43. "Sıfırdan"

Bölüm Şarkıları:

Brent Morgan, Gonna Be Okay
Taylor Swift, You're On Your Own Kid
Nina Nesbitt, Colder
Halsey, Without Me
Ayça Özefe & Emre Yıldırım, Sen De Yalnız Kal


•🧁•


Birkaç ay, düşünüldüğünden çok daha uzun bir zamanmış. Birkaç ayda bir kader silinir ve yeni baştan bile yazılırmış. 22.15 otobüsünü kaçırarak başladığını sandığım hikâyem, belki de sadece bir yalanmış. Belki de asıl hikâyem 10.15 uçağı ile başlayacakmış.

Karanlık bir gecede değil, aydınlık bir sabahta. Türkiye'de bir kafede değil, İtalya'da bir havalimanında. Kaderin beni getirdiği bu noktada hayatımda ilk defa tek başımaydım. Çok korkuyordum ama Aralık ayının başında Milano sokaklarında bavulumu sürükleyerek yürürken yüzümde güller açıyordu.

Çok zor olmuştu.

Uzun bir süre bunun da diğer tüm hayallerim gibi imkansız kalacağını sanmıştım. Dualarla uyumuş, dualarla uyanmıştım. Staj için teklif gelmişti ama bu, aslında sürecin en basit sayılabilecek kısmıydı. Asıl zor iş vizeyi almaktaydı. Bu kabul, benim için K&S vasıtası ile work and travel yapmak gibi bir şeydi. Staj adı altında bir şefin yanında çalışacaktım. Konaklama ücretim, staj kapsamında aldığım para ile karşılanabilecek seviyede olduğu için derdim bu değildi. En büyük dert, vize başvurum sırasında hesabımda göstermem gereken para olmuştu. Karşılayabileceğimin üzerinde bir miktardı. Günlerce ağlamış, defalarca kez insanlara bu daveti kabul edemeyeceğimi söylemiştim.

K&S'nin çok pahalı bir akademi olduğunu biliyordum ama ne kadar prestijli olduğunu o dönemde öğrenmiştim ben de.

Benim için bir sponsor ayarlamışlardı.

Mentorum Volkan, sürece kendi deneyimleri sayesinde fazlasıyla hakim olduğundan beni rahatlatmış ve işleri benim mucize diye adlandırabileceğim bir noktaya çok kolayca götürmüştü.

Gözlerimin içine bakıp kurduğu cümleyi ömrüm boyunca unutabileceğimi sanmıyordum. Sen mutfağa orayı parlatmak için girersen, mutfağın da seni parlatır. Yaptığı işe senin kadar kalbini katan hiç kimseyi görmemiştim.

Sanırım onları etkileyen de buydu. Elimin lezzetinden çok, yaptığım işi gerçek bir tutkuyla yapıyor oluşumdu. Kazandığım yarışmayı yalnızca sunduğum tabakla kazanmamıştım. Hareketlerimi izlemişlerdi. Mutfaktaki akışkanlığımı, zamanımı kullanışımı, işimi ne kadar severek yaptığımı ve benim farkında olmadan sergilediğim diğer tüm davranışlarımı.

Elimi sıkan şefin gözlerimin içine bakıp "Seninle çalışmayı çok isterim," dediği anı kaç kere kafamın içinde oynattığımı bilmiyordum. Hayatımda kendimle hiç o kadar gurur duymamıştım. Ayıla bayıla takip ettiğim şeflerden biri, eğer ilgilenirsem bana resmi bir teklifte bulunabileceğini söylemişti.

Kabul etme sürem üç saniye bile değildi. O an için ne paraydı derdim ne başka bir ülkeye gidecek olmamdı. Ne anksiyetemdi ne de yalnızlığımdı. Tek düşündüğüm İtalya'da tatlı bir kafenin mutfağında geçireceğim zamandı.

Ve şimdi buradaydım. Bu sokaklarda...

İlk kez uçağa binmiştim. İlk kez yurtdışındaydım. İlk kez, gerçekten tek başımaydım. Hissedebildiğim tek duygu heyecandı. Kalbimde kıpır kıpır bir his vardı. Hoplayıp zıplamak istiyordum. Bir gram İtalyancam yoktu. Etrafımdaki herkes yabancıydı. Bütün sınırların dışındaydım. En çok ben yabancıydım ama bu rahatsız edici değildi. Bu, cesaret vericiydi.

Kendimi öyle bir aşmıştım ki hâlâ hiçbir şeyin tam olarak farkına varamamıştım.

Keşke uçaktan indiğimde geldiğimi haber vermek için onu aramak istemeseydim. Her şey o zaman daha güzel olurdu. Bu saatten sonra yollarımız ayrılıyordu. Çünkü ben, onun bana yaptığını yapamazdım. İyileşene kadar birini kullanıp sonra onu bir kenarda unutmak, fazlasıyla acımasızca bir davranıştı. Ben kendi kendime iyileşmek zorundaydım ve bunun için kimsenin üzerine basmayacaktım.

Bundan sonra onunla kuracağım tek iletişim, hesabına yollayacağım para olurdu benim. Onun da biraz daha zamanı vardı. Burada Euro kazanacağım için olabildiğince birikim yapmaya gayret edip Türkiye'de TL'ye çevirir ve miktarı toparlayabildiğimde ona gönderirdim. Hiç kimseye hiçbir borcum kalsın istemiyordum.

Ben burada sıfırdan başlıyordum.

Evet, bu K&S sayesinde olmuştu. Oraya kaydımı da Dorukhan yaptığı için aslında onun sayesinde olmuş sayılırdı ama geldiğim noktaya kendi kendime gelmiştim ve buradan sonra aynı şekilde ilerleyecektim. Önümdeki son aşamayı da ona benim için ödediği kayıt parasını yolladığımda geçecektim.

Acaba mektubum eline ulaşmış mıydı?

Yüksek ihtimalle yarın ulaşacaktı.

Kalbinin kırılacağını düşündükçe sıkışan göğsümden nefret ediyordum. Onu üzecek olmak, kendimi suçlu hissetmeme sebep oluyordu. O suçluluk duygusuyla ekim ve kasım aylarını geride bırakmıştım. Hedeflerim için çabalıyor, çok çalışıyordum. Four Quarter'ı ona her mesajlaşmamızda anlatmak istiyordum ama benimle o kadar ilgilenmiyor gibiydi ki bir türlü fırsat bulamıyordum.

Belki de kabul etmem gerekiyordu. Ona hayatımdaki gelişmeleri anlatmayarak aslında içten içe intikam almaya çalışıyordum.

Dorukhan İtalya'dan aldığım teklifi duyduğunda aklını kaybetmeyecek bir çocuk değildi. Benim için deli gibi mutlu olur ve beni elinden gelen her şekilde desteklerdi, bunu biliyordum. Ama kendiyle öyle meşguldü ki konuşmalarımız sırasında kendimden bahsetmek, konuyu değiştirmek olurmuş gibi geliyordu artık. Beni buna alıştırmıştı. Onu dinlemeye, onu izlemeye, onu anlamaya, onu görmeye...

Her zaman onu önüme koyduğum için artık aynaya baktığımda bile kendi yansımamı göremiyordum. Gözlerim, onunkilere bakıyor gibi oluyordu. Televizyondaydı, gazetelerdeydi, reklam panolarındaydı, en sonunda da yansımamdaydı. Kendime bakıyor ve sadece onun izleriyle karşılaşıyordum.

En son yanağıma dokundu. En son saçlarımı öptü. Çilek lekeme dudaklarını bastırmayı çok sever. Parmaklarının dışını köprücük kemiklerime sürttüğünde çok huylanıyorum...

Onu birkaç gün göremeyince bile çok özlüyordum, bazen onu haftalarca göremiyordum, aşkımdan ölüyordum ve gerçekten aklımı kaybediyordum.

Sanki platonik bir aşkı sürdürüyordum.

Beşiktaş maçı sebebiyle İstanbul'a gelip yanıma uğramak için beş dakika bile ayırmadan geri dönmüştü. O gün ders saatimle maç saati çakıştığı için maça gidememiştim ama beni göreceğinden öyle emindim ki ona mesaj attığımda Bursa yolunda olduğunu söyleyince beynimden vurulmuşa dönmüştüm.

Herhangi bir restoranda günübirlik çalışmak için Bursa'ya gitsem ve onu görmeden dönsem kıyameti koparacağına emindim. Üç ay dilinden kurtulamaz, üzerine elli sene de ondan trip yerdim. Ama o, bana bu muameleyi layık görmeyi gayet normal karşılıyordu.

Çok yorgundu. Hep yorgundu. Sadece yorgundu.

Kalbimdeki heyecan bir balon gibi sönmeden önce düşüncelerimin akışını kestim. Yaptığımız birkaç seanstan sonra psikoloğumdan bir şeyler kapmış ve yeni baş etme yöntemleri geliştirmiştim.

Buraya gelirken son seansımda Doğa Hanım'dan ayrılacağım için ağlamaya başlamıştım. Benim için iki üç kez konuştuğum bir kadını bile geride bırakmak zordu çünkü. Online görüşmelerimize devam edebileceğimizi söylediğinde az daha üzerine atlayacak ve onu öpücüklere boğacaktım.

Sığ düşünceleri bir kenara bıraktığınızda ve at gözlüğünüzü çıkardığınızda her şeyin bir çaresinin bulunabileceğini anlıyordunuz. Ne yazık ki at gözlüğümü neredeyse doğduğumdan beri kombinimin bir parçası olarak taşımıştım. Şimdi onu kenara koymayı deniyordum.

Konaklama yapacağım binanın önüne geldiğimde başımı kaldırıp eski yapıyı inceledim. Dışı çok güzel sayılmazdı ama merkezi bir yer olduğundan binanın estetiğiyle pek ilgilenmiyordum. Konumu benim için büyük kolaylık sağlayacaktı.

Yüksek ihtimalle yerleşeceğim tek kişilik yurt odamdan daha büyük köpek kulübeleri vardı ama hiç önemli değildi. Bu oda benimdi ve ben de İtalya'daydım. Geriye kalan her şey bir şekilde halledilecekti.

Beyaz bir çarşafın serili olduğu yatağıma bakarken gülümsedim. Yavaşça pencereye ilerledim ve penceremin baktığı sokağı izledim. Gözlerimi yumdum, geri açtım. Olayların gerçekliğini algılamaya çalıştım.

Hava çok soğuktu ama içim sıcacıktı.

Annemlere geldiğimi haber vermek için telefonumu elime almayı düşündüğüm sırada henüz bir ruha sahip olmayan boş odamın içinde zil sesim yankılandı. Benim aptal kalbim, Doruk'un aradığını düşünüp sızlamaya başladı. Onunla en son o İspanya'dayken konuşmuştuk. O zaman uçak biletimi çoktan almıştım ve onu habersiz bir şekilde terk etmeyi düşünüyordum ama dayanamamıştım. Son kez yüz yüze gelmek, başıma gelen her şeyi anlatmak ve sonrasında bu mevzuyu öyle kapatmak istemiştim. Aslında, yüksek ihtimalle olaylar böyle gelişmiş olsaydı o mevzuyu hiç de kapatamazdım. Gözlerinin içine bakarken ondan ayrılabileceğimi sanmıyordum çünkü.

Teknik olarak, o henüz ayrıldığımızı bilmiyordu. Eğer beni arıyorsa bu gayet normal bir durum olurdu ama arayan Dorukhan değildi, Eren'di.

Çalışma masamın sandalyesini çekip oturdum ve görüntülü aramasını cevaplandırdım. "Vay!" dedi heyecanla. "Tam vaktinde... Yeni mi yerleşiyordun?"

Son bir ayda ondan gördüğüm desteği hiç kimseden görmemiştim çünkü geçtiğimiz Eylül ayında, benim yaşadıklarımın farklı bir versiyonunu yaşamakla meşguldü.

Kendine sıfırdan bir hayat kurmak için Fransa'ya uçmuştu.

Başvurduğu dil kursunu, vize işlemlerini ne ara hallettiğini, konaklamasını nasıl planladığını, buna ne zaman karar verdiğini... Hiçbir şeyi bilmiyorduk. Naz ve ben, Eren'in bizi Visal'e çağırdığı 19 Eylül akşamı hayatımızın en büyük şokunu yaşamıştık. Ertesi gün Fransa'ya uçacağını ve geri dönmeye niyeti olmadığını bize o gün söylemişti.

Taner Ağustos ayında karıştığı ciddi bir bar kavgasının sonucunda cinsel taciz ve adam yaralama suçlarıyla yargılanmıştı. Hapis cezasına çarptırılmasına hiç üzülmemiş, aksine öyle rahatlamıştım ki o güne dek bu yükün omuzlarımda ne kadar ağırlık yaptığının bile farkında değildim. Aynı gün, psikolojik destek almam gerektiğine karar vermem oldukça ironikti. Çünkü kafamın içinde devamlı aynı düşünce yankılanıyordu.

Onu şikayet eden ben de olabilirdim. Belki o zaman başka bir kadın da benimle aynı durumu yaşamaz ve birisi bu yüzden yara almazdı.

Halbuki bu, doğru bir düşünce değildi. Çok sağlıksızdı. Çok suçlayıcıydı. Tıpkı Doruk'un kendini yerin dibine batırırken kurduğu cümlelere benziyordu. Varolan akıştaki bir parçayı değiştirdiğimizde bu yaşanacak yeni senaryonun çiçek böcekle taşacağı anlamına gelmiyordu. Psikoloğum bana 11.22.63 dizisini izlememi önermişti ve o diziyi bitirdiğimde bakış açım gerçekten de fazlasıyla değişmişti.

Zamana müdahale etme şansınızın bulunması daha güzel bir gelecek vaat etmiyordu insana. Geçmişi değiştirmekle uğraşmak, geleceği hayallerinizdeki gibi kılmıyordu. Olması gereken olurdu. Gitmesi gereken giderdi. Yaşanması gereken yaşanırdı.

Hatalar yaptığınızda o hatayı keşke yapmasaydım demek, zaman kaybıydı. Bunun yerine o hatadan bir ders almanın fırsatı kollanmalıydı. Bu benim kişisel yorumumdu tabii ve ne yalan söyleyeyim, içimi çok fazla rahatlatmıştı.

Ben bir şeylerle baş etmek zorunda olduğumu kabul ettiğimde sessiz sedasız bir psikoloğa başvurmuştum. Eren aynı dönem, onu Türkiye'ye bağlayacak hiçbir şey bulamadığı için kimseye haber vermeden Fransa'da bir dil kursuna başvurmuştu.

Anlıyordum. Taner'i en büyük başarısızlığı sayıyordu ve yalnızca uzaklaşmak istiyordu. Zaten ben kendimi bildim bileli o hep gitmek isterdi. Babası tarafından ailesi ona emanet edilmeseydi bunu çoktan yapacağına hiç şüphem yoktu.

Ama o gittikten sonra Naz mahvolmuştu. Bunu bilmiyordu. Geride bıraktığı enkazdan haberi yoktu.

Enkaz da kendisinin enkaz olduğunun farkında değildi gerçi. Hayatına normal bir şekilde devam etmeye çalışıyordu. Artık hiçbirimiz için normal diye bir şey yoktu çünkü Visal yoktu.

Üç metre karelik alanda bile gülüp eğlenebilen Visal tayfa, artık üç farklı ülkenin sınırları içinde nefes alıyordu.

"Odaya gireli birkaç dakika olmuştu," dedim Eren'e gülümseyerek. Fransa'daki dairesi, benim tek göz odama göre oldukça şatafatlıydı. İki buçuk ay gibi kısa bir sürede bile oldukça toparlamış görünüyordu. Yalnızlık ona koymuyordu. Hayal ettiği hayatı yaşamaya yeni başlıyordu ve bunun mutluluğunu yaşamakla meşguldü.

Verdiğim ani kararın ve sonra o karar için varımla yoğumla çabalamamın en büyük nedenlerinden biri de ondan aldığım ilhamdı. Bana gerçekten çok yardımcı olmuştu. Telefon konuşmalarımızın tümünde benimle rahatlatıcı bir şekilde konuşmuş ve yaşadığı hayatın ayrıntılarını dinlememi sağlamıştı. Tek başınalığın avantajlarını ve dezavantajlarını bana sıralayıp endişelerimi gidermek için uğraşması, benim için çok anlam ifade ediyordu.

"Oha..." dedi hevesle. "İlk oda turunu bana mı yaptıracaksın yani? Sizinkiler duyduklarında kıskançlıktan çatlayacak."

"Falezler seni kıskanmaz da Naz muhtemelen kafamı kıracak odamı ondan önce sana gösterdiğim için."

Bilerek adını geçirmiştim. Her konuşmamızda onun adını mutlaka geçiriyordum. İki üç kez görüntülü konuşmalarımızı Naz'ın yanında olduğum anlara denk getirmiş ve Naz'ı da kadraja almıştım. İkisi kavgalı gibi bir şeydi. Aslında tek taraflıydı bu tavır. Naz, Eren'e aniden gittiği için çok sinirliydi ve bunu aşabilmiş değildi. Ben 19 Eylül akşamı bize gideceğini söylediğinde birçok duygu hissetmiştim ve öfke bunların belki de en azıydı. Çünkü Eren'in gerçekten de gitmeye ihtiyacı vardı. Kardeşi hapse girdiği günden beri giderek kötüleşiyordu ruh hali. Onun için endişeleniyordum. Yenilenmesi için bir çıkış olarak görmüştüm o dil kursunu. Bana K&S bu fırsatı sunmuştu. Eren'in yolu da belki de buydu.

"Sahi, o nasıl?" diye sordu Eren, hiç ilgilenmiyormuş gibi davranarak. Bu tavırlarına asla inanmıyordum. Naz'ı çok özlediğini buradan bile hissedebiliyordum.

"Bilemiyorum Eren, ben Milano'dayım," dedim gülerek. Dünyanın en havalı cümlesi o andan itibaren buydu. Üstelik ben kurmuştum. Cama çıkıp İtalya, seni yeneceğim diye bağırmama ramak kalmıştı.

"Salak, daha dört beş saat önce Naz'ın yanında değildin sanki," dedi o da gülerek karşılık verirken.

Beni Sabiha Gökçen'den uğurlayan tayfanın içinde Naz, Devin ve Ferdi vardı. Annemler Doruk'un beni bırakacağını sanıyordu ama yanılıyorlardı. Ben Doruk'u bırakmıştım. Sadece henüz bundan haberi yoktu.

"Doğru," dedim. "İyiydi işte, nasıl olsun?"

"Sen nasılsın? Sevdin mi İtalya'yı?"

"Sokakları çok güzel," dedim heyecanla. "Bir an önce geziye çıkmak istiyorum."

"Bugün dinlen biraz bence abim. Anca yerleşirsin. Hem hava da bayağı soğuktur. Götüm donuyor benim burada."

Bir keresinde Doruk bana Litvanya'dayken götüm donuyor diye mesaj atmıştı, o geldi aklıma birden. Sonra silmişti o mesajı. Bu ona saygısızlık gibi gelince de bana tatlı bir açıklama yapmıştı. Bu anı, az daha beni gülümsetecekti.

Sanki üzerinden asırlar geçmiş gibiydi ama aslında birkaç ay önceydi. Birkaç ay, gerçekten de çok fazla şeyi değiştirebiliyordu.

"Seni özledim." Konuyu değiştirme çabam, sıcak gülümsemesiyle karşılanınca aradığım huzuru onun yüzünde bulduğumu hissettim. "İyisin orada, değil mi?"

Başını aşağı yukarı salladı ve orta sehpada duran sigara paketine uzandı. Onu alıp küçük balkonuna ilerledi. Balkonunda minik bir masa ile iki sandalye vardı. Sandalyelerin bugüne kadar yalnızca biri kullanılmıştı. Çıkardığı bir dal sigarayı dudaklarının arasına götürmesini izledim. Çakmakla ucunu alevlendirdi, derin bir nefes çekti ve dumanı üfledi. Onun sigara içmesinden nefret ediyordum. Bunu yaptığını eskiden neredeyse hiç görmezdim, nadiren içerdi ama oraya gittiğinden beri ne zaman konuşsak paketi de yakınlarında oluyordu.

"Beni değil seni konuşalım," dedi. "Sen iyi misin?"

"Her şey için çok heyecanlıyım ama şimdiden özledim bizimkileri."

Fırat altyapıda müthiş işler çıkarırken Ferda ergenliğinin nirvanalarındaydı. Furkan, gideceğimi öğrendiğinde ağlamaya başlamıştı. Hangisinin kaç yaşında olduğunun bir önemi yoktu. Hepsinin bana ihtiyacı vardı ve onları uzun süre görmemeye dayanabileceğimi sanmıyordum. Her gün saatlerce görüntülü konuşacağımızı şimdiden kestirebiliyordum.

"Seninkinin hâlâ haberi yok mu?" diye sordu Eren, temkinli bir yüz ifadesiyle. "Naz ne diyor bu işe?"

"Ne desin?" Kaşlarım havaya kalktı. "Ne diyebilir Naz? Haklı olduğumu düşünüyor tabii ki."

"Dorukhan'ın bazı eşeklikler yaptığı konusunda hemfikiriz ama Feyza, bana kızacak olsan da bu süreci bilmeyi hak ediyordu bence ya."

"Bir anda telefonum çekmemeye başladı," dedim kameraya düz düz bakarak. Vicdanım benimle yeterince konuşuyordu, bir de ondan nasihat dinlemeye halim yoktu. "İyi bak kendine, konuşuruz yine."

Sigarasını kül tablasına bıraktıktan sonra bana el salladı. "İstemediğin konuları konuşmayız. Her zaman senin için burada olacağımı unutma. Sen de kendine çok iyi bak."

Kendimi gülümsemeye zorlamasaydım dudaklarım titreyecekti. Bu konuşmayı yapmak istediğim kişi Doruk'tu. Sesini duymak, yüzünü görmek istediğim oydu. Her zaman benim için orada olacağını biliyordum. İhtiyacım olduğunda bana koşacak ilk kişinin Doruk olacağını da biliyordum ama bunları bana söylemesine ihtiyaç duyacağım bir raddeye getirmişti beni.

Normal zamanlarda yanımda olmayı bıraktıysa ihtiyaç anında da onu aramayı ben bırakırdım. Yapacak bir şey yoktu. Bunu kabullenmek zorundaydı.

Aslında Eren'in kapatmasını istemedim çünkü ağlayacağımı hissettim. İtalya'da geçireceğim ilk günü böyle hatırlamak istemediğimden de önce bizimkileri, sonra Naz'ı aradım. Neredeyse iki saatimi bu şekilde harcadım ve ardından üşendiğim için yapmaktan kaçtığım işlerime bu sefer kafamın içinden kaçmak için sarıldım.

Valizlerimi boşaltırken arka fona Taylor Swift şarkıları açmıştım. Doksanlar Türkçe pop, yurt dışına çıkınca yabancı şarkılarla yer değiştirmişti. Hemen modumu yakalamam beni güldürdü. Odanın köşesinde kalan kapıdan geçip lavaboya girdim ve aynayı elimdeki bezle silerken kendi kendime gülme krizine girdim. "Hemen de götün kalktı," dedim yansımama bakarak. Daha fazla gülümsedim ve yorgunluktan kızarmış yanaklarıma diktim gözlerimi. "Nerede annenle dinlediğin Sezen Aksular, Visal'de dinlediğin Funda Ararlar? Ecnebi ecnebi şarkılara dadandın yine bu aralar."

Doruk'un Momo'nun yıldönümü partisine gideceğimiz gün söylediği cümle kafamın içinde yankılandı. O da bunun bir ecnebi adeti olduğunu savunmuştu.

Bir yanım hâlâ inatla onu aramak istiyordu. O yanımı dinlememek için ortak kullanım için koridorda bulunan dolaptan aşırdığım temizlik malzemeleriyle odama iyice gömüldüm. Her yeri silip süpürdüm ve bunu kendim için bir terapiye dönüştürdüm. Nevresim takımlarımı geçirirken yorgunluktan bileklerim ağrımaya başlamıştı. Kulaklıklarımı alıp yatağıma kuruldum ve büyük beyaz yorganın altına girdim. Aslında acıkmıştım ama yemek yemeye üşeniyordum. Bu yüzden yatağımda kalmaya devam ettim.

Supernatural'in final bölümünü izlememin üzerinden birkaç gün geçmişti. Yaşadığım travmayı bir ömür boyu atlatabileceğimi sanmıyordum ama bugün yapabileceğim bir şey biliyordum.

İlk bölümü açıp en sevdiğim diziyi baştan izlemeye başladım.

Günün sonunda ben işte tam da böyle biriydim. Beni bir süreliğine güvende hissettiren bir alandan öyle kolay ayrılamazdım. Biten bir diziye baştan başlayıp aynı duyguları sil baştan yaşayabilirdim. Üstelik bundan keyif de alırdım. Dizi başka bir şekilde sonlanmayacaktı ama yine de onu izleyecektim. Çünkü beni zaman zaman üzüyor olmasına rağmen bana hissettirdiklerini seviyordum.


🧁


Buradaki stajımın başlamasına daha iki günüm vardı ve bu iki günü gezebildiğim her yeri gezerek geçirmek için sabırsızlanıyordum.

Sabahın köründe aldığım duşun ardından elime bir makas alıp aynanın karşısına geçmiş, batıracağımdan korkmadan perçemlerimi düzeltmeye girişmiştim.

Uzamış oldukları için onlara artık perçem demeye bin şahit gerekiyordu. Önüme topladığım bir tutam saçı makastan geçirirken elim bile titremedi. Ortaya çok düzgün bir sonuç çıkması değildi önemli olan, bunu kendi başıma yapmaya karar verişimdi. Düşünce zihnimde belirdiği an vazgeçmemek için hemen makası kapmıştım.

Bence fena iş çıkarmamıştım.

Koyu lacivert kazağımı siyah pantolonumla birlikte hızlıca üzerime geçirdim. Çantamın içine telefonumu ve cüzdanımı attıktan sonra kırmızı kabanımı üzerime aldım. Aralık, bu kış fazlasıyla soğuk geçiyordu. Aklı olan dışarı çıkmazdı ama zaten benim aklım yoktu. Sıfır bilgiyle Milano sokaklarına atacaktım kendimi. İtalyanca da bilmiyordum üstelik. İngilizceme güvenmek tek çaremdi.

Tam odamdan çıkmak üzereyken kapım tıklatıldı. Bunu beklemediğim için başta irkilsem de bu binada kalan herkesin öğrenci olduğunu düşünerek kendimi rahatlattım ve kapı koluna uzandım.

Koyu ten rengine sahip, siyah saçları kıvır kıvır yüzüne dökülen bir kız bana kocaman gülümsedi. "Selam," dedi İngilizce konuşarak. "Sanırım henüz kahvaltı yapmadın. Seninle tanışmak için geldim. Ben tam karşıdaki odada kalıyorum. Birlikte kahvaltı yapalım mı?"

Gülümsemesi öyle içtendi ki içimden ona bana böyle güzel güldüğü için sarılmak gelmişti. Gözlerimi kocaman açıp yüzüne bakıyor olduğumu onun gülümsemesi solana dek fark etmedim. Tek kelime etmediğim için kızın hevesini kırmıştım. "Selam," diye karşılık verdim gülümseyerek. "Kızım, inanılmaz güzelsin! Büyülendiğim için konuşamadım."

Alexia Amerikalıydı ve o andan itibaren İtalya'daki en yakın arkadaşımdı.

Kapıda dikilip iki dakika birbirimize övgüler yağdırdık. Birisi bana iltifat ettiğinde teşekkür etmenin yeterli olacağını öğrenmiştim aslında. Psikoloğum neden yapılan her eyleme karşılık vermek için bir başka eylem yapmak zorunda hissettiğimi sormuş ve bunun hakkında benimle konuşmuştu. Teoride çok faydalı bir konuşmaydı ama henüz pratiğe dökememiştim duyduklarımı. Bu yüzden sonuncu iltifatı ben edene kadar sürdü konuşmamız. En sonunda birlikte öğrenci yurdundan çıktık ve onun iyi bildiği bir kahvaltı mekânına doğru ilerlemeye başladık.

Yeni insanlarla tanışmayı seviyordum. Eskiden bir tezgâhın arkasında durup insanların hikâyelerini uzaktan izlerdim. Şimdi onları birinci ağızlardan dinlediğim dönemdeydim.

Alexia buradaki bir üniversitede bilgisayar mühendisliği alanında eğitim alıyordu. Kampüste tanıştığı İtalyan bir erkek arkadaşı vardı. Bana fotoğraflarını göstermeye başladığında kendimi iç çekmemek için zor tuttum ve gülümseyerek gezdim galerisini. Ona Dorukhan'dan bahsetmekle bahsetmemek arasındaydım. Sonunda çenemi kapalı tutmayı seçtim.

Hayatımın en iyi kruvasanını yedikten sonra tadı damağımda biraz daha kalsın diye ağzıma başka hiçbir şey atmadım. Bu sırada Alexia, bana benimle ilgili sorular sormaya başladı. Çok tatlı bir kızdı ve benden bile çok konuşuyordu. Sanırım bu yüzden kanım ona hemen ısınmıştı. Ona Türkiye'deki hayatımdan bahsetmeye başladım. Bir kafede çalışırken mutfakta olmaktan çok keyif aldığımı fark edişimi anlattım ve K&S öğrencisi oluş aşamama geldi sıra.

İstesem de Dorukhan'dan kaçamıyordum.

"Bir yarışma kazanıp İtalyan bir şeften teklif aldım," diye özetledim en basit haliyle. Konuşurken onu sıkmamaya gayret gösteriyordum. Hiç sıkılıyor gibi değildi. Ellerini çenesine yaslamış, hevesle dinliyordu beni. "Birkaç gün içinde eğitime başlamış olacağım. Bir gün burada olacağımı hayal bile edemezdim."

Bana benimle gurur duyduğunu söylediğinde gözlerim nemlendi.

Henüz bir saattir tanıdığım birinin bile benimle gurur duyacağı türden bir hikâye yazmıştım kendime.

Umarım daha da başarılı olurdum çünkü bunu çok istiyordum.

Yabancı sokaklarda dolaşmak, aşina olmadığım bir dili diğer insanların konuştuğuna şahit olmak ve kültürümden epey farklı bir kültürle tanışmak bile beni korkudan delirtecek hale getirmiyordu. Çünkü içimdeki yeni bir şeyler öğrenme aşkı, tüm bunlara galip geliyordu.

Alexia bana etrafı gezdirirken her yere ağzımı açarak bakmamak için zor duruyordum. Mimari yapılar tarafından büyülendiğim için dengemi kaybetmek üzereydim. Sokakların estetiği çok hoşuma gitmişti. Kulaklıklarımı takıp baştan sona her yeri gezmek istiyordum.

Bir mağazaya girip yurtta ihtiyacım olabilecek şeyler için minik bir alışveriş yaptık beraber. Onunla tanıştığım için dünyanın en şanslı insanıydım. Bana çok yardımcı olmuştu. Katta ortak kullanım için bir mutfak bulunuyordu ve ben yanıma tabak çanak türü şeyler almadan gelmiştim. Bu eksikleri giderirken Alexia onun için pişirebileceğim şeylerin heyecanını yaşıyordu.

Ona çay demleyebileceğimi söyledim. Bavulumda bir poşet siyah çay duruyordu. Bavulumu hazırlarken yanıma almayı ilk düşündüğüm şeylerden biri çay olmuştu nedense. Alexia bu teklifi de hevesle kabul etti ve odasındaki aburcuburları benimle paylaşabileceğini söyledi karşılığında.

Karşılık vermeyi düşünmesi garipti. Kız bana Milano'yu gezdiriyordu. Bu zaten benim için tahmin edebileceğinden kat be kat fazla anlam ifade ediyordu.

Atıldığım maceranın büyüklüğünün farkına varmakta hâlâ zorlanıyordum. Alışverişimizin ardından bir kafeye oturduğumuzda ayaklarımızın dibinde tonla poşet duruyordu. Kahve siparişim sırasında siparişimi alan kıza çok kibar davranmış olmam Alexia'yı güldürdü. Çalışan kıza dönüp benim de eskiden bir kafede çalıştığımı açıkladı. Sonra ayaküstü laf lafı açtı. Kız buranın yerlilerindendi ve İngilizceyi avucunun içi gibi bilmediği belliydi ama bir şekilde anlaşmayı başardık.

Buraya gelmeden önce Ferda'yla yaptığım bir konuşma sırasında İtalya'da geçireceğim ilk günün ya hayatımın en kötü günü ya da en güzel günü olacağını düşündüğümü söylemiştim. Bu akşam onu aradığımda ikincisinin gerçekleştiğini söyleyecektim. Hiçbir şey korktuğum kadar kötü değildi. İnsanların hepsi toplanıp dik dik yüzüme bakmıyordu. Üstelik şimdiden arkadaş edinmiştim. Bu da sanki bana yalnızlık hissimin zamanla azalacağının bir garantisini sunuyordu.

İlerleyen saatlerde Alexia'nın erkek arkadaşı Roberto da bize katıldı. Kendimi üçüncü teker gibi hissetmemek için yurda dönmeyi teklif etmiştim ama Alexia beni onunla tanıştırmak için ısrar edince onu kırmak istememiştim. Amerikanların soğuk insanlar olduğuyla ilgili yerleşmiş bir kalıp vardı kafamın içinde. Bu kalıbı Lukas sayesinde biraz kırmıştım ve şimdi Alexia ile önyargılarım daha da parçalanmıştı.

Lukas'ı hatırlamak beni üzdü.

Anadolu Efes, artık benim için bir ev değildi. Bu hâlâ çok garip hissettiriyordu. Dorukhan'ın Bursaspor maçlarının çoğunu televizyondan takip etmiştim ve İstanbul'da oynanılan birkaç maçı da deplasman tribününden izlemiştim fakat Anadolu Efes'e olan desteğimi tamamen kesmemiştim. Babam, oğlu saydığı Dorukhan'ı gönderdikleri günden beri senelerdir tuttuğu takıma biraz mesafe koymuş olsa da onları izlemeyi bırakmamıştı elbette ki. Bu yüzden ben de denk geldikçe onunla oturuyor ve bizim çocukları izliyordum.

Yani, bizim eski çocukları.

Nasıl tarif edilirdi bilmiyordum ama içimde onların eksikliğinden kaynaklanan bir boşluk hissiyle yaşıyordum.

Dorukhan'ı ne zaman yeşil formasıyla görsem, mavi beyaz formasına geri sarıp onu diğerlerinin arasına atmak istiyordum.

Arkadaşlarıyla iletişimimin kopmamış olmasına ise çok seviniyordum. Keşke benim de onlarla ortak paydada buluşmaya devam edebileceğim bir konu olsaydı. Aslında eğer İstanbul'da toplanabilme şansımız olsaydı, oturup sohbet etmeyi çok isterdim. Shaw Axel'in adımı hatırlayıp hatırlamadığını merak ediyordum. Beni unutmuşsa çok üzülürdüm ama bir yanım onların da bizim eksikliğimizden etkilendiğini düşünmeye devam ediyordu.

Doruk'un ayın oyuncusu seçildiği ay hepsi tek tek arayıp onu tebrik etmişlerdi. Bu bile onlara hâlâ aile diyebilmemiz için yeterliydi.

Bundan bana sesi titreyerek bahsedişi geldi aklıma. Çok uzak bir geçmişe ait değildi ama anısı ciğerlerimi yakacak türdendi. Onunla hissettiğim acı bile tek başıma hissettiğim en yoğun duygudan daha yoğundu. Biz birlikteyken her şey üç katına çıkıyordu.

Onlarca duygunun arasında keşke elimde sadece öfke kalmamış olsaydı.

Keşkelerle yaşanmıyordu.

Telefonum çalmaya başladığında ekrandaki Dorukhan yazısına diktim gözlerimi. Keyifle içtiğim kahvemin elimde öylece asılı kalması çifte kumruların da dikkatini çekti.

En son o İspanya'dayken duymuştum sesini. Birkaç gün önceydi. Günlerin hesabını yapmayı bile bırakmıştım. Canımı yakma potansiyeli olan her şeyi buraya gelmeden önce bir kenara fırlatmıştım.

Telefonumu sessize alıp onlarla ettiğimiz muhabbete geri dönmeyi denedim ama çok geçmeden zil sesim yeniden duyulmaya başladı kafenin içinde.

Roberto'nun ve Alexia'nın bakışları telefonumun ekranına çevrildi. "Dorukhan," diye heceleyerek okudu Alexia, ekrandaki ismi. "O kim? Kardeşlerinden biri mi?"

Arama sonlandıktan birkaç saniye sonra ekranıma mesajlar düşmeye başladığı için telefonumu sessize alıp ters çevirdim. Belli ki kol saati ait olduğu kişiye ulaşmıştı. Mektubu da okuduğu anlamına geliyordu bu.

Bir boşluk bulup beni arasın diye gözümü ekrandan ayırmadan beklediğim zamanlarımı düşününce mesajlarını okumamak konusunda kendimi motive edecek gücü bulabildim içimde.

İletişimi ben başlatmıyorsam iletişim kurası gelmiyordu. Canı istediğinde dünyanın en keyifli insanı olup beni ilgiye boğuyorken canı istediğinde sebepsizce yok oluyordu. Ben ona göre hareket etmekten bıkmıştım. O ne zaman iyi, ruh hali ne zaman uygun olur, ne zaman bana zaman ayırır diye düşünecek halim kalmamıştı artık.

Sarı bir civciv kadar masum görünen Roberto, "Seni rahatsız eden biri mi?" diye sordu İtalyan aksanlı İngilizcesiyle. Oturuşu dikleşmişti bunu söylerken. Alexia neredeyse ondan daha iri yarı görünüyordu. Roberto uzun ve zayıfken Alexia ona göre daha kısa ve kilolu biriydi, bu yüzden daha kalıplı duruyordu. O da Roberto gibi oturuşunu dikleştirdiğinde bana Teksaslı bir çete lideri izlenimi verdi. "Sorun mu var?" diyerek sevgilisine destek çıktı anında.

"No," dedim. "He is my boyfriend. Was. He was..."

(Hayır 🙅🏻‍♀️ O 👉🏻 benim 🌺 erkek ♂️ arkadaşım 👩‍❤️‍💋‍👨 dı 👋🏻✌🏻)

Alexia, ona bundan bahsetmediğim için bana kızdı. Birkaç saattir tanıdığım bir kızın bana böyle bir sebepten kızması çok komik geldi bir anlığına. Aylardır tanıdığım çocuk, transfer haberini benden saklamıştı.

En büyük dertleri bugün hangi kahveyi içecekleri olan yabancıların yanında fazla dramatik bir hayatım vardı.

Sabahtan beri konu ona gelmesin diye itinayla ördüğüm duvar, öyle kolay çatlamadı. Eski Feza olsa onlara Doruk'un kariyerini, tanışma hikâyemizi, şimdi nerede olduğunu, neden beni böyle aradığını anlatmaya başlardı. Eski Feza diye bahsettiğim de yaklaşık üç dört gün kadar önceki Feza'ydı.

Yine de onlara pek bir şey anlatmadan konuyu değiştirmeyi başardım.

Roberto inanılmaz eğlenceli bir insandı ve aklımda oluşturduğum kibar İtalyan erkeği profiline kesinlikle uyuyordu. Alexia ile o kadar farklılardı ki zıt kutupların birbirini çektiği teorisini güçlendiriyorlardı. Benim için Naz ve Eren, bu teorinin ilk örneğiydi ama onlar artık iki farklı ülkedelerdi. Bir şansları kalmış mıydı bilmiyordum. Ne zaman bir yerlerde bir aşk kırıntısına rastlasam boş bir ümitle ikisinin birlikte ne kadar güzel olacaklarını düşünüyordum.

Doruk ve ben de birlikteyken çok güzeldik. Keşke buna sonsuza kadar devam edebilseydik.

Hava kararana kadar birlikte takıldık. Buradaki ilk günümü bu şekilde geçireceğimi asla beklemiyordum. Alexia benim gökten inmiş meleğim gibi bir şey olmuştu. Sohbet edecek konu bulurken de zorlanmıyorduk üstelik. Onlara Türkiye hakkında bir şeyler anlattığımda ağızlarını bir karış açarak dinliyorlardı beni. Roberto, Muhteşem Yüzyıl'ı biraz izlemişti. Bunu bana söylediğinde kahkaha atmıştım ve konuyu oradan bir şekilde Osmanlı tarihine kaydırmıştık. Sözelde başarılı olduğumu iddia etmiyordum fakat olay da bu değildi zaten. Onlar tarihimize ve kültürümüze ilgi duyduklarını bana gösterdikçe elime bir Türk bayrağı alıp Milano sokaklarında mehter marşı açmak geliyordu içimden.

Roberto ile vedalaştıktan sonra Alexia ile yurda dönerken saat on buçuğa geliyordu. Kaldığımız binanın olduğu sokağı yürürken iki elime bölüştürdüğüm alışveriş poşetlerini sol elime alıp sağ elimi kırmızı kabanımın cebine attım. Telefonum oradaydı. Annemlere dışarıda olacağımı söylemiştim ama yine de mesaj atmış olabilirlerdi, onu kontrol edecektim. Bütün bildirimlerim aynı kişiden olduğunu görünce telefonu kapattım ve cebime bıraktım.

Kafamı kaldırdığım an kaldırımda oturan birini gördüm.

Film, en başa sarıldı.

Yerinden sökmek istediğim kalbim hızını seksen katına çıkarttı.

Dejavu hissi güçlü bir şekilde başımın arkasına yumruğunu indirirken 15 Ocak 2024 gecesinde benim için yalnızca kaldırımdaki yabancı olan kişi, senenin son ayında kırık kalbimin sorumlusu olarak tam karşımdaydı.

Adım seslerimizi duyup gözlerini yerden çekti ve çenesini kaldırdı. Bıçak gibi kesilen adımlarım yüzünden sokağın ortasında ellerimle poşetlerle durmuştum. Onu da beklediğinden büyük bir dejavu karşılamıştı çünkü kırmızı kabanım, o günkünün aynısıydı.

Alexia neden yürümeyi kestiğimi sorgularcasına bana baktı. Gözlerimin kilitlendiği noktayı belirleyip gözlerini oraya çevirdi ve kısa bir sürede bağlantıyı kurabildi.

Taşıdığım poşetleri elimden almak için hızla uzandı. Onları öylece çekti ve imalı bir gülümsemeyle birkaç saniye beni izledi. Sanki ne yapacağına karar vermeye çalışıyordu. İfademin korku değil şaşkınlık olduğuna kanaat getirince bana eximle iyi şanslar diledi ve koşar adımlarla yurda girdi.

Dorukhan ve ben, sessizce birbirimize bakarken zaman bükülüp parçalara ayrılmaya başladı.

Nefes alabileyim ve karşımdaki görüntünün gerçek olduğundan emin olabileyim diye yere eğdim başımı. Her bir kaldırım taşının üzerinde anılarımızı görmeye başladım o saniye. Sarılıyorduk, öpüşüyorduk, o maçtaydı ve ben kenarda izliyordum, ben K&S'deydim ve o beni arabasıyla almaya geliyordu. Gülüşüyor, vakit geçiriyor, yarınlar yokmuşçasına birbirimize sığınak oluyorduk. Çok değil, birkaç ay öncesine kadar birbirimizin her şeyiydik. Sonrasında o yine benim her şeyimdi ama ben onun hedeflerinin arkasında kalmış herhangi bir şeydim.

Bir zamanlar onun hedef listesinin en başında gelirdim. Önce bana ulaşmış, sonra beni bırakmıştı.

Eğer adımı söylemeseydi yanından öylece geçip gidecektim.

"Feza..." Ağlamak istedim. Dünden beri içime gömmeye çalıştığım hıçkırıklarımın boğazıma tırmanmasını engellemeyi denedim. Telefonuma bıraktığı ilk cevapsız aramanın üzerinden yedi sekiz saat kadar geçmiş olmalıydı. Bu kadar saatte benim için Bursa'dan İtalya'ya gelmişti. Çöktüğü kaldırımdan kalkmadan başını ellerinin arasına aldı. "Of Feza... Off Feza..."

İç çeker gibi, şükreder gibi, sitem eder gibiydi. Üçü bir yerdeydi. Adım dudaklarından aşina bir şekilde dökülüyordu ama bu duyguları ilk defa hissediyordu. İlk defa benim tarafımdan yalnız bırakılmıştı çünkü. İlk defa bana ulaşmayı denediğinde bunu yapamamıştı. Aklından buraya gelene kadar bin tane düşünce geçmiş olmalıydı.

Tüm bunlar artık onun sorunuydu.

Hiçbir şey beni onun gözünden düşecek bir damla yaşa hazırlayamazdı. Bunun nedeni bir sürü şey olabilirdi. Beni gördüğü için rahatlamış mıydı, bana öfke duyduğu için miydi? Acıdan mıydı, gururdan mıydı, sinirleri mi boşalmıştı? Bilmiyordum. Tek bildiğim, olduğum yere çakılı kaldığımdı.

O gözyaşını öyle hızlı sildi ki benden saklamak istediği belliydi. Bundan utanmıştı. Kıpkırmızı olmuş gözlerini yeniden benimkilere çevirdiğinde hayal kırıklığını bakışlarından hissedebiliyordum. Ona aynı şekilde bakmaya devam ettim. Dudaklarım yukarı kıvrılmadı, gözlerimi kırpmadım. Hiçbir duygu belirtisi göstermedim. Yalnızca baktım.

"Yalvarırım konuşalım," diye bir cümle döküldü dudaklarından.

Dünyada konuşması için yalvarılması gereken son kişi ben olduğum için gülmeye başladım.

Bizi bu hale o getirmişti.

Benimle konuşması için ona posta koymam mı gerekliydi? Yorgundu diye uyuduğu günden sonra her saatimi beni aramasını bekleyerek geçirmiştim. Son saniyeye kadar aklımda her şeyi ona anlatmak vardı. Kendimi her şeye rağmen arkasından iş çeviriyormuş gibi hissediyordum ama bu his yanlıştı işte.

Sizinle ilgilenmeyen birinin arkasından iş çeviremezdiniz ki. Zaten size doğru bakmayan birinden neyi saklayacaktınız? Tek başıma oynadığım bir oyunda ebelenmeyi beklemiştim ben.

"İtalya'da maçın mı var Dorukhan?" diye sordum buz gibi bir sesle. Birkaç adım attığımda sokak lambasının konumu yüzünden gölgem, onun üzerine düştü. Avucunu yere bastırarak hızla doğruldu ve boyu boyumu geçince ışığa çıkmış oldu. On yıl yaşlanmış gibi görünüyordu.

"Feza..."

"Konuşacak bir şey yok. İyi geceler."

Yurdun kapısına yöneldiğimde bileğimi kavrayarak beni durdurdu. "Feza, lütfen."

"Uzatma," dedim katı bir sesle. "Uzatmanın bir mantığı yok. Ben uzak mesafe yapamam Dorukhan. Bitti o yüzden."

Gözlerinin içinden okuyabildiklerim yüzünden kör olmak istediğim birkaç saniye geçirdim. Elaları, batmak üzere olan bir güneşin ardından kalan son ışıltılardı. Dünyası karanlığa gömülmek üzereydi ve zamanı tutabilmek onun elinde değildi. Her şey için geç kalmıştı.

"Beni yere yatırıp tekmelesen bile yemin ederim bu kadar yakamazdın canımı." Sözleri, bileğimi ondan kurtarma çabamın sonunu getirdi. Dokunuşundan uzaklaşmak zaten mümkün değildi. Hâlâ elini üzerimde hissetmek istiyordum. Hatta buna eskisinden daha çok ihtiyaç duyuyordum. "Seni bir kutlama yemeğine çıkarırdım. Sana her gün çiçek yollardım. Neler yaptığını öğrendiğimde deli gibi mutlu olur, sevinçten ağlardım. Valizini ben sırtlar, seni buraya omuzlarımda taşıyarak getirirdim." Konuşurken sesi titriyordu ve bu beni olmaması gereken kadar derinden etkiliyordu. "Feza," dedi. "Çıldırmak üzereyim. Kızgın olduğunu biliyorum ama bu şekilde olmaz. Böyle olmaz. Bu yapılmaz lan. Neleri kaçırdım? Başarılarında ben nasıl yanında olamadım?"

"Olsaydın," dedim omuz silkerek. Umursamaz tavrımın arkasında yanan ormanı yalnızca ben görebiliyordum. "Benim maçlarım televizyonda yayınlanmıyor diye izlenmemeyi hak etmedim ben. O kadar kendini kanıtlama çabasındaydın ki yalnızca sana köstek olanları görebiliyordun. Seni her halinle kabul eden kıza o her zaman elinin altında olacakmış gibi davrandın."

Aklıma gelen bir cümle, beni acı acı gülümsetti. "Beni cebinde taşımak istediğini söylediğinde arada çıkarıp bakarsın sanmıştım. Sen beni montunun cebinde unuttun gibi oldu Doruk. Sadece kışın mı aklına geleceğim? Ben böyle bir ilişki istemiyorum."

Bir yıkımın her aşamasına şahit oluyordum ona baktığımda. Daha kötü görünemez sandıkça daha kötü görünüyordu. Onu bu kadar üzmek zorunda kalmadığım bir dünyada yaşamak isterdim fakat Doruk kendi dünyasının en iyisi olmaya çalışırken ben yeterince karanlıkta kalmıştım. Artık sıra ondaydı.

Vicdanım acilen susmalıydı.

Dudaklarını araladı fakat konuşmadan önce bir süre duraksadı. Daima duvarlarını aşmaya çalışan kişi olmuştum, şimdi o duvarları üstüne iterek onu köşeye sıkıştırıyordum. "Özür dilerim."

"Sana bir özrünü daha kabul etmeyeceğimi söylemiştim," dedim. "Hiçbir önemi yok. Sen geç kaldın, ben akıllandım. Şimdi ayrı ayrı yolumuza bakacağız."

"Feza, öylesine bir şeyler yaşamışız gibi bahsetmesene." Bana bir adım yaklaştığında yüzüme dokunmamak için kendini çok zor tutuyor gibiydi. "Çok özür dilerim. Biraz oturalım mı? Her şeyi çok merak ediyorum. Şu an söylemeye hakkım olmadığını biliyorum ama beni bunlardan uzak tuttuğun için çok üzgünüm."

"Umursayacak mıydın yoksa yarınki maçın için erken yatman mı gerekecekti?"

Ona bir tokat atmışım gibi hayal kırıklığıyla baktı yüzüme. "Böyle olmayacağını biliyorsun," dedi. "Senden daha çok mutlu olurdum senin için. Bunu yapma n'olursun. Sanki beni tanımıyorsun."

"Seni tanıdığım halini özlüyorum," dedim.

"Lütfen biraz konuşalım. Gel, bir yere oturalım. Aç mısın? Bir şeyler yiyelim. Çalışacağın yere nasıl gideceğini öğrendin mi? Birlikte gidebiliriz." Yüzüme bir mimik görmek için yalvarır gibi bakıyordu. Rol yapmıyordu. Beni düşünüyordu, beni seviyordu. Ama geç kalmıştı. "Biraz zaman geçirelim," dedi.

"Lütfettin!" diye karşılık verdim. Gözlerimin dolduğunu görmesin diye ona arkamı döndüm. Bileğimi yakalaması bir saniye bile sürmedi. Beni tutup kendine çevirdiğinde göğsüne yaslanıp ağlamak istedim. Canımı yakarken canımın o kadar içindeydi ki kendini de yakmıştı. Ne kadar yandığını şu an fark ediyordu ve küle dönmeden önce son bir çabayla bizi söndürmeyi deniyordu.

"Özür dilerim bebeğim," dedi. "Kafama vurmadığın sürece aklım başıma gelmediği için özür dilerim. O kadar nahifsin ki son saniyeye kadar bunu yapmaktan kaçtın. Bekledin, görmedim. Çok haklısın. Her şey yolunda olsun diye uğraşırken hayatımın en güzel yolunu kaybetmişim. Bana bağır çağır, kız, vur hatta ama ne olursun arkanı dönüp gitme. Ben seni burada yalnız bırakmak istemiyorum." Derin bir nefes aldı. "Hayatından beni çıkarsan yalnız kalmayacağını biliyorum ama anladın işte. Seni uzaktan izlemek istemiyorum. Ne kadar süreceği önemli değil. Ben çok denerim. Sadece... Halledemez miyiz?"

"Neyi halledeceğiz?" Yumruğumu kaldırıp göğsüne vurmaktan beni alıkoyan tek şey ona dokunursam kendime gelememe ihtimalimdi.

"Eksik kaldığım konuları tüm detaylarıyla anlatarak başlayabilirsin. Seninle ilgili her şeyi... Burada kaç bardak su içtiğini bile yazarsın bana sonra. Böyle ayrılık olmaz Feza. İnsan böyle bırakılır mı? Telefonla bile değil, mektupla ya mektupla! Her şeyi yüz yüze konuşalım diyorduk, ayrılırken sesini bile mi esirgedin sen benden?"

"İstanbul'a gelmeye vakit bulamıyordun, kalkıp İtalya'da buldun beni. Anlıyor musun ne demek istediğimi? Beni o kadar yok saydın ki seni yok sayarak gayet de edebilirim ben vedamı. Yoruldum. Yordun beni. Yüz yüze yapamazdım bunu. Gerçi, onu bile deneyecektim. Eğer arasaydın buraya gelmeden önce sana her şeyi anlatacaktım. İnsan böyle bırakılır mıymış! Üç gün aramadın be sen beni! Bensiz de yapabiliyorsun demek ki. Yokluğumu bile hissetmiyorsun. Platonik mi sürdürseydim bu ilişkiyi? Bitti gitti işte."

"Ne bitiyor ya?" diye sordu. "Ne bitiyor amına koyayım ya? Bitti gitti diyebileceğin şeyler mi yaşadık biz? İstemiyorum bitirmek falan. Neyin platoniği ya? Köpek gibi aşığım ben sana. İki seneye evleneceğim lan ben seninle! Ne bitmesi?"

Gülmeye başladım. Sinir bozukluğu bende bu tepkiyi oluşturuyordu. "Bulursan evlenirsin."

"Feza..."

"Sen de yapacaktın," dedim. "Gençlik aşkı olarak hatırlayacağım işte seni. Ne kolaydı onları söylemek. Oturup konuşmanı bile hazırlamıştın. Bursa'ya gideceksin diye girmediğin trip kalmamıştı. Ben zorladım Doruk. Hep ben zorluyordum." Ağlamadan konuşabildiğim için kendimle gurur duyuyordum. Odama çıktığımda ağlayarak bunu kutlayacaktım. "Yurdumun önünde daha fazla seninle kavga etmek istemiyorum. Bugün benim yeni hayatımın ilk günü ve güzel geçmesi gerekiyordu. Seni görene kadar çok da güzel geçiyordu."

"Lütfen..."

"Umarım gerçekten sevmişsindir beni." Dudaklarım titredi. "İyi bak kendine."

"Saçmalama." Bu defa gitmemem için beni tutmadı fakat sesi o kadar katıydı ki tek adım bile atamadım. "Saçmalıyorsun," dedi sırtım ona dönükken. "Senden öncesi de yoktu, sonrası da olmayacak. Benden nefret etsen bile bunu sakın unutma."

"Olmayacak değil, olamayacak," diye düzelttim onu. "Hiç kimse benim kadar seni desteklemeyecek çünkü." Son kez arkamı döndüm ve doğrudan gözlerinin içine baktım. "Bunu ego olsun diye söylemiyorum ya da seni yerin dibine sokmaya çalışmıyorum. Hiç kimse benim kadar destek olamaz sana. Bir daha ben bile kimse için bu kadarını yapamam."

Başını biliyorum der gibi yavaşça salladı. Bu sefer gözlerinde acı yoktu, yalnızca sorgulama vardı. Sanki sözlerim, zihnindeki bir noktada kaşıntı uyandırmıştı. "Feza," dedi yumuşak bir sesle. "Tek bir şey soracağım. Sen benden kendimi affettirmemi mi istiyorsun yoksa siktirip gitmemi mi?"

Hiçbir cevap vermedim. Başımı eğdim, birkaç saniye durdum ve sonra ona sırtımı dönüp yurdun kapısına doğru ilerledim.

O, cevabını almıştı.

"Saçların..." diye seslendi arkamdan. "Yakışmış."

Devin, Aras'a teşekkür etmişti en azından. Ben, Dorukhan'a bunu bile yapmadım.

🏀🧁🏀

Paralellikler paralellikler...

Selamlar, nasılsınız? 

Feza'nın Milano'daki yeni hayatının ilk günü, 11.22.63, tek kişilik yurt odası, sonunu bile bile yeniden Supernatural izlemeye başlamak ve kaldırım sürüngeni Dorukhan Falay...

Beni duygudan duyguya sürükleyen bir bölümdü yazarken. Sizin de duygularınızı almayı çok isterim bu yüzden.

Size Eren de kendi hikâyesini yazıyor demiştim ya... Onu da bu bölüm biraz biraz anladınız. Bir kere twde ses odası yapmıştık. Oradaki tayfanın belki daha çok tahmini vardır Eren ve Naz hakkında. 😶

#DörtÇeyrek etiketinin altındaki tweetlerinizi her zamanki gibi okuyor olacağım. Buradaki yorumları da aynı şekildee. En sevdiğim en sevdiğim.

Yeniden görüşene dek hoşça kalın. Ve... Hım... Ufukta BİY olduğunu da çıtlatayım. Yakın zamanda yeni bir yolculuğa başlamak niyetindeyim. Böylece Analiz ve Dört Çeyrek'in bölüm hızları yavaşlasa bile gidecek yeni bir kapımız, başımızı sokacağımız yeni bir evimiz daha olur.

Grazie e buona giornata! (Feza İtalya'ya gidince benim vedalar, umarım çeviri doğrudur)

Yorumlar

  1. Şimdi feza, dorukun çabalamasını mı istiyor. Teşekkür etmediği için siktir gir dedi gibi geldi de sonradam

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Harbi bende anlamadım ne istediğini ama umarım affettirmesini istiyordur yaa 😢

      Sil
    2. Azranın insta kanal açıklamasından anladığım kadarıyla siktiri çekmemiş Feza. Doruk, feza git dese giderdi yazmış. Bunu zaten biliyordum. Bazı şerefsizlikler yapmış olabilir ama karakteri böyle değil bu çocuğun. Neyse doruk kaldığına göre feza git dememiş

      Sil
  2. Bölüm çok kısa geliyor ya doyamıyorum

    YanıtlaSil
  3. Feza Nın yeni duruşuna bayıldım .doruk kaldırımlarda sürünmeye devam

    YanıtlaSil
  4. Doruk tam akıllanmamış gibi azra biraz daha süründürmen lazım kaldırım sürüngenini iisisjxjxhxgga

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kaldırım sürüngeni mi şölwkdxdjcndjxksmxmğdkxksckd

      Sil
  5. doruk ne olursa olsun fezayı bırakmamalı, aga kızı 3 gün aramamışsın haberin yok. biraz daha sürünsün ama yanımızda olsun. bu arada bölümler çok kısa ilk bölümlere göre hemencik bitti.

    YanıtlaSil
  6. Bölüm beni 40 yerimden bıçaklamamış gibi şimdi analizin okumadığım son bölümünü okumaya gidiyorum 🏃‍♀️

    YanıtlaSil
  7. Feza gibi yeni bir başlangıç yapıp hayatımı resetlemeliyim galiba..

    YanıtlaSil
  8. Ya yaptıkları için dogru duzgun özür bile dilemeden açıklama yapmadan fezaya ni yiptigini igrinmik istiyirim vidividi yapması ne manaydi ya giderek gözümden düştün dorukhan

    YanıtlaSil
  9. Doruk hemen vazgeçmesin ya biraz sürünsün 3 gün aramamasının hıncını çıkarlarım

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

42. "Son Çeyrek"

58. "Bir Esirin Zihin Zindanı"