44. "Senden Sonra Ben"

Bölüm şarkıları:

Tuğkan, Git
Tuğkan, Özledim
Pinhani, Aşk Bir Mevsim

•🧁•

"Günaydın bir tanem, rüyanda mı gördün beni?"

"Naz," dedim adına adeta sarılarak. Saat burada dokuz buçuktu, telefonun diğer ucunda ise on buçuk. Çok da erken değildi yani. Uyanık olduğunu biliyordum. Bu yüzden onu aramakta tereddüt etmemiştim. "Günaydın, ne yapıyorsun?"

Perdeyi parmaklarımın arasına sıkıştırıp hafifçe araladım ve uyandığımdan beri karşı kaldırımda dikilen Dorukhan'a baktım. Ben gözümü açalı yirmi dakika olmuştu ama o ne kadar süredir orada bekliyordu bilmiyordum. Bir ara kaldırıma oturmaya karar vermişti. Ben Naz'ı ararken tekrar ayağa kalkmış, ellerini ceplerine sokmuştu. Yurttan çıkan her kişiyle birlikte heyecanla kapıya dönüyordu ama sonra yeniden bakışlarını yere indiriyordu.

"Fakültedeyim, dersi bekliyorum," dedi. "Sizsiz... Yani sensiz buralar çok sıkıcı."

"Ben gideli iki gün oldu Naz."

"Olsun, çok özledim yine de." Gülümsedi. "Anlat bakalım, sen nasılsın? Sanki daha dün gece konuşmamışız gibi... Uyum sağlıyorum sana. Hiç Dorukhan'ın oraya geldiğini falan bilmiyormuşum gibi devam et bakalım anlatmaya."

"Evet, konumuz yine bu." Ellerini pantolonunun ceplerine sokmuş, sırtını duvara yaslamıştı. Üzerinde dünkü kıyafetleri vardı. Dün apar topar buraya geldiği için yanına başka bir şey almaması normaldi. Acaba geceyi nerede geçirmişti? Sokakta beklemediğini umuyordum. Dün gece perdeleri kapatıp yatmıştım ve ortalıkta görünmüyordu. Kısa bir süreliğine de olsa oradan ayrıldığına emindim. "Uyandığımdan beri yurdun önünde bekliyor."

"Seni gördü mü peki pencereden?" Hiç şaşırmamıştı bunu duyduğuna. Çok normal karşılamıştı. Ondan beklediği sanırım tam da bunu yapmasıydı.

"Hayır."

"Aşağı inecek misin?"

"İneyim mi?" Onunla ne kadar çok yüz yüze gelirsem her şey bir o kadar zorlaşırdı. Ama dakikalardır aynı noktada beni bekliyordu. Gözlerini tam olarak seçemiyor olsam da pişmanlıkla dolu olduklarına emindim.

"Dün çok güzel konuştun bence," diyerek bana arka çıktı Naz. Yakın arkadaş desteği bambaşka bir şeydi. Kendimi gerçekten iyi hissetmemi sağlamıştı. Çünkü Doruk'la konuştuktan sonra odamda tek başıma otururken ileri gidip gitmediğimi düşünüp durmuştum. Başvurduğum kişi yine Naz olmuştu. O benim acil durum ekipmanım, sonsuza kadar en yakın arkadaşımdı. "Konuşacak başka bir şey kaldı mı ki?"

"Gitmemiş," dedim. "Ben o kadar laf yemiş olsaydım basar giderdim."

"Yüzü yoktur gitmeye." Bu halimiz Naz'ı da en az benim kadar üzüyordu. Doruk'a anlatmadıklarımı onun omzuna yaslanıp anlatmıştım çünkü. Kırgınlıklarımı, üzüntülerimi, içimin içimi nasıl yediğini belki de en iyi o biliyordu. Tüm bunlara rağmen Doruk'tan vazgeçememi de çok iyi anlıyordu. "Aklında bir keşke kalacağına inip konuş bence," dedi. "Bir iki güne stajın başlamayacak mı? Ne bileyim, kafan rahat olsun istiyorum. Olumlu ya da olumsuz, bu iş nereye varırsa varsın en azından bir şeyleri daha da netleştirmiş olursun."

"Sence yeterince net değil miyim?"

"Bebeğim, sen onu bitirmek değil kapında süründürmek istiyorsun ve ben bunun sonuna kadar arkasındayım. Sürünsün, hak etti."

"Bu tamamen senin kişisel yorumun," dedim. "Ben hiç böyle bir şey söylemedim."

"Söylemene ihtiyacım olmadığı için en yakın arkadaşın benim zaten." Sanırım kahve içiyordu, küçük bir höpürdetme sesi duydum. "Dilim yandı ya, of! Bir bu eksikti. Neyse, ne diyordum? Birbirimizin söylemediklerini anlamak konusunda uzmanlığımız bulunuyor, öyle değil mi?"

Öyleydi. Mesela o küçük bir hoşlantı olarak tarif etmiş olmasına rağmen ben de onun Eren'e karşı bundan daha fazlasını hissettiğini biliyordum. Bu sarmaşık hisler, köküne yakın bir noktadan keskin bir bıçakla kesilmiş olsa da eğer benim tahminlerim doğruysa sürgün verip yeniden dallanacaktı.

"Öyle," dedim yalnızca.

Dalgınlığımı fark ettiğinde "Koş hadi," dedi. "Bana bütün gelişmeleri aktarmak zorunda olduğunu unutma. Senin doğrun neyse ben de benim doğrumu o kılığa sokarım. Ne yaparsan yap, ben senin yanındayım. Nefret edeceksen Dorukhan Falay nefret kulübü başkanı ben olurum, eğer affedeceksen de ona yeniden ısınmanın bir yolunu bulmaya çalışırım."

Küçük bir kahkaha attım. Çok hırslı konuşuyordu. Keşke kendimi şu an onun kollarının sıcaklığına atabilseydim. Visal'in kapısından neşeyle girip enerjimi yükselttiği günleri özlemiştim. Ama bir seçim hakkım olsa oraya dönmek istemezdim. İtalya'daydım çünkü.

Her saat başı bunu on kez sesli bir şekilde söyleyerek her şeyin gerçek olduğuna kendimi ikna etmeye çalışıyordum hâlâ.

"Çok teşekkür ederim, gerçekten."

"Kapatmadan bir şey soracağım Feyza."

"Söyle balım."

"Beni mi daha önce aradın yoksa Devin'i mi?" Yüksek sesli kahkaham odanın dışına taşmasın diye elimi ağzımın üzerine kapattım. Sokakta volta atmaya başlayan Doruk'u izleyen gözlerim, çok güldüğüm için yaşlarla doldu. "Gülme ya!" diye cırladı Naz. "Dün gece de sormak istedim ama sormadım. Daha fazla tutamadım içimde. Önce ben öğrenmek istiyorum her şeyi. Zaten odanı da ilk Eren'e gezdirmişsin. Nasıl benden önce onunla görüntülü konuşursun?"

"Ya sen ne kadar kıskanç olmayan bir arkadaşsın böyle."

"Ben anlamam. Önce ben Feyza. Elbet döneceksin. Geldiğinde kafanı kırmamı istemiyorsan her şeyi önce ben öğreneceğim."

"Anlaştık."

"Her şey derken... Gerçekten her şeyi kastediyorum."

"Tamam."

"Hani olur da aranızda bir şeyler yaşanırsa..."

Ettiği ima anında kızarmama sebep oldu. "Ayrıldık biz be. Neler düşünüyorsun öyle?"

"Kavuşmanın ateşiyle daha bir şey olur işte... Bilirsin."

"Bilemem, nereden bileceğim?" Kaşlarım çatıldı. "Sen çok tecrübelisin sanırım."

"Geçen akşam bir dizi izliyordum da. Oradan benim tecrübem de işte. Kızım, olaydı! Ay neyse, konuşuruz. Koş seninkinin yanına hadi. Haberdar et beni."

"Öpüyorum," dedim. "Dizinin adını yaz bana."

"Storylerimi takip et," dedi keyifle. "Influencer olma yolunda ilerliyoruz şurada. Hayatımızı sayfa sayfa Instagram'a döküyoruz, moda tavsiyeleri yapıyoruz. Az gözün üzerimde olsun kızım. İleride reklam teklifleri aldığımda gönderilen koli koli pr ürününün arasından sana bir şişe su bile vermem bak."

Dalga geçiyordu ama sayfası giderek daha fazla takipçiye ulaşıyordu. Bu işi sevmişti. Orayı kişisel bir blog gibi kullanıyordu. İnsanlar onu o olduğu için takibe almaya başladıkça Naz doğru yolda olduğunu daha fazla hissetmeye başlamıştı. İzlediği bir diziyi paylaştığında bile dm kutusu sadece o diziyi izleyen ve onunla sohbet etmek isteyen kızlarla doluyordu. Buradan ilerlemek onu mutlu ettiği için Instagram sayfasını ciddiye almaya başlamıştı. Bir gün bambaşka yerlere geleceğine yürekten inanıyordum.

"Çok haklısın," dedim. "Mutlaka bakacağım." Ama o yeni diziyi yüksek ihtimalle izlemeyecektim, ne yazık ki Supernatural hastalığım nüks etmişti.

Naz'la telefon konuşmamız sona erdikten sonra on dakika daha perdenin arkasından Dorukhan'ı izledim. Aşağı inmekten vazgeçmek üzereydim. O kadar masum bir şekilde yurdun kapısını izliyordu ki karşısında istesem de sert bir şekilde duramayacağımı hissediyordum. Aklıma başka bir şey gelmeyince rehberimde adını buldum ve onu aradım. İşler planladığım gibi gitseydi ona gitmesini söyleyecektim.

Elini cebine soktu ama telefonu oradan çıkarmadı. Kimin aradığına bile bakmadan telefonu kapattı.

Kafasını kaldırdı ve sanki o iki saniyelik zaman diliminde ben kaçıp gidebilirmişim gibi gözlerini yeniden kapıya çevirdi.

Ben de tekrar aradım.

Arayan kişi menajeri, takımdan biri, ablası veya koçu olabilirdi. Herkes olabilirdi. Üstelik ikinci kez aranıyordu ve bu da acil bir durum olabileceği anlamına gelirdi ama o yine telefon ekranına bakmadan elini cebine atarak aramayı sonlandırdı.

Üzerimi değiştirip aşağı indim.

Ben kapıyı iterek açarken defalarca kez buraya dönmüş ama hepsinde hayal kırıklığına uğramış olan gözleri bu kez beni görmenin heyecanıyla ışıldadı. "Günaydın," dedi hızlıca bana doğru adımladığında. O yanıma yaklaştıkça her zamanki gibi başımı yukarı kaldırmam gerekti.

"Ben aradım," dedim. "Gitmeni söylemek için."

"Gideceğimi söylemek için geldim."

"Güzel."

"Biletim akşam altıda."

"Tamam."

"Mecbur olmasaydım..."

"Dün gitmeliydin," dedim yapacağı açıklamayı dinlemeden. "Boşuna kalmışsın." Gülmeye başladım. "Bana benziyorsun iyice."

"Feza..."

"Görüşürüz."

Ağız alışkanlığıydı. Yeniden görüşme isteğiyle söylememiştim ama o "Görüşeceğiz," dedi. "Cumartesi geleceğim."

"Gelme."

"Pazar?"

"Hiç gelme."

"Ne zamana kadar?"

"Gelmeni istemiyorum. Senin için bir hedef konumunda olmadığım sürece beni önemsemiyorsun. Şimdi de bunun hırsına kapılacaksın. Feza'yı kazanmalıyım diye düşüneceksin. Çünkü bir süredir umurunda olan tek şey bu. Kazanmak..."

"Feza, ben..."

"Çocukluk travmalarını içeren uzun açıklamalarını duymak istemiyorum. Çünkü ben senin için kazanmanın ne anlam ifade ettiğini gayet iyi biliyorum ve seni destekliyorum. Bizim sorunumuz hiçbir zaman başarılarınla ilgili olmadı. Yolun açık olsun, bunu da söyledim zaten. Benim seninle yürümeyi çok sevdiğimi ama yol ayrımından dönmek zorunda olduğumu kabul etmen gerekiyor. Baksaydın, gittiğim yeri görürdün. Biraz da sen bana eşlik ederdin belki ama benim yolum tek kişilikmiş. O yüzden bundan sonrasında sana iyi şanslar diliyorum."

Sanki ben o kadar lafı duvara söylemişim gibi "Cumartesi geleceğim," dedi. Yüzüne boş boş baktım. "Ya da pazar."

"Çok yoğun olacağım, sana ayıracak zamanım olmaz muhtemelen."

"Önemli değil."

"Gelme."

"Şunu anlamam gerekiyor," dediğinde üzerime doğru bir adım attı. Bana dokunacağını sanarak geriledim. Gözlerimiz birbirine kenetlenmişken Doruk bir adım daha attı ve bir adım daha geri gittim. Kaçacak bir yerim kalmadığında sırtım duvara yaslandı. Kararlı adımlarından sonraki ani yakınlığı yüzünden nefesim tekledi. Bu kontrol edemediğim heyecan hissi yüzüme yansımasın diye kendimi kasıyordum.

Yakınlığını o kadar özlemiştim ki...

Kokusu canımı yakıyordu.

"Şunu anlamalıyım," dedi yüzünü kasıtlı olarak eğip benimkine yaklaştırarak. Onu itmemem, ona dokunmamak konusunda inat etmemden kaynaklanıyordu ama uzaklaşmasını söylememem neyden kaynaklanıyordu bilmiyordum. Gözlerine büyük bir çaresizlik yerleşti. "Kapına köle olurken sana kendini rahatsız hissettirmeyeceğimden emin olmalıyım."

"Ne?" diye sordum dudaklarına bakmamak için irademe bütün kuvvetimle asılırken.

"Devamlı gidip geleceğim," dedi. "Sen beni affedene kadar her yolu deneyeceğim. Ama bunu sadece sen istiyorsan yapabilirim."

"İstemediğimi söyledim."

"Feza, bunu kastetmiyorum güzelim." Yüzüme biraz daha yaklaştığında elini havaya kaldırdı. Bana dokunacak sandım. Kendimi çekmeye hazırlanıyordum ama avuç içini duvara bastırarak yüzlerimizi tamamen hizalayabilmek için kolundan destek aldı ve biraz daha eğildi. "Takıntılı toksik eski sevgili gibi peşinde dolanıp seni rahatsız etme hakkım yok," dedi. Dili konuşurken ağzının içinde kanıyormuş gibiydi. Bunu söylemenin onun için ne kadar zor olduğu anlaşılıyordu. "Bana ciddi bir şekilde gelmememi söylersen gelmem. Başka bir şey denerim. Her şeyi denerim. Ya da öylece beklerim. Sen ne istersen onu yaparım."

Gitmeden önce cevabını alması gereken soru buydu. Sanırım o kadar saat yurdumun önünde bunun için beklemişti. Belirlediğim sınırlara göre kendine bir yol çizecek ama vazgeçmeyecekti.

"Doruk, seni gerçekten bir süre görmek istemiyorum."

Gülümsedi. Neden gülümsediğini anlayamadım. Sonra "Peki sana yazabilir miyim?" diye sordu çocuk gibi.

"Açacak konu bulamazsın ki sen," dedim omuzlarımı kaldırıp indirerek. Hâlâ yüzü bana çok yakındı. Nefesimin hızlandığını anlamasın diye umursamazlığa vurarak konuşmaya çalışıyordum. "İstiyorsan yaz ama cevap vermeyeceğim. Çok meşgul olacağım çünkü."

"Meşguliyetlerini yerim senin," diye yükseldi bana bir anda. "İtalyalarda eğitim alıp şef mi olacaksın sen?"

Bu haline ne kadar hasret kaldığımı bilmiyordu. Ben diğer insanlara sunmaya çalıştığı o mükemmel profili istemiyordum. Onun saygı görmek için çırpınan tarafıyla işim yoktu benim. Bunu seviyordum. Çocuksu sesini, aşkla bakan gözlerini, benimle gurur duyduğunu hissettirişini, kalbime krizler veren tatlı cümlelerini...

"Cıvık cıvık konuşma benimle," dedim çenemi kaldırarak. "Bir an önce dön Türkiye'ye de uykunu al. Maçın falan vardır. Ya da üzerini çıkartıp reklam çekmeni isterler belki. Bu gülümsemelerini kameralara sakla sen."

Ona diklenerek konuştuğum için iyice dibine girmiştim. Burnunu yavaşça burnuma sürttüğünde ne yaptığımın farkına varıp çekilmek istedim ama Doruk, alnını alnıma yasladı. Elleri bana değmiyordu. Birbirlerinin üzerine kapanan kader çizgilerimiz dışında aramızda temas yoktu. "Anlamam gerekeni anladım," diye fısıldadı. "Benden asla kurtulamayacaksın."

🌍


Dorukhan: Uçağa bindim

Dorukhan: Uçaktan indim

Dorukhan: Bursa'ya geçiyorum şimdi Sabiha Gökçen'den.

Dorukhan: Eve girdim

Dorukhan: Seni şimdiden çok özledim

Her mesajına görüldü attım. Çıktığı Bursaspor-Galatasaray maçını izlemedim ama maçın MVP'si olduğu için istatistikleri önüme düştü: 15 sayı, 10 ribaund, 3 asist.

Double double yapmıştı.

Maçını izlememe konusundaki inadım, karşıma devamlı çıkan editleri yüzünden aslında pek bir işe yaramamıştı. Instagram'da biraz gezdikten sonra bu karşılaşmayı izlemiş kadar olmuştum.

Sarı ayakkabılar, zor sayılar ve donuk yüzlü Dorukhan Falay...

"Beni özlersen bunları giyersin."

"O zaman sürekli bunları giymek gerekir. Ben seni hep özlüyorum."

Bir sonraki EuroCup maçında da başka bir çift sarı ayakkabı giymişti.

O maçı da izlememeyi başarmıştım. Bir de keşfetimde önüme düşmeseydi her şey çok güzel olacaktı. Attığı el üstü bir üçlükten sonra sağ elinin işaret ve orta parmağını sol dirseğinin içine bastırarak geri koşmuştu. Bu da kameralara kocaman bir F harfi yapmış gibi yansımıştı ve edit tayfamız, ikimiz için kollarını sıvamıştı.

Doruk'un F harfli sevinci ile başlayıp bizim kameralara yakalandığımız anlarla devam eden video klipler her yerdeydi.

Sosyal medya kullanmaya ara vermem gerekiyordu.

Bir de Fırat'ın numarasını engellemem... Doruk buraya gelmeden önce ona ulaşıp beni sormuştu. Bu yüzden ailemde onunla aramda bir problem olduğunu bilen tek kişi erkek kardeşimdi. Detayları bilmiyordu çünkü sorgulamasına rağmen Doruk hakkında konuşmak istememiştim ama Fırat kolay pes eden biri değildi. Meraktan ve öfkeden deliriyor, sürekli arayıp durarak beni de kendiyle beraber delirtiyordu.

Yine de staj yaptığım restorandaki ilk günüm çok güzel geçti. Beni restorana davet eden şefin yanında bir çırak gibi dolaşıp durdum ve Panna Cotta yapmayı öğrendim.

İşin çok başında olduğumu biliyordum. İtalyan mutfağı hakkında hiçbir tecrübeye sahip değildim ve kendimi yeterli donanımda hissetmiyordum ama K&S'de aldığım eğitimin en güzel yanı, mutfakta kendime duyduğum güveni arttırması olmuştu. Profesyonel bir mutfakta beni nelerin beklediğini bilerek gelmiştim buraya. Visal'deki rahat rutinimin aksine stres dolu sınavlarımdan başarıyla geçmiş olmanın ekmeğini yemeye ilk günden başlamıştım. Yaşanan gerilimlerden etkilenmemiş, yalnızca işime odaklanmıştım.

Danışmanım Volkan'dan aldığım tavsiyeler sonucunda ilk günü hayatta kalarak ve şefimi memnun ettiğimden emin olarak tamamlamıştım. Önlüğümü çıkartıp çantamı aldıktan sonra restorandan ayrılır ayrılmaz onu arama sebebim de buydu.

"Bugün Panna Cotta yaptık!" dedim telefonunu açar açmaz. "Yani, şefim Fabio yaptı. Ben sadece sosunu hazırladım. Ama çok güzel yaptım var ya!"

"Hiç şüphem yok Feyza," dedi gülümseyerek. Heyecanım ona dejavu yaşatıyor olmalıydı. Bir zamanlar benim yerimde o vardı. O da bir İtalyan şeften birebir eğitim alma fırsatı yakalamıştı. Bu yüzden kişisel deneyimlerini benimle paylaşmasına çok ihtiyacım vardı. "Nasıl gitti?"

"Çok değişik ve güzeldi. Mutfak o kadar yoğundu ki... Çoğu zaman sadece izliyor olmama rağmen başımı kaşıyacak vakit bulamadım. Cannoli'nin nasıl yapıldığını biliyor musun? Çok fazla sipariş geliyormuş, gözde tatlılarından biriymiş buranın. Yüksek ihtimalle çok yakın zamanda onu da yapmayı öğrenirim. Benimle püf noktalarını paylaşabilirsin."

"Hadi ya," dedi gülerek. "Benim çıkarım ne peki bu işten?"

"Şefime senden öğrendiğimi söylerim. Ne kadar yetkin olduğundan bahsedip dururum. Belki sana da iş teklif eder."

Küçük bir kahkaha attı. "Ben zaten tecrübeliyim. Gelip İtalya'da işe başvursam senin tavsiye mektubuna ihtiyacım olmaz inan ki. Havada kaparlar beni."

"Egoist," dedim kıkırdayarak. "Senden çok daha iyi Panna Cotta yaptığıma eminim. Yarışalım isterdim ama işte ben İtalya'dayım. Çocukça yarışmalara ayıracak vaktim yok inan ki..."

"Resmen bücür oldun başıma." Bundan keyif aldığını biliyordum. Onunla bu süreçte profesyonel sınırlarımızı esnetip arkadaş gibi olmuştuk. Aynı yollardan geçecek olmamın payı büyüktü. Beni elinden gelen her şekilde desteklemişti ve burs bağlantım konusunda da çok yardımı dokunmuştu. "Bu arada, Panna Cotta demek hoşuna gittiği için sürekli diyorsun değil mi?"

"Evet," dedim bunu anlamış olmasından hiç utanmadan. "Connoli öğreneyim, bir süre de Connoli diye gezerim."

"Gez tabii, hakkındır," diye karşılık verdi. Ardından bu tatlının yapılışı hakkında beni kısa bir özetle bilgilendirdi. Dikkat etmem gereken yerler, aklımın içine kendiliğinden kaydoluyordu sanki. Milano'ya geldiğimden beri ufkum genişlemişti.

Yurdun kapısına geldiğimde kendi kendime gülüyordum ama telefonumun melodisini duyduğumda gülüşüm yavaşça silindi yüzümden. Ekrana bakmadan bile arayanın o olduğunu anlamıştım. Telefonu açmamış olsam da bu kaçmama yetmedi çünkü bildirim ekranıma mesajları düşmeye başladı.

Dorukhan: Ne yapıyorsun?

Dorukhan: Bugün ilk iş gününmüş. Hayatını storylerinden takip etmek zorunda kalmak ağzıma sıçtığı için az önce duşta ağladım.

Dorukhan: Şimdi daha iyiyim ama burnum akıyor

Dorukhan: Seni aradım, meşgul çalıyordu telefonun.

Dorukhan: Kiminle konuşuyordun?

Dorukhan: Tekrar arayayım mı? İstersen tek kelime etmem. Sesimi duymazsın. Sadece bugün neler yaptığını anlat, sonra kapatırsın.

Keyfim çok yerinde olmasaydı muhtemelen bunu yapmazdım ama o an ses kaydını açıp yalnızca "Panna Cotta," dedim. Sonra odama çıktım, telefonu yatağımın üzerine bıraktım ve duşa girdim. On beş dakikalık kas gevşetici sıcak duşumun ardından pijamalarımı giydim ve cilt bakım rutinimi uyguladım.

Rutin diye rollendiğim bu şeye dün başlamıştım. Henüz iki günlük bir rutindi. Üçüncü gün devam edeceğim konusunda şüpheliydim. Yine de böyle şeyler yapınca kendimi iyi hissediyordum. En son yanağıma kremle N harfi çizdim ve Naz'a yollamak için telefonumu elime aldım. Bildirim ekranım ise yine başka birinden gelen mesajlarla dolup taşmıştı.

Dorukhan: SES ATMANI BEKLEMİYORDUM

Dorukhan: Sabaha kadar panna cotta demeni dinleyeceğim şimdi

Dorukhan: Ne olduğu hakkında bir gram fikrim yok

Dorukhan: Baktım, İtalyan tatlısıymış. Tarifini falan vermek ister misin?

Dorukhan: Anlat bakalım nasıl yaptın

Dorukhan: Şansını zorlama mı diyorsun? Görüldü bile atmadın.

Dorukhan: Olsun amına koyayım sonuçta ses attın

Dorukhan: Jelatinli kremalı falan bir şeymiş

Dorukhan: Sosu frambuazlı mı oluyor?

Dorukhan: Vanilya çubuğu da yazıyor tarifte

Dorukhan: Kesin çok güzel yapmışsındır. Restorandakiler parmaklarını yemediyse ben de bir şey bilmiyorum.

Dorukhan: Başka ne yaptın?

Mesajlarını görüldü bırakıp üzerimi değiştirdim. Ardından yatağıma geçip kaldığım yerden Supernatural izlemeye başladım. Bu sırada bir mesaj daha geldi.

Evinin salonundan bacakları ve televizyonu kadraja girecek şekilde bir fotoğraf çekmişti. O da Supernatural izliyordu. Sam'in saç stilinden anladığım kadarıyla dördüncü sezona gelmişti. Bu kadar ilerlediğini bilmiyordum.

Dorukhan: Bu adamları yakışıklı bulduğun düşüncesi hoşuma gitmiyor ama diziyi seviyorsun diye bir şekilde katlanıyorum işte

Gülümsedim. Gülümsediğim için kendime kızdım. Sonra bu kızgınlıkla baş edemediğim için telefonumu kapattım. Supernatural içerikli bir mesaj daha atarsa parmaklarıma engel olamam da ona yazarım diye korkmuştum. Bunu yapmamak için dünyanın en hızlı uykusuna dalmam, sanırım ne kadar ciddi olduğumu gösteriyordu. Ondan kaçmak için uykuya sarıldım.

🏀


Dorukhan Falay:

İtalya'ya uçabilecek boşluk bulamadığım için basketbolu bırakmayı düşünmeye başlamıştım.

Haftalardır kafamı doldurmak için yaptığım iğrenç programlarım sayesinde nefes almaya bile zamanımın olmamasına alışmıştım fakat son günlerde hiçbir şeyi kafam kaldırmıyordu. Ne yaparsam yapayım içimdeki boşluk hissi dolmuyordu. Feza'dan mesaj alamadıkça delirecek raddeye geliyor, aklıma gelen her yolu denememe rağmen karşımda bir muhatap bulamadıkça üzüntüden parmağımı kıpırdatmaya enerjim kalmıyordu.

Cumartesi için uçak bileti almıştım. Pazar günü Litvanya'da EuroCup maçım olmasına rağmen konuşup gerekli yerlere haber vermiş, o maça tek başıma İtalya'dan geçeceğimi iletmiştim ama cuma akşamı Feza, bana üç saniyelik bir ses kaydı atmıştı. Bu, günler sonra ondan alabildiğim tek dönüt olduğu için heyecandan kalbim yerinden çıkacaktı.

"Gelmeni istemiyorum."

Yaşadığım hayal kırıklığını tarif edecek herhangi bir kelime yoktu. Eğer o mesajı dinlemeseydim birkaç saat sonra yola çıkacaktım. Küçük boy valizim, arabamın bagajında duruyordu hatta.

Tekrar dinledim. Panna cotta deyişini tekrar tekrar dinlerken yüzümde daima bir gülümseme oluşmuştu ama bu kayıt, onun sesini duyuyor olmama rağmen beni güldürmedi. Benimle iletişimini kesmesini anlayabiliyordum. Üç gün ona dönmemiş, ona bu ilişkiyi tek başına yürüttüğünü hissettirmiştim ve bana ne yapsa hakkıydı ama bu, canımı çok fazla yakmıştı.

Uçak biletimin fotoğrafının altındaki o üç saniyelik ses kaydı yüzünden bütün gece uyumadım.

Biletim yandı çünkü onu iptal etmekle bile uğraşmadım.

O bana gelmemi istemediğini söylüyorsa zorla gidip ona rahatsızlık veremezdim.

Onu bırakmak gibi bir şey asla mümkün olamazdı. Aramızı düzeltmenin yolunu mutlaka bulacaktım fakat bunu sınırlarına saygı duyarak yapmalıydım.

Doruk: Tamam

Doruk: Özür dilerim. Sen istemezsen gelmem.

Doruk: En azından yazmaya devam edebilir miyim? Lütfen.

Cevap gelmedi ama ben bunu bir evet olarak kabul ettim. Pazar günü Litvanya'daki maça takımla beraber uçtum. Anadolu Efes'teyken uçak yolculuklarımızda bile çok eğlenirdik. Birileri mutlaka birilerine bulaşmak için ayağa kalkardı. Birbirimize çocuk gibi bir şeyler fırlatır, hatta bazen oyun bile oynardık. Bursaspor'daki takım arkadaşlarımla ise hâlâ bir ilerleme kaydedebilmiş değildim. Yalnızca sahadaki oyunumuz üzerine kurulu bir iletişimimiz vardı. Fazlası için zorlamaya ise hiç niyetim yoktu.

Kendimi ait hissetmediğim bir yerde nasıl bu kadar başarılı olabildiğimi sorguluyordum bazen. Ve sonra tüm sorularımın cevabı aynı kapıya çıkıyordu.

Hırsım yüzünden.

Dişlerini her saniye etime geçiren bir canavar gibiydi hırsım. Sahaya ayak bastığım an enseme biniyor ve beni yönetmeye başlıyordu. Son düdük çaldıktan sonra göğsüme saklanıyor, bir sonraki maç gelene kadar ciğerlerimi parçalayarak besleniyordu.

EuroCup'ta kaybettik ama 12 sayı attım. Üç gün sonra Süper Lig'de Tofaş'a karşı oynadığımız maçta ise 19 sayı... Hiçbirinin önemi yoktu. Onların hepsine bitse de gitsek mantığıyla çıkmış ve hatta maçta geçen dakikaları Feza'ya yazamadığım için vakit kaybı olarak değerlendirmeye başlamıştım.

Kendi kendime konuşuyor bile olsam, bana iyi gelmeyi başaran tek şey o sohbet ekranıydı. Gerçi buna iyi gelmek de denmezdi. Ne denirdi bilmiyordum. Onu on gündür görmemiştim. Hayatını yalnızca sosyal medya paylaşımları sayesinde takip edebiliyordum. Onu da sık kullanmıyordu ve bu mevzu canımı çok sıkıyordu.

Bir story attığını gördüğümde koltuğuma yığılmış, elimdeki viski şişesini kafama dikiyordum.

Bu defa yaptığı tatlıları paylaşmamıştı. Fotoğrafta kendisi vardı.

On günden beri ilk defa nefes aldığımı hissettim.

Bir kafede çekilmişti. Avuçlarının arasında nostaljik desenlere sahip büyük bir fincan tutuyordu. Gözlerini kapatmış, başını hafif yukarı kaldırmıştı. Boynundaki ben ve çilek lekesi görünür hale gelmişti. Şirin gülümsemesi, burnunun kenarlarını bile kırıştırmıştı. Tek lokmalıktı. O kadar güzel görünüyordu ki aklımı uyuşturmuştu.

Ekran görüntüsü alıp kilit ekranımın duvar kağıdını değiştirdim. Sarıldığımız fotoğrafımızın yerini onun tek başına gülümsediği bir fotoğrafın alması, kanımdaki alkolün de etkisiyle birleşince gözlerim doldu.

Bensiz çok mutlu görünüyordu.

Benim ayak bağım galiba sensin Doruk.

İtalya'da karşılaştığımız anki yüzü geldi gözlerimin önüne. Donakalmıştı ama mutlu değildi. Onu hissiz kelimesine en yakın gördüğüm andı. Bana bakıyor ve tek bir duygu kırıntısı bile göstermiyordu.

Türkiye'ye döneceğim gün ona yaklaştığımda büyüyen göz bebeklerine bel bağlayacak kadar umutsuz bir adamdım artık. Bana savaşabilme gücünü veren, beklemediği yakınlığım yüzünden kesilen nefesiydi. Bir şeyler tamamen bitmemişti. Öyle kolay bitmezdi. Bitmemesi gerekirdi.

Biterse ben de biterdim.

Karşımda bir duvar bulacağımı bilmeme rağmen çok güzelsin diye yanıtladım storysini. Ardından duvar kağıdımın ekran görüntüsünü alıp ona yolladım.

Bu seni rahatsız ederse kaldırırım.

Bana rahatsız olduğunu söylersen bile en azından yazdın diye mutlu olacak durumdayım.

Seni çok özledim Feza, yalvarırım konuşalım.

Ablam ve Onur abi de olayları öğrendiklerinden beri benimle doğru düzgün konuşmuyor. Keşke baban da arada bir beni yoklamasa. Kendimi bok gibi hissediyorum.

Ona ayrıldığımızı söylemedim ama bu sadece sen öyle istediğin için. Belki de söylemeliyim. Beni evire çevire dövmesine ihtiyacım vardır belki, iyi gelir.

Fırat attığı her golü yazıyordu bana eskiden. Ya artık gol atmıyor ya da beni tamamen sildi. İlki mümkün olamayacağına göre muhtemelen ikincisi.

En azından seni aradığımda sessize almak yerine doğrudan kapatamaz mısın? Çünkü telefon çalmaya devam ettiğinde ama sen açmadığında başına bir şey geldiğini düşünüp korkunç senaryolar kuruyorum.

Seni görmeye o kadar ihtiyacım var ki.

Bu hafta sonu gelebilir miyim?

Bütün cümlelerim boşlukta kayboluyordu. Bünyeme çöken sarhoşluk ve daha fazla dolan gözlerim yüzünden harfleri görememeye başladığımda telefonumu kilitleyip yan tarafıma bıraktım. Başımı geriye yasladım.

Pahalı bir koltuk ya da onun yumuşak minderleri, Feza'nın dizlerinin yerini tutamazdı.

Elimdeki şişeyi başıma diktikten sonra hesabındaki fotoğrafları bir milyonuncu kez gezmeye başladım. Birlikte olduğumuz postları kaldırmama sebebi muhtemelen ailesinin ayrı olduğumuzdan haberdar olmasını istemediği içindi ama bu bile bana ümit veriyordu. O karelerde mutluyduk.

Benim gibi birinin bile gerçek mutlulukla tanışabildiği bu dünyada belki de her şey mümkündü. Onu geri kazanabilirdim. Umudumu kaybetmemeliydim.

O sen yokken de çok güzel gülümsüyor ama sen o yokken tebessüm bile edemiyorsun

Açmayacağını bilmeme rağmen onu yeniden aradım. Bu sefer sonuna kadar devam etmedi o arama. Beni meşgule attı.

Sessize almak yerine meşgule atmıştı.

Mesajlarımı görüyordu. Bildirim panelinden de olsa okuyor olmalıydı.

Uzun zamandır kazandığım tek zafer bu olduğu için kutlama amacıyla kendime bir bira açtım. Bu gece fena dağıtmıştım. Bu sık yaptığım bir şey değildi. Dayanamayacağımı hissetmeseydim yine alkol tüketimimi sınırlandırırdım fakat içim içimden taşıp durduğu için bir günlüğüne resetlenme ihtiyacı hissetmiştim. Başarılı olup olmadığım tartışılırdı. Yarın Mazhar Hoca beni antrenmanımız olmamasına rağmen salona çağırmıştı ama öğlen görüşecektik. Herhalde o zamana kadar ayılırdım.

En son toplantı adı altında birileriyle görüştüğümde hayatımın sillesini yediğim için çok gergindim. Düşüncelerimi ne kadar bastırmak istesem de içten içe evde ne bulursam kafama dikmemin altındaki nedenlerden birinin bu olduğu gerçeğinden kaçamıyordum. Kendimi rahatlatmaya çalışıyordum.

Yine Feza'ya yazmaya başladım.

Doruk: Yarın hoca beni yanına çağırdı

Doruk: Umarım buradan da kovulmam

Doruk: Gidecek hiçbir yerim kalmadı

Doruk: Dünyanın en iyi oyuncusu da olsam, herkes beni çok da sevse sanki yine ilk vazgeçilen kişi ben olurmuşum gibi hissediyorum. Sanırım bu his hiç geçmeyecek.

Doruk: Seninleyken geçiyordu.

Doruk: Seni kaybeden aklımı sikeyim. Ne olursun bana yaz yoksa sikebileceğim bir aklım bile kalmayacak.

Doruk: Seni çok seviyorum, iyi geceler.

Belki bir şeyler izlerken uyumayı başarabilirim diye televizyonu açayım dedim.

Hayatımın en büyük hatasıydı.

Kesinlikle evren bu sıralar benimle çok kötü bir oyun oynuyordu. Aksi takdirde siktiğimin televizyon kanalı, Me Before You filmini yayınlamak için bu geceyi bulmuş olamazdı.

Elimi sertçe saçlarımın arasından geçirdim. Filmin başlarıydı. Bu sahneyi izlediğimde Feza ile ilk kez aynı battaniyenin altında yan yana oturuyorduk. Birkaç dakika sonra tedirginliği azalacak, yavaşça göğsüme yaslanacak ve ardından orada ilk kez uyuyakalacaktı.

O zamanın anısının yarattığı boşluk, basketbolla her geçen gün kötüye giden ilişkimin yükü, kendimi kanıtlamaya olan takıntım, her maç her şeyimi ortaya koyuşum, Feza'dan giderek uzaklaşıyor oluşum, abimle ablamdan yediğim azar, hayattan keyif almadığım için ruhuma karışan umutsuzluk, hiçbir şeyden tatmin olamamanın verdiği ağırlık, kız arkadaşımın sesini duymadan geçirdiğim günlerin oluşturduğu anlamsızlık...

Son zamanlarda içimde dolanan bütün karanlık hisler birbirine karıştı.

Kumandayı alıp televizyona fırlattım.

Yeniden saçlarımı kavradım ama bu kez ellerim titriyordu.

Keşke ölsem, diye düşündüm. Onu böyle üzmek yerine keşke ölseydim. Hiçbir şey olmayacak benden. Bütün çabam boşuna. O hep haklıydı. Babam hep haklıydı.

Bana elini son kaldırdığı günden bu yana hiçbir şey aynı olmamıştı. Anadolu Efes'ten ayrıldığımı hâlâ kabullenememiştim. İçinde bulunduğum gerçekliğe ayak uydurmakta çok zorlanıyordum. Feza başka bir yerde hayatını sürdürürken benim aslında bir hiç olduğumu ve bana verdiği tüm değerin boşuna olduğunu anlayacak diye ödüm koparak günlerimi geçiriyordum.

Saat gece yarısını geçmişti. Boş içki şişelerinin ve kırılmış bir televizyonun arasında bir enkazdan farksızdım.

Yine bir numarayı tuşladım fakat bu kez karşımdaki kişinin iki eli kanda olsa bile telefonu açacağını biliyordum. Çok geçmeden onun sesini duydum. "Hayırdır lan gece gece?"

Ağlıyor muydum? Galiba bir kriz geçiriyordum. "Abi," dedim. "Onur abi... Ben hiç iyi değilim. Ne olur ablama söyleme."

"Oğlum..."

"Yarın hocanın yanına gitmem lazım." Ne dediğimi bilmiyordum. Aklımı toparlayamıyordum. Düşüncelerim savruktu. "Feza'nın yanına gidemedim. İstemedi. Televizyonda... Bir film var. Birlikte izliyorduk biz. Yarım kaldı. Biz de yarım kaldık. Beni yine mi takımdan gönderecekler? İyiyim ama. Çok iyi oynuyorum. Niye kimseye yetemiyorum? Tekrar denemem ki. Abi, yemin ederim tekrar deneyemem. Çok yoruldum. Beni anlıyor musun? Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bana herkes ağzına geleni söylüyor, sahipsizim diye mi? Çok zoruma gidiyor. Her şeyi bırakmak istiyorum. Feza hiç dönmeyecek mi? Ben sadece Feza'yı istiyorum."

"Dorukhan," dedi bana, telaşla. Adımı öyle baskın söylemezdi normalde. "İçtin mi sen?"

"Evet."

"Tamam. Tamam oğlum. Evde misin?"

Çok korkarak konuşuyordu. Bu kadar korkacak ne vardı? Ablama mı bir şey olmuştu? Gözlerimi sildim. Ablama mı gitmeliydim? Nasıl araba kullanacaktım ki? İnsanların bana ihtiyacı varken yanlarında olamamayı kendime huy edinmiştim. İşe yaramazın tekiydim. "Evet," dedim. Neye cevap verdiğimi unutmuştum.

"Odana git," dedi, sakin olmaya çalışarak. Kaşlarımı çattım. "Odana git, uyumaya çalış. Ben geleceğim, tamam mı abim? Yollar boştur, trafik olmaz. Hızlıca geleceğim. Uyu sen, tamam mı?"

On dakikalık yoldan bahsetmiyordu. İstanbul'dan Bursa'ya gelmekten bahsediyordu. "Niye?" dedim kafam iyice karışırken.

"Doruk..."

"Efendim?"

"Şişeleri çöpe at abim."

"Ne?"

"İçmişsin ya... Uzaklaş şişelerden."

Kendime zarar vermemden mi korkuyordu?

Galiba ben de bundan korkuyordum.

"Özür dilerim," dedim. "Özür dilerim. Feza bir daha hiçbir özrümü kabul etmeyecek. Sen eder misin? Böyle olmasını ben istemiyorum. İşlerin bu hale gelmesini yemin ederim ben istemedim abi. Elimde değil. Bu kadar oluyor benden. Kimseyi üzmek istemedim. Hayal kırıklığıyım herkes için."

"Doruk beni korkutuyorsun oğlum. Saçma sapan konuşma, tamam mı? Git yüzüne bir su çarp. Sonra da yatağına gir. Ben evden çıktım şimdi. Üç dört saate kapındayım. Ne kadar istiyorsan kalırım. Konuşuruz, sorun neyse çözeriz. Anlıyor musun beni? Her şeyi çözeriz. Hallederiz. Aklımı kaçırtacaksın, ayıldığın zaman kafanı kıracağım senin. Ama toparlarız bir şekilde. Sen sakin ol."

"Feza'yı çok özledim."

"Bu hiç sağlıklı bir psikoloji değil. Senin sorunun Feza'yı özlemen de değil. Sanırım majör depresyon gibi bir şey yaşıyorsun. Böyle ani patlamaların yüzünden kendi kendini bitireceksin. Kendi sonunu kendin getireceksin Doruk, böyle olmaz oğlum."

"Evet," dedim. "Olmaz."

"Destek alman gerekiyor senin."

"Düzelmem ki."

"Bir şeyleri değiştirmemiz gerekiyor." Tıpta kafamı komple söküp atacağım bir tedavi yöntemi yoksa, bunun nasıl mümkün olabileceğini bilmiyordum. "İçmesen bu kadar dağılmazdın. Seni tanıyorum. Sabaha bu halinden eser kalmayacak ama yine de yanında olacağım. Ne kadar ihtiyacın olursa o kadar kalırım. Hiç telaş yapma sen, tamam mı? Abin geliyor. Senin için hep gelirim ben, kaç yaşında olduğun hiç fark etmez."

"Düzeltemiyorum," dedim. "Her şeye sahip olsam bile sahip olduklarım her an elimden kayıp gidecekmiş gibi geliyor. Çok başarılı da olsam sevilmeyi hak etmeyecekmişim gibi. Sorun benim. Sorun hep bendim. Herkes için..."

"Yapma bunu."

"Geçecek mi?"

"Hep geçti," dedi. "İlk kez böyle bir gece yaşamıyorsun. Son kez de yaşamayacaksın. Ama her seferinde geçecek. Sen kendi kendine çok fazla ayağa kalktın. Bazen birilerinin elini tutmasını istemen problem değil. Beni aradığın için bana yük olmadın, oğlum. Her zaman kısık sesle konuşmak zorunda değilsin, bazen yardım çığlığı atman gerekir. Hatta bunu yapabilmek öyle kıymetli ki... Bu bile bir gelişme. Sadece bunun için bile olsa gurur duy kendinle."

Bu konuşmadan birkaç saat sonra duş almış, saçlarımı kurutmuş, etraftaki tüm şişeleri toplamış ve evimi olabildiğince adam etmiştim. Onu gecenin bir yarısı arayıp telaşa sokmanın mahcubiyetini yaşıyordum. Halimden çok utanıyor, kendime her geçen saniye daha fazla kızıyordum. Üç buçuk civarında zil çaldığında utançtan yerin dibine gireceğimi hissediyordum.

Onur abi, apar topar kalkıp geldiğini belli eden siyah eşofman takımı ve dağınık saçlarıyla kapıdan geçerken yüzü kıpkırmızıydı. Gözleri, iyi olduğumdan emin olmak ister gibi hızlıca beni taradı. "Özür dilerim," dedim. "Geçti."

Bana kızsa, dövse, yete yatırıp tekmelese dahi tek kelime edemezdim. Ne kadar korktuğu gözlerinden anlaşılıyordu çünkü Dorukhan Falay, en zor gecesini yaşıyor olsa bile tek başına halletmeye çalışırdı, bunu iyi biliyordu. Babam beni öldüresiye dövdükten sonra bile ona haber veren kişi ablamdı. Ben yardım istemeyi bilmiyordum. Bu geliştirmem gereken bin küsur özelliğimden yalnızca biriydi.

"Erken öleceğim senin yüzünden," dedi. Sesi hiç sert değildi. Biraz bile. Hak ettiğim hakaretlerin hiçbiri dilinden dökülmemişti.

Tamam, erken konuşmuştum.

"Geri zekâlı seni." Kapıyı arkasından kapattıktan sonra gözlerini gözlerimin içine dikti. "Yarım akıllı, ahmak, az beyinli kardeşim benim. Başımın belası. Gecenin bir yarısı öyle şeyler söylenir mi lan abiye? Gidip bileklerini keseceksin sandım angut!"

"Sarhoştum." Açıklamam, yaptığım şeylerden de beterdi.

"Şükür beni aradın," dedi abim. "Ya Feza'yı arasaydın? Kız kafayı yerdi panikten. Manyak manyak şeyler söyledin ya bir de... Tövbe tövbe."

Yüzünü bana çevirdiğinde konuşmamı bekledi ama ne diyebilirdim ki? Kendimle hiç gurur duymuyordum. Yaptıklarımın arkasında durulacak bir tarafı yoktu. Kafamı toparlayamadığım gibi etrafımdakilerin de hayatlarını olumsuz etkiliyordum. Bunu gerçekten isteyerek yapmıyordum.

"Bana yavru kedi gibi bakma," dedi Onur abi. "Kızmadım, tamam."

"Kızdın."

"Birazcık," dedi. Ardından gülümseyerek elini enseme attı. Saat sabahın dördüne gelirken Onur abi bana sımsıkı sarıldı. "Boyun uzamış lan senin," dedi bir anda. "Kaç oldun zirzop?"

"Bilmiyorum ki, uzun zamandır ölçmedim."

Kendimi küçük bir çocuk gibi hissediyordum ve neredeyse ona duyduğum minnet yüzünden ağlamak üzereydim.

"Pijama çıkarsana bana. Ben de bize kahve yapayım. Var mı kahven?"

"Abi..."

"Abin kadar taş düşecek başına."

"Hayatımın sonuna kadar bu gece yüzünden çok utanacağım," dedim en sonunda. "Gecenin bir yarısı bu kadar yol geldin benim yüzümden. Zahmet etme bir şeye. Geç yatağa, dinlen biraz. Çok özür dilerim. Kendimde değildim. Böyle olmaması gerekiyordu."

"Çok konuşuyorsun Doruk. Değişiklik oldu bana da işte... Gelmişken iki üç gün kalırım, buradaki maçını da izlerim. Sana tezahürat yapan Teksas tribününü izlemeyi özlemiştim zaten."

"Maçlar bir süredir umurumda değil." İtiraflar dudaklarımdan bir bir dökülürken Onur abi şaşırmış görünmüyordu.

"Çünkü hayatında ilk defa basketboldan daha çok önem verdiğin bir şey var."

"O öyle düşünmüyor," dedim. Bir mektupla bizi bitirmek isteyecek kadar uç noktadaydı. Birimiz yurt dışındayken diğerinin Türkiye'de olması alışkın olmadığımız bir durum değildi ama aramızda ilk defa bu kadar çok mesafe vardı. "Farkında olmadan onu ihmal etmişim. Şimdi beni tamamen silecek. O zaman da elimde hiçbir şey kalmayacak."

"Çok mu ağladın?" diye sordu. "Ya da kaç kere ağladın diye mi sormalıyım?"

"Belli etmiyorum ama çok fena korkuyorum."

"Feza'yı kaybetmekten mi?"

"Çoktan kaybettim," dedim. "Sadece onu da değil. Heveslerimi, hayallerimi, yaşama isteğimi bile... Sanki hepsi Feza'ymış abi. Böyle çok zor. Onsuz çok zor."

"Çözülür," dedi rahat bir tavırla. O kadar sakin bir şekilde söylemişti ki bu sakinliği sinirimin bozulmasına sebep oldu.

"Nasıl olacak o?"

"Çözülür," dedi yeniden. "Çünkü sen nihayet çözmek istemeye başlamışsın."

"Anlamadım?"

"Kafan çalışmıyor bu aralar, ondan herhalde." Güldü. "Gel sana bir kahve yapayım. Feza'nın yaptığı kadar güzel olmaz tabii ama dönüm noktasında olduğumuzu hatırlatır belki sana."

🏀


Ertesi gün 12.30'ta Mazhar Hoca ile görüşmek için salona gittim. Akşamdan kalma görünmemek için sabah çok çaba vermiştim. Yüzümü birkaç kez yıkamış, çıkmadan önce yine Onur abiyle beraber kahve içmiştim ama şiş gözlerimi indirmenin bir yolunu bulamamıştım. Bir şekilde idare edecektim artık.

Konuşacaklarımızın içeriği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Fazlasıyla stresli ve gergindim ama birkaç sokak ötede Onur abinin kahve içip beni beklediğini bilmek, onun varlığının gölgesini üzerimde hissetmek ayakta kalabilmem için bana güç veriyordu.

Defalarca kez maça çıktığım ve MVP tezahüratları aldığım salona adımımı attım. Parke gıcırtılarının kulaklarımı doldurmasını beklemiyordum. Boş olur sanmıştım. Mazhar Hoca, benchin kenarındaki koltuklara oturmuş sahadakileri izliyordu sessizce.

Bursaspor formalı çocukların başlarında hiç kimse yoktu. Kendi kendilerine idman yapıyorlardı. Sahaya ayak bastığım an, sanki gizli bir tuşa basmışım gibi hepsi durdu. Bir tanesi tam şut atacakken elleri havada asılı kaldı, ardından topu kolunun altına sıkıştırdı ve "Dorukhan Falay?" dedi. Ardından diğerleri toplanıp heyecanla "Dorukhan Falay!" diye ona eşlik ettiler.

Kısa sürede etrafımda bir çember oluşturduklarında şaşkınlıktan dilimi yutmak üzereydim. Bana ışıl ışıl gözlerle bakıyorlardı. Efes'teki kaptanımız Ömer Baysal'ın altyapı ziyaretlerini hatırladım. O zaman ben bu çocuklardan daha büyüktüm ama kaptana o kadar saygı duyardım ki onu ne zaman görsem kilitlenip kalırdım. Daha küçükken yaşadıklarım, gözlerimin önünden yavaşça geçmeye başladı. Bir keresinde o zamanın A milli takım kaptanı ve şimdilerin federasyon başkanı olan bir oyuncu bizi ziyarete gelmişti. Sanırım on yaşındaydım. Bana ne kadar iyi oynadığımı söylemişti ve o anı hiç unutmamıştım.

Şimdi bu çocuklar da o duyguları yaşıyordu. Onlar için dünyadaki en önemli insandım.

"Hoş geldin!" dedi bir tanesi. "Bizim için mi geldin?" dedi bir başkası. "İmza da alabilir miyiz?" diye sordu biri hevesle. "Bir de fotoğraf çekinsek olur mu?"

Donakalmıştım.

Dönüm noktaları, spot ışıklarla çevrili şeyler değillerdi. Fosforlu kalemlerle altı çizili halde gelmiyordu önünüze. Sessizce, ansızın vuruyordu ve o an, hayatınızın en unutulmaz anı oluveriyordu.

Kendinizi kurtaracak gücün içinizde olduğuna inanmanız için aynaya bakmanız yeterliydi aslında. Ama bu ayna, dikdörtgen bir çerçevenin içindeki cilalı bir yüzey değildi. Herkesin aynası başka bir şeydi.

Benim aynam altyapıydı.

"Çocuklar," dedim. Neredeyse sesim titreyecekti. Gülümsedim. "Merhaba, nasılsınız?"

On iki ışıl ışıl çocuk, bana biraz daha yaklaşarak etrafımdaki sevgi çemberini daralttı. Bu sırada gözlerim kenarda oturan Mazhar Hoca'nınkilere tutundu. O andan itibaren ikimiz de onun için gerekirse adam öldüreceğimi biliyorduk. Bana birçok defa sihirli dokunuşlar yapmıştı ama bu, hepsinden daha çok anlam ifade ediyordu. Yeri apayrıydı.

Mazhar Hoca gülümsedi ve çenesiyle çocuklarla ilgilenmemi işaret etti. Her kafadan bir ses çıkıyordu.

"Biz iyiyiz, sen nasılsın?"

"Biliyor musun? Normalde biz burada antrenman yapmıyoruz ama senin hocan bizi çağırdı!"

"Seninle tanışmayı hep çok istemiştim!"

"Sen eskiden Efes'in altyapısındaydın, değil mi?"

"Benim idolüm sensin Dorukhan abi!"

Birileri için böyle örnek teşkil etmek, her zaman hedeflerimden biri olmuştu ama bunu gerçekleştirdiğimin farkında değildim.

Kendimi üzgün hissettiğimde sadece başaramadıklarıma odaklanıyordum. Oysaki doğru yerlere bakmayı bilsem, hep hayalini kurduklarımın bana ne kadar yakın olduğunu görecektim.

Bazen birinin kafama vurup yönümü değiştirmesi gerekiyordu.

"Sarılabilir miyiz?" diye sordu 4 numara giyen, kıvırcık bir çocuk. Büyümüş de küçülmüş görüntüsünün aksine çekingen ve diğerlerinden biraz daha uzakta duruyordu.

Beni en çok kamyon çarpmışa çeviren oydu. Ben de o zamanlar o numarayı giyen ve kendi takımından bile çekinen o çocuktum çünkü. Tek farkımız, benim sırtımdaki yaralar yüzünden kambur duruyor oluşumdu. O, benim aksime dimdik duruyordu.

Dizlerimin üzerine çöktüm ve kollarımı iki yana açtım. Eğer onlarla karşılaşacağımı bilseydim buraya kucak dolusu hediyelerle gelirdim. Bunu derhal yapmayı aklımın bir köşesine yazarken minik takım, sıfır beklentiyle kollarını etrafıma doladı. Bir çocuğa sarılmanın hissettirdiği huzuru unutmuştum. Sanki onlar, tüm yaraları sarmaya yetecek kadar güçlü bir ilacı kollarında taşıyorlardı.

"Tek tek tanışalım," dedim. "Hepiniz bana adlarınızı ve soyadlarınızı söyleyin, olur mu? Size adınızla hitap etmek istiyorum bugün."

Bunun ne kadar kıymetli bir şey olduğunu biliyordum. Adımı insanlara ezberletmek için ne çabalar vermiştim.

"Sekiz on sene daha oynamaya devam edebilir misin?" diye sordu 0 numara giyen Ahmet, tanışmamız sona erdiğinde. "Böylece aynı takımda oynama şansımız olur."

"Muhtemelen giyerim," dedim. "İnşallah o zamana NBA'da takım arkadaşı oluruz Ahmet."

"Maçtan önce bir rutinin var mı?" diye sordu, 4 numara giyen Kerem. "Odaklanmak için falan?"

Kız arkadaşıma mesaj atardım. Ya kendimi çekerdim ya ayakkabılarımı ya da etraftaki herhangi bir şeyi. Feza'ya yazardım hep. Rutinim buydu. "Ailemle konuşuyorum," dedim. "Siz neler yapıyorsunuz?"

Peşi sıra cevaplar ve gülümseyen yüzler, içimi ısıtmaya yetmişti. Çocuklar, buldukları kurak araziye ellerinde fidanlarla koştuklarını fark etmeden bana sorular sormaya devam ettiler. Yarım saat kadar sonra Mazhar Hoca'ya selam verebilmek için onlardan izin istedim. Hocamla biraz konuşup onların yanına döneceğime söz verdim. Bir çocuğun size sevgi göstermesi bile büyük bir nimetken on iki tanesinin hayatlarındaki en değerli şeymişsiniz gibi size bakması, paha biçilemezdi.

"Hocam," dedim.

"Doruk," dedi.

"Hocam..."

"Doruk..."

"Çok kral adamsın sen." Yanına oturdum ve Mazhar abiye sımsıkı sarıldım. "Yemin ederim çok kral adamsın. Kırk tur koşarım istersen. Antrenmanda ağzıma sıç, of bile demem."

"Saygını mı kazandım?" diye sordu, gülerek. "Onu çok uzun zaman önce yaptığımı sanıyordum."

"Beni takımdan göndereceksin sandım gelirken."

"Ne?" dedi şaşkınlıkla. "Takımı gönderirim seni göndermem, mala bak."

Onunla bu profesyonellikten epey uzak ilişkimiz, an itibariyle bir koç ve oyuncusu olmaktan çıkmış durumdaydı. Bana abilik yapıyordu. "Son zamanlarda neyi niye yaptığını unutuyor gibiydin."

"Ama iyi oynuyordum," dedim çocukları izlerken.

"Oynadığın oyundan keyif almıyordun," diye karşılık verdi. "En önemli şeyin ne olduğunu unutmuştun. Umarım hatırlamana yardımcı olabilmişimdir."

"Böyle şeylere zahmet etmek yerine beni falakaya yatırman da bir seçenek aslında, biliyorsun değil mi?" diye sordum. "Böyle hocalarla da çalışmışlığım yok değil."

Enseme bir tane geçirdi. "Bana başka hocaların dedikodusunu yapma, eşek. Hem seni buraya keyfimden çağırmadım. Bu çocuklara bir şeyler öğretmen gerek."

"Asıl benim onlardan çok şey öğrenmem gerek." Hayatım boyunca çok fazla antrenörüm olmuştu ama kimin neye ihtiyacı olduğuna bu kadar önem veren bir adamla ilk defa çalışıyordum. Belki de bu takıma her şeyimi vermemin sebebi bile onun bana duyduğu güvendi.

"Hepsinin boy kilo takibi yapılacak," dedi. "Hepsiyle üçlük antrenmanı yapılacak. Dribbling ve reverseler üzerine..."

"Hocam," dedim. "Ben bugün onları omzumda bile taşırım, siz rahat olun."

Sesini bir komutan gibi yükseltti. "Nereden geldiğini unuttun mu Doruk?"

"Unutmadım hocam."

"Senin burun kıvırdıklarına sahip olmak için her şeyini verecek çocuklar tanıyorum," dedi gözlerimin içine bakarak. "Sen de tanış. O burnunu bir kez daha kıvırırsan, şu zemine sümük gibi yapıştırırım seni. Beni anladın mı Doruk?"

Öyle gaza gelmiştim ki "Anladım hocam!" diye bağırdım.

Çocuklar aynı anda bana döndü.

Mazhar Hoca ellerini birbirine vurarak ayağa kalktığında "Hadi bakalım," dedi. "Sahanın çevresini üç tur koşarak başlıyorsunuz! Doruk abiniz en önde olacak, onun temposuna uyacaksınız hepiniz."

"Üç mü?" dedim. "Üç tur bizim dişimizin kovuğuna yetmez, değil mi çocuklar?"

On iki minik adamdan aynı anda "Evet!" sesleri yükseldi.

Koştuk, boylarımızı ölçtük, üçlük antrenmanı yaptık ve adam geçme üzerine çalıştık. Günün sonunda iki elimi birden yukarı kaldım ve sıra sıra zıplayarak bana birer beşlik çaktılar. Her biriyle fotoğraf çekindik. En son Mazhar Hoca hepimizi aynı kareye sığdırarak bir fotoğrafımızı aldı. Onu en kısa zamanda evime asmak için çerçeveletecektim.

Fotoğraflarımız Bursaspor'un resmi hesabı tarafından paylaşıldığında salondan yeni ayrılmış sayılırdım. Beni beklerken alışveriş yapmış, ardından bir kafeye oturmuş Onur abinin yanına doğru yürüyordum. Fotoğraflardaki en uzun boylu kişi, birkaç gündür aynada gördüğüm kişiden epey farklıydı. Evime asmayı düşündüğüm kareyi WhatsApp'tan Feza'ya yolladım.

Doruk: Bugün hayatımın en değerli anlarından birini yaşadım

Doruk: Çocukların bana nasıl sarıldığını görmeliydin. İyileştiğimi hissettim resmen.

Doruk: En başa dönsem sadece şu anı yaşamak için bile olsa yine basketbolcu olmak isterdim

Doruk: Görmen lazımdı bebeğim. İnanılmaz karizmatiktim. On iki tane velet beni tanıyor diye nasıl havalara girdim var ya...

Doruk: Arka arkaya kaçırmadan otuz üçlük attığımda çeneleri yere değecekti az daha hayranlıktan.

Doruk: Eh, biz de az şovcu değiliz.

Doruk: En son sana selam söylemelerini istedim. El salladıkları bir video var galerimde, dur atayım.

Doruk: Şu en soldaki 4 numaralı veleti bir gün bambaşka yerlerde izleyeceğimize eminim. Şut stili yaşına göre muazzam. Adı Kerem. Yaz bu ismi bir kenara.

Doruk: Bu arada biliyor musun

Doruk: Boyum 1.91 olmuş.

Falez: Aa

Bağırdım.

Şaka değildi.

Alışveriş merkezinin güvenliğinden yeni geçmiştim. Onur abinin oturduğu kafenin kapısındayken gelen bildirime gözlerim değdiği an "Yazdı!" diye bağırdım. Onur abi ve içerideki birçok kişi aynı anda yüzlerini bana çevirdi.

Sikimde değildi. İçeri zıplayarak girdim. Onur abi benden utanır gibi yüzünü saklamak istese de bu işe yaramadı. Arkasına geçip ona zorla sarıldım. O sandalyede oturuyordu ve ben de ahtapot olmuştum. "Yazdı abi!"

"Ne yazdı, Allah'ın belası?"

"Aa..."

"Aa mı?"

"Aa!"

O iki harf bana uzun bir süre benchte tutulduktan sonra oyuna dönmüşüm gibi hissettirdi.

O iki harf, yağmurdan sonraki gökkuşağı gibiydi. Karanlık geceden sonra şafağın söktüğü andı. Yanan bir evden son saniyede kurtarılan bir kişinin bahçede aldığı ilk nefesiydi.

"Geri döndüm," dedim. "Baştan başlıyoruz amına koyayım."


🏀🧁🏀


Selamlar, nasılsınız?

Favori bir sahneniz var ise öğrenmek isterim.

Dorukhan Falay yorum köşesi de burası olsun.

Neden Onur Değirmenci ve Mazhar Hoca diye gezdiğimi de anlamışsınızdır artık...

#DörtÇeyrek etiketinin altında sizi bekliyor olacağım. Artık imzalarda da buluşup sizinle konuşabiliyoruz ve bu beni çok duygulandırıyor. Yarın 13.00'da Ankara'dayım, orada olacaklarla bölüm kritiği de yaparız 🥺🤍

Teşekkürler ve tatlı günler!

Instagram&twitter:
azraizguner

Yorumlar

  1. Bölüm şarklılarında tuğkan varsa canımız yanacak demektir

    YanıtlaSil
  2. Mazhar hocayı sevdim

    YanıtlaSil
  3. Onur abiyi yiyebilir miyimm

    YanıtlaSil
  4. Bayıldımmmmmmmm

    YanıtlaSil
  5. Ellerine sağlık canım

    YanıtlaSil
  6. Bütün sahneler şahaneydi

    YanıtlaSil
  7. Doruğun bu hocasına bayıldımmm hem sürünsün hem barışsınlar istiyorummmm

    YanıtlaSil
  8. Doruğun terapiye gidip yavaş yavaş iyileştiğini okumak çok isterim

    YanıtlaSil
  9. Aa!!!! Dorukkk

    YanıtlaSil
  10. Favori sahnem yok bölüm baştan sona favorim

    YanıtlaSil
  11. O kadar güzel bir bölümdü ki hem güldüm hem ağladım. Duyguları çok güzel yaşatıyorsun Azra. Tebrik ve teşekkür ederim. Diğer bölüm için sabırsızlıkla bekliyorum

    YanıtlaSil
  12. Abla bak yeminlen çok iyi yazıyorsun öyle böyle değil yaa bölümleri okurken kendimden geçiyorum resmen sen bir tanesin yaaaa aglayasim geldi şuan seni seviyorum abla kendine iyi bak 😍♥️🥹

    YanıtlaSil
  13. Kitap kaç bölümde bitecek ve basılacak?

    YanıtlaSil
  14. Çok güzeldiii

    YanıtlaSil
  15. Doruk istiyorum cok mu sey istiyorum ya...

    YanıtlaSil
  16. Yeni bölüm yeni bölüm yeni bölüm 🤩🤩🤩

    YanıtlaSil
  17. Doruk'un feyzayı rahatsız etmekten korkması...
    Bayılıyorum su adama ya

    YanıtlaSil
  18. En sevdigim bölümlerden oldu bu aradaaa

    YanıtlaSil
  19. Naz ve Eren sahnesi istiyorummm
    Onlarında asırı ayrı bir enerjileri varrr

    YanıtlaSil
  20. Yeni bölüm gelene kadar tüm kitabı baştan okumak=ben

    YanıtlaSil
  21. Bölüm bittigine göre simdi bölümü bastan okuma zamanı

    YanıtlaSil
  22. ❤️❤️❤️

    YanıtlaSil
  23. Doruk'un feza Aa mesajına nasıl sevindiyse bu bölüm o derece çok güzel olmuş. Doruk sürünsün ona lafımız yok ama kendini kaybetmesin zaten feza kendini kaybettiğini farkettiği için ayrıldı bence doruk bi doktora görünmeli yaşadığı şeyler kolay değil ama fezamızı da üzmesin yeto artık ben mutlu mutlu bölümler okumak istiyom

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar

43. "Sıfırdan"

59. "Fırtına ve Zehir"