vardı. "Kaçtan beri İstanbul'dasın?" diye sordum. "Seninle konuşurken arkadan sesler geliyordu. O zaman neredeydin?"
"Fırat'ın maçında," demesini beklemiyordum. "Sabah geldim. Altayapıdan çocuklarla kahvaltı yaptık. Çok özlemişim onları. Oradan da Fırat'ın yanına geçtim. Kardeşin gerçekten canavar gibi top oynuyor sevgilim. Bana şov yapacak diye hattrick yaptı manyak."
Kabın içinden bir ekler alıp Doruk'a uzatırken "Onun yanında mıydın sahiden?" diye sordum. Doruk gözlerini yoldan ayırmadan başını bana doğru çevirdi ve elimdeki ekleri dişleriyle ağzının içine çekti. Isırmasını beklediğim için elimi havada tutuyordum ama vapurdan kendisine simit atılan bir martı gibi eklerin tamamını kapmıştı elimden.
Ağzı dolu olduğu için başını sallayarak karşılık verdi.
"Çocuklar top oynuyor demiştin. Çocuk dediğin Fırat'tı yani."
Yine başını salladı.
Yoldan ayırdığı gözlerini benimkilere çevirdi. "Bana formasını verdi, bagajda."
Neden sesinin titreyecek gibi olduğunu anlayamamıştım. Kafa karışıklığımı fark etmesi uzun sürmedi. "Bu sezon 15 giyecekmiş Fırat. Uğur getirir diye düşünmüş."
Fırat'ın eski forma numarasıyla devam etmek yerine altyapıda 15 giyeceğini biliyordum ama onunla dalga geçtiğimde kızıp "Bana boşta olan numarayı verdiler," demişti. Belli ki yalan söylüyordu. Kendisi bu numarayı kasıtlı olarak seçmişti.
Gözleri nemlenince bir kez yutkundu Doruk. "Sarıldık," dediğinde göğüs kafesimde çiçeklerin açtığını hissettim. "Teşekkür etti. Fırat pek öyle biri değildir, biraz duygusallaştı bugün yanımda. O kadar özel hissettim ki kendimi Feza. İyi geldi, gerçekten. Son zamanlarda bir boka yaramadığımı, kimsenin bana uzun süre katlanamayacağını, hayatımı oradan oraya savrularak geçireceğimi düşünüp durduğum için... Birinin üzerinde böyle bir etki bırakabildiğimi görmek, biraz iyileştirdi sanırım beni. Hiçbir yerde kalıcı olamayacağımı sanıyordum ama bir yerlerde varmış izim. Çok sevindim."
"Vay be," dedim ağlamamak için. Ailemle ilerlettiği ilişkinin her evresi, gözlerimi doldurma gücüne sahipti. "Bizim çatlak yumurtaya bak sen. Sana utanmasa baba diyecekmiş."
"Minnet duyuyor," dedi esprili tavrıma buruk bir gülümsemeyle karşılık vererek. "Burada kalmaya devam edebilseydim, fırsat bulduğum her maçına giderdim o çocuğun ben. Neyse ki bunu biliyor. Bundan emin olmasını sağladım. Ne olursa olsun, elim omzunda duracak. Ben bir ihtiyacım olduğunda Onur abiye gidebileceğimi daima bilirdim. O da bana gelebileceğini biliyor, bunu bakışlarından anladım."
"Çok güzelsiniz," dedim hayranlıkla. "Senin gideceğini duyunca bizimkiler az daha komalık oluyordu. Üç gün evde kimsenin canı yemek yemek bile istemedi. Babam Bursa'ya taşınmayı aklından geçirmiş bile olabilir biliyor musun? Bunu anlatıyorum çünkü artık ihtiyacın olduğunda arayabileceğin tek kişi Onur abi değil, senin de bilmeni istiyorum."
"Biliyorum," dedi. "Baban benim için senelerdir desteklediği kulübüne sayıp sövüyor. Ferda, her gün bana mesaj atıp Bursaspor formamın ne zaman satışa açılacağını soruyor. Furkan benim için bir resim çizip Fırat'a vermiş, bana ulaştırsın diye. Ve annen, acaba sen mi bizde kalsaydın birkaç gün diye sordu bana. Evde işlerim olmasaydı beni asla bırakmazdı, buna eminim."
Dudaklarımı araladım ama ne diyeceğimi bilemeyince geri kapattım. Bunlardan haberim yoktu çünkü ailem benim için yapmıyordu tüm bunları. Doruk'u gerçekten çok sevdikleri için yapıyordu.
"Feza," dediğinde duygusal bir şey söyleyip beni ağlatacağını sandım. Dikkatle ona bakmaya başladım. O ise parmağıyla elimdeki kabı işaret etti. "Ekler versene bir tane daha."
Başımı iki yana sallayıp sırıtarak ona bir tane daha ekler uzattım. Az kalsın parmağımı da ısıracaktı. "Bayıldım," demeye çalıştı ağzı doluyken. Dudaklarının kenarına bulaşan çikolatadan rahatsız olmuşa benzemiyordu. Belki de farkında değildi. Arabayı kırmızı ışıkta durdurduğunda baş parmağımı dudağının kenarına bastırdım. Gözleri, parmağımla dudaklarım arasında gidip geldi. Uzanıp onu öptükten sonra önüme dönüp bir ekleri de ben ısırdım. Doruk elimdekine dik dik baktığı için ısırdığım eklerin diğer yarısını ona uzatmak zorunda kaldım. Yersem boğazımda kalır diye korkmuştum.
Yüzündeki ruj izlerinin tamamını sldikten sonra eklerlerimin hepsini çok adil olacak şekilde bölüştük. O yedi tane yedi, ben iki... Boş saklama kabını torpido gözüne koymamı istediği için torpidoyu açtım. Onu oraya bırakacakken sürpriz yumurtaları gördüm kenarda. Dört taneydiler. Sırıtıp dördünü de kucağıma koydum ve tek tek paketlerini açıp çikolatalarını Doruk'la kendime pay ettim. Şeker komasına girecek olmamız önemli değildi. Kıtlıktan çıkmış gibi tatlı tüketiyorduk birlikte.
Sürpriz yumurtalardan çıkan oyuncakları birleştirmeye çalışırken bir kasisten geçtik. Doruk, arabanın hızını düşürmediği için sarsıldık ve elimdeki küçük parçalar ayağımın dibine düştü. Ona kızarak baktığımda Doruk, dayanamamış gibi çenemi tutup yüzümü kendine çekti ve tekrar öptü beni. "Affet," dedi geri çekilirken. "Henüz usta bir şoför değilim."
"Niye kızdığımı unuttum ki," dedim utanıp önüme dönerken. Sırf bir şeyler yapmak için torpidoyu geri açtım. Orada gördüğüm güneş gözlüğünü elime alıp gözü yeniden kapattım. "Aklımı karıştırıyorsun böyle yaparak."
Ona bakmasam da bakışlarının ağırlığını üzerimde hissettim. Gözlüğünü takmamı yargılamak yerine normal karşılıyordu. Halbuki bunu amaçsızca yapıyordum. Gölgeliği açıp oradaki aynadan kendime baktım. Gözlük, yüzüme çok büyük gelmişti. Bayağı komik olmuştum. Gülmemeye çalışıyordum.
"Bende kalacaksın, değil mi?" diye sordu beklemediğim bir anda, beklemediğim boğukluktaki sesiyle.
"Evet."
"Sıçtık ya..." diye mırıldandı ağzının içinde. "Sen mahvedersin beni."
Gözlüğün siyah camı, görüşümü karartmıştı. Gözlerimi Doruk'a çevirdiğimde onu olduğundan daha karanlık görüyordum bu yüzden. "Neden ki?"
"Çünkü çok istiyorum seni."
Aracın içindeki oksijen anında sıfıra indi. Eğer kendime son anda hakim olmasaydım elimle yüzümü yellemeye başlayacaktım. Boynum kızarıyor olabilirdi. Yanaklarımı ateş basıyordu. Ne diyeceğimi bilemeden öylece durdum. Keşke durmaya devam etseydim de hiç konuşmasaydım. "Öyle mi?"
"Öyle değil mi?" Sert sesi, kalbimi durdurmak üzereydi. "Bebeğim," dedi. "Hâlâ şüphen mi var?"
"Yok." Ne diyeceğimi bilemediğim için çaresizce kıvranıyordum çünkü ben de aynı hisler içindeydim ve bunu itiraf edersem sonrasında yüzümü kuma gömmek isteyecektim. "Acıktım ben ya," dedim ama talihsiz bir konu değiştirme yöntemiydi bu.
"Doyuralım seni," dedi. Korkunç birisiydim. Çocuk hiç ima yapmaya çalışmıyordu. Yalnızca benim aklım bambaşka yerlere kayıyordu. Ben ne zaman bu kadar fesat olmuştum? "Çok güzel bir yer biliyorum. Keşfettiğim günden beri taktım kafayı, her akşam oradayım. Direkt oraya geçelim mi?"
"Ne yiyeceğiz?" diye sordum.
"Gidince görürsün," demekle yetindi. Yolun kalanında birlikte çalan şarkılara eşlik ettik. Ben ona K&S'de günlerimin nasıl geçtiğini ve yapmayı en çok sevdiğim tatlıları anlattım. O da bana altyapıdaki takım arkadaşlarıyla yaptığı kahvaltıda konuşulanların kısa bir özetini geçti. Onlarla iletişiminin devam etmesine seviniyordum. Doruk, çok iyi öğrendiğim üzere kolay iletişim kurabilen biri değildi. Bu yüzden eski arkadaşlıklarını sürdürmek onun için çok önemliydi.
Bursa'ya vardığımızda hava hâlâ tam kararmamıştı ama hafif bir akşam esintisi vardı. Doruk'un girdiği her sokağı ilk kez görüyor olduğum için bir süre sonra sohbet etmeyi bıraktık çünkü yalnızca hayranlıkla dışarısını izleyebiliyordum. Doruk, bizi çarşıda bir yere götürecekti. Bu yüzden Fomara denilen bir yerden yukarı doğru çıkıyorduk. Bir kavşaktan döndüğümüzde bana Tophane surlarını gösterdi. Turistik gezimizi daha sonra yapmak için ondan bir söz aldım. Bu şehrin her yerini bana karış karış gezdirmesini istiyordum.
Arabayla çarşının üst tarafındaki caddeden geçirdi bizi. Bilerek yolu uzattığını, bana kısa bir tur attırdığını söyledi. Ulu Camii'nin minaresini gördüm, diğer tarafımızda esnaf dükkânları sıralanmıştı. Bursa sokaklarını mı çok sevmiştim yoksa onun bana yaptığı tur rehberliğini mi emin değildim ama gezimiz hiç bitmesin istemiştim.
Biraz daha ilerledikten sonra bir park yeri bulduk ve Doruk'un konsantre bir şekilde iki arabanın arasına girişini dudaklarımı birbirine bastırarak izledim. Ehliyeti olsa da şoförlük tecrübesi yoktu. Trafikte şaşırtıcı derecede sakin biriydi. Yüksek ihtimalle yanında ben olduğum içindi. Yol boyu hiç söylenmemiş, kimseye küfür bile etmemişti. Arabayı park edip camları kapattıktan sonra kapı koluna uzanacaktım ki "Sen dur," dedi. Arabanın önünden dolaşıp kapımın olduğu yere geldi ve kapıyı benim için açtı.
Kendimi bir prenses gibi hissediyordum.
Arabayı kilitlediğinde önümden yürümeye başladı. "Doruk," diyerek onu durdurdum. Arkasına doğru uzattığı elini tutmak yerine bana dönmesini bekledim. Omzunun gerisine bir bakış atarak göz temasımızı sağladı. "Cüzdanım çantamın içinde kaldı. Arabayı açabilir misin?"
"Ya Feza, deli misin nesin..." Bana bir adım yaklaşıp elimi sımsıkı kavradı ve beni peşinden sürüklemeye başladı. "Sus da yürü. Cüzdan diyor ya... Bursa'yı ayağının altına sererim imkânım olsa, ne cüzdanı? Sen kalkıp benim yanıma gelmek için boşluk ayarlayacaksın, ben yediğimiz yemeği sana ödeteceğim öyle mi?"
Siniri bana komik geldiği için gülüyordum. Adımlarına yetişemeyince dengem bozulmasın diye diğer elimle kolunu kavradım. Beni beklediğimden daha sert bir kas kütlesi karşıladı. Kolunu sıktığımda Doruk gözlerini gözlerime çevirdi amacımı anlamak istermiş gibi. "Yuh," dedim. "Her görüştüğümüzde daha kaslı bir şey oluyorsun."
Güldü. "Biliyorsun, kollarımı senin için şişiriyorum."
"Daha iyi smaç basabilmekle falan hiç ilgisi yok yani?"
"Hiç hem de. Gayet iyi sıçrayabildiğim için smaç basmakla ilgili bir problemim yok. Sezon bir an önce başlasın da arkana yaslanıp neler yapacağımı izle. Bu sene herkes beni konuşacak."
"Aslında geçtiğimiz sezon da herkes seni konuşuyordu."
"Bebeğim," dedi. "O daha hiçbir şeydi."
Bizi kavrulmuş salça ve yağ karışımı bir şeyler kokan bir sokağa soktuğunda kokuyu alır almaz midem guruldadı. Neyse ki etraf kalabalıktı da bunu kimse duymamıştı. Dükkânları bir bir geçerken kapı önündeki her esnaf bizi içeriye davet ediyor, menülerinde neler olduğunu sayıyordu ama Doruk hepsini başıyla kibarca selamlayıp geçiyordu. Emin adımlarla ilerleyip bir dükkânın önünde bizi durdurdu. Favori mekânının burası olduğunu çok geçmeden anladım. Kapıdaki abi, "Oo..." dedi onu görür görmez. "Doruk'um, hoş geldin. Misafirin de mi var bugün?"
Hep tek başına geldiğini zaten tahmin ediyordum ama bunu karşımdaki abiden duymak hoşuma gitti. İlk kez buraya birini getiriyordu ve o kişi de bendim.
Gerçi çocuk taş çatlasın iki haftadır buralardaydı ama yine de kendimi özel hissetmiştim.
"Benim hanım, abi." Kaşlarım öyle aniden havalandı ki neredeyse saç diplerime değecekti. Doruk suratımdaki şaşkın ifade karşısında küçük bir kahkaha attı. "Geçen sormuştun ya, senin hanımın var mı diye... Tuttum getirdim ben de."
Neden böyle bir açıklama yapma gereği duyduğumu bilmesem de kırklı yaşlarında görünen adamın elini sıkarken, "Kız arkadaşıyım," dedim. "Daha evlenmedik."
"Tez vakitte İnşallah."
"Amin abi, İnşallah," dedi Doruk. "İçerisi klimalı, seni çarpmayacaksa içeride oturalım mı sevgilim?"
Başımı sallayıp adımlarını takip ettim. Doruk, bizim için gösterilen masaya geçerken sandalyemi çekip oturmam için bekledi. Sırıtmaktan yanaklarım ağrımaya başlamıştı. Kendisi de karşıma geçtiğinde masamıza elinde adisyon fişi olan bir çocuk yanaştı. Doruk çocuğun ensesini kavrayıp "Aslanım," dedi. "Yine mi işinin başındasın sen ya? Maşallah abim sana. Baban senin gibi bir yardımcısı olduğu için nasıl şanslı."
Burnunun üzerindeki çiller onu gördüğüm en tatlı erkek çocuklarından biri yapıyordu. Tahminimce on bir on iki yaşlarındaydı. Doruk'a gülümserken yanakları kızarmıştı. "Hoş geldin abi. Yengeyi de getirmişsin bugün. Bu o anlattığın kız, değil mi?"
"Evet," dedi Doruk. "Feza adı."
"Hoş geldin yenge. Doruk abim hep senden bahsediyor."
"Sen buraya kaç kez geldin ki?" diye sordum şaşkınlıkla. Sanki bu aile senelerdir onu tanıyordu. Öyle sevdirmişti kendini insanlara.
"Neredeyse her akşam," dedi Doruk. "Çok lezzetli olduğu için rüyama giriyor pideleri."
"Bir buçuk porsiyon pideli köfte veriyorum sana, değil mi?" diye sordu çocuk.
"Evet, yengene de aynısından."
"Bir buçuk bana çok," dedim. "Bir porsiyon alayım ben."
"Bir buçuk bir buçuk," dedi Doruk, çocuğu yanından gönderirken. "Senin yiyemediğini ben yerim."
"Ziyan olmasın..."
"Yemek mi?" diye sordu şaşkınlıkla. "Ben varken mi?"
İtiraz etmek bir şeyi değiştirmeyeceğinden sesiz kalmayı tercih ettim. İkimiz de sürekli gülümsüyorduk ve enerjimiz içerideki çalışanlara da yansımıştı. Ayrıca Doruk'taki de nasıl bir diyetse, her akşam buraya uğrayıp bir buçuk porsiyon pideli köfte gömüyordu. Herhalde sporunu da ona göre yapıyordu çünkü vücudunda resmen yağ yoktu. Her bir parçası kastan oluşuyordu.
"Daha demeni sevdim," dedi Doruk. Neyi kastettiğini anlamadığım için mekânı incelemeyi bırakıp yüzümü ona çevirdim. "Daha evlenmedik, dedin. Doğrudan evli değiliz de diyebilirdin. Kelime seçimin hoşuma gitti."
"Birkaç hafta önce ettiğimiz kavgayı düşünecek olursam, çok iddialı bir kelime seçimi olmuş haklısın." Birden yüzü düşünce "Doruk," dedim. "Bu ilişkiyi yürütmek için elimden gelen her şeyi yapacağımı biliyorsun. Moralini bozmak için kavgamızı hatırlatmak istemedim. Sen yeniden saçmalamaya başlamadığın sürece kesin evleniriz diye düşünüyorum. Bunu anlatmaya çalışıyordum."
"Seçeneklerim senden ayrılmak ya da seninle evlenmekti, o yüzden o günü düşünmen saçma değil," dedi. "Merak ettiğim bir şey var. Sorayım mı?"
"Sor."
"Bursa transferini Twitter'den öğrenmeden önce sana ben söyleseydim ve sonra sana gerçekten evlenme teklifi etseydim, kabul eder miydin?"
Hiç düşünmeden "Hayır," dedim. Düşünülecek bir şey yoktu. "Ben daha on dokuz yaşındayım sevgilim."
"Ben de," dedi, bu neyi değiştirir ki der gibi.
Derin bir nefes alıp düşüncelerimi onu kırmadan nasıl ifade edebileceğimi düşündüm. En sonunda aklımdan geçenleri doğrudan ona aktarmaya başladım. "Bir evlilik yürütebilecek olgunlukta olduğumuzu sanmıyorum açıkçası. Seni çok seviyorum ve beni çok sevdiğini biliyorum ama bu bahsettiğin, çocuk oyuncağı değil. Beni yanında götürmek istediğin için parmağıma bir yüzük takamazsın. Benim sana duyduğum sevgi, zaten beni senin yanında tutar. Ayrıca, benim de hayallerim var. Seninle her yere gelirim ama aynı zamanda kendi başıma da istediğim yerlere gelebilmeliyim. Bunun için biraz daha zamana ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Bir evin sorumluluğunu alamam ki. Daha kendim için yeni yeni sorumluluk almaya başladım ben."
Beni gülümseyerek dinlediğini fark ettiğimde yanağındaki gamzeyi durup izledim bir süre. "Yapmak istediğim çok şey var," dedi. Keşke istediğimiz deseydi. Basit bir şeydi ama bana kendimi daha iyi hissettirirdi. "O yüzden haklısın," dedi. "Zaten bana güvenilmez, değil mi? Bir aile kurmayı beceremeyeceğimi düşünüyor olabilirsin."
"Söylediklerimden bunu mu çıkardın?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Yapmak istediklerini izlemek istediğim için en başından beri birlikteyiz biz. Sana güvenmesem bir şans daha vermezdim. Aile kurmayı beceremeyeceğini düşünsem zamanımı da harcamazdım inan ki. Çünkü hayallerimden biri de bu. Günün birinde sen perdeleri asarken çocuklarımızın bacaklarına dolanıp seni rahat bırakmadıkları bir evimizin olmasını çok isterim."
"Gerçekten mi?" diye sordu inanamayarak yüzüme bakarken. "Beni perde asarken mi hayal ediyorsun? Buna niye bu kadar sırıtıyorum ki lan? Sıcacık oldu içim."
"Gerçekten." Başımı ağır ağır sallayarak onayladım onu. Dudaklarının kıvrımı silinmemek üzere aklıma kazındı. "Sen beni hiç hayal etmiyor musun?"
Gülümsemesi serseri bir hal alırken masaya yaklaşıp sessini alçalttı. "Hım... Bu tehlikeli bir soru."
Koluna sertçe vurduğumda "Doruk!" dedim uyarır gibi. Yüksek ihtimalle kolu kızaracaktı. "İnsan içindeyiz ya..."
Kaşları imayla havalandı. "Olmasak sorun yok yani?"
Ona bir kez daha vurduğumda gülerek kolunu kaçırmaya çalıştı. Bir kedi dalaşındaymışız gibi kolunu yakalamaya çalıştım. En sonunda o bileğimi yakaladı. Diğer elimle kurtulmaya çalışırken büyük avucu iki bileğimi birden kavradı ve kendine doğru çekmesiyle birlikte masaya doğru eğilmek zorunda kaldım. Tavana bakan avuç içlerime dudaklarını bastırdıktan sonra gülerek beni serbest bıraktı. Küçük çocuk çatal ve bıçakları bırakmak için masamıza geldiğinde yerimde doğruldum. Çocuk sırıtıyordu ve bu beni utandırıyordu. "Ayran mı içersin yenge?" diye sordu. "Doruk abime ayran getireceğim."
"Ben de ayran alayım canım."
Çocuk koşturarak uzaklaştı yanımızdan. Sonra elinde salata ve turşu tabağıyla geri döndü. Doruk bir şişe su açıp bardağa doldurdu ve bana uzattı. Ardından büyük bir dikkatle kenarda duran limonu salataya sıkıp biraz da tuz attı ve çatalıyla salatayı karıştırmaya başladı. Tabaklarımız önümüze koyulduğunda bizi karşılayan abi, elindeki küçük tavadaki yağı tabaklarımızın üzerinde gezdirdi. Doruk da ben de o uzaklaştığı gibi büyük bir açlıkla tabaklarımıza gömüldük.
Abarttığı kadar vardı. Daha önce de birkaç kez pideli köfte yemiştim ama hiçbiri buradakine benzemiyordu. Bu benim hayatımda yediğim en güzel şeylerden biriydi.
Kendi tabağından bana iki tane köfte eklemesi yaptı. Sesimi çıkartmadım, çünkü yerdim. Gerçekten köftesi çok lezzetliydi. Midemi tıka basa doldurduğumda tabağımın üçte biri duruyordu. Yemeye devam etmek istiyordum fakat şişmiş durumdaydım. Doruk, kalan pidelerimi kendi tabağına aldıktan sonra karşılığında kendi tabağından bana bir köfte daha uzattı. Doymuş olmama rağmen ağzımı açıp elinde tuttuğu çatala doğru eğdim başımı. Doruk daha doymamıştı. İkimizin de tabaklarını sıyırdı. Utanmasa dibine ekmek de banardı.
Ayağa kalktığımızda düğmem patlamak üzereydi. Zor yürüyordum. Hesabı ödemesini bekledim. Bize servis yapan çocuğun cebine bahşiş bıraktığını görünce gülümsemeden edemedim. Yanıma döndüğünde elimi tuttu ve dükkân sahibi abiyle vedalaştıktan sonra arabaya doğru yürümeye başladık.
İkimiz de yediklerimizi sindirmeye çalıştığımızdan evine kadar yaptığımız yolculukta pek konuşmadık. Birlikte benim için hazırladığı playlisti dinlemeye devam ettik. Bir ara gözlerimi kapattım ve rüzgârın saçlarımı savurmasının tadını çıkarttım. Sunroof, müthiş bir şeydi. Hem yandaki camları hem de orayı açınca arabanın içi çok güzel esiyordu. Bu yüzden Doruk arabayı durdurduğunda aşağı inmek yerine birkaç tur daha atmak istedim.
Oturduğu sitenin otoparkına park etmiştik. İki dakikalık bir yürüyüşten sonra ise onun binasının önündeydik. Diğer binalar gibi ortalıkta değildi, köşede kalıyordu. Sitenin ortasındaki havuza biraz uzaktı ama basketbol sahasının hemen dibindeydi. "Burayı neden seçtiğini şimdi anladım," dedim yeşil tel örgülerle çevrelenmiş sahaya bakarak. "Evine birkaç adım mesafede saha var resmen."
"Aslında ben de emlakçıyla geldiğimiz gün gördüm orayı," dedi. "Bilerek yaptığım bir şey değildi yani. Kaderinden kaçamıyorsun." İşaret parmağını kaldırıp kapı şifresinin üzerindeki tuşlara basarken "1110," dedi. "Apartmanın şifresi, haberin olsun."
"Burası İstanbul değil," dedim açılan kapıdan geçerken içime çöken hüzünle birlikte. "Her kafama estiğinde evini basamam ki artık."
"Bu bana pek inandırıcı gelmedi," diye karşılık verdi elini belime yerleştirip beni asansör kabinine sokarken. "Seni bir sinirlendirmeme bakar, anında kapımda bitersin."
"Unut onu sen canım. Bir dahaki sefere zor bulursun sen beni. O yüzden uslu dur, canımı sıkma."
Dudaklarına tatlı bir gülümseme yerleşti. "Öyle mi canım?"
"Bak yine beni ciddiye almıyorsun. Gerçekten bozuşacağız."
"Ama çok tatlı oluyorsun," dedi. "Kendini biraz oturup izleyebilsen keşke. Bence sen de çok eğlenirdin."
"Sana kıyamadığım için sana gerçekten kızdığımı tam aktaramıyorum sanırım," dedim sert bir sesle. "Bir kez sen benim yerime geçip kendini izlesen, sinirden küplere binerdin."
Beni kolunun altına alıp başımın üzerine dudaklarını bastırdı. Asansörden sarılarak inmemizi sağladığında tartışmaya dönecek küçük diyaloğumuzu kapıların arkasında bıraktık. Birlikte dairesine ilerledik. Anahtarı kilide takıp çevirdikten sonra aniden tek koluyla belimi kavrayarak ayaklarımı yerden kesti. Ayakkabılarımı tek eliyle ayaklarımdan çıkarırken sırtımı göğsüne yaslayıp gülmekten başka şansım yoktu.
Beni içeri kucağında sokmuş gibi oldu. "Bıraksana ya," dediğimde bunu yapmak yerine bedenimi omzunun üzerine attı. Oyun hamuru gibi bir şeydim onun için. Beni istediği şekle sokarken hiç zorlanmıyordu.
"Sana ev turu attıracağım," dedi. "Hep istiyordun ya."
"Doruk!" Gülerek avucumu sırtına vurdum. "Baş aşağıyken istemiyordum."
"Detay vermedin," dedi. "Evini gezmek istiyorum dedin. Evini kendi ayaklarımla yürüyerek gezmek istiyorum demedin."
"Hangi insan böyle bir cümle kurar ki?" diye sordum.
Beni düşürecek gibi yaptığında saçlarım kalçalarının hizasından aşağı doğru daha da salındı. "Çok konuşma."
Bacağına yapıştım. "Düşürme bak."
"Manyak. Bıraksana bacağımı, ben tutuyorum seni."
"Sen bırak asıl beni. Bir yerini sakatlayacaksın diye korkuyorum."
"Seni bir düşürsem kafan kabak gibi yarılabilir ama sen ben sakatlanırım diye mi korkuyorsun?"
"Beni düşürmezsin," dedim. "Bir ton kas yapıyorsun, tutuver bir zahmet."
Belimden çekerek omzundan sarkan bedenimi önüne aldı. Sert hamlesine hazırlıksız olduğum için ayaklarımın üzerine aniden bırakılınca dengem bozuldu. Doruk, kolumu sımsıkı tuttuğunda göğsüm göğsüne çarptı. Başımı kaldırdım, başını eğdi. Aramızdaki boşluk bir nefeslikti ama sanki o boşluğa elektrik telleri döşeliydi.
Bir anlığına geçmemeyi denediğimiz hiçbir sınırı önemsemedim. İkimizden biri daima duracağımız yer konusunda daha dikkatli hareket ediyordu. Çoğunlukla bu görev Doruk'a kalıyordu fakat onun yeni evinin girişinde dikilirken ve burada ne kadar yalnız olduğu gerçeğiyle yüzleşirken hayatındaki bütün boşlukları kendimle doldurmak istedim.
Önünü arkasını düşünmeden, içimden geldiği gibi hareket edebilen biri olsaydım onu öyle bir öpmeye başlardım ki bu sefer kendini tutma fırsatı bile bulamazdı. Tişörtünü kavrarsam yapacağım şey onu başından çekip çıkarmak olurdu. Ellerim, kaslarının arasında dolaşırdı. Çekim dayanılmaz bir hal aldığında dudağımı ısırarak ulaşamadığım beynime sinyaller göndermeyi denedim. Böyle burun burunayken aklımdan geçirdiklerimi gözlerimden okuyabiliyor muydu acaba?
"Gerçekten beni mahvedeceksin," diye fısıldadı, gözlerini zar zor açık tutarak. Biraz daha böyle durup birbirimize bakarsak kirpikleri titreyecek gibiydi.
"Seni mahvedebilir miyim?" diye sordum, dudağımın bir kenarı yavaşça kıvrılırken. "Sen Dorukhan Falay'sın, böyle bir şey mümkün mü?"
"Sen var ya," dedi yavaşça. "Beni suya götürür susuz getirirsin. Bir bakışınla kendine kul köpek edersin. Üzerimdeki gücün minik ellerinle orantılı değil. Sen beni parmağında oynatır, bana adımı unutturursun."
"Ben neymişim böyle ya..." diye dalga geçtim kendi kendime söyledikleriyle.
"Şimdi de sen beni ciddiye almıyorsun," dedi çenemi kavrayıp dudaklarımın üzerine doğru konuşarak. "Bir gün alırsın. Hayallerden mi bahsediyorduk? Hiçbir şeyi senin kadar detaylı hayal etmedim ben. Hayaller, taslak düşüncelerdir ama ben seni birkaç kelimeyle taslakta bırakmadım. Senin için kafamda cilt cilt roman yazdım."
Damarlarımda gezen kan yüz dereceymiş gibi yanıyordum. "Peki ben ne zaman okuyabilirim?" diye sordum. Ondan uzaklaşmıyor olmam onu çıldırtıyordu. Afallamak yerine karşı atağa geçişimse aklını durdurmak üzereydi. "Ne zaman okuyacağım Doruk?"
"Benden emin olduğunda," dedi ve bir adım geri çekildi.
"Beklentiyi arttırıp duruyorsun." Dilimle yanağımı şişirdim çünkü gülmemeye çalışıyordum. En sevdiğim şeylerden biri hiç şüphesiz onunla uğraşmaktı.
Omuzlarını kaldırıp indirirken ego dolu bir gülümseme yerleşti dudaklarına. "Seni doruklara çıkarmazsam Feza, bana da yazıklar olsun."
Aklımda beliren görüntüleri gözlerimi kırpıştırarak göndermeyi denedim. Doruk, sanki onsuz kaybolurmuşum gibi elimi tutup bana evini gezdirmeye başladığı için işim kolaylaştı neyse ki. Bu ev, İstanbul'daki dairesiyle hemen hemen aynı büyüklükteydi. Birkaç tane hiç açılmamış koli, kenarda diziliydi. Hâlâ yerleşmeye çalışıyordu.
Koleksiyonu için ayırdığı odayı kendi odasından bile önce tamamen yerleştirdiğini görmüş olmak beni gülümsetti. "Bu rafları ben monteledim," dedi takdir bekler gibi omuzlarını kabartarak.
"Yalan söyleme. Onur abiyle ablanın Bursa'ya geldiği gün yaptınız bu odayı. Onur abi fotoğraf atmıştı kendi hesabından, oradan gördüm."
"Sadece yardım etti bana," diyerek kendini savunmaya geçti. "Yoksa ne anlar o? Tornavida tutmuşluğu mu var sanki?"
"Sen altyapıda boş zamanlarında teknik servis hizmeti sunuyordun tabii... Anlarsın tornavidadan penseden."
"Elimden her iş gelir."
İddialarına göre kolilerin hepsini üst üste koyup kendi taşımış, köşe koltuğu tek seferde sırtlayıp sekiz kat merdiven çıkarmıştı. Gülmemeye çalışarak onu dinlemeyi denesem de başarılı olamıyordum. Deli saçması şeyler anlatıp duruyordu.
En azından keyfi yerinde görünüyordu.
Belki de çok iyi rol yapıyordu, bilmiyordum.
Arkadaşlarından ayrılmıştı. Hayatı boyunca yalnızlığa alışkın olduğunu bana söylemiş olsa da daha önce hiç bu kadar yalnız kalmamıştı. Ailesi saydığı herkes ondan kilometrelerce uzaktaydı. Sıfırdan bir düzenin içinde, yarını belirsizken var olmaya çalışıyordu. Bu onun için çok zor bir durumdu ama yine de alışmayı deniyordu.
Çabasını takdir ediyordum ama tüm bunlar bir yerde patlak verecekmiş gibi hissediyordum.
Evinde yaptığımız geziye devam ettik. İki oda, bir salondu. Odalardan birini yatak odası olarak kullanıyordu, diğerini de koleksiyonu için ayırmıştı. Yatak odasında yalnızca iki rafı dolu olan bir dolap vardı. Valizlerini boşaltmaya daha başlamamıştı, yalnızca gerekli eşyaları çıkarmıştı. Mutfağa geçtiğimizde burada hiç koli olmadığını fark ettim. "Her şeyi yerleştirdim sen geleceksin diye," dedi. "Dolap için alışveriş bile yaptım."
"Vay be..." Tezgâha yaslanıp kollarımı göğsümde bağladım. "Demek bundan sonra burada yaşayacaksın."
"Sevdin mi?" diye sordu. "Hoşuna gitmeyen bir şey varsa değiştirelim. Mobilyaları beğendin mi?"
Mobilyaydı işte. Çok da dikkatli incelememiştim hepsini. Bu ev, yalnızca bir evdi. Yuva değildi. Doruk burada kendini yuvasındaymış gibi hissetmeyecekti.
"Çok beğendim," dedim. "Çok güzel olmuş her şey. Tahmin ettiğimden daha çabuk yerleşmişsin. Sana yardım ederim sanmıştım ama geç kalmışım."
"Yok ya, hallettim ben. Zaten çok eşya almadım, kolay oldu o yüzden."
"Oyun konsolunu salonda göremedim. İstanbul'daki evden ilk alacağını düşündüğüm şey oydu. Tabii ayakkabılarından sonra."
Omuzlarını kaldırıp indirdi. "Bekir yok, Lukas yok. Okan yok... Aras yok. Sarmaz ki. Kiminle oynayacağım sanki?"
"Yeni takımından da arkadaş edineceksin," dedim. "Kendini gittiğin pideli köfteciye bile sevdirmişsin. Çok kısa zaman sonra bir sürü kişi olur etrafında burada da. Eminim ben."
"Hiç kimseye ihtiyacım yok."
"Biliyorum," dedim. "Şu an sana her şey kötüye ilerleyecekmiş gibi geliyor ama..."
"Ne kötüsü?" dedi alay eder gibi. "Ben en iyisi olacağım."
"Şampiyonluğunu hatırla." Birkaç hafta öncesinin anıları zihninde canlansın diye bekledim. "En iyisi olman değildi önemli olan, bu anın değerini zirveye taşıyan şey yanındaki insanlardı. Aras da şampiyon olmuştu ama senin o geceki mutluluğun bir başkaydı çünkü yanında başarını seninle kutlayan bir sürü kişi vardı."
Beni veya ailemi kastetmiyordum. Arkadaşlarını da kastediyordum. Yeni takımına karşı iletişime kapalı olması onun için büyük bir dezavantaj oluştururdu ve bunu görmesini istiyordum.
"Biliyor musun..." Gözlerini benden ayırıp duvara çevirdi. "Bence hedeflediğin zirve için destek beklememen gerektiğini kabul etmelisin. Bir noktadan sonra yaptığın tırmanıştan sen sorumlusun. Yola kaç kişiyle başladığın, yolda kaç kişiyle karşılaştığın çok da önemli değil. Kendi savaşında tek başınasın."
"Savaşlar tek kişilik olmak zorunda değil," dedim. "Bir insanı çok sevdiğinde, onun cephesini bile kendi cephenmiş gibi korursun çünkü."
"Kastettiğim bu değil. Ben başaracağım, onlar izleyecekler. Kimsenin yanımda olmasına ihtiyacım yok, sadece herkesin televizyona bakmasına ihtiyacım var."
"Kendini kanıtlamak artık senin için bir hedef bile olmamalı. Bunu zaten yaptın."
"Boş versene. Kendimi kanıtlamaktan fazlasını yapacağım. Madem ben sorunlu biriymişim Feza, o zaman bırak da onlar için biraz problem yaratayım."
Onlar, herkesti.
Anadolu Efes yönetiminde çatıştığı kişiler, anlaşmazlık yaşadığı eski koçu, onu anında satan bazı taraftarlar, onun hakkında devamlı olumsuz başlıklarla haber yapan spor kanalları, Twitter ortamındaki her lincine koşmak için hazır olda bekleyen tüm haterları...
Dorukhan Falay, başarmak için dünyadaki herkesi karşısına almaya hazırdı.
Bunu yaparsa, kazandıklarını herkese izletebilmenin de bir yolunu bulmuş olurdu. Kendisine seyirci toplardı.
Ona bakarken hırsı uğruna göze alabileceklerinden korktuğum kadar gözden çıkarabileceklerinden de korktum.
Belki de ben, bu listenin başını çekiyordum.
Ama bu eskisi kadar umurumda değildi. Çünkü kendi gayelerimi gözetmeyi öğrenmeye çalışıyordum ve gözden çıkarıldığımı hissedersem ondan önce hareket edeceğimi biliyordum.
Bir kez daha Doruk beni görsün diye çabalayamazdım.
Onun cephesini daha fazla koruyamazdım çünkü kendi cephemde ilk defa bu kadar amaçladığım bir şey uğruna savaştaydım.
🏀🧁🏀
Daha ortada DÇ'nin ismi bile yokken şu araba sahnesinin hayali vardı. Ben bugün biraz duygusalım o yüzden :')
O kadar Dört Çeyrek bir bölümdü ki başka nasıl tarif edeceğimi bilmiyorum. Feza ve Doruk'la o arabadaydık. Arka koltukta hep birlikte gittik Bursa'ya.
Nasılsınız? Nasıl hissediyorsunuz? Genel yorumlarınızı buraya alabilirim. Sizi okumayı özledim 🤍
Favori bir repliğiniz ya da sahneniz var mı?
Geleceğe yönelik bir tahmin, bir his?
42. bölüm, ikinci kitabın finali olacak. Toplam üç kitap olmamızı planlıyorum ve sizi öpüyorum.
Geçen bölümden sonra #DörtÇeyrek tagi twitterde gündeme girdi. Bunun için çok teşekkür ederim. Beni her sosyal medya platformundan yaptığınız paylaşımlarla gerçekten çok mutlu ediyorsunuz. Hep bakıp bakıp duygulanıyorum. İyi ki varsınız. Bunu söylemeden geçemezdim.
Bu gece yine #DörtÇeyrek etiketinin altında olacağım. Sizi seviyorum.
Teşekkürler ve tatlı günler 💕
Instagram, twitter, tiktok:
azraizguner
Parodiler:
dorukhanfalay
fey.falez
naz.aaslan
Büyük bir ayrılık gelicek çok belli sanki her bölüm alt metinde daha hissedilir geliyor bana fezayı da haklı bulurum muhtemelen bu durumda sonucunda her şeyi geride bırakmış büyümüş bir doruk görmeyi umuyorum ayrılığa değmeli ama olmayan şeylere üzülmeyelim şimdilik. Dorukhan bu bölüm aşırı tatlıydı yaaa kapıdan arabayla alamaya gelmesinin fezaya hissettirdiği mükemmeldir eminim. Dorukhan ve falez ailesi ilişkisi çok hoşuma gidiyor Fırat’ın maçına gitmiş İstanbul a geldiği gibi koşarak.
YanıtlaSilDorukun hırsı beni korkutuyor
YanıtlaSilBenide
SilArasla araları düzeldi mi acaba
YanıtlaSilÇok tatlı çok güzel ama gelecek için neler olacağının daha hissedilir bi bölümdü . Dorul çıldırtıyor büyğk çuvallıyacak ama bazen kaybederken kazanırsın
YanıtlaSilO kadar güzel ilerliyor ki…… keşke bitmiş bir kitap olsa ve ben sabaha kadar onu okusam diyorum istemeden. Eline, emeğine sağlık. Heyecanla diğer bölümleri bekliyorum :)
YanıtlaSilbence ayrılık yaşayacaklar ya ama doruk kendini affettirir gibi hissediyorum birde lütfen aras ve devin sahneleri görelimm
YanıtlaSilEfes takımı bir daha hikayede olmayacak mı onlarda bir anda kopmusuz gibi oldu ama sanki kısa süreli değil biraz süre den fazla bir ayrılık olacakmış da Doruk bir yerden sonra geri dönecekmiş gibi hissediyorum ve o zaman tekrar karşılasacaklarmis gibi
YanıtlaSilSezon arası olacak mi bolumler gelmeye devam edecek mi
YanıtlaSilFeza ne kadar devam etsede içten içe cok kırgın bence doruğun gözden çıkarılabilir listesinde başta olmak umrunda olmadığı için değil Doruk onu bu noktaya getirdiği için artık umursamıyor
YanıtlaSilAyrılık kendini gösteriyor bizde az çok biliyoruz ya Doruk ve Feza da olsa Dorukhan ve Feyzaymış gibi ...
YanıtlaSilHer bölümde ilerideki potansiyel ayrılıkları için daha fazla ipucu var. Artık Feza özsaygı sahibi bir insan ve kendinden taviz vermeyi bırakıyor yavaş yavaş. Doruk da bunu farkedecek ama geç mi kalacak meram ediyorum
YanıtlaSil